Category: Türkiyə ədəbiyyatı

  • Doç. Dr. Alpaslan DEMİR/GOP Ünv.”DOMANİÇ VE ÇEVRESİ TARİHİNE BİR BAKIŞ”

    0900

    Küçük bir beylikten tarihi süreç içerisinde üç kıtaya hükmeden bir imparatorluk haline gelen Osmanlının tarih sahnesine çıkışı dönemin çağdaş kaynakları tarafından takip edilememektedir. Bu nedenle özellikle Osmanlının ilk 100-150 yıllık dönemi, hanedanın menşei, beyliğin kuruluş öncesi ve sonrası siyasi faaliyetleri ve benzeri meseleler, kaynak eksikliği nedeniyle tam olarak anlaşılamamaktadır. İlk Osmanlı tarihi kaynaklarının Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan yaklaşık bir, bir buçuk asır sonra yazılmış olması ve hanedanın menşei ve devletin kuruluş safhası ile ilgili farklı rivayetler kaleme almaları meseleyi daha da karmaşık ve tartışmalı hale getirmektedir.
    Bilindiği üzere Türklerin 1071 Malazgirt Savaşı öncesinde başlayan Anadolu’ya yönelik faaliyetleri Malazgirt Savaşı ile birlikte hız kazanmış ve çok kısa sürede Anadolu’da Beylikler ve siyasi bütünlük oluşturan Türkiye Selçukluları vasıtasıyla Türk hâkimiyeti başlamış oldu. XIII. asrın sonlarına gelindiğinde ise Anadolu’nun artık bir Türk yurdu haline geldiği ifade edilebilir. Bu Türkleşme süreci, yabancı tarihçilerin iddia ettiği üzere Anadolu’daki yerli halkın İslamlaşmasından ziyade doğudan batıya doğru akan Türkmen/Oğuz göçleri ile olmuştur. Bu göç dalgası sürekli olmakla beraber temelde iki büyük göç dalgası önemlidir. Bunlardan ilki 1071 öncesi başlayan ve 1071 sonrası hızlanan birinci göç dalgası ve ikincisi Moğol tehlikesi ile 1220’lerden itibaren gerçekleşen ikinci göç dalgasıdır.
    Anadolu içlerinde her hangi bir kaosa sebebiyet vermemek için Horasan ve çevresinden Anadolu’ya yönelen bu göçmenler belli bir plan çerçevesinde sınır boylarına yönlendirildiler. Sınır boylarında Bizans tebaası ile karşı karşıya gelen Türkmen/Oğuz grupları geleneksel hayat tarzlarını devam ettirmekle birlikte İslami gaza anlayışı ile Bizans içlerine akınlar düzenleyerek elde ettikleri ganimetler ile daha sonraki süreçte ortaya çıkacak siyasi teşekküllerin de ekonomik gücünü sağlamışlardır.
    1220’lerde Moğolların İran ve Azerbaycan’a hâkim olmaları Anadolu ve hatta Osmanlı ile birlikte düşünüldüğünde dünya için yeni bir başlangıca neden olmuştur. Moğol tehlikesi ile birlikte Anadolu’ya yönelen büyük göç dalgası ve akabinde yaşanan siyasi hadiseler Selçukluları zayıflatmış ve buna bağlı olarak da Türkmen gruplarının batı uç bölgelere daha fazla yığılmasına neden olmuştur. Bu süreç içerisinde Türkiye Selçuklularının dağılması ve İlhanlı baskısının azalması ile önceleri yarı bağımsız, daha sonraları ise bağımsız hareket eden yeni siyasi teşekküller meydana gelmiştir.
    Konya’yı ele geçiren Karamanoğulları, Selçuklu varisi olarak ön plana çıksa da Kütahya bölgesinde bulunan Germiyanoğulları ile Kastamonu-Sinop bölgesine hâkim olan Candaroğulları da güçlü beylikler olarak faaliyet göstermekteydiler. Yine bu süreçte diğer beylikler de siyasi faaliyetlerini sürdürmekteydiler. Fakat Anadolu’da faaliyet gösteren bütün beyliklerden, Germiyanoğulları ile Candaroğulları arasına sıkışmış küçük bir beylik olan, Osmanoğulları siyasi ve coğrafi konumlarını akıllıca kullanan karizmatik lider Osman Bey sayesinde ön plana çıkmaya başlamıştır.
    Peki, kimdir bu Osmanoğulları? Bu konuda yukarıda bahsedilen gerekçelerden dolayı net şeyler söylemek pek de olası değil. Nitekim Osmanlının ilk dönemleri hakkında dönemin çağdaş kaynaklarına dayalı sağlam bilgiler verilememektedir. Yaklaşık bir, bir buçuk asır sonra kaleme alınan Osmanlı tarihlerindeki menkıbevi bilgilerden de tarihi gerçeklere ulaşmak kolay değildir. Dönemin çağdaş kaynağı Pachimeres’te verilen bilgiye göre Osman Bey 1301 veya 1302 yılında Bafeus (Koyunhisarı) mevkisinde bir Bizans ordusunu mağlup etmiştir. İlk defa Osman Bey’den bahsedilen kayıt budur. Fakat burada Osman Bey’in bölgeye gelişi veya beyliği kuruşu ya da ataları hakkında bilgi bulunmamaktadır.
    Bu konularda bilgilere ise Fatih Sultan Mehmed ve II. Bayazid döneminde ağırlıkta olmak üzere yani kuruluştan bir, bir buçuk asır sonra kaleme alınan Osmanlı tarihlerinden ulaşılmaktadır. Fakat bu tarihlerde de bir anlatım birlikteliği bulunmamaktadır. Bahsi geçen Osmanlı tarihleri 1220’lerden itibaren ortaya çıkan Moğol tehlikesi ile birlikte Anadolu’ya yönelen göç dalgasında rivayetler farklı da olsa Osman Bey’in atalarının da bulunduğu konusunda hemen hemen hem fikirdir. Bazı Osmanlı kaynakları Osmanlıların çıkış noktasını Mahan olarak belirtirken, bir kısmı Ahlat‘ı ön plana çıkarır. Moğollar‘ın Anadolu‘ya ilerlemeleri üzerine Osmanlılar‘ın ataları Ahlat‘tan Erzurum-Erzincan taraflarına yönelmişler, bir süre burada kaldıktan sonra eski vatanlarına dönmek niyetiyle Haleb‘e kadar inmişler, sonra yeniden Pasin ovasına gitmek zorunda kalmışlardır. Burada iken ailenin bir kısmı ayrılmış, geri kalanlar Ertuğrul Bey liderliğinde Ankara-Karacadağ yoluyla Söğüd‘e gelmişlerdir. Osmanlı kaynaklarının bu süreçte ilk zikrettikleri şahıs, Süleyman Şah‘tır. Fakat Süleyman Şah üzerine kurgulanan hikâyenin sonradan kroniklere sokulduğu anlaşılmaktadır. Âşıkpaşazade, Anonim Tevarih-i Âl-i Osmanlar, Oruç Bey tarihleri Süleyman Şah hikâyesini ön plana alırlarken, ilk Osmanlı kaynağı olan Ahmedi, Sultan Alâeddin ve Gündüz Alp‘i esas alır, ancak onların nereden geldiklerini belirtmez. Enveri, hanedanın atalarından Şah Melik adlı birini Urfa‘dan yola çıkarır ve Sultanönü‘ne getirir. Şükrullah ise Osmanlılar‘ın Selçuklu soyu ile birlikte Anadolu‘ya geldiği iddiasında bulunur ve onları Karacadağ‘a yerleştirir. Karamanî Mehmed Paşa Ahlat‘ı temel alarak bunların önderleri olan Kayık Alp‘den bahseder ve yine Ankara-Karacadağ‘a geldiklerini belirtir. Bütün bunlardan çıkarılacak ortak nokta ise Kayı boyuna mensup Gündüz Alp-Ertuğrul ve Osman Bey’dir. Kaynakların belirttiğine göre Ertuğrul Bey oğlunu Selçuklu sultanı Alâeddin’e göndererek bir yurt istemiştir. Bu istek üzerine de kendilerine Söğüt yurt olarak, Domaniç ve çevresi ise yaylak olarak verilmiştir. İşte bu noktada kaynaklar çerçevesinde kuruluş döneminin muammalarına karşın ortadaki bariz gerçek ise üç kıtaya hükmeden Osmanlı İmparatorluğu çınarının filizlendiği toprakların Domaniç olduğudur.
    Tahrir defterleri, Osmanlı Devleti’nin 15-16. yüzyıl idari, sosyal ve iktisadi yapısını ortaya koyabilmek için önemli bir kaynaktır. Bu defterlerin önemini ortaya koyan Ömer Lütfi Barkan’dan sonra pek çok araştırmacı gerek Anadolu’nun gerekse Anadolu dışındaki Osmanlı toprağı olan şehirlerin büyük bir kısmını Tahrir defterleri çerçevesinde çalışmıştır. Hüdavendigar Livası’na bağlı Domaniç kazasının 16. Yüzyıl tahrir kayıtlarında elliye yakın köy ismi geçmektedir. Bunlar; Nefs-i Domaniç, Çokköy, Akyar, Yenişan, Seydi Kıranı, Kıran, Kozluca, Bozbelen, Bükerler, Bükerler-i Küçük, Göçebe, Çukurca, Gümrancık, Sarıot, Saruhanlar, Ilıcaksu, Hasanoğlu, Alınviran, Hisarbeği, Akbaş, Çarşanba, Peşemid, Tekfurçatı, Rumpaşa, Sovıcak, Alpagud, Asılbeğ, Beğe, Sünlük, Güneyseğid, Alakilise, Çay, Aksu, Akçakilise, Bican, Tomalu, Kasım, Tırhas, Berçin, Karaoğlan, Bozcasu, Dere, Sarular ve Bozyaka’dır. 16. yüzyılda kayıtlı köylerin, bölgelere göre değişiklik göstermekle beraber, yaklaşık % 55-65’inin 20. yüzyıla kadar gelen süreçte terk edilerek günümüze ulaşmadığı ifade edilebilir. Dolayısıyla tahrir defterlerinde ismi zikredilen bu köylerin de yarısından fazlası bu gün köy olarak mevcudiyetini sürdürmemektedir. Tahrir defterlerinde ayrıca bir kısmının bu gün neresi olduğu dahi bilinmeyen onlarca yaylak ismi geçmektedir. Hem 16. yüzyılda geçen bu yerleşmeler, hem de kroniklerde kuruluş dönemi ile ilgili ismi zikredilen yerleşme ve mevkilerin lokalizasyonu yapılmadan ne Osmanlı kuruluş dönemi tarihi ne de Domaniç’in Osmanlı ile ilintili ilk dönem tarihi net bir şekilde ortaya konulabilir. Bu bağlamda Domaniç çevresinde yapılacak alan araştırması ile hem Domaniç’in tarihine hem de Osmanlı kuruluş dönemi tarihine bir nebze olsun katkı sağlamak mümkün olabilir.
    Sonuç olarak, Osmanlı çınarının filizlendiği Domaniç topraklarında Osmanlıyı kuran neslin torunları hem tarihi geçmişi hasebiyle önem arz eden topraklarına hem de manevi olarak geçmişlerine sahip çıkarak hem geçmişi geleceğe taşıyan bir köprü görevi üstlenecekler hem de geleceğe umut olacaklardır. Geçmişine ve geleceğine sahip çıkan Kayı boyu mensubu bir avuç deliye ve bu bir avuç deliye sahip çıkan Kayı boyu mensuplarına buradan selam olsun.

    KAYNAKÇA
    ACUN, Fatma, “İlk Osmanlılara Dair”, Kebikeç, 10, 2000, s. 59-73.
    BARKAN, Ömer Lütfü, Hüdavendigar Livası Tahrir Defterleri, TTK Yay., Ankara 1988.
    DEMİR, Alpaslan, “İskân Sürecinde Konar-Göçerler: Manisa ve Çevresi Örneği (XVI-XX. Yüzyıllar)”, Uluslararası Batı Anadolu Beylikleri Tarih Kültür ve Medeniyeti Sempozyumu-IV Saruhanoğulları Beyliği 5-7 Kasım 2015, Manisa., Basılmamış Bildiri.
    EMECEN, Feridun, “Osmanlı Devleti’nin Kuruluşundan Fetret Dönemine”, Türkler, Yeni Türkiye Yay., Ankara 2002, s. 15-32.

  • Riyaz DEMİRÇİ.Yeni şiirler

    rdh

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Irak temsilcisi

    NEREDESİN

    Sen gönlümün dileğisin,
    Sen aşkımın meleğisin,
    Sen dünyamın gerçeğisin,
    Ömrüm sevgim neredesi

    Gel bir kere yüzün görüm,
    Dizim üste saçın örüm,
    yanağına elim surum,
    Ömrüm sevgim neredesi

    Doğranirsam dilim dilim,
    Sensiz geçmez ayım yılım,
    Heceliyor adın dilim,
    Ömrüm sevgim neredesin?

    İçten sakıt sızıldadım,
    Zehir oldu hayat tatım
    Mecnün benim aşk ustadım
    Ömrüm sevgim neredesin?

    Yazar Değilsin

    Senin savadın nerde
    Salma kimseyi derde
    Asma gözlerden perde
    Yazma,yazar değilsin.

    Tarif etme özünü,
    Azacık aç gözünü,
    Deyim sözün düzünü,
    Yazma,yazar değilsin

    Kalem alma eline,
    Oğren çocuk dili ne?
    Kavrulursun külüne
    Yazma yazar değilsin

    Jurnalistem söyleme
    Her geçene eyleme
    Bir bencil sen aleme
    Yazma yazar değilsin

    Populust yok bir körsün
    Küle boylu nankörsün
    Vicdanın varsa sorsun
    Yazma yazar değilsin

    Kapat yazma defterin
    Yokdu senin hünerin
    Neden bilmezsin yerin?
    Yazma yazar değilsin

    Halka derim ismini
    Yayımlarım resmini
    Yandırıp yak cismini
    Yazma yazar değilsin

  • Esat ERBİL.”Cinasli Hoyratlar” (Bayatılar)

    03

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Irak temsilcisi

    Hoyrat ( Beyatı ) İki türü bizde var, biri Cinaslı bununda bir çok türlüsü vardır. Diğeri Cinassız bununda bir kaç nevi var burada sadece Hoyrat nedir açıklıyorum ve ondan sonra ( Kan Cinaslı Hoyratımdan ) sevgili okuyucularımıza bir kaçını örnek vermek istiyorum.

    Hoyrat Nedir ?
    Hoyrat özel bir uslupla yazılmış dörtlüktür, hakıkatta derin anlamlar taşıyan çok az sözcüklerle çok büyük anlamlar ifade eden veya geçmişten bir hikaye , bir olay veya öyküsünü anlatan ve bir kişi tarafından işlenemesinden doğan ve halkın içli duygusuna tercüman olan bir çeşittir …
    Hoyrat Türkmen edebiyatımızın temel dallarından biri olduğundan çok eminiz, verimi geldikçe yoğunlaşan, ölmeyen ve yaşamı sürdüren bir ölümsüz daldır.
    Dedelerimizden bize kalan altın bir kalittir. Türkmenlerin kimliği olan ve biz Türkmenleri bütün Dünyaya tanıtan dörtlük üslübüyle yazılan bir dizidir…
    Divan edebiyatında olduğu gibi Hoyratta da güzel anlayışı için özel anlam içeren ve çeşitli benzetmeler kullanılmaktadır ve bu benzetmeler Halk ağzıyla yerli sözlerden kurulmuştur.
    Hoyrat, kanatları arasında bir dereceye kadar mana bütünlüğü ve anlam bağlılığı bulunan, cinaslı ise birinci kanadı ( 3, 4 veya 5 ) heceli ayrı kalmak üzere, ( 2, 3, 4 )ncü kanatları yedi heceden oluşur. Derin sevgi ve saygılarımla.

    Esat ERBİL
    Emekli Türkmen Millet Vevili
    Ve Barış Dergisinin Baş Yazarı,
    Türkmen Evi Gazetesinin Baş Yazarı ve
    Türkmen Aydınlar Örgütü Başkanı.

    Cinaslı Hoyratlar

    Kan Ağladı
    Gam canda kan, ağladı
    Bir vefasiz ardınca
    Gözlerim kan, ağladı.

    Kan Ayı
    Aşur ayı kan, ayı
    Yerde suçlu elinnen
    Kabliyipti kan, ayı.

    Kan Düştü
    Kanaraya kan, düştü
    Gel gülüm uzaklaşağ
    Aramıza kan, düştü.

    Kan sağladı
    Hastanı kan, sağladı
    Uşağ ağlar süt ister
    Neneyse kan sağladı.

    Kan sağlar
    Hasta canı kan, sağlar
    Nene uşağ ağzına
    Süt yerine kan, sağlar.

    Kan Yara
    Dost olursan kan, yara
    Yardan kanım birleşti
    Men verendem kan, yara.

    Kana Gam
    Gözüm tutup kan, ağam
    Yurdumun hasretinnen
    Katılıptı kana, gam.

    Kanatımnnan
    Gediri kan, atımnnan
    Uçmağ vaktim gelince
    Kırıldım kanatımnnan.

    Kanatımı
    Kanlıyıp kan atımı
    Yar size gelebilmem
    Yad kırıp kanatımı.

    Kanaraya
    Kan aktı kanaraya
    Yarı mennen ettiler
    Saldılar kan, araya.

    Kanalandı
    Hasta var kan, alandı
    Men ölürsem bu yolda
    Dostlarım kan, alandı.

    Kananı
    Hasta kansız kan, anı
    Gecelerim zar oldu
    Yarım yada kananıç

    Kandı bügün
    Gözlerin kandı, bügün
    Yar emeğim unuttu
    Yadlara kandı, bu gün.

    Kandı Gene
    Dost yada kandı, gene
    Kimin kanın döküpsen
    Gözlerin kandı bügün.

    Kandı Yara
    Tek gevlim kandı, yara
    Sen küstün men darıldım
    Bak doldu kan, diyara.

    Kansızdan
    Kan alınmaz kansızdan
    Dostumçın yas tutmaram
    Almayıncan kan, sizden.

    Kanşardan
    Çok döküldü kan, şerden
    Dilimi bend eyledi
    Yar bakanda kanşardan.

  • Şaire Ve El İşleri Uzmanı GÜLŞAD NURANİ

    Araştırma : Esat ERBİL

    Geçen Temmuz ayının ortasında bir daha ata yurdum olan yer yüzünün cennet mekani Azerbaycana ASKEF tedbirlerine katılmak üzere hasretin çektiğim bu diyarın Rayonlarını tedbirler yanında gezmek amacıyla ilk durağım Baki oldu. Orada çok değerli ve kimetli dostlarım tarafından karşılandım ve asıl Türk ailesi ve müsafir perverliklerini bana yakından gösterip ilgilendiler, ben onlara bir bir teşekkür edip ve minnetdarlığımı bildiriyorum. İkinci durağım ise 2016 yılında Azerbaycanın Kültür Merkezi seçilen Şeki Şehrine gittik, orada ASKEF ilk etkinliği yapmak üzere, Şeki Palas Otelinde yerleştikten sonra. Kahvealtından sonra yavaş yavaş tanışmalar başladı, bir çok değerli edebiyatçı , Sanatçı ve Müzisyenlerle tanıdıktan sonra, bir masada Gulşad NURANİ hanımla tanıştık, bu kadın işi bir şaire olmaktan fazla el işleri sanatında Bir uzman El İşleri sanatçısı olarak kendini tarif etti, sühbetimiz uzun sürmedi çünkü diğer arkadaşlarla tanışmağımız devam etmekteydi.Azerbaycanın ünlü şairi ve edebiyat dahisi Bahtiyar VEHAPZADE Parkına gittik ve orada bir kaç arkadaşlar konuşma yaptılar. Sonra öğle yemeğinden sonra tam saat 3 te Şeki etkinliği başladı, benim amacım burada hanım Gülşad NURANİ’den bir az konuşmak istiyorum çünkü doğrudan yaptığı el işlerini gördükten sonra gerçekten heyran kaldım işlerine el işleri levhelerinin bir kaçını gördüm çok mükkemel ve değerli, aynı zamanda işler sanki bir makine bunları dizmiş bu gözel tablolar ortaya çıkmıştır. Bu nedenle ben orada karar verdim bir görüşme kendisiyle sağlamak ve kendisini yakından Türk Dünyasına tanıtmak istedim ki buda onun arzularından biri idi.

    Soru – 1 :
    Lütfen kendinizi özetle okuyucularımıza tanıtarmısınız ?

    Cevap – 1 :
    Tam adım ( Gülşad Hakveri Kızı ), tanılmış ( Gülşad Nurani İbrahimov ), 10 Nisan 1966 tarihinde Aqdam Şehrinde dünyaya göz açtımışım. Şeki Şehrinde 4 – Nomaralı orta mektebinde okumuşam ve Sekkizinci sinife kadar okudum ve atam daha koymadi tamamliyim ve dedi : Ki qiz uşağı al mektep okumaz, ama Muellimlerim söylediler ki hayif bırakın çocuk okusun babam ise dedi olmaz. Böylece mektepten ayrıldım.

    Soru – 2 :
    Neden Aqdam’da kalmadınız, Şeki Şehrine göç eylediniz?
    Cevap – 2 :
    Babam bazi aile sorunlarını çözmek için, 1976 yılında Şekiye göçetti, çünkü halem oraya gelin gitti ve atama söyledi ben tekem burada, böylece ailece geldiler Şekide yerleştiler. Söylemeye değer ki Şeki çok gözel bir şehirdi ve doğulduğum sevgili vetenimdir.

    Soru – 3 :
    Şiir Her İnsan yazabilmez, belki de şiir kabilyeti Allahın bir bağışıdır insana, siz ne zaman Şiir yazmaya başladınız?
    Cevap – 3 :
    Gerçekten ben uşağ çağından şiir meraklısıydım ve şiir ezbere alırdım, bu sevgi büyüdükçe bende kabiliyet yarattı böylece 1976 – ci yılında ilk defe “Qeribem “ve “Anne” şiirlerimi yazmışam, diye bilirim ki dördüncü sinfinde şiir hisslerim vardı ufak tefek yazmaya başladım, ama tam altıncı sinfide iken ciddi şiir yazmaya başladım.

    Soru – 4 :
    Ne zaman aile Kurdunuz?
    Cevap – 4 :
    1984 – cu yılda aile kurmuşam. Bir oğlum (Vasif ) ,bir kızım (Samire ) adlarında var, kızım ingilizce dil muellimesi. Oğlum ise DYP ( Devlet Yol Polisi ) üzre teknikomu bitirib. Dört nevem var. Onlarda sırasıyla ( Gülnür, Nermin, İkram ve Uqur ).

    Soru – 5 :
    Altıncı sinfinden sonra şiir aleminin geniş kapısından girip çoğunlukla ne Tür Şiirlerden Hoşlanıp yazarsınız?
    Cevap – 5 :
    Yazdığım şiirler esasen vatanperverlik mövzüsündadır. “Menim Dovletimde sulh olsa eğer ” adli sirim mektepliler arası şiir yarışmasında “Qizil qlobus” mükafaati almişti.. Umummilli lider Ölmez prizidentimiz merhum Heyder Eliyevin vefatile ilgili yazdığım “Beşerin xilaskari” şiirim şiir yarışmasında birinci yere çıkmıştır.Ve muxtelif kitablarda işik üzü görmüştür. “Incimişem men” ve “Xocali” şirime sevimli bestekarimiz Yaqut Almaz Hanim musiqi bestelemişti.

    Soru – 6 :
    Şiirlerin hangi Gazete ve Dergilerde veya Televezalarda çıxtı bazısının adını söylermisin ?
    Cevap – 6 :
    Azerbaycanin sevimli xanendesi Könül Hanım Xasiyeva “Könlümün sultanı söyle hardasan?” adlı şirime zeminxare muqamida ifa etmişti. Azerbaycanım atributu olan Müqeddes Bayrağımız olan el işim Televeziya verlişlerin birinde “Dunyanın en gözel hediyyesi” kimi seslendirilmiştir. Güllü Nrmrt KIZININ. “ÖMÜR YOLU” kitabinda iki şirim çıktı ve kitabın ön sözünü ben yazdım.
    Vidadi Aqdamlının ” Qarabağname ” yoplusunda üç şirim çıktı.
    ” Kaspi “. ” Qanun ve hedef ” ve başka qezetlerde Siirlerim ve meqalelerim çıkmıştır. Ama Telvezionda şahsen hiç bir görüşmem olmadı.

    Soru – 7 :
    Duyduğumuza göre siz şiir yanında da el işlerinde büyük bir maharat ve yetenek sahibisiniz, bu yönde kim size destek oldu, nasıl bu el işlerini öğrendiniz. Bunu lütfen açıklarmısın ?
    Cevap – 7 :
    Tabii Atam beni okuldan yasakladığı için mecbüren evde oturmak zorunda kaldım, böylece boş zamanım çok oldu ve kendimi meşgul etmek hem de bir teselli olarak bu yanlızlığımı unutmak için el işlerine meyil verdim. Şayet çox uzaklara gitsek annem benim elbiselerime bezek vururken görmüştüm. Az hatirliyorum . Ancaq aslinda…Bir gün çok bir olayla baqi özüme kapandım ve stres keçirdin ve depresiyaya düştüm. Günlerce yimedim içmedim . Sanki bir gün uykudan ayilmiş gibi oldum. Gördüm artık ben bu sanatımla taninir ve sevilirem. Arkadaşlarımın bana “Sen bizim BAYRAKTARIMIZSIN” demesi sanki beni geriye apardi.Ve neler yaptığımı düşündüm… Bu yolda bana ne oyretmen nede bir destek olmadı..Herden annemden ve ablamdan aldığım pullar ve az az xurda ticaretten kazandığım pulla melzemeler alırdım. Çok kadın metbexe keçirken dağılmış şirincayı stol üstü bezle silib atarken ben bu iki şeyle böyük bir sanat eseri yarattim. Yanı Surinay edip.. stostu bez alıp onun üstüne zerle Azerbaycanimizin ve kardaş ülke Türkiyenin bayrağını yaptım. Herden konşulardan “Rica ederin bana metbex bezi verermisin demeyim gah gülüş gah siniklik yaratirdi.. Evveller minlerce küçük boncuk – biserlerden yapdim. Azerbaycanin mukam senetinin mahir xanebdesi Könul xanim Xasiyevaya hediyye etdiyim vatanımızın milli atributu olan bayrağımıza yeddi mine yakın boncuk taktım. ” Bir millet – Iki dövlet” adlı Azerbaycan -Türkiye bayrağı adlı eserime ise On minden çok boncuk – biser diktim. Bu işi görmeyim ucun beni bezen sindirib böyle söylüyenlerde oldu. “BIR AYAĞIN BURDA BIRI GÖRDE NEYNIRSEN UŞAQ KIMI MONCUQLARLA OYNAYIB? ELLI YA:IN VAR .. HASTASAN ETTIKLERINIDE SAT ÖZÜNUÜ MÜALICE ETTIR KI ÖLME..WIRXINDA ÖĞRENEN GÖRÜNDE ÇALAR SRNINSE ELLI YAŞIN VAR. ÖLENE KIMDI BUNLARA KIYMET VEREN.?””Bu sözler kalbini kirsada bir azda ruhlandım. mubariz oldum. Subut etmeye caliştim ki ben bu yoldan dönmeyecem Azerbaycanin ilk bayraktar xanımı olarak ad koyup heyatta kocecen. ve xesteliyim öz süretini etsede men Bayrağıma değer vererem ancak maddi kiymet koyup onu satmam. Çünkü Bayrağımı bütün dünya binleli – cevahir etini getirseler bele deyerini ödeyemezler. Benim bayrağım deyerli olduğu kadar da kiymetlidir .. Ben hiç bir zaman baş eğmedin, hiçte eğmem. Ancak üç varlık önünde eğilirim her zaman ..Mükeddes Anam…Mükeddes Kuranım…ve mükeddes Bayrağım önünde. Men bu yolda gözlerimin nurun harcadım.. Ancak son görüntüme kadar bu sanatı yapacağım. Qurur duyuram bu sanatımla. Sonradan uzmanca İşlere başladım ve becerdim tüm işlerimide seve seve yapmışım her keste begenmiştir yaptığım El işlerimi. Türk yazarlarının Azerbaycana seferi zamani Türk bayrağı el isimi yaziçilar ittifaqinin başkanına hediyye etmiştim. Semkir medeniyyetinin direktörü Refiqe xanima Semkirin gerbi el işimi hediyye etmişem. Muxtelif tedbirlerde başarı kaytedenlere hediyye olaraq Menim Bayrak el işim hediyye olunur. Her defe Bayrak hediyye etdikçe kendimi vatanperver bir esker gibi sayıram.

    Soru – 8 :
    Son olarak sizden bir kaç şiir istesek okuyucularımıza armağan edermisiniz ?
    Cevap – 8 :
    Memnüniyetle şiirlerim çoktur ve umut ederim hepsini bir kitapta görüm en sevdiğim iki şirimi armağan ediyorum Kocaman Türk halkıma saygılarımla :

    20 Yanvar
    Dehşetli bir gece,odlu meşeqqet!!..
    Min doqquz yüz doxsan “20 yanvar”..
    Bu tarix yarattı düşmana nifret…
    Allahim! Ne qeder günahsiz qan var.?..

    Haqsizliq hokm etti haqqin yoluna….
    Baxmadı sağına ne de soluna…
    Balasin gorende tank altda ana…
    Ne feryad qopardı o yana-yana?..

    Xalqim qorxmayaraq düşman celladdan…
    Siper eylediler sinelerini..
    “Azadliq”!!deyerek qorunan addan…
    Sarsitti qururla düşman qelbini..

    Çevrildi dastana -efsanelere..
    Ilham Ferizenin sevgi dastani..
    Nümüne olarak seven gençlere..
    Ebedi mehebbet oldu o anı..

    Xalqı sarsıtmağa çalıştı düşman..
    Çalıştı eyilsin ,baş eysin vatan…
    Deyişe bilsede taleyimizi..
    Sarsida bilmedi birliyimizi..

    Nece iller keçer,qerine keçer..
    Saqalmaz !Düşmanın vurduğu yara..
    Gelecek nesiller unutmaz Eğer…
    Qururlu bir ömür yaşamisansa!!!
    ———————-
    Onu zaman seçti
    Onu zaman seçti, zaman yaşatti..
    Qelblerde yaşayan ebedi addi..
    Arzudu,istekdi,qelbde muraddi..
    Ömrünü boş yere etmedi heder..
    Vetençun yaşadi Eliyev Heyder!..
    …….
    Kasiblik da gördü,var da ,dovlet de..
    Deyişmez eqide oldu dovletde..
    Xalqı yaşatmadı dertte ,zillette..
    Bir insan üzüne vermedi keder..
    Vetençun yaşadi Eliyev Heyder!
    ..
    Bir tarix yaratti beşer ovladin..
    Dünyaya tanitti müqeddes adın..
    Dahisi olubdur bu kainatin..
    Adı qurur ile dillere düşer..
    Vetençun yaşadi Eliyev Heyder!..
    ..
    Yazin üreklere silinmez adı..
    Xar etsin sevgisi düşmanı yadı..
    Önder ölmeyibdir!Emeli sağdı!..
    Qoyduqu siyaset Ilhamla geder..
    Vetençun yaşadi Eliyev Heyder..
    ——————
    Son olarak ben Irak’tan bir araştırmacı olarak Esat ERBİL sizlere Azerbaycanın en gözel Şehri olan Şekiden bir unutulmuş yetenekli Şaire hem de El İşleri Uzmanını yakından tanıttığıma çok mutluyum. Derin sevgilerimle başka yazılarımda.

  • Harika UFUK.”Adım yalnızlık olacak”

    h

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Biliyorum; gideceksin.
    Git, derdim gitmen değil ki
    Herkes sen gibi gelecek bana…

    Sen gidince
    Tepeden tırnağa hüzün kesilecek
    Her yer…
    Ağaçlar yapraklarını dökecek,
    Kara bulutlar önünü kapatacak güneşin,
    Geceler daha karanlık,
    Mevsimler hep ayaz olacak.
    Sebepsiz yağmurlar yağacak dünyama.
    Sarı duvarlar
    Üstüme üstüme gelecek hep…

    Nereye baksam boşluk!
    Ne yapsam nafile…
    Çin Seddi kurulsa önüne
    Engel saymayacaksın.

    Biliyorum; gideceksin.
    Uzaklaşacaksın benden adım adım,
    Adım yalnızlık olacak.

    Adana.24 ŞUBAT 2012.SAAT: 11.35

  • Harika UFUK.”Alını-yeşilini solduran gelin”

    h

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Göz göz olmuş
    Delice sevda
    Eprimiş emprime entarisi
    Ne çabuk soldurmuş alını yeşilini
    Kınası kurumamışken ellerinde…
    Duvağı sılada kalmış,
    Gümüş telleri kayıp…

    Gelinin
    Çay karası gözlerinde
    Umut türküleri dillenmiş.
    Güneşi arkasına almış
    Yıldızsız kömür karası gecelerde…
    Ta uzakta titrek mum ışığı,
    Elsiz ayaksız bir koşu
    Dehlizlerden, kör kuyulardan
    Aydınlığa doğru…

    Adana.15 Mart 2012.20.30

  • İltimas İSMAYIL.”Destan yazar heyy”

    ii

    Bir ah çeksem gökte Güneş kül olur
    Gözyaşımdan nehir taşar, göl olur
    Bu sevdaya Leyla Mecnun kul olur
    Çöllerde kaybolup, düzde azar heyy.

    Cihan cennet olsa yoktur gözümde
    Melekler toplansa durram sözümde
    Ferhatta hayrandır bana dözümde
    Külüngle ismimi taşa kazar heyy.

    Saçım yeli dağı taşı kum eyler
    Firavunu bir tek sözüm mum eyler
    Sahralara elim değse şum eyler
    Ozanlar binlerce destan yazar heyy.

    27.07.2016

  • İltimas İSMAYIL.”Benim gibi…”

    ii

    “Talihim yok bahtım kara…”
    Şarkısını dinlerken
    KIRAC.

    Ela gözden gam yaşını
    Döken varmı benim gibi
    Dizlerimde dermanım yok
    Çöken var mı benim gibi.

    Bu aşk beni vurdu yere
    Meskenimdir her dağ,dere
    Yüregine alıp yare
    Çeken var mı benim gibi.

    Son gördügüm bakışları
    Bitti kalbin akışları
    Vurduğu tüm nakışları
    Söken var mı benim gibi.

    Felek yine çarkın gerdi
    Gam gönderdi kama erdi
    Sinesini yarıp derdi
    Eken var mı benim gibi.

    Yar gözümü yolda koydu
    Yıllardır gam içim oydu
    Valla canım derde doydu
    Mekan var mı benim gibi.

    Hadi yatma sabaha dek
    Bu destanı kaleme çek
    Boynun egip menekşe tek
    Büken var mı benim gibi…

    27.03.16

  • İltimas İSMAYIL.”Mektubunu aldım…”

    ii

    Mektubunu aldım sitemle dolu
    Bizi gözlüyormuş ayrılık yolu
    Yazmışsın anladım gözleri sulu
    Ezilmiş kağıtta bozulmuş her şey.

    Belece dert elem içimi aldı
    Bin türlü fkire, hayale saldı
    Maziyi düşünüp, geçmişe daldı
    Talihten alnıma yazılmış her şey.

    Hayatta bir gün de sensiz olamam
    Güneşle uyanıp, nefes alamam
    Cihan cennet olsa orda kalamam
    Rüyaysa tersine yozulmuş her şey.

    Cekdiğim cefalar az imiş demek
    Kismetimde olan güz imiş demek
    Verilen ved yalan söz imiş demek
    Sabır taşlarına kazılmış her şey.

    03.03.2016

  • İltimas İSMAYIL.”Kov gitsin hüznünü…”

    ii

    Sevdamı kazıdım gizli, saklına
    Asma gül yüzünü gülümse biraz.
    Ayda, yılda bir kez gelsem aklına
    Kov gitsin hüznünü gülümse biraz.

    Her zaman yakında yanı başımda
    Sen varsın her öğün yenen aşımda
    Baharı yaşattın sen bu yaşımda
    Kov gitsin hüznünü gülümse biraz.

    İçin ağlamasın, dudağın gülsün
    Seviyorum seni yüreğin bilsin
    Hayalim süzülüp gözyaşın silsin
    Kov gitsin hüznünü gülümse biraz.

    Beni rüyaların bendine saldın
    Şimdi hatıramla baş başa kaldın
    Unutma hırsızdın kalbimi çaldın
    Kov gitsin hüznünü gülümse biraz.

    Bir bilsen ne kadar özledim seni
    Bıkmadan yollarda gözledim seni
    Kalbime bir ömür sözledim seni
    Kov gitsin hüznünü gülümse biraz.

    01.08.2016

  • İltimas İSMAYIL.”İmkansız sevda…”

    ii

    Verebiliyorsan kalbine emir
    Demek ki olmuşsun cihana emir
    Benimse ruhumu zalimce emir
    Vefasız dünyada vefasız sevda.

    Ağarmış saçlarım benziyor kara
    Yıllarca gözüme indirdin kara
    Gönül ümmanında görünmez kara
    Bahtıma yazıldı sefasız sevda.

    Aşkımız imkansız vuslatın yarım
    Her iki cihanda tek sensin yarım
    İstersen kalbimi hancerle yarım
    Gör ki var içinde şifasız sevda.

    İltimas sakın ha, geldin bu yaşa
    Başını dimdik tut onurla yaşa
    Ömür geçicidir gel basma yaşa
    Var mı ki dünyada cefasız sevda.

    03.08.2016

  • İltimas İSMAYIL.”Gözümde yaş gibi…”

    ii

    Sanma ki seninle aşkın da gitti
    Kalbimde taş gibi asıldı kaldı
    Bakışlar yollara dikildi, bitti
    Gözümde yaş gibi asıldı kaldı.

    Hayal dünyasına kaç gez girildi
    Ruhum candan çıktı uçtu, gerildi
    Yüregim bin defa öldü, dirildi
    Çatılmış kaş gibi asıldı kaldı.

    Eller bakıp dedi olmuş divane
    Ateşlerde yanan bahtsız pervane
    Çöllere sürülen yolsuz kervana
    Taklmış baş gibi asıldı kaldı.

    30.07.2016

  • İltimas İSMAYIL.”Dokundurmazdım…”

    ii

    Yolunun üstünde ağaç olaydım
    Gecdigin semtlere gölge salaydım
    Sıcaktan,yağmurdan kısas alaydım
    Telinin tekine dokundurmazdım.

    Bir destan yazardım iller aşardı
    Dünyayı dolaşıp yara koşardı
    Yıllarıca ağızda dilde yaşardı
    Canımı canandan sakındırmazdım.

    Hoş sözler yakışır güzel dehana
    Sevgimi paylardım cümle cihana
    Hiç kimse bulmasın bana bahane
    Kinli yüreklere yakın durmazdım.

    29.07.2016

  • İltimas İSMAYIL.”Deniz…”

    ii

    Dost musun duşman mı anlayamadım
    İçimde tufansın çağlayamadım
    Haykırdım, bağırdım ağlayamadım
    Zalim bir sevdasın ümmansın , deniz.

    Kıyıya yazdığım siiri silerdin
    Öpüb ayağımı vecde gelerdin
    Coşup, dalğalanıp, bazen gülerdin
    Söyle neden böyle yamansın deniz…

    Bir bakarsın sakin, uysal meleksin
    Koynuna girince cadı, keleksin
    Kızınca kasırğa, sanki feleksin
    Kimseni görmezsin dumansın deniz…

    Bir zaman sevimli gözümde tektin
    İhanet eyledin bize dağ çektin
    “Gülü”müzü aldın kalbe dert ektin
    Yüreği sızlatan kemansın deniz…

    Halin cehennemi bazen andırır
    Sevdanı kullanıp canlar kandırır
    Aşkına düşeni nasıl yandırır
    Yüreklerde feryat, amansın deniz…
    Yüreklerde feryat, amansın deniz…

    10.08.2016

  • Harika UFUK.”Güzel insanlar”

    h

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Tanıdığım güzel insanlar var
    Dünyaya ışık saçan
    İçi güzel, dışı güzel,
    Fikri güzel, zikri güzel…
    Hep iyi niyetli, iyi bakan, iyi gören,
    Olumlu…
    Kanatsız melek onlar,
    Laf aramızda iyi ki varlar.

  • Esat ERBİL.”Karabağ Nisan 2016 Savaşı Ve Şehitlerimiz”

    03

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Irak temsilcisi

    İki Nisan Sabahı uykudan uyanıp uyanmaz hemen Ata Yurdum olan Azerbaycan, Ruslar tarafından İşğal olunan ve sonradan pis Ermenlilere teslim edilen topraklarımızda savaş başlamıştır. Bu habere çok sevindim çünkü yıllardır bu topraklar esaret içinde ve oraların halkıda derbeder ve Azerbaycanın ayrı ayrı ve dağınık yerlerde yerleşen ve her aile kendi gücü ile yaşamaya devam edip mücadelelerini özgürce sürdürmektedirler, ne yazık ki son ziyaretimde bir çok aileleri gördüm iş başında hiç kimseye baş eğmeden hayat mücadelesi ve zor şartlar altında devam etmektedir, gördüğüm aile ve sürgün olanlar ağır işler yapmaktadırlar burada kendi kendime sordum :
    – Aceba insan öz yurdunda ve ana toprağında mecbüren toprağını salıp öz yurdunun diğer Şehir ve Rayonlarında yerleşirken böylemi karşılanırlar???, diğer yandan derin bir hasret yürekten çektim, ama gücüm yetmediğinde onlara Yüce Rabbimden dua edip bir gün önce Topraklarına kavuşsınlar inşallah dedim. İşte Nisan ayında bu mutlu haberi aldım ki Tüm Azerbaycan Halkı hazır esir olan Rayonları kurtarıp özgürlüğe kavuşmalarını kan ile bile istiyorlar. İşte Azerbaycan Silahlı Küvvetleri hemen harekete geçip pis Ermenlilere saldırmışlar, amaçta yurdu esaretten kurtarmaktır.
    Biz tarihin eski sayfalarına dönüp bakarsak öğreniriz ki 1994 yılından buyana bu Topraklarımız esir olmuştur, buda Büyük Dünya Siyaseti olarak Türk Dünyasına Genelde bölmek ve parçalamak hedefleridir her kesçe bu bellidir. İşte Azerbaycan, Türkmanistan ve diğer Türk Devletleri Eski Rusyadan kopulup özgürlüklerine kavuşunca bu kirli planlar başlamıştır ve 1994 yılında Rusya tarafından Azerbaycanın bir kaç Rayonu İşğal olunmuştur sonradanda Ermenlere rol verip onlara teslim edilmiştir.
    Yiğit Azerbaycan Askerleri dört gün boyunca savaşarak, Azerbaycanın tüm şehir ve kentlerinde binlerce gönüllü askerliğe adlarını kaytetmeye başlamışlar, amaçta her kes Yurdu temizlemek için katılmak istiyorlar. Söylemeye değer ki binlerce kadın ve subay kızlarımız adlarını kaytetmişler savaş cephesine kardeşleriyle katılmak istemişlerdir, buda yer yüzünde çok az rastlanan bir olaydır ve sadecede Türk kadınlarımıza yakışan bir mertçe devranıştır.
    Bu dört gün savaş süren içersinde cesür Azerbaycan Askerleri bir çok İşğal olunan yerleri geri aldılar korkak ve piç Ermeni askerlerinden, hatta bazi rayondan Ermenliler savaşsız silahlarını bırakarak kaçmışlardır, ve Aslan Azerbaycan Askerleri Azerbaycan bayrağını oralara dikmişlerdir. Ama üzülerek söyliyorum beş Nisan günü karşılıklı ateşkes kararı alınarak, çatışmalar durdurulmuştur. Bu arada Azerbaycan Askerlerimizde şehitler vermişler, toprağı özgür kalmak için canlarının değerini bilmeden Vatan için kanlarını dökmüşler. Bin bir selam olsun Kanlarını döken şehitlerimize yerleri Cennet olsun amin Allahim amin.
    Burada bazı açıklamalar vermek istiyorum ki bütün turan elimizde yaşayan Kan Kardeşlerimiz bu gerçeği bilsinler tarih olarakta yazıp unutmasınlar :
    12 Mayıs 1994 tarihinde Karabağ Savaşı sona erdi, bu tarihten sonra Dağlık Karabağ Bölgesi ve etrafında bulunan esarete düştü, ermenler ne kadar bu Bölgeyi ( Dağlık Karabağ Cumhuriyeti ) bağımsızlık ilan etmişlerdir ama söylemeye değer ki hiç bir devlet bu Cumhuriyete itiraf etmemiştir. 2008 yılında Birleşik Milletler, Azerbaycanın toprak bütünlüğünü onaylanan ve Ermeni güçlerin işğal ettiği topraklardan derhal çıkmalarını isteyen bir karar almışlardır. Ama maalesef şimdiye kadar bu kararı Ermenistan uygulamamıştır.
    Tarihi unutmamak için bu dört gün süren savaşından bazi bilgiler vermek istiyorum sevgili Turan neslinde olanlara :
    2 Nisan gecesinde Azerbaycan aslan Ordusu ( Goranboy ) ve ( Naftalan ) Kentleri ve ( Talış ) Köyü ve etraftaki tepe ve ( Seysulan ) Ermenlerden temizlenmiştir, aynı zaman ( Fuzuli ) Bölgesinde bulunan ( Horadiz ) Kentinin yakınlarında bulunan ( Lele ) tepesi ele geçirilmiştir. Ermeni piçleri ise uzaktan sivil yerleri toplamaya başlamıştır. Böylece sivilleri korumak için Aslan Azerbaycan Askerleri ( Ağdere, Ağdam, Terter, Hocavend ve Fuzuli ) Bölgelerine operasyon düzenledi sivilleri korumak için, böylece Ermenilerden 100 den fazla Askeri öldürüldü ve bir çok Askeri Araç ve Top, Tank bozulup ve ele geçirildi. Ama ne yazık ki bunu söylemeliyim ki Azerbaycan 3 Nisanda tek taraflı ateşkes ilanı etti, nedeni ise bizlere ve Kocaman Halkıma hiç belli olmadı, çünkü bu uğurda yıllardır kendimizi hazırlayıp topraklarımızı kurtarmak için, ve bu amaçta yüzlerce şehit verdik özgürlüğe kavuşmak için, Savaş başlarken hiç anlamı yok iydi ateşkes ilan edilmeye, Pis Ermenlerse ateşkese uymadan savaşa devam istemişler ve Cumhurbaşkanı sayın İlham Aliyev Ermenlerin Savaşmak istediğini vurgulayıp ve Azerbaycan bu savaşta büyük bir başarı elde ettiğini ifade etmiştir. Bu yolda ve bu hedefi gerçekleştirmek için bir çok şehit verdik, bu üzdürücü olay münasebetiylede Kocaman Halkıma Aşağıdakı şiirimi armağan edirem, inşallah en yakın zamanda Azerbaycan Tüm Rayonlarına kavuşur ve özgülük ve mutluluğa kavuşacaktır.
    (( Karabağ Türktür ))

    Şehitler ölmezler, canda yaşarlar,
    Qarabağ bizimdir, bizim olacak,
    Gönülde beslenip, kanda yaşarlar,
    Qarabağ Türktür, Türke kalacak.

    Bu mübarek günde, Bayram sonunda,
    Ateşi açtılar, şeytan donunda,
    Bizde dökülen kan, onlar boynunda,
    Qarabağ Türktür, Türke kalacak.

    Ateşkes bozdular, plancı onlar,
    Türk doğru durustur, yalancı onlar,
    Ernemi Yahüdi, talancı onlar,
    Qarabağ Türktür, Türke kalacak.

    Şehit unutulmaz, kalpte yaşarlar,
    Bu Vatan her turlu, zorluk aşarlar,
    Ermeniler bizim, güçten çaşarlar,
    Qarabağ Türktür, Türke kalacak.

    Sovyetler birliği, hayalda kaldı,
    Azerbaycanımın, toprağın aldı,
    Ermeni piçlerin, yurduma saldı,
    Qarabağ Türktür, Türke kalacak.

    Hadi Azerbaycan, hadi birleşin,
    Ata yurdumuza, hemen yerleşin,
    Ezin düşmanları, yakın erleşin,
    Qarabağ Türktür, Türke kalacak.

    Derin Sevgi ve saygılarımla
    Esat ERBİL

  • Riyaz DEMİRÇİ.”İlm-ü İrfan’da Yunus EMRE”

    rdh

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Irak temsilcisi

    Türk dünyasında güneş gibi parlayan ve bütün dünya kültürlerine çevirilen her dillerin destanlık rolünü alan azami Yunus Emre adlı Türk şairi eserlerinin felsefe ve dünya çapında fikir haline gelmiştir. Şiirlerinin en büyük özelliklerinden biri sadeliktir. Bütün sadeliklerine rağmen paha biçilmez bilim seviyesine gelmiştir.

    Yunus Emre’nin bu değerli eserleri o kadar renkli ve çağdaşlık niteliklerine sahip ki, çağlar boyu hala etkisi bütün kuşaklarda kalmış durumda. Yeni nesiller bile Yunus Emre’nin ne kadar tanıdıklarından malumdur. Onun pahası biçilmez eserleri gelecek nesillere bile bütün emanetle taşınacaktır. Onun eserleri büyük bir kısmı atasözleri gibi miraslara sahip olmuş. Edebiyat ve kültür alanında inanılmaz büyük bir yük olmuş vaziyette. Bu yüklü miras kütüphanelerin rafların çoğunu işgal etmiş durumda. Yazarlarımız ve araştırmacılarımız bile onun bazı şiir cümleleri hakkında nice ve nice kitaplar bastırmışlar. Onun bu azami eserleri akademik bilimlere kadar yükselmiş durumda.

    Yunus Emre’nin şiir destanları yüceliğin arasında zenginlikleriyle tanınmakta olmuş ve felsefe bilimine kadar derinlikte işlemiş. Bu kaç cümleler onun deniz gibi eserlerinden bir damlacık olarak örneğini getirmişimdir.

    ((Söz Ola Kese Savaşı))

    Keleci bilen kişinin yüzünü ağ ede bir söz
    Sözü pişirip diyenin işini sağ ede bir söz

    Söz ola kese savaşı söz ola bitire başı
    Söz ola ağılı aşı bal ile yağ ede bir söz

    Kelecilerin pişirgil yaramazını şeşirgil
    Sözün us ile düşürgil dimegil çağ ede bir söz

    Gel ahî ey şehriyâri sözümüzü dinle bâri
    Hezâr gevher ü dinârı kara taprağ ede bir söz

    Kişi bile söz demini demeye sözün kemini
    Bu cihân cehennemini sekiz uçmağ ede bir söz

    Yürü yürü yolun ile gâfil olma bilin ile
    Key sakın ki dilin ile cânına dağ ede bir söz

    Yûnus imdi söz yatından söyle sözü gayetinden
    Key sakın o şeh katından seni ırağ ede bir söz

    Ulu şairimizin şiir eserleri bütün yönleri önderliği ile işgal etmek süretiyle ilmü irfan, sevgi, muhabbet, ahlaki değerler, gönülden çıkan sözler, din, bilim, bilhassa bütün alanlarda çağdaşlığını korumakla halkın önderliğini göze almış. Türkiye haritasında her kes onu kendi memleketinde doğduğu ve vefat ettiğini sanır. Her kes kendi malları olarak sahiblenmekteler. Onun adına nice medreseler, camii, tekkeler ve okullar bile açılmış hala onun ilmü irfanını değerlendirip araştırmasını yapmaktalar.

    Mütevaziliği ile tanılan Yunus Emre, Yüce Rabbinin ilhamı ve yeteneği ışığında beslendiğini her kese aktaran şiirlerinde bile işaret eylemiştir. Örneğim:
    İyi sözün aslını bilen der derdi bu söz nerden gelir?
    Sözün aslını anlamayan sanır bu söz benden gelir

    Yunus Emre’de Birlik ve Beraberlik düşüncesi, okuduğumuz yazarların eserleri arasında bilumum eserlerinde birlik ve beraberlikten söz edince topluluklara seslenip fikir arayışları çerçevesinde birleşmelerin mutlak süretiyle erişilmeleri ve birikim olmalarını ima etmiş durumdadır. Nitekim bu düşüncelerinde muslüman ümmeti tavhid ile yeganeliği sadece Yüce Allah’ın Kurani Kerim yolu ile benimsemiş olan kural ve kaidelerin ışığında hemfikir ve birlik olmaları kavramı ve anlayışını uygulamak yanında insani değerlere sahip çıkmalarını tavsiye etmektedir. Yüce Rabbimiz kural ve kaideleri gereğince felsefesini genel hattın üzerinde çizen EMRE, aynı zamanda batılarıda uzak kılmamakla bir çağdaş ilişki kurmak şeyvesini ortaya atmakla yeni arayışlarını bile çizmektedir.

    Birlik ve beraberlik düşüncesi çerçevesinde her şeyden önce Yunus Emre insanlık değerlerini ve bütün insanların Baba ve Anneden bir olduklarını hatırlatarak Adem ve Havva olayının altını çizerek bir geniş kapının açılmasına vesile olmuş durumda. işte bizim anlayacağımız ve batılılar bile bu fikir ve düşünceye istinaden işleyerek ortak noktaların bulduklarını açıkca hazmettiklerini bir çok platformlarında itiraf etmişlerdir.

    Ancak insanoğlu topluluklara ayrımı tarihin ilk günlerinden itibaren başlamasıyla her kes bu fikir ve düşünce yorumu ile kendi Tanrısını ve Tanrı kural ile kaidelerini uygulaması için çaba harcayarak doğa ve evrende Tanrının kim ve ne olduğunu düşünmeye başladılar. Kimi ay kimi güneş kimi de hayvanlar olduğunu düşünmeye başlayıp ibadet ettiler. Kimi de tai ve ahşaplardan dizayın ve çizilmiş olan heykelleri ibadet etmiş çağlarda bulundular.

    Arapların cahiliyet döneminde hurmadan heykel yaptıkları ve taşları ibadet etmekle Tanrının tanıdıklarını sanmışlardır. Budiler hala da inançlarına göre taşlardan yapılan asya kıtası ve bloğundaki heykeller onların sembölik Tanrıları oladuğu düşünerek yorum yapmaktalar. Hindistandaki hindozlar inek ve bazı hayvan çeşitlerini ibadet etmekte devamlılar. Işte Yunus Emre’nin ilmi tasavvufunda her kesi çağırıp görülmeyen dokunulmayan hissedilmeyen ama her nesnede ve her yerde ve her zaman bize en yakın olan bir yaratıcıdan söz etmektedir. O da Esmai Hüsnasiyle Yüce sıfatlarını tanıtan Yüce Rabbimizin müşterek ilahı ve Tanrısı olduğunu kanıtlamak süretiyle yola başlamış ve insanoğlunu bu uğurda ikna etmek yolunda felsefi düşüncelerini yaymıştır.

  • “Muhteşem Azerbaycan” gazetesinin 101 Özel sayısında Küvvetli Kalem Kardeşlerimizin ve Sayğıdeğer dostlarımızın şiirleri yayınlanıp

    Azerbaycan Gazeteçiler Birliği Sumqayıt şehir teşkilatının Başkanı Sayın Rafiq Oday kurucusu ve baş editörü olduğu “Muhteşem Azerbaycan” gazetesinin dün akşam saatlarında yayınlanan 101 Özel sayısında Azerbaycan Gazeteçiler Birliği Sumqayıt şehir teşkilatının Günlük Analitik Haber Ajansı ve Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye ve Irak temsilcilerinin şiirlerini yayınlayıp.Gazetede şiirleri yayınlanan Küvvetli Kalem Kardeşlerimizin ve Sayğıdeğer dostlarımızın listesi:

    Tokat şehri üzere:

    Sayın Remzi Zengin
    Sayın Hasan Akar
    Sayın Ahmet Divriklioğlu

    Kahramanmaraş şehri üzere:

    Sayın Yalçın Yücel

    Adana şehri üzere:

    HANIMEFENDİ Harika Ufuk
    HANIMEFENDİ Yazar Münevver Düver

    Ankara şehri üzere

    HANIMEFENDİ Gülten Ertürk

    Erbil (Irak) şehri üzere:

    Sayın Esat Erbil
    Sayın Riyaz Demirci

  • M. Nedim TEPEBAŞI.”İKİ SEVİNÇ ARASI İKİ HÜZÜN” (Hikaye)

    usare8

    USARE DERGİSİ 8. SAYI

    Mevsimin en sıcak günleri! Eke çoban, dağın yamacından, canlara can katmak istercesine çağlayarak çıkan soğuk suyun beslediği, heybetli ceviz ağaçlarının derin gölgesinde sürüsünü topladı.
    Davarlar, demirci körüğü nefes alıp veriyorlardı. Hızını kesmek ve akışını sakinleştirilmek için önüne gelişigüzel kademeli bentler kurulan su, iri taşlara çarptıkça bembeyaz köpükler oluşturuyor, etrafa saldığı serinlikle sürüyü kışkırttıkça kışkırtıyordu. Cazibesine dayanamayıp suya dalmak isteyen asi hayvanlar ise çobanı ve köpeğini bir türlü geçmiyorlardı.
    Onları sükûnetle nefeslendiren çoban, köpeğini yanına çağırdı, sürüde hemen bir hareketlilik başladı. Mır mır sesler çıkararak kıpırdanan davarlar, çoktan kulaklarını dikip teyakkuza geçmişlerdi. Çoban ve köpeği önlerinden çekilir çekilmez, bentlerin etrafına, gerdanlığın habbeleri gibi dizilmeleri bir oldu.
    Süt emen kuzular misali süzdüre süzdüre sularını içenler, bir bir ceviz ağaçlarının derin gölgesinde dinlenmeye çekiliyorlardı.
    Sürüsünü kontrol eden çoban, işin buradan ötesini köpeğine bıraktı, sonra kendisine uygun bir yer seçip oturdu. Günlerdir süren kurgusunu bugün gerçekleştirecekti, hem çok heyecanlıydı, hem de çok mutluydu. Kendi kendine; “Bugün çok güzel bir gün olacak!” dedi.
    Yerinde duramıyordu, kalktı, azık çıkınını aldı, arkadaşları ile her gün birlikte sofra kurdukları sekiye gitti. Kurgusunu bir an önce gerçekleştirmek için sabırsızlanıyordu ama önce yemek yenilecekti. Bunun için arkadaşlarını beklemek zorundaydı. Çünkü usul böyleydi. Allah ne verdi ise beraberce yemek, onların ortak özelliklerindendi.
    Peş peşe toplanma yerine gelen arkadaşlarından her biri de sürülerini dinlenmeye aldı, sonra da azıklarında olanları getirip orta yere koydu. Elbirliği ile sofra açıldı. Onların, böyle ortaklaşa yediklerini eşleri de biliyorlardı, nevaleler ona göreydi. İçlerinden birisi: ”Soframız, Halil İbrahim Sofrası gibi bereketli olsun inşallah.” dedi. Besmeleler çekildi, yemekler yendi, dualar edildi, sofra toplandı, birlikte namaz kılındı.
    Hafta sonları şehirden piknik için gelenler olsa da hafta içinde buraya çobanlardan başka kimseler gelmezdi, her bakımdan burası onlar için müsait bir yerdi.
    Serinlik yayılana kadar dinlenmek üzere çantalarını başlarının altına alanlar uyumaya hazırlanıyorlardı.
    Eke çobanda yatma gibi bir hazırlık yoktu ama telaşlı bir hâli vardı. Bakışlar, ondan bir açıklama bekleniyor gibiydi ama o, cesaret edip de düşüncesini söyleyemiyordu. Arkadaşlarının uykusunu bölmek de istemiyordu. Nihayet cesaretini topladı, boğazını ayıklar gibi yaptıktan sonra: ”Arkadaşlar! Sizden bir isteğim olacak, benim için bunu yaparsınız değil mi? Ben şehre gitmek istiyorum, gelesiye kadar benim sürüye de göz kulak olsanız, ne dersiniz?” diyebildi.
    Arkadaşlarından aldığı olurun hemen arkasından dik yamacı uçarcasına katetmesi bir oldu. Dolmuşların güzergâhı yol, tam da köyün ortasından geçiyordu. İlk gelen dolmuşa binip şehrin yolunu tuttu.
    Zaten köyleri şehir merkezine çok uzak sayılmazdı. Köye yakın yayla evleri sahiplerinden birçoğunu yakinen tanıyordu, hatta bazıları ile dostlukları bile vardı. Şehre iner inmez bunlardan kendisine en yakın ve akran olarak gördüğü birisinin iş yerine gitti. Karşılıklı hal hatır soruldu. Ismarladığı çayı karşılıklı içerlerken dükkân sahibi arkadaşı; ”Hayırdır, bir durum mu var, niye şehre geldin bu saatte?” diye sordu. Öyle ya, çoban dediğin bu saatlerde sürüsünün başında olmalıydı!
    Önce ne diyeceğini bilemedi. Niçin geldiğini söylese acaba nasıl karşılanırdı? Kısa süreliğine bir tedirginlik yaşadı. Çünkü onlara göre kurgusu, bir çobanın yapacağı işlerden değildi. Ama başkalarının ne ayrıcalığı vardı ki? Kendisinin yapmak istediğini şehirli biri, özellikle de modern ya da sosyete diye adlandırılan kesimden birisi yaptığında incelik sayılır, köylü yaptığında ise taaccüp edilirdi, bunu tahmin edebiliyordu. Ama ince düşünmek herkesin hakkı değil miydi?
    İşyeri sahibi, ne söyleyecek diye dikkatle ona bakıyordu. ”Şey, ben” dedi ama kulaklarına kadar kızardı. Bunu, kulaklarındaki sıcaklıktan kendisi de hissetti. Söyleyeceği, işyeri sahibinin tahmin edebileceği, kendisinden bekleyebileceği bir söz değildi. Ama olan olmuştu bir kere. Buraya kadar gelmişti, söze de başlamıştı. Adamı daha fazla meraklandırmaya gerek yoktu. Bir taraftan heyecanını yenmeye çalışırken diğer taraftan da yapacağı açıklamaya kendisini hazırladı. Gizleyemediği titrek sesiyle:
    “Söyleyeceğim size garip gelebilir ama ben düşündüm ve kararımı verdim, buraya da onun için geldim. Bugün benim evlilik yıldönümüm. Bacınıza, ayıplarsınız belki ama eşime, çünkü bizim hoca: ‘Eşiniz sizin nikâhlınız, hayat arkadaşınızdır. Onlardan söz ederken yabancı birinden söz eder gibi konuşmayınız, birbirinizi sahipleniniz ki; bağlarınız kuvvetlensin, birbirinize olan saygı ve güveniniz güçlensin, herkes de size saygı duysun!’ diyor, bu yüzden diyorum ki; bugünün anısına” dedi, yutkundu. Kısa bir aralıktan sonra, hâlâ titreyen sesi ile “Eşime bir hediye almak istiyorum. İlk defa böyle bir iş yapacağım. Şehrin ve bu işlerin yabancısı sayılırım. Kendime yakın gördüğüm için size danışmak istedim.” diyebildi.
    Böylesine ince bir düşünce karşısında şaşkınlık yaşadığı belli olan arkadaşı hayretini gizleyemedi:
    “Vallahi ne yalan söyleyeyim, beni ziyadesiyle şaşırttın! Bu ne kadar ince bir düşünce, biz güya şehirde yaşıyoruz, açık söylemek gerekirse; böylesine güzel ve nazik bir davranış, bugüne kadar benim hiç aklımdan bile geçmedi, daha siftahım yok bu işte. Eee! Söyle bakalım, böyle düşündüğüne göre basma alacak değilsin, ne alacaksın, kadife mi alacaksın, yoksa beşi bir yerde mi? Ama o biraz pahalı olur, yine de sen bilirsin ya!” dedi.
    Korktuğu olmuş, alacağı cevabı da almıştı işte!
    Artık kendisini toparlamış, biraz da cesaretlenmişti. “Ben, şöyle satılmayacak ama değerli ve de güzel, benim anlatabileceğim ve anlayabileceğim şekli ile yükte hafif, pahada ağır bir şey olsun istiyorum.” dedi.
    “Anladım! O zaman haydi kuyumcuya gidelim.” dedi arkadaşı.
    Onu tanıtmak isteyen arkadaşının sözünü ağzında bırakan kuyumcu; “Ben çobanı tanıyorum.” dedi. Aynı köylü sayılırlardı ama yakın bir ilişkileri yoktu. Ailesi şehre yerleşeli yıllar olmuş, büyüyünce de ticaret adamı olmuştu, onun ailesi ise köyde kalmış, o da çoban olmuştu.
    Arkadaşı, bir taraftan çobanın meramına tercüman olurken diğer taraftan da kuyumcunun kırdığı potu düzeltmeye çalışarak; “Benim arkadaşım kültürlü ve ince ruhludur, saygı duyduğum bir kişidir, güzel bir hediye almak istiyoruz.” dedi.
    Kuyumcu, belli ki espriyi anlamamıştı. “Bir çoban ancak böyle bir hediye alabilir ya da bunlardan seçebilir!” şeklinde düşünmüş olabilirdi, belki de o yüzden klasik takılarından çıkarmaya başlamıştı.
    O, arkadaşının gözüne baktı, çünkü kendisi öyle düşünmüyordu, alacağı hediye estetik ve zarif bir şey olsun istiyordu, göz kaş hareketleri ile anlaşılmamış olduğunu ifade etmeye çalıştı. Utandığı ve hislerine tercüman olması için onu yanına yoldaş almamış mıydı?
    Arkadaşı kendisini çabuk toparladı, uyanık davrandı, olası bir yanlışlığın kıvraklıkla önüne geçmek için daha açık söyleyerek:
    “Siz şöyle alyanslardan çıkarın da onları görelim.” dedi.
    Kuyumcu dükkânındaki kadın müşteriler, kendi aralarında konuşmayı bırakmışlar, onları dinlemeye başlamışlardı. Belki de mal bulmuş mağribi misali, dedikodu üretecek, akşama evde çıngar çıkaracak malzeme topluyorlardı!
    Kuyumcunun çıkardığı takıların içerisinden, çoban bir alyans beğendi ki, kuyumcu: ”Bravo! Tebrik ederim, en güzel alyansı seçtiniz!” dedi. “Ne alacak, nasıl bir hediye seçecek!” diye çobanı sinsice takibe alan kadın müşteriler, dönüp bir seçtiği alyansa bir de ona baktılar. Sonra da, ”Çobana bak, çobana!” dercesine, dudak bükerek birbirlerine bakıştılar. Bakışları, yakıştıramamaktan çok, gizli bir kıskançlığı ifade ediyordu!
    Kısa bir duraklamadan sonra kuyumcu, her şeyi tüccar kafasıyla değerlendirmeye alışmış olduğundan mıdır; ”Ama bunun fiyatını sormadınız!” dedi. Çoban:
    “Sevginin bedeli ancak sevgidir, saygıdır. Sevgi için yapılanlara parasal değer biçilmez ve onun parasal değeri sorulmaz. Onun, sizin dükkânınızdaki parasal değeri, size ödenecek olan miktardır, ona da biz razıyız!” dedi. Kadınlardan biri yavaş bir sesle yanındakine: ”Adam çoban mı, filozof mu?” dedi. Ne kadar yavaş söylese de sessizliğe bürünmüş bu ortamda, kadının sözünü herkes duydu.
    Belli etmemeye çalışıyordu ama bu laftan da çok rahatsız oldu. Bu bereketsiz ortamdan bir an önce kurtulmak için kuyumcunun parasını ödeyerek birlikte gittiği arkadaşı ile oradan ayrıldı.
    Arkadaşı teselli etmeye çalışsa da onun morali çok bozulmuştu. “Bu adamlar kendilerini ne zannediyorlar, başkalarını küçük görme hakkını neden kendilerinde görüyorlar? “ dedi. Lahavle çekti yine de kendini toparlayamadı, arkadaşına teşekkür ederek ondan ayrıldı ve köyüne giden dolmuş güzergâhına saptı.
    Güzel bir iş yaptığından emindi ama kendini beğenmiş kişilerin söz ve davranmalarına fena halde içerlemişti. Dolmuşa bindi, sevinmesi gerektiği halde sevinemiyordu. ”Bugün, güzel bir gün olacak!” demişti ama işler demekle güzel olmuyordu. İçine kasvet çökmüştü. Kadınların ve kuyumcunun, rahatsız edici söz ve davranışlarını unutmaya çalışıyordu ama unutamıyordu. Bütün bunları düşünürken yolu nasıl katettiklerini fark edemedi, şoför uyardı, köyüne gelmişti bile.
    Dolmuştan indi, sürüsünün bulunduğu yere varmak için dik yamacı tırmanmaya başladı. Güneş, ateşten çıkmış iri bakır bir levha gibi dağa doğru sarkmaya başlamıştı. Seyretmeye doyamadığı bu görüntü de kasvetini dağıtmaya yetmedi. Ne olduysa kuyumcuda olmuştu. Adamlarda hem nezaket yoktu, hem de kusurlarını görmüyorlardı. Üstelik başkalarını kıskanıyor, onların inceliklerine tahammül edemiyorlardı.
    Kısa sürede indiği yamacı şimdi yokuş olarak çıkıyordu. Hayat da böyle değil miydi?
    Köpeği hızla koşarak geldi, kendisini karşıladı, kuyruğunu sallayarak etrafında turlar atıyor ve sevgi gösterisinde bulunuyordu, davarlar da melemeye başlamışlardı. Birden her şeyi unutmuş gibiydi.
    Seslerden, arkadaşları onun geldiğini anladılar ve uzaktan birbirlerini selamlayarak sürüsünü sağ salim teslim etmenin işaretlerini verdiler. O da teşekkür ettiği mesajını verdi.
    Akşam yaklaşıyordu, sürüyü ancak toparlayıp evlerine dönerlerdi. Her şeye rağmen bu akşam evde güzel bir sürpriz vardı. ”Bakalım hanım bu günü hatırlayacak mı?” diye mırıldandı.
    Köpeğinin de yardımıyla manevralar yaptırarak sürünün yönünü evlerine doğru çevirdi. Köpek, bir taraftan geç kalanları hareketlendiriyor, sapanların istikametini tepki vererek düzeltiyor, diğer taraftan da sürünün arka taraflarına doğru koşarak gidip geliyordu, bunları yaparken daha uzağa doğru da sesli ikazda bulunuyordu. Başarılı olamayınca nihayet çobana yaklaştı, uyarmak için etrafında dönerek sürtünmeye başladı. Ancak o, sürünün yanında sanki yoktu. Köpeğin ısrarlı uyarlarını, sonunda fark edebildi.
    Etrafı hızlıca kolaçan etti. Köpeğin uyarısını anlamaya çalışıyordu ki sürüden ayrılan bir keçinin, burundaki kayalar üzerine çıktığını, oradaki bir fidanın en tepe filizini yemeye çalıştığını gördü. ”Ne haylaz bir hayvansınız siz yahu! Akşam saati otlanmaya başlar, hiç uzanılmamış filizlere uzanırsınız, bir de kendi başınıza olmayı seversiniz ki!” dedi ve tebessüm etti. Keyfi yerindeydi.
    Keçiyi usulünce birkaç kez çağırdı ama karşılık bulamadı. ”Haydi be, uğraştırma, işimiz var, şimdi eve geç kalacağız.” dedi.
    Çabaları fayda vermiyor, keçi yayılmaya devam ediyordu. Eğilerek yerden bir taş aldı ve ürkütmek için keçiye doğru fırlattı. Bunu bir kaç kere tekrarladı ise de netice alamadı. Keçi cinsinin azimkâr ve inatçı olduğunu herkesten daha iyi biliyordu ama bunu biraz fazla görerek sinirlendi. Yerden aldığı taşı daha sert ve hızlı bir şekilde keçiye doğru attı. Ne de olsa bu tür işlerde antrenmanlı idi. Bu sefer attığı taş, keçinin tam da başına isabet etti. Taş değer değmez keçi öyle bir ses çıkardı ki, feryadı dere içinde yankılanırken acısı da aynı şiddette kendi yüreğinde karşılığını buldu. “Eyvah!” diye bir çığlık attı. Çobanın çığlığı ile keçinin feryadı birbirine karışmıştı. Sesi duyan etraftaki diğer çobanlar, korku ve telaşla hemen arkadaşlarına doğru koşuşmaya başladılar.
    Keçi, aldığı darbenin şiddeti ile sert bir şekilde kayadan aşağıya düştü. Feryat ederek dağın sarp yamacından süratle yuvarlanmaya başladı. Yuvarlanırken çıkardığı ses, akşamın sükûnetinin çöktüğü ortamda, çarptığı her cisimden yankılanarak tekrar dağlara aksediyordu. Can bu, hayvan için de aynı, insan için de aynı değil miydi? Farklı olan ne idi ki? Tutunma gibi bir yeteneğe sahip olmayan keçiyi durduracak, önünde bir engel de yoktu. O yuvarlanıyor, çoban da arkasından yetişmek için ayakkabısının yan tarafını toprağa vererek hızla yamaçtan kayıyordu. Diğer çobanlar da onun peşinden aynı şekilde kayarak olay yerine doğru iniyorlardı.
    Öyle bir an geldi ki; keçiden ses kesildi. İşte o zaman, tam anlamı ile yıkılmıştı. Dizlerinin bağı çözüldü, umudunu yitirdi ve olduğu yere yığılıverdi. Ona göre her şey kıymetli idi. ”Ne olacak, nihayet o bir hayvandır!” diyemezdi, bugüne kadar da dememişti zaten. Keçi, kendini bırakmış, serilmişti, o ise gözyaşlarını tutamıyordu. Bir cana sebep olmuştu. Gün boyu, çocuklarından çok onları görüyor, onlarla beraber oluyordu. Sürüdekileri birer hayvan olmanın ötesinde kendisine bir emanet biliyor, onlar için sorumluluk duyuyordu. Arkadaşları teselli etmeye çalışıyorlardı ama o; “Olan olmuştur, çaresi de yoktur.” diyemiyordu!
    Akşam oluyordu, karanlık çökmeden evlerini bulmaları gerekirdi. Yaşadığı şoku atlatana kadar arkadaşları yanından ayrılmadılar, ancak karanlık bastırmadan herkes evinde olmak zorundaydı.
    Sürüsünü ahıra götürdü, ilk şoku atlatsa da olay gözünün önünden bir türlü gitmiyordu. Hayat devam ediyordu, biliyordu. Davarların yemliklerini suluklarını kontrol etti. Piston gibi göğsünü zorlayan duygularını iradesiyle bastırmaya çalışıyordu. Son kontrollerini yaptıktan sonra ahırın kapısını kapatıp evine çıkmak için geldiği merdivenin daha ilk basamağında yığılıp kaldı, bitap düşmüştü. Dizlerinde derman kalmamıştı. Keçinin feryadı hala kulaklarında yankılanıyordu. Eee! Kolay değil, gözünün önünde bir can gitmişti.
    Merdivenleri zor çıktı.
    Akşam olduğu için aile efradı toplanmış, sofra kurulmuş, herkes aile reisini bekliyordu. Selam verdi, selamı alındı. Halinden belli ki; bir şey olmuştu. Meraklı bakışlarla bir açıklama bekleniyordu. Ama onun konuşmak içinden gelmiyordu. Ev halkının her biri bir psikolog gibi birbirini iyi tahlil ediyordu. Bekledikleri cevabı alamayınca evin hanımı, kendisinin deyimi ile evin sultanı:
    “Bir şey söylemeyecek misin, bu ne hal, ne oldu?” diyerek sükûneti bozdu.
    Bir şey demese de olmazdı. Biliyordu, ne olduğunu anlamak için ısrar edeceklerdi.
    “Tamam, merak edecek fazla bir şey yok. Bugün biraz karışık geçti günüm, yani zikzaklı. Bir sevinç, bir hüzün, bir sevinç, bir hüzün! İşte öyle.” dedi. Sonra da ayrıntılara girmeden olup bitenler hakkında bilgi verdi.
    Keçinin feryadını anlatırken kendini tutamadı. Herkes, dağ gibi adamın sarsıntısını seyrediyordu. Etkilenmemek mümkün değildi. Bir süre ortalığa hüzün hâkim oldu. Sakinleştikten sonra elini yüzünü yıkadı, zor da olsa kendini toparlamaya çalıştı.
    Yemekler yendi, çaylar içildi. Her şey bir kekre geliyor, tadını alamıyordu. Eve de kasvet çökmüştü. Her işin, vaktinde yapıldığı zaman bir değeri vardı, bunu biliyordu. Aldığı hediyeyi şimdi vermezse yaptığı iş yerini belki de bulmayacaktı. Metin ve örnek olması gerekirdi. Çocuklar da bu incelikleri öğrenmelilerdi, aksi halde nasıl öğreneceklerdi? Aslında kendisi de ilk defa böyle dişe dokunur bir iş yapıyordu. Bugüne kadar çocuklar böyle bir şeye hiç şahit olmamışlardı. Bu ilk olacaktı. Kararını verdi, hediyesini takdim edecekti. Yorgun bir sesle:
    “Herkes gelsin buraya, söyleyeceklerim var.” dedi. Evde bulunan herkes sofada toplanınca gündüzden almış olduğu hediyeyi cebinden çıkarttı:
    “Hayatımda ilk defa evimizin sultanına yani annenize yani eşime, evlilik yıldönümü hediyesi alıyorum.” dedi. Herkes birbirine baktı. O devamla; “Garibinize gitse de, ben zorlansam da artık ona “eşim” diye hitap edeceğim. Yanlışları hayatımızdan çıkarmak için bir yerden işe başlamak zorundayız. Yoksa hiçbir iyi iş yapmaya, hiçbir güzel söz söylemeye fırsat ve cesaret bulamadan bu dünyadan gideriz. Kimse de arkamızdan ‘Şu işi de yapacaktı!’ demez, diyemez, dese ne olacak ki? Ortaya çıkmayan bir işi kim nereden bilecek ki? Güzellikleri biz yaşayacağız, bizler yaşatacağız. Güzelliklerin yaşanmasını herkes başkasından beklerse o hiç yaşanmaz. Her insan, arkasında, küçük büyük, az çok unutulmaz hatıralar bırakmalıdır ki bıraktıkları ile anılabilsin. Bu dünyadan göçenler, iyi veya kötü hatıralarla anılırlar. Hayat bunu gerektiriyor. Yoksa insanlar çabuk unutulurlar.” dedi. Sonra da eşine dönerek: ”Sana bu alyansı aldım, sürekli gözünün önünde olsun, onu gördükçe mutlu olasın diye. Şimdi bu alyansı kendi ellerimle parmağına takacağım ki beni daha çok hatırlayasın!” dedi.
    Herkes kısa süre bir şaşkınlık yaşadı ama mutlu da olmuşlardı, belli oluyordu. Bugüne kadar bu evde hiç böyle bir şey olmamıştı. Hatta dedelerinin, ebelerine ayaklarını yıkattığını, çoraplarını çıkarttırdığını, mestini giydirdiğini bilirlerdi. Tabir yerinde ise ailede büyük bir dönüşüm yaşanıyordu. Meraklı bakışlara o açıklık getirdi: ”Bugüne kadar bize ait olmayan bir kısım davranışlara inadına sahip çıkmışız, gereksiz yere savunmuşuz. Bilen adamın hali bir başkadır elbet. Köye yeni gelen şu genç hoca var ya; yemin ederim bize göre çok şeyler biliyor ve de doğru biliyor. Hediyeleşmenin güzel bir şey olduğunu, buna da en yakınımızdan başlamamız gerektiğini o salık veriyor. Elbet bir bildiği var, o da bir yerlerden öğreniyor. İşte bu hediye, benim öğrendiklerimin ilk meyvesidir. Sizlerin de güzellikleri hayatına sindirmesini, meczetmesini diliyorum. Şimdi herkes dinlenmeye, bugünlük bu kadar!” dedi.
    Zorlansa da çok önemli bir iş başarmıştı.
    El ayak çekildi, herkes dinlenmeye geçti. “Erken kalkmak için erken yatmak, dinlenmek ve sabah işe dinç başlamak gerekir!” prensibi herkes için geçerli olmakla beraber elinin emeği ile geçimini kazananlar için daha çok geçerli olduğunu biliyorlardı!
    Olumsuzluklar, bugün yaşanan bütün güzellikleri ve sevinci tamamen silip götürmese de kara bulutlar gibi gölgelemişlerdi. Şehirde yaşadıkları bir tarafa, o dehşetli anı bir türlü unutamıyordu. Bitap düşmekten ve sinir harbine yenik düşmüş olmaktan olacak ki, bir müddet sonra uyuya kaldı. Sabaha kadar sayıklamak suretiyle mutsuzluğunu geceye ortak etti.
    Sabah kalktığında ilk aklına gelen, dün akşamüzeri yaşanan olay oldu. Bu daha ne kadar devam edecekti, bilmiyordu. Aslında sıkıntısı bir değil ikiydi. Sürünün bir ortağı vardı. Onu da bilgilendirmesi gerekiyordu.
    Sürüyü ahırdan çıkardı, yola koyuldu. Yurtdışından yeni izine gelmişti ama söylemeden edemezdi, meraya giderken ortağının evinin önünden geçti ve ”Müsait olduğun bir vakitte görüşmemiz gerekir.” diye ona seslendi.
    Hayatın devam etmesi, kader, işte buydu!
    Öğle saatinde, dinlenme yerinde toplandıklarında, yanında çocukları ile birlikte ortağı çıka geldi. Ellerindeki çıkınları zor taşıyorlardı. Belli ki bugün öğle yemeği ortağındandı. O da değişiklik olsun diye şehre gitmiş, yemekler yaptırmış, köylerinde henüz yetişmemiş meyvelerden alarak bir ziyafet hazırlamıştı.
    Sofra kurulurken çobanın huzursuzluğu depreşmeye başladı, kendisini zor tutuyordu. Hep beraber sofraya oturuldu, o duramadı: ”Konuşmamız gerek!” dedi. Ortağı, yemekten sonra konuşabileceklerini söylese de: ”Hayır, şimdi konuşalım.” diye ısrar etti. Ne konuşacağını kimse bilmiyordu. Kiminin elinde ekmek, kiminin elinde kaşık öyle kalakaldılar. Çaresi yoktu, huzursuz olmanın da âlemi yoktu. O da “Peki konuşalım, ne diyeceksen söyle bakalım.” dedi.
    O, bir gün önce akşam saatinde yaşananları anlattı, sonra ilave etti:
    “Bakınız, biz ortaklaşa bir iş yapıyoruz, ben sana zarar verdim. Ben düşündüm; sana verdiğim bu zararı tazmin etmem lazım. Ben çok huzursuz oldum.” dedi.
    Olayı dinleyen ortağı: ”Senin, bu keçinin bedelini ödemen gerekmez. Evet, biz ortağız ama bu sürüye her şeyi ile ortağız. Bu bir kazadır, buna benzer durumlar her zaman olabilir. Bunları konuşmanın gereği bile yok. Şimdi yemeğimizi yiyelim. Ben, gönül rızam ile senden hiçbir şey istemiyorum, şimdi yemek saati, haydi bakalım yemeğe.” dediyse de onu ikna edemedi.
    “O zaman müftülüğe gidip soralım.” dedi.
    Ortağı: “Tamam, gider sorarız, madem öyle istiyorsun, şimdi yemeğimizi yiyelim, uygun bir zamanda gider sorarız. Sormaya gerek yok ama seni ikna edemem ben!” dedi. O, illaki ‘bugün soralım’ diye ısrar edince ortağı da ister istemez kabul etti.
    Yemek yendikten sonra ortağına; ”Haydi gidiyoruz.” diye tutturdu. Çaresi yoktu, bu iş çözülmeli idi. Ortağının arabasına binip beraberce müftülüğe vardılar.
    O ona dedi “Sen anlat!”, öbürü öbürüne dedi “Sen anlat!”. Sonunda ortağı; “Tamam ben anlatayım.” dedi, sonra da olayı, kendisine anlatıldığı gibi anlattı ve:
    “Ben yurt dışında işçi olarak çalışmaktayım, tatile geldim. Bu, benim çocukluktan beri arkadaşım, birbirimizi çok severiz ve birbirimize güveniriz. Birkaç yıldan beri, ben parasını veriyorum, arkadaşım, köyümüzden ve çevreden toplayabildiği kadar kuzu ve oğlak satın alıyor. Diyeceğim odur ki; sermaye benden, çobanlık arkadaşımdan olmak üzere Kurban Bayramı’na kadar bu davar sürüsünü besliyor, bayram öncesinde satıyoruz, bütün işleri arkadaşım yapıyor, neticede parasını ortaklaşa bölüşüyoruz. Yıllardan beri böyle devam ediyoruz. Bu sürü de aynı minval üzere meydana gelmiştir. Çobanlıkta usuldür, sürü, taş veya sopa yardımı ile yönlendirilir, toparlanır. Olayı size anlattım. Şayet benim bir hakkım da varsa helal ediyorum. Fakat arkadaşım bunu kabul etmiyor, ben de kendisinin, keçinin bedelini bana ödemek istemesini kabul etmiyorum.” deyince çoban orada söze karıştı: ”Ama farklı bir durum var ortada; ben o keçiyi, bizzat yanına varmak suretiyle çevirebilirdim. Ben tembellik ettim, taş attım ve hayvanın ölümüne sebep oldum, bu yüzden benim, o keçinin bedelini ödemem gerekir.” deyince orada bulunanlardan birisi:
    “Hâlâ kıyametin neden kopmadığını şimdi daha iyi anlıyorum!” dedi.

  • Riyaz DEMİRÇİ.”Başın sağ olsun Hocalım”

    rdh

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Irak temsilcisi

    Başın üstün duman aldı
    Bu ne acı,bu ne haldı
    O dağların kime kaldı
    Başın sağ olsun Hocalım.

    Ömrün günüm zülmet oldu
    Kan ağlayan millet oldu
    Katliamın kismet oldu
    Başın sağ olsun Hocalım

    Ormanların kanla doldu
    Bebeklerin donub soldu
    Üfükların saçın yoldu
    Başın sağ olsun Hocalım

    Feryadına çatamadım
    Hep ağladım yatamadım
    Hiç aklımdan atamadım
    Başın sağ olsun Hocalım.

    Bebeğini boğdu gelin
    Ermeniden doğdu gelin,
    Ölmüşse de sağdı gelin
    Başın sağ olsun Hocalım

    Ermeninin babası çok
    Eşin satar namusu yok
    Bu dert bize saplanan ok
    Başın sağ olsun Hocalım

    Türk olmakdı günahımız
    Açılmasın sabahımız
    Koy yok olak biz hepimiz
    Başın sağ olsun Hocalım.

  • Riyaz DEMİRÇİ.”Adelet”

    rdh

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Irak temsilcisi

    Şehrimde yok adalet
    Çekiyoruz sefalet
    Bunun adı rezalet
    Adalet varmı burda?

    Hakime düz söyledim
    İnanmadı neyledim
    Kime kanun öğredim?
    Adalet varmı burda?

    Boğuldum yok nefesim
    Kalmayıb hiç hevesim
    Susturulur hakk sesim
    Adalet varmı burda?

    Mamurlar duymaz seni
    Bir insan saymaz seni
    Rahat da koymaz seni
    Adalet varmı burda?

    Nasıl hayallar kurdum
    Koşub kendimi yordum
    Her gün haksızlık gördum
    Adalet varmı burda ?

    Çekib gedecem daha
    Umutmu var sabaha?
    Astar yüzünden paha
    Adalet varmı burda?

  • Esat ERBİL.”Unutulmuş Bir Türkmen Şairi”

    03

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Irak temsilcisi

    Mehmet Şerif ( MİHRİ )
    1903 – 1942

    Irak’ta Erbil şehri dünyanın en koca ve eski bir şehridir, bu nedenlede aynı Şehirde bir çok kocaman ve ünlü adamlar gözlerini orada açmışlardır .. Kalesi gibi yüksek dövlet adamları .. Bilime ve Eğitime hizmet gösterenler .. Siyaset ve Dinsel adamlar ve sonu gelmeyen Ses sanatçısı ve müzisyen gönlü nazik şair insanlar ve sayıya gelmeyen Edebiyat dallarında çalışan ve mekam içinde bişen ve kavranan ve eşleri bulunmayan, onları dinleyen insanların kafasını karıştıran adamlar bu yüksek kalede gözlerini dünyaya açmışlardır ve bütün dünyayı gezip bilim ve diyanet adamları bilim ve İrfan dağıtmışlardır başkalarına .. İşte budur İhsan DOĞRAMACILAR .. Şeyh Cercis ERBİLLİLER .. Garibiler .. Hac Esatlar .. Müezin ZADELER .. Alamdarlar … Küçük Molalar .. Ebü Bekirler .. Şahabalar .. Mişkolar .. Arslanlar .. Efendiler .. ve çok sayıya gelmeyen ünlü aileler örneğin Kasaplar, Doğramacılar, Altıparmaklar, Sakkalar, Sebzeçiler, Allah Verdiler ve bir çok sayıda unuttuklarım ünlü aileler bu kocaman Erbil Kalesinde gözlerini dünyaya açmışlar ve tüm dünyayı şaşırtarak insanlar ve eşleri bulunmayanlar gelip göçtüler oradan, bu kocaman Kalede yaşayıp hayatlarını sona erirken tekrar Erbil topraklarına verilmişlerdir .. işte Müezzin Zadeler (Alamdar ve Bayraktarlar) ailesinin bir ünlü şairini tanıtmak istiyoruz aziz ve sevgili Azerbaycan okuyucularımıza, oda Türkmenin ölmez şair ve makam şünasi sesi bülbül (Şerif Molla İbrahim El- Hanefi)’dir önceden kendine (Mehmet Şerif) soy adı vermiştir sonradan da (Mihri) lakabını kendine daha uygun görmüştür ve bu soy adıyla mahles olarak şirlerinde kullanmıştır.
    Benim amacım bu şair öz kanımdan ve soyumdan olduğunu ve öz amcam oğlu olarak biliyorum, ama başka milletler özellikle de bizimle yaşayan milletler kendilerine onu mensüp etmişler iyi ve yetenekli olduğundan dolayı kendilerine mal etmek istiyorlar, ama bence bu bir heyal olmuştur onların kirli pılanlarında ve gerçekleri hepsini ortaya koyup her kes bunu bilmeleri gerekir.
    Gençliğinden hiç hayır görmeyen (Mehmet Şerif) asıl adı (Şerif Molla İbrahim Molla Abdullfetah molla Mehmet molla Abdulla Süreyadır) ama tanılmış (Mehmet Şerif), sonradan soy adını özelliklede mahlesini (Mihri) kullanmıştır .. Bu değerli şair (1903) yılında Erbilin yüksek kalesinin Tekkiye küçesinde gözlerini dünyaya açmıştır, (Şerif Molla İbrahim) bir dini aile ortamında büyüdü ve eğitim aldı, Atalarından kalan Büyük Kale Camisinde bulunan Hücrelerde babası (Molla İbrahim) ile amcası (Molla Emin)’lere emanet bırakılan kitaplar içinde kendini görüp ve çok güzel ve dinsel ilkelerle kendini büyütmüştür. (Mihri) hale yedi yaşını doldurmadan dini ve mantik kitaplar arasında büyüdü ve değişik bir çok felsefeler öğrenmiştir. (1910) yılında ilk okula kayd oldu, ama (1914) yılında birinci dünya savaşı nedeniyle mecbüren okulu bırakmak zorunda kalır çünkü savaş nedeniyle okullar kapatılmıştır.
    Böylece (1915) yılında tekrar döner atalarının Hücrelerine ve orada ciddi eğetimine başlar. Bu Hücrelerde okunan kitaplar örnek alırsak bir çok konuda kitaplar bulunmaktaydı onlardan : Sarf, Nahu, Fikeh, Hanefi tariketinin ilkeleri, Mantik, Tecvit bilimleri ve bir çok bilim ve din kitaplar bulunmaktaydı, söz gelişi olarak bir gün (Tam 1961 yıllarında yaşım 10 yıl idi) Molla Emin Atam kütüphanedeki kitapları benim boyumla ölçtü dört boyum ölçüsünde çıktı o dönemlerde benim boy ölçüm 135 cm. İydi.
    (Mihri) babasının gözetiminde hücrede (sarf, nahu, hanefi mezhebini) iyice öğrenir ve başarı ile Kütüphanede bulunan temel kitapları tamamlar. Sonradan (1920) yıllarında (Mühri) bu kadar yetinmedi belki de (Şeyh Yunus Efendi)’nin hizmetinde bulunup ve ( konuşma ile fikih bilimlerini – Adap usul ve temelleri ve Münazere derslerini ) ondan öğrenir. O dönemlerde ( Şeyh Yunus Efendi ) baş katip olarak ( Erbil Adliyesinde ) görevli idi. ( 1925 ) yılında bilim ve marifet arıyan ( Mehmet Şerif ) Kerküke uğrayıp ( Molla Tahir – Hanaka Müderisi olarak ) ondan da Astronomi bilimi öğrenir.
    Sonradan tekrar Erbile dönüp tam ( 1928 ) yılında Şaklava ilçesine gider ( Molla Sadık ) yanında bir öğrenci olarak kalır dek ( Cemi El- cevami-i ) tamamlar.
    ( 1932 – 1933 ) yılları arasında ( Molla Abubekir Efendi ) gözetiminde Erbil kalesinin büyük camisinde bulunan Medreseden Mollalık izni alır, bu Medresede ayni Kale Hücresinde bulunmaktaydı, bu hocada Erbilin ünlü adamı ( Küçük Molla ) adında tanılmıştır ..
    Küçük Molla ona izin vererek direk ( Hac Salih Yegen ) Camisinde İmam Hatip olarak atandı .. Gündüzleri (Erbil Adliye) Daireside Memur olarak çalışır.
    (1937) yılında (Irak maarif Bakanlığının) isteği üzere köy ve kasabalarda bulunan camilerdeki boşlukları doldurmak için bir gurup izinli Mollaları Bağdada çağırılır bu izinli mollalar arasında da (Molla Şerif İbrahim) da bulunur .. Bu gurup icazeli Mollalar Bağdatta bir genel sınav sonucunda … Başarlı olanları Hoca adresini kazanırlar ve (Mihri) de başarlı olanlar arasında bulunur, böylece Hocalık diplomasını alıp (Süleymanye şehrinin Maarif Müdürlüğüne bağlı olan Karadağ İlçesinde) Öğretmen olarak atanır. Dört yıl orada hocalık yapar ve sürekli Süleymaniye’ye baş vurduğu için ünlü Kürt şairler ile samimi dostluk yapar onlardan : büyük Kürt şairi Piremert, Kanii ve Molla Mehmet Beyhut ve bir sürü mektup aralarında yazışıp ve birbirlerine yazdıkları mektuplarda şiir görüşleride bulunmaktaydır. (daha&helliip;)

  • İltimas İSMAYIL.”Dedim…”

    ii

    Neden sevdin diye soran birine
    Bu soruya cevap var mıdır dedim…
    Planlar yaparak seven birine
    Sevda esintisi yar mıdır dedim…

    Belki ben mecnunum anlamıyorum
    Aklım havalarda sallamıyorum
    Bir başka yüreğe dalamıyorum
    Her sevda alem-i nar mıdır dedim…

    Canımı canana verdim apardı
    Kalbim ibadette ona tapardı
    Bir güldüm zalimce kolum kopardı
    Her aşık dillerde car mıdır dedim…

    Sormayın aşığa aklı nerdedir
    El içre rüsvadır, gökte yerdedir
    Yüce Allah bilir belki serdedir
    Tanrının verdiyi ar mıdır dedim…

    29.07.2016

  • İltimas İSMAYIL.”Ceza mı bana”

    ii

    Kafam az dumanlı, andım, ağladım
    Felek bu yaptığın neva mı bana
    Hasret ateş yaktı, yandım, ağladım
    Bu kadar zülüm reva mı bana.

    Dağladı kalbimi hüzün yelleri
    Gözlerimden aktı hasret selleri
    Ünüm göke kalktı, geçti illeri
    Kusse, keder, gamın deva mı bana.

    Sevda ateşınde yandım , yakıldım
    Gülümü aradım xara takıldım
    Kanatımı kırdın, yere çakıldım
    Bilmedim ceza mı, heva mı bana.

    30.01.2016.

  • Yrd. Doç.Dr. Burhan KAÇAR-GOP Ünv. Öğretim Görevlisi.”KÖROĞLU’NUN KİMLİĞİ”

    ataturk

    KÖROĞLU

    Kimliği ile ilgili görüşleri iki grupta toplamak mümkündür. Birinci grupta; M. Fuad Köprülü, Zeki Velidi Togan, Ziya Gökalp, M. Fahrettin Kırzıoğlu, Evvelbek Kondratyev, Dursun Yıldırım ve Fikret Türkmen’e göre Köroğlu Orta Asya’da ortaya çıkmış, oldukça eski ve muhtemelen Türk boylarının tam olarak gruplara ayrılmasından önceki dönemde yaşamış eski bir Oğuz – Türkmen kahramanıdır. Bu kahramana ait hatıralar 16-17. yüzyılda tekrar hatırlanmış ve özellikle Anadolu ve Azerbaycan sahalarında yaşanan olayların kahramanı gibi göstermek suretiyle Türk sözlü destan geleneğinde yeniden yaşatılmaya devam edilmiştir. (Ekici, 2004.92)
    İkinci grup Pertev Naili Boratav, V. M. Jirmunskiy, B. A. Koriyev gibi araştırmacıların görüşüne göre Köroğlu Anadolu ve Azerbaycan’da yaşamış ve alt sınıftan bir kişi olup, halkın ideallerinin sözcüsü olmuş ve bu doğrultuda “Ütopik Çamlıbel ülkesinin ideal lideri ve zenginlerin düşmanı olarak” yönetilen sınıfın öncüsü olmuştur. Bu özellikler etrafındaki Köroğlu hakkındaki anlatmalar Anadolu ve Azerbaycan’dan Orta Asya’ya ve diğer Türk boylarına ve Orta Asya’da; hem de Orta Doğu ve Kafkaslarda Türklerle komşu olan diğer toplumlara yayılmıştır.
    “Bah versiyonu” olarak adlandırılan ve “kör bir adamın oğlunun maceralarını anlatan” Anadolu ve Azerbaycan anlatmalarına karşılık, “Doğu versiyonu” olarak adlandırılan ve “mezarda (gurda) doğan kahramanın maceralarını anlatan” Orta Asya anlatmalarında Köroğlu milli bir kahramandır ve üstün özelliklere sahip bir insandır.
    Köroğlu’nun Anadolu ve Azerbaycan’da yaşadığını savunan araştırmacılara göre, Doğu versiyonundaki olağanüstülük Orta Asya destan geleneklerinin abartma ve ekleme özellikleri ile ilgili olmalıdır. Bu fikri savunan bilim adamlarının görüşleri her şeyden önce “metin merkezli” ve tarihçi bakış açısıyla konuya yaklaşmaktır. Özellikle Anadolu ve Azerbaycan sahası sözlü geleneklerinden derlenen metinlerin incelenmesi ve Pertev Naili BORATAV tarafından Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık arşivlerinde bulunan 1580 tarihli fermanda Bolu yöresinde yaşamış bir eşkıyanın yaptıklarının anlatılması ve tutuklanmasının istenmesi ve Köroğlu anlatmalarındaki çeşitli olaylar ve belalı hareketleri arasındaki paralellikler bu araştırmacıların Köroğlu’nu 16-17.yüzyıllarda yaşamış bir kişi olarak kabul etmeye sevk etmiş ve anlatmaların da 16-17. yüzyılda yaşanmış olaylardan çekirdeğini aldığını iddia etmeye yöneltmiştir.
    Köroğlu anlatmalarının Anadolu ve Azerbaycan sahasında anlatılan bazı kolları için bu tez geçerli olabilir. Yani bazı kolların oluşması ve gelişmesi için Celâli isyanlarının yarattığı ortam, uygun bir ortam olarak kabul edilebilir. Ancak Anadolu sahasındaki bütün kollar için Celâli isyanlarının temel oluşturduğunu söylemek imkânsızdır. Mesela; “Köroğlu’nun Medayin Seferi” adlı anlatma Celâli isyanlarından çok önce, Basra Körfezi’ne düzenlenen Türk akınlarından “Rusya Seferi” veya Ordu Kolu anlatmaları Osmanlı-Rus savaşlarından kaynaklanmış olabileceği gibi “Silistre Kolu” veya “Köroğlu’nun Kıratı’nın Keloğlan tarafından kaçırılması kolu” da ünlü Silistre kuşatması ile ilgili olmalıdır. Celâli isyanları döneminde ortaya çıktığının kabul edilmesi bir tarafa, Köroğlu’nun Anadolu ve Azerbaycan sahasında anlatılan her kol ve epizot farklı tarihsel olayları ele almış olabilir. Bu noktada asıl önemli olan anlatıcıların kim olduğudur. Konuyu neden Köroğlu ile ilgili kılmışlar? Her anlatmayı derleyen anlatıcı ile ilgili sorunlar çözülebilirse, metinlerin hangi tarihsel olaylara paralellik arz ettiklerinin nedenleri çözülebilecektir.
    Diğer taraftan Celâli isyanlarına dönecek olursak, destanda “gözlere mil çekerek kör etme” motifi dikkatimizi çekmektedir. Türk dünyasında, çeşitli anlatmalar içinde bu yapıyı içeren anlatmalar sadece Anadolu ve Azerbaycan sahasında bulunan Köroğlu anlatmalarında bulunmaktadır. Köroğlu’nun Doğu versiyonlarında da bu yapı bulunmakla birlikte gözlerin kör edilmesi, doğum motifinden sonra yer almaktadır. Başka bir Türk destanında gözleri kör ederek cezalandırma yöntemine rastladığımızı belirtelim. Türk kültüründe böyle bir cezalandırma 29 Haziran 1072’de Romen Diyojen, Çelebi Mehmet’in kardeşi Şehzade Orhan’ın gözlerine mil çektirmesi az da olsa uygulama içerisindedir. Bundan hareketle Deli Yusuf (Ruşen Baba)’un bu cezaya çarptırılması bundan dolayı kahramanın Köroğlu adını alması, “Guroğlu”nun “Köroğlu” olarak yer değiştirmiş olması ihtimali de vardır.
    İkinci ve daha önemli husus, Celâli isyanlarıdır. Celâli hareketinin önderi başta Bozoklu Celal, Karayazılı Abdülhalim, yine Suriye’de isyan eden Canbulat oğlu, Harput yöresinde Tavil, Ankara yöresinde Kalenderoğlu Mehmet gibi isimlerin bu adla adlandırılması tabii olmasına rağmen Köroğlu neden bu anlatmanın kahramanı kabul edilmiştir? Acaba eskiden toplumun çıkarları için mücadele eden Köroğlu vardır, yeniden yapılandırılarak yeni bir anlatı mı meydana getirildi? Kanaatimizce ikincisi daha uygundur. (daha&helliip;)

  • Prof. Dr. Mehmet Naci ÖNAL.”KÖROĞLU DESTANININ TÜRK KÜLTÜRÜNDEKİ YERİ VE ÖNEMİ”

    tokat

    Yazılı bilgi olmadığında veya yeteri ölçüde belge bulunmadığında “söz” cevher değeri taşır. Arkeoloji biliminin maddi bulguları, insanlık tarihinin en eski bilgilerine ışık tutarken; sözün kökeni, bizleri insanlık âleminin derin kültürüne, tarihine, edebiyatına, medeniyetine götürür. Yazı ve çizi birer belgedir ve kalıcıdır, söz kuşaklar arasında intikal ederken değişir veya dönüşür; her bir dilde yenilenir ve farklı üsluplarla aktarılır. Bu arada kayıplara da uğrar. Bu değişim ve dönüşümler yüzünden sözlü bilgilere ihtiyatla yaklaşılır. Anlatı döneminin kendi (mit, destan, halk hikâyesi, masal ve efsane) çağları ve/veya ihtiyaçları, ortadan kalktıkça sözlü anlatılar bir sonraki devreye kaydırılır.
    Mitik çağ, destan çağı, halk hikâyesi çağı bitmiştir. Masal çağının doğal ortamı sona ermekle birlikte, bu ortamın son şahitlerinden bölük pörçük masallar dinleyebiliriz. Efsaneler her dönem var olmaya insanlığın gizlerini içlerinde taşımaya devam etmektedirler. Mitik dönemin, çok tanrılı çağların izleri, günümüze “sözle” taşınmıştır. Bu sözler yeni bir şekle girmiş, yeni inanç yapıları içine yedirilmiş; söz, davranış ve inanç kırıntıları halinde sürdürülmüştür. Dağ, eren, su, ağaç kültü bu türden kalıntıları oluşturur.
    Destan çağları, savaşların, mücadelelerin, haksızlıklara karşı koymanın ön planda çıktığı zaman dilimlerini anlatırlar. Temelinde kişisel veya toplumsal bağımsızlığın anlatmaları vardır. Destanlar, sözün gücü sayesinde tarih öncesinden günümüze dek taşınmıştır. Hun dönemi destanları bu cümledendir. Halk hikâyeleri yerleşik döneme ait olup yine sözlü gelenek üzerinden anlatılmıştır. Okuryazar oranının çok düşük olduğu yakın zamana kadar, sözün ne kadar güçlü olduğu ve sözlü edebiyatın halk arasında ne denli yaygın olduğu göz önünden uzak tutulmamalıdır.
    Köroğlu merkezli anlatmalar en başta sözlü edebiyatın ürünleri arasında yer alır. Edebiyatın sözlü tarihe ne ölçüde kaynaklık ettiği meselesi her zaman tartışma konusu olmuştur. Köroğlu bir yanıyla destan, diğer yanıyla bir halk hikâyesidir. Tür olarak yakın zamanlarda, özellikle Balkan coğrafyasında masala dönüştürülerek anlatıldığı bilinmektedir. Türler veya metinler arasında, mitler, destanlar, masallar ve efsaneler zaman zaman iç içe anlatılagelmiştir. Bu durum Köroğlu’nun anlatmalarına da yansımış, bunların ne denli önem taşıdığına, metinlerin zenginliği üzerinden şahit olunmuştur. Diğer yanıyla Köroğlu destanlarının geniş coğrafyalarda anlatılması, Türk dünyasındaki önemini ortaya koymuştur. Destan veya halk hikâyeleri içinde en çok kola, bir başka ifadeyle sözlü anlatmaya sahip olan Köroğlu Destanı’dır: 360, 700, 777 kol. Bu durum, bir abartı olarak anlaşılmamalıdır. Bizim henüz yayınlayamadığımız Dobruca varyantı unutmalar dışında yirmi beş sayfalık bir sözlü anlatımı oluşturmaktadır. Köroğlu destanının zengin bir külliyatına sahip olduğu, derin tarih ve geniş coğrafya dikkate alındığında makul görülmelidir (Feyzioğlu 2012: 59-64).
    Köroğlu anlatmaları, beraberinde tarihin izlerini ne kadar taşıdığı hakkında pek çok araştırma yapılmış, tezler ileri sürülmüştür. Çin sınırlarından, Sibirya’dan, Sirderya kıyılarından Pers coğrafyasına, Horasan’dan Kırım’a, Anadolu’ya, Balkanlara dek Türklerin yaşadığı bütün bir coğrafyada anlatılagelmiştir. Bu büyük coğrafya Doğu ve Batı olarak ayrıldığında, Dede Korkut coğrafyasındaki ayırım gibi, bir bölümleme ile karşılaşırız. Dede Korkut Hikâyelerinde on iki hikâye anlatılırken; Köroğlu’nun farkı, tek bir kahraman etrafında bu kadar çok kolun/hikâyenin anlatılmasıdır. Köroğlu destanı hakkında, mitolojik çağdan Göktürk dönemine, Türkmen oymaklardan günümüze dek evrelere ayrılmış; Altay sahasından, Bozkır sahasına, Tarim Sirderya’ya kadar farklı zaman, mekân ve devletler/boylar üzerinden tasnifler yapılmıştır. (daha&helliip;)

  • Metin GÜRDERE.”KÖROĞLU VE TOKAT”

    koroglu

    Köroğlu, Türk Dünyası’nda adını herkesin bildiği bir destan kahramanıdır. O kılıcı ele alınca yaman bir silahşor, sazını ele alınca kişiliğinin yüce duygularını dile getiren bir sanatçıdır. Ayrıca toplumu gözleyen ve öğütler veren bir halk filozofudur da.
    Şiirlerine ve hikâyelerine yansıyan kişiliği O’nu Türk Dünyası’nda mertliğin, yiğitliğin, cesaretin kahramanlığın başka bir örneği daha olmayan temsilcisi haline getirmiştir.
    Mertliği, yiğitliği, cesareti, kahramanlığı temsil bu eden kişilik o kadar benimsemiş ki Türk dünyasında asırlar boyu şiirleri yanında maceraları da anlatıla ve dinlenile destanlaşmış. Her şeyi daha iyi anlayabilmek için önce Köroğlu’nun hikâyesini özetleyelim.
    Köroğlu’nun babası 16. yüzyılda Anadolu’daki Derebeylerden birinin yanında, beyin atlarından sorumlu olarak çalışan birisidir. Köroğlu’nun macerası Bey’in bu adamını kendisine cins atlar alması için görevlendirmesiyle başlar.
    Köroğlu’nun babası gezer, dolaşır, araştırır. Bey’e zayıf, sıska, bakımsız bir tayı soylu, çok güzel bir tay diye getirir. Böyle zayıf sıska görünüşlü bir tayın kendine cins bir tay diye getirilmesine Bey çok öfkelenir. Kendine hakaret edildiğini, aşağılandığını düşünür. Öfkeyle adamın gözlerine mil çekilmesini emreder. Gözü kör edilen adam getirdiği tayla kovulur.
    Evine dönen adam intikam ateşiyle yanar. İlk iş olarak taya bakım yaparak ondaki gizli cevheri ortaya çıkarmak, haklılığını ispat etmek ister. Bunun için tayı, hiç ışık almayan, pencereleri kapalı bir ahıra kapatır, besiye çeker. Bir müddet sonra test etmek için tayı balçık halindeki bir çayıra salarlar. Aylardır ışık almayan kapalı ahırda besiye çekilen tay, zincirden boşanmış denilen şekilde çılgın gibi koşar, oynar. Kenara gelince atın ayak bileklerini elleriyle yoklar. Durumunu gelebileceği noktanın gerisinde bularak yeniden besiye çekilmesini ister.
    Böylece maceranın en önemli unsurlarından “kırat” ortaya çıkar.
    Oğlu da büyümüş, gelişmiştir. Özündeki üstün yetenekleri kıratla bir araya gelince müthiş bir güç ve enerji ortaya çıkar. Kırata binince inanılmaz bir hareket kabiliyeti kazanır. Maceranın bir eksiği kalmıştır. Köroğlu’na yardımcı olacak Ayvaz. O da katılınca, Köroğlu, Ayvaz ve kırat üçlüsünün maceraları başlar.
    Köroğlu babasının gözünü kör eden Bey’e savaş açar. Dağlara çıkar, yol keser, eşkıyalık eder. Ünü her tarafa yayılır. Tokat kalesinin beyinin kızını kaçırır, onunla evlenir. Hikâye böylece sürer gider.
    Maceralar dışında Köroğlu’nun hayatı kalın bir sis perdesi arkasındadır. Sonunun ne olduğunu, nerede nasıl öldüğünü, soyundan kimler kaldığını kimse bilmiyor. Öyle ki son zamanlara kadar gerçekten böyle birisinin yaşayıp, yaşamadığı bile bilinmiyordu.
    Ama geride kalan şiirleri var. Mertliği, yiğitliği, cesareti, kahramanlığı, yüce duyguları dile getiren coşkulu şiirler. Bu şiirlerdeki üslup hikâyelerdeki Köroğlu’nun kişiliğiyle örtüşüyor.
    Köroğlu en çok bilinen şiirlerinden birinde;
    “Benden selam olsun Bolu beyine, çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır” der. Bu şiirden hareketle Köroğlu’nun mücadelesini Bolu Beyi’ne karşı verdiği dolayısıyla Bolu civarında yaşadığı tartışmasız genel kabul görmüş bir husustur.
    Ama bundan 50-55 yıl önce dinlediğim bir hikâye bu görüşten farklı şeyler anlatıyordu. Köroğlu’nun barınağı, karargâhı Tokat ile Sivas arasındaki Çamlıbel Dağları idi.
    Başlangıçta bu benim de yadırgadığım bir görüştü. Ama şimdi artık farklı düşünü-yorum. Neden farklı düşündüğümü anlatmaya çalışacağım. Daha da önemlisi bu güne kadar pek de bilinmeyen, benim de sonradan öğrendiğim bilimsel çalışmalardan bahsedeceğim (daha&helliip;)

  • Veysel AKÇIL.”Var”

    g

    Felek gelme üstüme
    Sana bir çift sözüm var.
    Ben garibim kastın ne
    Bahtı kara yazım var.

    Açtırmadın gülümü
    Kurumuş bir dalım var.
    Susturdun bülbülümü
    Yaralanmış dilim var.

    Doyamadım yârime
    Sakladığım ahım var
    Bırakmadım kendime
    Cananıma canım var.

    Yalnız koydun kafeste
    Vatanım var yuvam var.
    Aldığım her nefeste
    Gönlümde ki yârim var.

    İstemem dünya malı
    Kuru lokma aşım var.
    Varacağım son belli
    İki metre yerim var.

    Muhtacım dost yüzüne
    Kalpten kalbe yolum var.
    Hasretim ben sözüne
    Muhabbetten balım var.

    Şikâyet etmez halim
    Sığındığım Rabbim var
    Aşkı arayan kulum
    Babamdan bir duam var.

  • İltimas İSMAYIL.”Bilmirem”

    ii

    Saçlarıma tane tane kar gelir
    Uslan gönül sevdan cana ar gelir
    Yar vefasız dünya bana dar gelir
    Neden geldi bunlar başa bilmirem

    Uzak diyarları aşıp gel desem
    Gözlerimden akan yaşı sil desem
    Seviyorum seni, artık bil desem
    Gidem dağa, diyem taşa bilmirem.

    Al canımı sensiz yanar neylerim
    Hayal kurar, yürek anar neylerim
    Gizli gizli yaram kanar neylerim
    Kolum bağlı engel aşa bilmirem.

    Kismet olsa senle vuslata ersem
    Yoluna mis kokan gülleri sersem
    Öpüp ay cemalin ona yüz sürsem
    Al yanağa, göze, kaşa bilmirem.

    İltimas der bütün bunlar bir masal
    Dünya fani, ister bekle ister kal
    Bu son gemi hadi, tez bir bilet al
    Bak geçiyor ömür boşa bilmirem.

    01.04.2016.

  • İltimas İSMAYIL.”Beni”

    ii

    Bilmeden suçumu muhabbet yedim
    Canıma kast edip öldürdün beni.
    Yitirdim yolumu nereye gedim
    Hayat kervanımdan döndürdün beni.

    Hayalin gözümden bir an getmiyor
    Dayanıp önümde yardım etmiyor
    Sesim duyulmuyor, ünüm yetmiyor
    Kendi ateşimde yandırdın beni.

    Bu sessiz çığlıklar, diller, dudaklar
    İsmini fısıladar, seni soraklar
    Hemdemim, sırdaşım beyaz varaklar
    Şiir, şarkılarla kandırdın beni.

    07.01.2016

  • Remzi ZENGİN.”KİTAPLAR ARASINDA- AZERBAYCAN ÇAĞDAŞ HİKÂYE ANTOLOJİSİ”

    13936484_1406533169363685_1897827535_n

    Bu yazımızda Zeynelabidin Makas’ın yayına hazırladığı “Azerbaycan Çağdaş Hikâye Antolojisi”ni sizlere tanıtacak ve kitaptan kısa bir hikâye sunacağız.
    Söz konusu olan kitap Kültür Bakanlığının “Türk Dünyası Edebiyatı” serisinin 19. kitabı olarak 1991 yılında 10.000 adet olarak basılmıştır.
    Kapak düzeni Ümit Yüksel tarafından tasarlanan kitap 16×24 cm ebadında olup 22+729 sayfadan ibarettir.
    Kitabı yayına hazırlayan Yrd. Doç. Dr. Zeynelabidin Makas 1952 Iğdır doğumlu olup bundan başka:

    1-Türk Halk Hikâyelerinde Zaman
    2-Türk Dünyasından Masallar
    3-Çağdaş Azerbaycan Âşık Şiiri Biçimleri

    isimli kitapları da bulunmaktadır.
    Tanıtmakta olduğumuz Kitabın sunuş yazısına Prof. Dr. Dursun Yıldırım şöyle başlıyor:
    “Azerbaycan Türkleri, bizim gibi Oğuz dairesine mensuptur. Batı Türkçesi’nin Doğu kanadını teşkil ederler. Azerbaycan Türkleri tarafından “ Azerbaycan Edebiyatı” tabiri yenidir. Daha önceleri “Azerbaycan Türkleri, Azerbaycan Türk Dili, Azerbaycan Türk Edebiyatı” tabirleri kullanılmaktaydı. Ancak Bugünkü (1991)Sovyet resmî görüşü içinde “Azerbaycan Edebiyatı” ve etnik ad olarak Azerî tabiri kullanılmaktadır. Amacımız farklı alfabeler içinde kendini Türk dili ile ifade eden yazar ve şairlerle Türkiye okuyucusunu tanıştırmak olduğuna göre, burada tabirler için yanlış/doğru tartışmasına girmenin bizi bir sonuca ulaştırmayacağı açıktır. Okuyucu ile yazar ve şair arasına girmektense onları başbaşa bırakmak daha doğru olur, düşüncesindeyiz.”
    Azerbaycan Çağdaş Hikâye Antolojisi adlı bu eserde Azerbaycanlı elli dört yazarın birer hikâyesi bulunmaktadır. Kitaba dâhil edilen hikâyeler rastgele seçilmemiş, yazarların mevcut eserlerinden ilgili olanlar tarandıktan sonra alınmıştır. Buradaki gaye Azerbaycanlı hikâyeciler ile Azeri hikâyeciliğini Anadolu okuyucusu ile tanıştırmaktır. Bunu sağlamak için de Celil Mehmedguluzade’den başlayıp kronolojik bir sıra takip edilerek Vagıf Sultanhanlı’ya kadar elden geçirilen yazarlardan seçilen hikâyelerle zengin içerikli bir antoloji meydana getirilmiştir. Nitekim eserin giriş yazısını yazan Azerbaycanlı âlim Prof. Dr. Kasım Kasımzade de bu konuyu özellikle belirtmiştir.
    Okuyucunun daha objektif bir mukayese yapmasını sağlamak amacıyla hikâyeler Azerî Türkçesiyle kitapta yer almakta olup eserin sonuna Azerice bir sözlük de ilave edilmiştir.
    Örnek teşkil etmesi bakımından kitaptan aldığımız Masallı ilçesinin Mollaoba köyünde 1923 yılında doğan âlim, şair ve yazar Gülhüseyin HÜSEYİNOĞLU’nun Ana isimli hikâyesini sunuyoruz.

    ANA
    Men, onun tez tez tenha gûşelere çekilerek ağladığını eşidirdim. Bir defe özüm de bunun şâhidi olmuş, ona teselli verme arzusu ile yanına getmiş, lakin bir kemle de danışabilmemişdim. Ahı men ona ne deyebilerdim? Hamı ona “darıhma, al Leyla hala, mektup gelmeyende ne olar, yegin uzak yerdedir, Allah goysa özü geler” dedikleri halde, ona aynı sözlerle men de teselli verebilirdim mi? Yoh, asla yoh! Bes onda gece-gündüz sızlayan kalbini nece soyutmalı idim? Bunları düşünende nitgim tutulur, üreyim şiddetle çırpınırdı.Leyla hala bizim gonşumuz idi. Yaralanıp cepheden gayıtdığım günden beri o, hemîşe bize gelip geder, menimle söhbet etmeyi çok severdi. Men ise onu her defe görende derdim tezelener, bir anda başımın üstünü keder bulutları alardı. Leyla hala bu kimi durumlarda üzüme diggetle bahar, gussemin asıl sebebini bilmediyinden, ince ve mihriban sesi ile mene teselli verirdi.
    Ana senin boyuna gurban, darıhma, igidin başına çoh işler geler, oğul, şükür Allah’a ki, sağ-salamat gelip çıhmısan!..Yaraların da sağalıp… biraz zayıfsan, ne olar, o da düzeler, yeter ki, canın sağ olsun!..
    Birgün bahçamızdakigocapalıt ağacının kölgesinde uzanıp kitap ohuyordum. Birden ürek yahan, yanıklı bir ses meni kitapdan ayırdı. Dinlemeye başladım; kim ise ağlayır, hazîn hazîn bayatı deyirdi.
    Ezizim Balaban’ı
    Asta çal balabanı.
    Hamının balası geldi,
    Bes menim balam hanı?..

    Tüylerim ürperdi, bedenime yayılan üşütme iliklerime işledi. Tâlihinden yanıklı yanıklı şikâyet eden bu gadın sedâsı mene tanış geldi. Ayağa durup gomşu hayata bahdım; ağlayan o idi. Leyla hala. O, evlerinin gabağında oturup, tohuduğu orabı gözyaşları ile isladırdı. Bu hal, meni son derece müteessir etdi. Onun yanına gitmek istedim, ele bu vaht bir sahsağan uçup, Leyla hala ile bizim bağımızı ayıran hendeyin üstündeki garağaca gondu ve gığıldamağa başladı. Gulağına kuş sesi deyen Leyla hala, gafleten yuhudan oyanan adamlar kimi, tez başını galdırdı ve şad heberler müjdecisi sahsağanı görüp sevindi. O, ayağa galhdı ve çohdan ahtardığı kuşa heyacanla müracaat etdi:
    -Ey nisgilli anaların hoş müjdecisi sahsağan, eger balam gelecekse, yerini deyişdir; sahsağan, yerini deyişdir…
    Sahsağan ise budagdaoturup, yerinden terpenmirdi.
    Ana kalbi daha dözebilmir, bütün dertlerini açıp ona söyleyirdi:
    -Ahı men anayam, sahsağan, balam gelecekse, yerini deyiş, eşidirsen mi? Yerini deyiş…
    Sahsağan gonduğu ağacda itinasız oturup, ganatlarını oynadırdı. İntizar ana ise, mahzûn bahışlarını ondan çekmeyerek ümidle gözleyirdi. Onun bu hali ve yalvarışları meni son derece müteessir etdi. Ağır düşünceler içinde çırpınırken, birdenbire haradansa ağlıma bir fikir geldi: sahsağanı uçurtmak. Ele bu maksatla da bürünüe bürüne garağacın altına geldim ve yeden bi daş götürüp atdım; kuş uçdu. Bu an elebil ananın da kablinden keder uçdu, onun gözyaşları gurudu, rengi açıldı, titreyen dodaglarına tebessüm gondu…
    Men onun sevincle “şükür, şükür” deye eve girdiyini görüp, yapdığımdan razı bir vaziyetde geri döndüm.
    Bu hadise aynı şekilde sabah da devam etdi. Yazık Leyla hala oğlunun sağ olduğuna inanır, daha ağlamırdı.
    Ancak men, onu aldatmağıma peşman olmuş, vicdan azabı çekmeye başlamışdım. Leyla halanın günahı ne idi, niye men hegigeti ondan gizledirdim? Cephe dosdumun hâhişini, son sözlerini, vesiyyetini yerine getirmemekde men haklı idim mi? Bu sualler dâima meni düşündürür, kalbim sıhır, ezirdi.
    Sahsağanı uçurtduğuma teessüf edirdim. Ancak ne etmek olardı, artık geç idi, kuş bu işe örgeşdiyinden, Leyla halanın nevâzişkâr sesini eşiden kimi kanat açıp fezalar uçar, ana sevinir, men ise geherlenirdim.

    İsti Ağustos günlerinde biri idi. Hayatda oturup söhbet edirdik. Birneçe gonu-gomşu, tanış-bilişimiz bize toplaşmışdı, Leyla hala da burada idi. Biraz söhbetten sonra emim üzünü mene tutup, cephede olup bitenlerden danışmağımı hâhiş eledi. Men, oturanları birer birer nezerden keçirip, daha çoh Leyla halaya bahdım. Onun dâima yollar esiri olan hasretli bahışları bir an mene zillendi. Men, nedense tereddüt edip, danışmak istemirdim. O, bunu hissetdiyinden, yavaş ve titrek bir sesle dedi:
    -Danış, oğlum, danış, şirin söhbetinle ana kalbini dindir.
    -Eziz dostlar, gulag asın, size gehremen bir ellimiz bâresinde danışacağam. Deyerek, söze başladım…
    Men evvelce, onunla ilk defa nece görüşdüyümden, çiyin çiyine vuruşduğumuz savaş meydanlarından, onun cesaretinden nakl edip, sonra asıl metlebe keçdim:
    -Biz cepheye getdiyimiz zaman birbirimizden ayrılmamaya and içmişdik. Lâkin amansız ecel bizi ayırdı. Şiddetli vuruşmaların birinde dostum köksünden yaralandı ve bir an içerisinde yıldırım çarpmış ağaç kimi yere serildi. Men, tez özümü ona yetirdim. Dostumu gan aparırdı. Tez başını yerden galdırıp dizlerimin üstüne aldım, ellerimle saçını sığalladım. “Sen ne edirsen, dostum, kalk yaran çoh da ağır deyil, keçip geder” dedim. “Yoh…mene teselli verme… Dostum… Senden bir hâhişim var: Vetene dönsen, bize gedip gözü yol çeken anamın gözlerinden öpersen…Deyersen ki, veten evladı eve dönende…o, yollar üste durup meni gözleyende…Bes menim balam hanı…hanı? Deyerek ağlamasın…”
    Dostum bu sözleri deyip daha danışmadı, şefget bacıları yetişene geder dizlerimin üstünde can verdi.
    Biz, onu hörmetle defn etdik. Onun cephe yoldaşları, onun ganını yerde goymayacaklarına dâir and içtiler. Men de onun cenazesi garşısında diz çökerek and içdim.
    Sözümü gurtarıp Leyla halaya bahdım. Onun gözleri yaşarmışdı, sinesi aramsız galhıp enirdi. O, gözlerimin içine bahır, odlu bahışları ile meni sarsıdırdı. O bahışlar mene neler söyleyirdi? Men, Leyla halanın gözlerindenkalbini aydınca ohuyurdum. Buna göre de onun ızdırapları garşısında “o, senin oğlundur, ana , icâze ver gözlerinden öpüm” diyebilmedim ve üzümü emime tutup:
    -Emi can, indi de görüm bele bir oğulun anasına ağlamak yahışar mı?
    Emim, sualımın asıl mânâsını anlayıp, derinden köksünü ötürdü, Leyla halanı süzerek:
    -Yoh, oğlum, yahışmaz; heç yahışmaz! Deye, cavap verdi…
    Bu ehvalatdan sonra men hergün Leyla hala ile üzüze gelirdim. O, hemîşe aynı bahışlarla mene bahır, mahzun bahışları ile “balam hanı?” deyirdise de, sorulmağa dili varmır, cesareti tükenir, gorhudurdu!
    Beli, o gorhudurdu… gorhudurdu… çünkü ana idi!
    1944

    SÖZLÜK

    Özüm: kendim
    Darıhmak: üzülmek
    Yegin: mutlaka, elbette
    Bes: peki, o halde
    Gayıtmak: geri dönmek
    Hemîşe: her zaman, daima
    Gusse: gam, keder
    Sağalmak: iyileşmek
    Balaban: üflemeli çalgı
    Bala: yavru, çocuk
    Terpenmek: kımıldamak, hareket etmek
    Ahtarmak: aramak
    Nisgil: yürek ağrısı, dert
    Dözmek: katlanmak, tahammül etmek
    Hardan: nerden
    Elebil: sanki

    Hahiş: rica, istirham
    Nevâziş: okşama, yakınlık gösterme
    Geher: kahır, üzüntü
    İsti: sıcak
    Birneçe: birkaç
    Üz: yüz, yön
    Bâresinde: hususunda, hakkında
    Çiyin çiyine: omuz omuza
    Aparmak: götürmek, alıp gitmek
    Sığamak: okşamak
    Şefget bacıları: hemşire, hasta bakıcı
    Aramsız: ara vermeden
    Od: ateş
    Bele: böyle
    Ötürmek: geçirmek, bırakmak
    Ehval: hal
    Beli: evet, tamam

  • İltimas İSMAYIL.”Ayrılmayalım”

    iiə

    Ayrı bedenlerde bir can olalım
    Aşkın ateşını tene salalım
    Dilek dileyelim,öyle kalalım
    Bizi bizden başka kimse bilmesin.

    Aşıkların yeri gülşenler,bağlar
    İntizar çekerse yüregi ağlar
    Sitemi dünyanı, cihani dağlar
    Senden ayrı düşsem yüzüm gülmesin.

    Ağlama sevdam sil gözdeki nemi
    Tebessüm yağdır kov yüzdeki gamı
    Ver elini olsun vüslatın demi
    Hüzün rüzgarları bize gelmesin.

    17.02.16.

  • İltimas İSMAYIL.”Anlarmısın…”

    ii

    Yine esiri oldum ipsiz duyğuların
    Kalemi kim tutu
    Kağıtı kim buldu
    Amansız, zamansız bir şiir akıyor yine
    İmansız, gümansız bir sevda yakıyor yine
    Yüreğimi, gözlerimi sıkıyor yine
    Kelimeleri boğazıma tıkıyor yine
    İçimden nehirler akıyor yine
    Yakıyor,yakıyor, yakıyor yine.
    Ağaçları kalem yapsam
    Irmakları mürekkep.
    Bulutlara yazsam, yazsam yine
    Postacı rüzgarlara bıraksam
    Bir sabah vaktı.
    Tenha bir sokakta
    Yakalasa seni
    Uzerine yağsa siirlerimi
    İslatsa tenini
    Kaplasa vücudunu
    Anlatsa beni
    Ağlatsa seni
    Anlarmısın…

    29.07.2016

  • Riyaz DEMİRÇİ.”Azerbaycan” (Dört heceli şiir)

    rdh

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Irak temsilcisi

    Şanım kanım
    Dört bir yanım
    Yurdum canım
    Azerbaycan

    Şan şühretim
    Bol servetim
    Tek cennetim
    Azerbaycan

    Glüstanım
    Din imanım
    Son mekanım
    Azerbaycan

    Kardaşınam
    Sır daşınam
    Öz daşınam
    Azerbaycan

    Türkmenelim
    Ruzgar selim
    Ata dilim
    Azerbaycan

    Kan yaş töküm
    Boynum büküm
    Sensen köküm
    Azerbaycan

  • Riyaz DEMİRÇİ.”Can Karabağım”

    rdh

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Irak temsilcisi

    Hasretin boy atmış boyumdan yüca
    Xocalı derdine yakıldım nece
    Şuşa hep başımda gemli düşünce
    Gönlümde sen varsın,can Karabağım

    Ben sana canımı vermek isterim
    Gelib de gülünü dermek isterim
    Atamın yurdusun görmek isterim
    Gönlümde sen varsın ,can Karabağım

    Söyle kimler oldu yolun bağlatan
    Kahr olsun kadere bizi dağlatan
    Laçin kelbecerdi bizi ağlatan
    Gönlümde sen varsın,can Karabağım.

    Ben senin oğlunum çekerim cefa
    Dolanım başına günde bin defa
    Duşmanı maf edib buluruz sefa
    Gönlümde sen varsın,can Karabagım

    Senin tarıfını babamdan sordum
    Her gün hasretnle oturup durdum
    Kurbanım ben sana a benim yurdum
    Gönlümde sen varsın,can Karabagım

    Kubatlı,Zengilan,Fizuli nerde
    Hankenti,Cebrayil sızlama derde
    Yeniden geleriz koynuna bir de
    Gönlümde sen varsın,can Karabağım.

  • Esat ERBİL.”Türkmen Cinaslı Hoyratlarımızda … Osman MAZLUMUN Felsefe ve Uzmanlığı”

    03

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Irak temsilcisi

    Not : Değerli ve sevgili Azerbaycan Edebiyatçılarına, Irak Türkmenler arsında büyük ün kazanan son Klasik şairlerimizden olan ( Osman Mazlum )’un Bir kaç Yazdığı Hoyratlarında ( Bayatılarında ) ele alıp içinde kapsayan Felsefeyı sizlere açıklamak istedim. İnşallah beğenirsiniz. Saygılarımla.

    Cansize
    Ruh ne yapsın cansıza
    Erbill’iye şereftir
    Kurban versin can, size.

    Esat ERBİL

    Türkmen edbiyatı Irak’ta ve dünya Edebiyatı arasında geniş bir yer almıştır, bu zengin edebiyat bir çok bölümlerden oluşmuştur bu nedenle de plansız içine girmekle insan oğlu dalları arasında kendini kayp eder … İşte bu zengin dallarından örnek olarak alırsak ( Şiir, Hoyrat, Dörtlük, Öykü, öykücük, Sahne, Piyes, Düz Yazı, Araştıma ve diğer dalları … ). Biz Türkmenlerin medeniyet tarihimizda olduğu gibi zengin bir geçmişimiz vardır bunada tarih sayfaları belge olarak ep iyi bir tanıktır.
    Şüphesiz şayet dönersek çok eski tarih sayfalarına ve tarafsız bir araştırmacı gözü ile tarih sayfalarını titizce takıp edersek görünür ki Türkmenler asil yerleri Ortaasyadan gelen bir kavumdur ( Daha net Aslımız Azerbaycalı olduğumuzu İyice biliyoruz ), ve Irak toprakları verimli olduğu için orada yerleşmeleri Tarihi çok çok eskiden beridir tespit olunmuştur, nedeni ise çünkü Irakın Toprakları verimli bir toprak ve sürekli Türk aşiretleri arasında çıkan çatışmalar nedenile bir birlerinden uzak düşüp oraları seçmişlerdir. Bu göç tarihlerini iyice araştırırsak ve tarihçilerin belge ve Orhun Yazılarına dayanarak biz Türkmenlerin Irakta yerleşme tarihimiz çok eski olduğunu vurgulamaktadır ve dönemide ( Sümerler dönemine dayanmaktadır ) … Böylece tarihimiz koca bir tarihtir ve edebiyatımızda ona göre koca olmaktadır. Bu sözümüze tanık olduğu yüzlerce şair ve Efsanevi yazarlarımız bulunmaktadırlar, işte edebiyatımızda yüzlerce dev şair ve yazarlar bulunmaktadır ve bir kaç filozof şairlerimiz vardır ki onlarıın ismiyle biz Türkmenler İftihar etmekten onur duyarız. Örneğin : Farabi, Nesimi, Şairler Sultanı Fuzuli, Kabil, Şeyh Cercisler, Garibi, Nesrin ERBİL, Mehmet İzzet HATAT, Ata TERZİBAŞI, Mehmet Sadik, Osman MAZLUM ve diğerleri.
    Burada onu vurgulamak istiyorum ki Türkmen Edebiyatında yüzlerce dev kilasik şairlerimiz vardır ama Irak Türkmenlerinin son Kilasik şairlerimizden ki kendisiyle uzun zamanlar bir ortamda dostluk edip ve bir kaç suhbetlerde bulunmuşuz ve faydalı bilgiler edebiyat yeteneğime bir hoca olarak sunmuştur oda ölmez şairimiz merhum Avukat ( Osman MAZLUMDUR ).
    ( Mazlum ) diye biliriz hayatını Türkmen Edebiyatına adadı, o hiç evlenmedi hayatına ortak seçmedi belkide hayat ortağı sadece Türkmen Edebiyatı oldu, o elinden geldiği kadar biz Türkmenlere bir çok ürünler sundu, böylece diyebiliriz ki ( Mazlum ) kişisel mutluluğundan Türkmen Milleti için vaz geçt, ve hayatını Edebiyatımıza kurban verdi, buda bizim görüşümüzde en büyük özveridir ve büyük takdire şayendir.
    Söylediğimiz gibi ( Osaman MAZLUM ) Edebiyatimizin önemli bir sembölüdür ve değerli bir yeride vardır, onun hayatından kısa bilgiler vermeyi burada uygun görüyorum :

    Asıl ismi ( Osman Mustafa Ali ), 1922 yılında Kerkük Şehrinde dünyaya göz açmiştir, ilk ve orta ve liseyi Kerkükte bitirdikten sonra 1952 yılında Bağdat Üniversitesinin Hukuk Fakültesine alınmıştır, 1956 yılında Fakülteyi başarıyla bitirirken, 1957 yılından itibaren özgür Avukatlıkta çalışmıştır, sonradan Kerkük Mahkemesinde Baş Katip görevine atanmıştır, uzun yıllar hizmet sunarken en son Emekliye ayrılmıştır. 22 Temmuz 1995 tarihinde fani dünyaya göz yumup Allahin rahmetine kavuşmuştur, ve bizden ebedi ayrılırken Türkmen Edebiyatımız en son Eski Kilasik Şairlerimizden toprağa verilmiştir, gömütü nurla dolsun amin.
    Bu uzun zaman içersinde yoğun çalışmaları nedeniyle bir çok ürünler ortaya koymuştur onlardan :
    1 – Kerkük Hoyratları ( 3 Cilt ) – 1956 – Bağdat.
    2 – Gönlümün Defterinden – Şiirler – 1967 – Kerkük.
    3 – Abidin – Şiirler – 1972 – Kerkük.
    4 – Hoyratlar – 1975 – Bağdat.
    5 – Horuzla Hasbihal – Dörtlükler – 1986 – Bağdat.
    6 – En son Değerli Yazar ve Sanatçımız ( Behcet Gamgin ) Beyleri Mazlümün Kitaplarda bulunmayan şiir ve gazellerini bir kitaba yerleştirdi oda ( Osman Mazlumun Ülfetnamesi ) adında bir kitap ortaya koydu.
    Yukarıda sıraladığımız kitaplar bir Türkmenlerin Kütüphanelerini zenginleştirip yeni eserler kazandırmıştır, bu münasebetle uzun zamandan beridir büyük şairimiz ( Osman Mazlum ) hakında yazmak istemişim ama yoğun işlerim nedeniyle yolumda engel olmuştur.
    Bu gün firsatı buldum ve bu firsatı kaçırmamak için bir kaç Cinaslı Hoyralarından ele alıp onları iceleyip ve ne kadar anlamlı olduğunu ve ne kadar Felsefe ve dirayetli hikmetli anlamlar kapsadığını göstermek istedim, benim yorumum olabilir ( Mazlum ) yazdığı hoyratların yüzde bir ifade ettiği anlamlar vermemişim ama onu anmak ve ruhune bir fatihavermek ve onu unutmamak vefadan geldiği için güzel Hoyratlarından bazisini ele aldık umit ederim ki azda olsa bile vefa görevimi ödemiş olabilirim.
    Ben yaptığım araştırma ( Mazlum )’un Hoyratlarını incelemek değil belki de ne kadar ( Mazlum ) usta bir şair ve şiirinde ve Hoyratlarında Mantik kullanan birsi olduğunu ve bu Hoyratlar ne amaçta yazıldığını ve ne Felsefeyi anlam taşıdığını ifade etmesini göstermek isti istiyorum, diğer yandan bu Hoyratlar biz Türkmanlerin Milli Kimliğimiz olduğunu gençlerin gözleri önüne seergilermek istedim ki her zaman bu Hoyratlar biz Türkmenlerinin kimlikleri olarak güvenmelerini istiyorum. Başka bir önemli neden ise oda Hoyrat Cinasli olması ve kanadları arasında anlam bütünlüğünü göstermek istedim ki gelecek aydın gençlerimiz ve yeni kuşak Hoyrat yazan Hoyrat anlam bütünlüğü ile konu birliğinine önem vermelerini arzu ettim, bir araştırmacı olarak ( Mazlum ) Felsefe anlamlı Hoyratlarını genç yazarlarımıza titiz bir yol ile açıklamağı uygun gördüm ve inşallah başarlı olmamı ümit ederim :

    ( 1 )

    Gülerem
    Bülbül eyler güle, ram
    Alam zevkinden güler
    Men derdimden gülerem.

    Yukarıdaki Hoyratın kanadlarına iyice bir göz atarsak, görürüz ki her şeyden önce Cinas bakımındancinası tamdır, birinci ve ikinci kanatlarına bakarsak anlam bütünlüğü mükkemeldir, çünkü gül ile bülbül ikiside yerleri bağdır bir birinede aşıklar, yanı birinci kanatta gül ile başlamiştir ikinci kanatta ise aynı bağdan dışarı çıkmıyarak bağ içinde kalmıştır ve bülbülün güle şeyda ve aşık olduğunu çok güzel ifade edip ve iyi bir uslupla göstermiştir ve bülbül güle hayran ollduğundan etrafında pervane gibi dolanmayı ( Ata sözünü vurguluyarak başına dolanım – Sevgi ve mühabbeti ifade etmektedir ), ve aşıklığını ispat etmek için kendine göstermektedir. Gel gelelim üç ve dördüncü kanadına, insan oğlunun safa içinde olduğundan mutlu olup gülmeleri gerekmektedir ve mutluluğa yol açılır, ama diğer yandan bazi kimseler de özelliklede hayatını başkalarına ödeyen ve elem içinde mutsuz yaşayanlar ki ne kadar da paraları bulunup ama saadeti bulmadıkları halde umutsusluktanda gülerler … Acı ve Üzüntü bazen insan oğlunu güldürür buda hayat Felsefesidir. Söylemeye değer ki yukarıdaki Hoyrat bence en mükkemel bir şekilde yazmıştır marhum ( Osman Mazlum ) Ağabeyimiz. Hoyrat her insanın yaşamında büyük bir rol oynamaktadır, bu yüzden sizlere en güzel ve anlamlı olanları örnek vermek istiyoruz.

    ( 2 )

    Güleseri
    Bülbül ver Güle, seri
    Bağımı xazan vurdu
    Koymadı gül, eseri.

    ( Mazlumun ) ikinci Hoyratında genel şekil ve anlam bütünlüğü daha mükkemel bir şekilde görünmektedir, birinci Hoyrattan daha güzel anlam bütünlüğü işlenmiştir :
    Bağ içinde bulunan nesneler şunlardır ( Bağvan, Gül, Bülbül, Dikan, duvar ) hepsi bu hoyratta bulunup şayet zikr olunmamışsada ama onlara değinmiştir. Her bir hoyrat yazılırsa cinas – anlam bütünlüğü ve güzel şekil oluşursa bu üç öğe hoyratın değerini gösterecek ve her bir hoyratçı veya şair hoyratı yazdığı an bu öğelere dikkat etmeleri gerekiyor, şayet hoyrat bu şekilde yazılırsa o zaman bu hoyrat Cinas, anlam ve şekil bakımından bütün olacaktır. Bakınız ( Mazlum ) ne güzel işlemiştir bağda gülü ele almıştır, bülbülü de sadik bir aşık göstererek pervane gibi gülün başına dolanmaktadır ve başını gül oğruna kurban verirsede hale az olduğunu ifade etmektedir … Böylece tüm insanlara burada bir önemli mesaj veriyor oda :
    Her aşık maşukuna başını kurban verse bile çok normaldır vefa , sevda, kurban ve özveri kapsayan aşk her zaman başarlı olacağına emin olmalarını gösteriyor ve en sonunda iki sevilern başın bir yastığta uyumalarına vesile olur ve mutlu bir yaşam önlerine sergiliyecektir.
    Diğer yandan ( Mazlum ) insanlara genel olarak hıtap etmektedir ve onları hepsini çağırıp aynı şöyle felsefe olarak söylemektedir :
    İsan oğlu ne kadar mutlu olursa olsun ama mutluluk nesnelerini elinde olduğu halde anıdan kayp ederse o zaman ümidini kayp ettiği zaman hayal alemine teslim olmaması gerekiyor ve mücadelesini sürdürüp devam etmesi gerekir. İşte felsefe anlamında burada meydanda ortaya çıkıyor ki söyliyor ( Bağımı Tikan vurdu … Gül eseri kalmadı ) yanı diğer anlamda felsefenin diğer yüzüne göz atarsak söyliyor ki yad eller her şeyimi alıp hiç bir şey bize bırakmadılar ve yerimizi, tarlalarımızı ve arsalarımızı elimizden alarak kendi öz yurdumuzda yabancı kaldık daha anlam bütünlüğünde söyliyor iyi insanlar az kaldı ve değerli insanlardan iz kalmamış gibi görünüyor, bu halde kanaatım var ki iyi mücadele sonucunda tekrar kayp ettiğimiz ve bize ayıt olanları geri alacağımıza ümit verip yeniden gülü dikip bağımızı avadan edip tekrar başlar süslü ve renkli güller ile düzen haline getireceğiz. İnsan oğlu bir kayp edip iki kayp ederse ama labut üçüncü veya dördüncü uğraşmalarında başarı elde eder ve umutlar gerçekleşir.

    ( 3 )

    Kanala
    Vapor girdi Kanala
    Yüzüne suluk salma
    Koy dudağım kan, ala.

    Yukarıda bulunan hoyratta büyük usta şairimiz ( Mazzlum ) dünyanın bütün insanlarına anlatmak istiyor ki eskiden atalarımız nasıl hasta olanlara ilaç yapmaktaydılar, özellikle de eskide bugünümüz gibi ilaç nesneleri bulunmamaktaydı o zaman mazıdan bir ölümsüz bir örnek almış biz yeni kuşaklara anlatmak istiyor ki nasıl o dönemlerde hasta birsine ilaç yapılırdı. Bu hoyratta ( Mazlum ) bizleri ta 1920 yıllarına geri dönderip o dönemlerde bel ağrısı ve kemik hastalığı ve baş ağrısı olanların nasıl ilaç olurmuşlar bu ilaçı anlamak için açıklamak zorundayım ( evvelki zamanlarda atalarımı ve büyüklerimiz ” Hicame ” denilen yollar ile hastalar ilaç olunmaktaydılar, bu ilaç hakkında Peygamber Efendimiz Muhammed ( s.a.s ) buyurmuş bir hadisi şerifte : ki ” Hicame ” yapmak Müslümanlar için bir Sünnettir ), buda hastanın beliden ve boynundan yoksada yüzünden hicame olarak kan almakla gerçekleşirdi. ( söylentilere göre her insanın belinin üst bölgelerinde Bahar Mevsiminde gözdesinde bulunan tüm pis kan o bölgede toplanır bu nedenle de hicame belin üst bölgelerinde kan almakla olurdu, Hicame yapılırken hemen o hasta iyi olurmuş ve bel ile ayak ağrısı kesilirdi, söylemeye değer ki bazi Türkmen köy ve kasabalarımızda Hicamede ufak bir su Hayvanı kullanmaktaydılar onun ismi ” Sülük “tur, bu su hayvanı hasta kimsenin beline ve yüzüne bırakılıdı bu hayvanda tüm pis kanları hastanın canından alıp emerdi, sonradan bir başka sülük bele yoksada ayağa bırakırdılar böylece tüm pis kanlar hasta canından çıkıp iyileşirdi . Şimdi gel gelelim yukarıda yazıldığı Hoyratımıze büyük şairimiz bize ilk önceden Folkulor hasta ilac yollarını biz genc kuşaklara anlatıyor ve seslenip bakınız sizin büyükleriniz veya atalarınız öyle açıklayıp yollar ile hastalarını ilac etmekteydiler. Diğer yandan sevgiline hitaben söyliyor :
    Ey sevgilim Sülüğe ne gerek var yüzüne salmışsın pis kanları emmek için bırak ben öpüşlerimle o pis kanları emip sömürüm ve seni iyileştirim, birde sen yanaklarını ağzıma koyda bak ne güzel oynayacağım ( Sülük ) yerine dişlerim dudaklarını eme eme kızartıp senin tüm eş ve can azarından kurtaracağam ve azarlarına son vereceğim, çünkü yanağının Zekatını dudaklarından alacağım ey dilber.
    Böylece ( Mazlum ) bizlere sesleniyor bakınız atalarınızın izlerini kayp etmeyin onların izinde yuruyun.

    ( 4 )

    Yazılanı
    Bağ gezer yaz, yılanı
    Başıma gelenden bil
    Alnıma yazılanı.

    ( Mazlum ) bu Hoyratta bizlere yaz günlerinde bağları dolaşıp haberdar etmektedir ki yıllanlar çokalır yaz mevsiminde bağda dolaşırlar, böylece insanları uyarıyor ve dikkatlarını çekmek istiyor. Diğer yandan insan oğlu derler ki alnında ne yazılmışsa onu görmeli. ( Mazlum ) hayatını iki satırla anlatıyor mütsüz ve kimsesiz yanlız eşsiz ve yoldaşsız olduğunu anlatıyor ki bak yüzüne anlarsın bu insan kimsesiz ve mütsüz olduğunu alnında yazılmamış ama o kadar zülüm ve gam ile çile çekmiş kı alının yazısı hayat sıkıntılarından belli olmuştur.

    Osman Mazlümün çok kimetli yukarıda gösterdiğimiz örneklerden daha fazla ve derin anlamlı Hoyrat ve şiirleri vardır burada yazımıza son vermek istiyorum derin saygı ve sevgilerimle.

  • Esat ERBİL.”Son Dünyayı”

    03

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Irak temsilcisi

    Dünya hiçtir, sonu boştur,
    Öz canıma, can istirem,
    Bu Dünyanın, nesi hoştur,
    Son Dünyayı, men istirem.

    Çok eğlen gül, sonun ölüm,
    Gel yastığın, olsun kolum,
    Esirgeme, Aşkla dolum,
    Son Dünyayı, men istirem.

    Hayat biter, işin kalır,
    İnsan oğlu, işe dalır,
    Aşık olan, yarı alır,
    Son Dünyayı, men istirem.

    Yürek bende, değil canan,
    Kör körüne, aşka kanan,
    Bak kürede, gönlüm yanan,
    Son Dünyayı, men istirem.

    Her şeyimi, verdim sana,
    Sen boyattın beni kana,
    Eller gezdim düştüm yana,
    Son Dünyayı, men istirem.

    Dost ne demek, ben bilirim,
    Dünya aşkın, ben silirim,
    Yaprak gibi, bak solurum,
    Son Dünyayı, men istirem.

    Yaşam tatlı, bilen olsa,
    Yar yarına, tekin bulsa,
    Burda değil, orda gülse,
    Son Dünyayı, men istirem.

    Gördüm tühaf, insanları,
    Ye cahil ye, erenleri,
    Pul kızılı, sevenleri,
    Son Dünyayı, men istirem.

    Değmez dünya, bilin fani,
    Boşa yorma, sen bu canı,
    Gidertmeden, güzel anı,
    Son Dünyayı, men istirem.

    Gördüm yalan, maskalı yüz,
    Özü birdir, sözleri yüz,
    Sözüm açık, derim ben düz,
    Son Dünyayı, men istirem.

    ( Esat ) yandı, bu dünyada,
    İster seni, o dünyada,
    Ya ahrette, ya dünyada,
    Son Dünyayı, men istirem.

  • Esat ERBİL.”Öksüz Gönlüme!”

    01

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Irak temsilcisi

    Uyku gözden hep akıyor
    Ne çok güzel yar bakıyor
    Müjganların ok takıyor
    Benim öksüz bu gönlüme.

    Çok hüzünler yüzündedir
    Sihir büyü gözündedir
    Bir çare bul özündedir
    Benim öksüz bu gönlüme.

    Balla şeker sözlerinde
    Menim gözüm gözlerinde
    Okun atma düzlerinde
    Benim öksüz bu gönlüme.

    Ne güzel bir sevgin esti
    Ne şivendi nede yasti
    Okun yaman vurdun besti
    Benim öksüz bu gönlüme.

    Beyaz bayrak kaldırdım ben
    Kalbim yara çaresi sen
    Müjan vurma yorulmuş can
    Benim öksüz bu gönlüme.

    Gözlerinde siyah sürme
    Bana diyor hadi durma
    Kalbim zaif lütfen yorma
    Benim öksüz bu gönlüme.

    Nolur bensiz bir gün yatma
    Nazın hoştur bana satma
    İnsaf eyle okun atma
    Benim öksüz bu gönlüme.

    Özüm yaşlı bil bitmişem
    Aşk suyunda gör itmişem
    Şirin söz de hoş yatmışam
    Benim öksüz bu gönlüme.

    Keşki bundan 10 yıl önce
    Seni bulup sevip bence
    Okların kes girde ince
    Benim öksüz bu gönlüme.

    ( Esat ) dedi, kaçtın ondan,
    Tek sevenin, benim candan,
    Gel gir katıl, orda kandan,
    Benim öksüz bu gönlüme.

  • Harika UFUK.”ATALARINDAN EMANETTİR”

    h

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Türkçe’ne sahip çık, çok sev dilini,
    Dilin emanettir atalarından!
    Hor görme köyünü, güzel ilini,
    İlin emanettir atalarından!

    Tanı milletini, şanlı ordunu,
    Canından aziz bil, çok sev yurdunu,
    Fark etmen gerekir, kuzu kurdunu,
    Gülün emanettir atalarından!

    Vatanın bağrında karlı dağların,
    Bereket kaynağı yeşil bağların,
    Tarihler boyunca şanlı çağların,
    Yolun emanettir atalarından!

    Harika milletle güzeldir seyran,
    Dağı, taşı güzel, hayranım, hayran,
    Türkmen güzeli ver yayıktan ayran,
    Tülün emanettir atalarından!

    Adana.20.11.2008.SAAT: 09.10

  • Harika UFUK.”BOŞLUKLAR VE HOŞLUKLAR”

    h

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Hayat bu; güzellikler de yaşanır, acılar da… Kimi insanlar mutlulukları bol bol yaşarken kimi insanlar da acılardan nasiplerini fazlasıyla alırlar. Önemli olan iyi veya kötü yaşananlar değil, bunlardan ders çıkarabilmektir. “Şahsen her olaydan kendime ders çıkarmayı bilmişimdir.” desem de aldığım derslerin ardı arkası kesilmemekte…

    Kimin güvendiği dağlara kar yağmamıştır? Hayatı boyunca kim hayal kırıklığı yaşamamıştır ki! Elbette bu olayların dozu da faklı farklıdır. Biri yemekte börek beklerken makarna geldiği için hayal kırıklığı yaşar; diğeri de güvendiği bir kişinin ne kadar güvenilmez ve ikiyüzlü olduğunu öğrendiği zaman… İşte ben bu ikincisini yaşayanları anlatacağım.

    Dış görünüşe önem vermemek gerekir desek de maalesef insanların dış görünüşleri iç yüzlerini gizlemekte çoğu zaman… Bunu, işe yaramaz bir eşyanın muhteşem bir ambalaj içinde sunumunun ilk bakışta hayranlık uyandırması ancak paket açıldıktan sonraki karmakarışık yüz haline benzetiyorum. “Bazı insanlar elektrik süpürgesine benziyorlar. Dışarıdan bakınca içlerindeki pislikler görünmüyor.” diye bir söz var. Doğru laf bence… Dışını allayıp pullayıp insanlara kendini başka türlü gösteren dışı hoş, kendisi bomboş insanlar tanıdım. Kendini melek gibi göstererek idealize ederek önce kendilerini sonra etrafındakileri buna inandıranlar…

    Paulo Coelho şöyle demiş: “Bazen insanın en büyük hatası, yüzüne gülen herkesi kendisi gibi sanmasıdır.” Peki, ne yapacağız? Nasıl kurtulacağız bu ikiyüzlü insanlardan? Bence çok zor… Ne kadar uzaklaşsak da bir bakıyoruz ki burnumuzun dibindeler.

    Dili güllü tabir ettiğimiz insanlara da dikkat etmemiz lazım. Unutmayalım ki ağzında balı olan arının kuyruğunda da iğnesi vardır. Hoşlukların ardındaki boşlukları zamanında fark edersek kendimizi bu insanlardan koruyabiliriz sanıyorum.

    Dileğim şudur ki Allah hepimizi içi dışı bir dürüst insanlarla karşılaştırsın. Aynaya baktığımızda gördüğümüz yüz iç yüzümüzü de yansıtıyorsa ne mutlu bizlere… Tatlı gülüşlerinin ve tatlı sözlerinin arkasında gizlenen ikinci bir yüzü varsa kişinin ona yazıklar olsun.

    Adana.11.08.2015.Saat: 12.05

  • İltimas İSMAYIL.”Atma amandır”

    ii

    Hasretin kalbimi dağladı yaman
    Gözlerim yaş döküp ağladı yaman
    Ayrılık içimde çağladı yaman
    Bu canı odlara atma amandır.

    Sevgili gelmeyen yollara düştüm
    İlaçsız sevdayla dillere düştüm
    Koşulup Mecnuna çöllere düştüm
    Aşıkların hali valla yamandır.

    Sevda nağmesini dilime taktı
    Akıl havalarda kalp yola çıktı
    Beni viran edip canımı yaktı
    Dizlerim büküldü, başım dumandır.

    Kismetin verdiği paydan geçilmez
    Tanrı istemezse bahtın açılmaz
    Talihe yazılan vaydan kaçılmaz
    Bekle, yaraları saran zamandır.

    25.04.2016

  • İltimas İSMAYIL.”Felek neden böyle yazdın bahtımı…”

    ii

    Yarın cemalini gördüm vuruldum
    Nazını çekmekten yandım kavruldum
    Acılar kismetim sana darıldım
    Felek neden böyle yazdın bahtımı

    Geceye yenildim Güneşim gitti
    Aşk beni bulunca dermanım bitti
    Leyladan beterim imanım yitti
    Felek neden böyle yazdın bahtımı.

    Yüregime yara vurdun çatlattın
    Aşık edip dertı bine katlattın
    Hiç mutlu olmadım, beni atlattın
    Felek neden böyle yazdın batımı.

    Yaptığından sorğu sual olunmaz
    Sevenler dert çeker bundan alınmaz
    Hasretten ölünür, yarsız kalınmaz
    Felek neden böyle yazdın bahtımı.

    05.05.2016

  • Esat ERBİL.”Men Delisiyim Azerbaycanın”

    03

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Irak temsilcisi

    Sorarsın neden, ona vurğunam?
    Men delisiyem, Azerbaycanın,
    Aşkı uğrunda, inan yorğunam,
    Men delisiyem, Azerbaycanın.

    Ata yurdumdur, osuz yaşamam,
    Birlik olmazsa, engel aşamam,
    Ondan başka sevgi, kalbe taşamam,
    Men delisiyem, Azerbaycanın.

    Karebağ bizim, özgür olacak,
    Bu pis Ermenlerden, öcün alacak,
    Yüreklerinde, hasret kalacak,
    Men delisiyem, Azerbaycanın.

    Xocalı bizimdir, öcün alarız,
    Düşmanlar gönlüne, korku salarız,
    Azerbaycanımda, özgür kalarız,
    Men delisiyem, Azerbaycanın.

    Bu Atam yurdunu, görmek isterem,
    Torpağın göksüme, sarmak isterem,
    Bir gün önce ora , varmak isterem,
    Men delisiyem, Azerbaycanın.

    Turan elimiz, birleşer bir gün,
    Gönül mutlu olup, açılır düğün,
    Ey gelen nesiller, vatanla övün,
    Men delisiyem, Azerbaycanın.

  • Esat ERBİL.”Başbuğ AtaTürk”

    02

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Irak temsilcisi

    Toprağı kurtardın, çaremiz buldun,
    Hep severiz seni, Başbuğ AtaTürk.
    Dünyada en büyük, adam sen oldun,
    Hep severiz seni, Başbuğ AtaTürk.

    Derin bakışınla , düşmanı ezdin,
    Dünya tarihine, destanın yazdın,
    Bütün gönüllerde, adını kazdın,
    Hep severiz seni, Başbuğ AtaTürk.

    Sen ölümsüz oldun, bizim yürekte,
    Dünyaya örneksin, düzde direkte,
    İsminle birleştik, hedef erekte,
    Hep severiz seni, Başbuğ AtaTürk.

    İlkelerin yazdık, gönülde gözde,
    Mücadele ettik, işte yok sözde,
    Turan kurbanıda , oluruz bizde
    Hep severiz seni, başbuğ AtaTürk.

    Atatürk alpaslan, ölümsüz kalır,
    ( Esat ) bilmediğin, ilkeden alır,
    Yeni Türk dünyası, haline dalır,
    Hep severiz seni, başbuğ AtaTürk.

  • Esat ERBİL.”Ben Bir Türküm”

    01

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Irak temsilcisi

    Huyum güzel Türküm işte
    Vatan için kurban başta
    Türk oğluyum bu genç yaşta

    Darlıkta da düşmez yüküm
    Ben bir Türküm, Ben bir Türküm.

    Aşkın kalpta gerek kazım
    Sevgi kapsar bütün yazım
    Türkü çalar her an sazım

    Darlıkta da düşmez yüküm
    Ben bir Türküm, Ben bir Türküm.

    Dokuz ışık ilkem benim
    Türkmeneli canım tenim
    Bozkurtlarla birdir kanım

    Darlıkta da düşmez yüküm
    Ben bir Türküm, Ben bir Türküm.

    Ben Erbil’den geldim size
    Dert bir iyken geldi yüze
    Siz ey Türkler çare bize

    Darlıkta da düşmez yüküm
    Ben bir Türküm, Ben bir Türküm.

  • Harika UFUK.”Güzel gülüşlerin dünyaya değer”

    h

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Ey sevgilim yanın cennet misali,
    Güzel gülüşlerin dünyaya değer.
    Yüzünü görmesem olurum deli,
    Güzel gülüşlerin dünyaya değer.

    Yolunu gözlerim ben yana yana,
    Dünya elin olsun, sen benden yana,
    Bizleri kıskanan ateşte yana,
    Güzel gülüşlerin dünyaya değer.

    Öyle güzelsin ki dişlerin inci,
    Karanlık dünyamın yaşam sevinci,
    Kılmanlar içinde sensin birinci,
    Güzel gülüşlerin dünyaya değer.

    Yüzüme bakışın ışıklar saçar,
    Gönlümün içinde kelebek uçar,
    Sanki yanağında çiçekler açar,
    Güzel gülüşlerin dünyaya değer.

    Harika cemalin sanki bir ışık,
    Senin için yanar bu dertli âşık,
    Sevda çekenlerin yolu dolaşık,
    Güzel gülüşlerin dünyaya değer.

    05.05.2009.Adana.SAAT: 15.15

  • Harika UFUK.”Sen İstanbul musun?”

    h

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Yedi tepeli şehir gönüllere taht kurdun,
    Söyle sen cennet misin; yoksa İstanbul musun?
    Güzellikte eşin yok, bizi yürekten vurdun,
    Söyle sen cennet misin; yoksa İstanbul musun?

    O kadar güzeldir ki unutmam hiç Haliç’i,
    Dünyalara değişmem bambaşka Boğaziçi,
    Sultanahmet Camisi çiniyle süslü içi,
    Söyle sen cennet misin; yoksa İstanbul musun?

    Kızkulesi, Galata Kulelerin bambaşka ,
    Senden ayrılmak zordur tutulunca bu aşka,
    Göksu’ya uzanarak âşıklar dalmış meşke,
    Söyle sen cennet misin; yoksa İstanbul musun?

    İlk çağlarda yapılmış Yerebatan Sarnıcı,
    Bu şehirde yaşanmış bin bir sevinç ve acı,
    Hisarların başında adeta gelin tacı,
    Söyle sen cennet misin; yoksa İstanbul musun?

    Yıl bin dört yüz elli üç, çağ kapayıp çağ açtı,
    Fatih Sultan Mehmet Han, şehre ihsanlar saçtı,
    Bizanslılar şaşkındı, hepsi bir yana kaçtı,
    Söyle sen cennet misin; yoksa İstanbul musun?

    Saraylarında gördük neşeyi, debdebeyi,
    Dolmabahçe, Çırağan, Yıldız ve Beylerbeyi,
    Topkapı atlatmıştır sayısız badireyi,
    Söyle sen cennet misin; yoksa İstanbul musun?

    Kasideler, gazeller yazmış ünlü şairler,
    Anlatmaya yetmemiş avazlar birer birer,
    İstanbul Türkçesini dilde eyledin önder,
    Söyle sen cennet misin; yoksa İstanbul musun?

    Güzelliğine âşık inan ki bütün dünya,
    Her dilden dua sinmiş muhteşem Ayasofya,
    Kuzguncuk, Ümraniye, Bebek, Levent, Tarabya,
    Söyle sen cennet misin; yoksa İstanbul musun?

    Dünyada benzerin yok, mavi deniz Marmara,
    Gökyüzün ışıl ışıl, sevdan gönülde yara,
    Senin gibi bir şehri çamla çırayla ara,
    Söyle sen cennet misin; yoksa İstanbul musun?

    İki inci gerdanlık Fatih’in, Boğaziçi’n,
    Ömre ömür katarsın, yaşanır senin için,
    Kaç asırlık şehirsin, tarihle dolu için,
    Söyle sen cennet misin; yoksa İstanbul musun?

    Ne uygarlıklar geçti, hepsinden kaldı bir iz,
    Sana olan sevgide, hayranlıkta hep biriz,
    Fırtınalar kopsa da harika ikiliyiz.
    Söyle sen cennet misin; yoksa İstanbul musun?

    Adana.01.03.2010.Saat: 20.30

  • Harika UFUK.”Cumhuriyet güneşi”

    h

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Bin dokuz yüz yirmi üç yirmi dokuz ekimde
    Taç oldu başımıza cumhuriyet güneşi.
    Bağımsızlık timsali dalgalanır âlemde.
    Yüreklerde yanıyor cumhuriyet ateşi.
    Taç oldu başımıza cumhuriyet güneşi.

    Atatürk’e borçluyuz bu aydınlık günleri,
    Geleceği düşlerken unutmayız dünleri,
    Atatürk’ün nutkunda öğüt altın ünleri.
    Oku, öğren, uygula; bulunmaz onun eşi.
    Taç oldu başımıza cumhuriyet güneşi.

    Harika devrimlerle ülkemde çığır açtı,
    Kurduğu okullarla yurda aydınlık saçtı,
    Yükseldik ilkelerle artık cehalet kaçtı,
    Ardı sıra yürürüz yolumuz onun peşi.
    Taç oldu başımıza cumhuriyet güneşi.

    29-10-2013.Adana.19.41

  • Harika UFUK.”Adalet”

    h

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Hepimiz insanız ama bizi değerli kılan sahip olduğumuz hasletlerdir. Herkesin sahip olmasını dilediğimiz doğruluk, dürüstlük, erdem, ahlak, merhamet, güvenilirlik, sevgi, saygı gibi güzel ve özel değerlerimiz vardır. Bunları bünyesinde barındıran olgun insanlara insan-ı kâmil denir. Kâmil olmak emek ister.

    İnsanlarda bulunması gereken en önemli hasletlerden biri de adil olmaktır. İnsan adil olursa toplumlar da adil olur, toplumlar adil olursa dünya da adil olur elbette… P.De Guizot’un “Adalet, insan topluluğunun kutsi bir bağıdır.” sözüyle Socrates’in “Hayatımın en mühim prensibi, kimseye hiçbir şekilde adaletsiz davranmamaktır.” ilkesi de benim bu tezimi doğruluyor.

    Adil olmak insanlarda saygı uyandırır. Güvenilirliği güçlendirir. MÖ 551 – MÖ 479 tarihleri arasında, Doğu Zhou Hanedanlığı döneminde yaşadığı sanılan Çinli filozof, eğitimci ve yazar Konfüçyüs’ün dediği gibi “Adalet, kutup yıldızı gibi yerinde durur ve geri kalan her şey onun çevresinde döner.” Evet, adalet kutup yıldızı gibidir. İnsanlara yol gösterir, hep doğruyu işaret eder ve hiç kaybolmaz. Doğru tektir ve asla değişmez. Gerçekleri saklayarak adaleti yanıltmak isteyenler olabilir. Bu amaçla doğruyu saklamaya çalışsalar da gerçekler er veya geç ortaya çıkar. “Mızrak çuvalda gizlenmez.” demiş atalarımız…

    Diğer yandan “Adalet topaldır, ağır ağır yürür, fakat gideceği yere er-geç varır.” diyen H.G. Mirabeau’ya adeta cevap niteliğindedir W. Savage Landor’un “Geç kalan adalet adaletsizliktir.” sözü…

    Herkesin bildiği bir öykü vardır. Zamanında adamın biri derviş olmaya karar vermiş. Her türlü dünyevi zevkten uzaklaşmış, kibirden kurtulmuş, öfkesini kontrol etmeyi öğrenmiş. Berbere gitmiş çünkü derviş olmak için sadece hırka giymek yetmezmiş. Saçlarını da kabak ettirmeleri lazımmış. Berberin işi henüz bitmeden bir adam gelmiş. Son derece küstahmış. “Kabak, sen kalk da ben tıraş olayım.” diyerek dervişin ensesine bir tokat yapıştırmış. Derviş, lahavle çekerek kalkmış, zorba adam tıraş olmuş. Berber dükkânından çıkmış. Berber dervişin saçlarını tam kabak etmiş. Derviş, berberden çıktığında adamın yukarı doğru yürüdüğünü görmüş. Tam o sırada sürücüsü olmayan bir at arabası yokuş aşağı büyük bir hızla geliyormuş. Zorba, kaçamamış, arabanın oku zorbanın kalbine saplanmış. Oracıkta ölmüş. Derviş, kendi kendine şöyle mırıldanmış: Bu kabağın da bir sahibi var. Allah’ım mazlum kullarını sahipsiz koymazsın.” İnsanların adaleti bazen şaşar ama Allah’ın adaleti hiç şaşmaz. Kimsenin yaptığı yanına kalmaz.

    Yukarıdaki örnekte de gördüğümüz gibi derviş sabretti, haksızlığa uğradı ama öfkesine yenik düşmedi. Büyük bir olgunluk örneği gösterdi. Kendini Allah’ın yoluna adamıştı. Milattan önce 427’de doğan Yunanlı düşünür (Platon) Eflatun “Adaletsizliği işleyen, çekenden daha sefildir.” derken 16. Yüzyılda yaşayan Fransız düşünürlerinden Jacques Anyot’un “Adaletin hâkim olduğu yerde, silahın yeri yoktur.” diye çok güzel bir söz söylemiş. Ben buna bir kelime daha ekliyorum. Adaletin hâkim olduğu yerde, silahın ve şiddetin yeri yoktur, diyorum. Kanuni Sultan Süleyman da aynı yüz yılda yaşamış “Kılıcın yapamadığını adalet yapar.“ sözüyle aynı yüz yılda, aynı fikri paylaşmıştır.

    Yazımı Victor Hugo’dan güzel bir sözle bitirmek istiyorum: “İyi olmak kolaydır, zor olan adil olmaktır.” Madem öyle bizler de zoru başarmalıyız. Bundan önce olduğu gibi bundan sonra da adil olmak yaşam biçimimiz olsun.

    Adana.31 TEMMUZ 2016.SAAT:19.10

  • İltimas İSMAYIL.”Dünya nasıl dönür”

    ii

    Sevdanın esiri olduğum günden
    Aşkın deryasına daldığım günden
    Üzülmüş çiçek tek solduğum günden
    Dünya nasıl dönür, anlamıyorum.

    Kafamda hep gezir hayal perisi
    Akıl anlamıyor, yok ki gerisi
    Hep sarhoş gezerim aşk serserisi
    Dünya nasıl dönür, sallamıyorum.

    Nasılda uzaktır, tuzaktır yollar
    Geceler simsiyah yasaktır allar
    Umudum kesildi, kurudu dallar
    Dünya nasıl dönür kolamıyorum…

    07.03.2016.

  • İltimas İSMAYIL.”Rüyama bekliyorum”

    ii

    Her gece sabaha tek
    Gelecek söylüyorum
    Yıldızlar sönene tek
    Rüyama bekliyorum.

    Yolumuzun sonu yok
    Hasreti, kederi çok
    Hayal perdesini çek
    Rüyama bekliyorum.

    Gelsen gecem gün olar
    Haray çeksem ün olar
    Belki bir gün çin olar
    Rüyama bekliyorum.

    Hayalin hep benimle
    Ellerin ellerimle
    İlk bahar melteminle
    Rüyama bekliyorum.

    Gerçekler bizden uzak
    Yolumuz pusu, tuzak
    Uykuda destan yazak
    Rüyama bekliyorum.

    01.02.2016.

  • EMİN DOĞAN RÖPORTAJI

    emin doğan ve sena ile

    Sayın okurlar bugün sizlere tanıtmak istediğim değerli eğitimci, şair, yazar ve azmin elinden hiçbir şeyin kurtulamayacağını bizlere bir kez daha ispatlayan Sayın Emin Doğan… Son zamanlarda gençler arasında tatlı bir espri dolaşılıyor. Ben de gençlerden esinlenerek “Google’a girin, başarı yazın, karşınıza Emin Doğan çıkar.” diyorum.
    Dilerseniz kısaca bir özgeçmişine bakalım:

    1964 yılında Adana’nın Ceyhan ilçesinde doğan Emin Doğan aslen Hatay- Altınözü ilçesi Kozkalesi köyündendir.52 yıllık yaşamının 30 yılını Adana ve Ceyhan ilçelerinde geçirmiştir. Emin DOĞAN ilköğrenimini Ceyhan’ın köyleri ve Hatay Altınözü Kozkalesi köyünde, Orta öğrenimini Antakya’da tamamladı. Ankara Gazi Üniversitesi Mesleki Eğitim Fakültesi Çocuk Gelişimi – Okul Öncesi Eğitimi ve Anadolu Üniversitesi İşletme Fakültesi Mezunu. Yüksek Lisansını Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde ”Eğitim Programları ve Öğretim” alanında yaptı.
    1989 yılında resmi olarak öğretmenliğe başladı. 5 yıl öğretmenlikten sonra 23 yıldır Okul Müdürü olarak Adana’da görev yapan Emin DOĞAN halen Çukurova Anaokulu Müdürü olarak görev yapmaktadır.
    Evli ve iki çocuk babası olup oğullarından biri avukat diğeri ise üniversite de eğitimine devam etmektedir. Emin Doğan’ın 2012 yılında ‘’Badem Çiçekleri’’ adlı bir şiir kitabı,2013 yılında ‘’Kırmızı Kız’’ adlı bir öykü kitabı,2014 yılında’’Mutlu Aile=Mutlu Çocuk’’adlı aile eğitimi,2015 yılında ‘’Yeşilim’’adlı bir öykü kitabı yayınlanmış olup, ‘’Okul Öncesi Öğretmen ve Yöneticinin El Kitabı’’ adlı Mesleki bir kitap ile‘’Sofya’da Aşk’’ ve ”Ben Onu Çok Sevdim” adlı roman yazım çalışmaları devam etmektedir.

    Sayın Emin Doğan hakkınızda yaptığım araştırma sonucunda edindiğim bilgilerin özetini okurlarımla paylaştım. Bir de size sorsam Emin Doğan’ı nasıl ifade ederdiniz?

    Emin DOĞAN, içi dışı bir, duygusal, romantik, sevdiği zaman sevgisini kromozomlarına dek taşıyan, dostları için ölümü bile göze alabilen, işkolik, mükemmeliyetçi, yaptığı her işin hakkını veren, estetik ve kalite seviyesi üst düzeyde olan değişik bir insan. Adana’nın Ceyhan ilçesinde annemin deyimiyle ‘’Ekinler biçilirken’’doğmuşum. Çukurova’nın sıcağını daha çocukluktan itibaren ta iliklerime kadar hissettim. Çapa kazdım, pamuk topladım, limon kestim, inşaat işçiliği yaptım, tuvalet temizledim, dondurma sattım. Yapmadığım iş kalmadı diyebilirim. Hiç bir zaman yaşama karşı isyankâr olmadım hep sevdim ve bardağın dolu tarafından baktım hayata. En zor günlerimde bile pozitif düşünceyi bırakmadım.
    Aileniz yani anne- babanız ve kardeşleriniz hakkında bilgi alabilir miyim?
    Babam rahmetli bir süre fahri imamlık yapmış sonra köyde çiftçilik ve değişik işlerde çalışmış. Annem ev hanımıdır. 90 yaşında ve halen Hatay Altınözü Kozkalesi köyünde yaşamaktadır. Yedi kardeştik. Bir ablam genç yaşta kanserden rahmetli oldu altı kişi kaldık: üç kız, üç oğlan. Kız kardeşlerim Hatay da ikamet etmektedirler. Ağabeylerimden biri Adana’da diğeri ise İsviçre’de ikamet etmektedir. Ben beş numarayım.

    Eğitiminiz üç ili kapsıyor. Adana, Hatay ve Ankara… Hangi ildeki eğitim hayatınız daha zor geçti? Eğitim hayatınız boyunca hangi zorluklarla karşılaştınız?

    İlkokul yaşamımın bir kısmı Ceyhan da Orta öğrenimim ise Hatay Antakya’da geçti. Üniversiteyi Ankara’da okudum. Ortaokul ve Liseyi çok zor şartlarda okudum. Ailemiz çok fakirdi. Deyim yerindeyse ben yoksulluğun ta dibinden çıkıp geldim bu günlere. Babam, ağabeyimi okutuyordu beni ise kesinlikle okutmak istemiyordu. İlkokul biter bitmez beni bir mobilyacıya çırak olarak verdi. Bir yıl mobilyacıda çalıştıktan sonra bu kez de mermerci de çalıştım bir yıl yani ortaokula başlayana kadar iki yıl kaybettim. Çok istiyordum okumayı. Ağabeyim babamdan habersiz gizlice yazdırdı beni ortaokula. Rahmetli babam da sesini çıkartmadı tabi.

    Antakya da ağabeyimle beraber tek oda 15 metrekarelik evlerde geçti eğitim yaşamımız. Ailem köydeydi biz yaşları 12-15 yaş arasında iki çocuk her şeyimizle baş başa idik. Küçük bir karyola üzerinde ağabeyimle beraber yatardık. Yemeğimizi, bulaşığımızı, çamaşırımızı her işimizi kendimiz yapardık. Annem haftada bir çıkın içerisinde ekmek gönderirdi bize. İçine de tuzlu yoğurt gibi katıklar kordu. Ortaokul ve lise de okurken midem sıcak yemek görmedi pek.

    Lise iki de ağabeyim de okulu bitirince ben yalnız kaldım. Şartlar daha da kötü olmuştu benim için. Lise iki de okurken üç gün aç kaldım, küflenmiş ekmekleri yedim. Açlığa daha fazla dayanamadım rahmetli babamın bana pamuk başaklarından topladığım paralarla satın aldığı saati içim sızlayarak bir saatçide sattım. Antakya’da köprübaşında bir lokantaya geçip iki porsiyon kuru fasulye yedim, doymadım. Üçüncüsünü isteyemedim “öküz” derler diye. Ordan çıkıp bir başka lokantada humus yedim yine doymadım. Manavdan bir kilo domates, biber ve ekmek alıp evde tuza batırıp yiyerek karnımı doyurdum. Belki inanmazsınız bana ama ben üniversiteye başlayana dek muz yemedim.

    Ankara da Üniversite yaşamı da çok zor geçti benim için. İlk yıl üzerime giyeceğim doğru dürüst bir elbisem de pek yoktu. Rahmetli babam bana yazlık bir takım elbise almış onunla Ankara’nın gri buz gibi ayazına dayanmaya çalışıyordum. Bir gün gençliğin verdiği asilikle babam ve ağabeyime bir mektup yazdım. Onlara bana para göndermiyorlar diye şöyle sitem ettim: ’’Siz benim Ankara’nın gri buz gibi soğuğunda nasıl üşüdüğümü ve aç kaldığımı biliyor musunuz?’’. Ağabeyim de bir süre sonra gönderdiği mektubunda hayatımın en büyük dersini veriyordu bana: ’’Sen de benim sana harçlık göndermek için evlilik yüzüğümü sattığımı biliyor musun?’’

    Yıllar böyle geçti benim için ta ki 1989 yılında öğretmenliğe başlayana dek.

    Meslek seçiminizi ne zaman yaptınız? Çocuklara henüz ilkokula bile başlamadıkları dönemde “Büyüyünce ne olacaksın?” diye sorarlar. Onlar da “Doktor olacağım.”, “Polis olacağım.”, “ Öğretmen olacağım.” derler. Size bu soru hiç sorulmuş muydu? Sorulduysa ne cevap vermiştiniz?

    İlkokulu köylerde okuduğum için ne doktor gördüm, ne mühendis ne de diğer mesleklerden birini… Çocukluğumda beni etkileyen ilkokul öğretmenimdi. O zamanlardan “Öğretmen olacağım.” demiştim. Hani “herkesin bir akıl hocası olmalı.” derler ya benim hayatımda etrafımda beni yönlendiren kimse de olmadı. Meslek seçimini yaparken de tüm öğretmenliklerin kutsal olduğunu düşündüğümden öğretmenliği seçtim.

    Öğretmen okullarına giriş sınavında mülakat sorusu şuymuş: “Niçin öğretmen olmak istiyorsunuz? Öğretmen olmak isteğinizi üç nedene bağlayınız?” Öğrencinin cevabı şu olmuş: Haziran, Temmuz, Ağustos… Biliyoruz ki öğretmenlerin tatilleri bu fıkrada abartıldığı kadar çok değil… Öğretmenlik hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

    Öğretmenler insan mühendisleridir. Bir toplumun temelini öğretmenler atar. Herkes öğretmen olmamalı. Hiç kimsenin bu milletin çocuklarının geleceğiyle oynamaya hakkı yoktur. Öğretmenlik çocukları sevmeden yapılmayacak bir meslektir. Dünyada hiçbir meslek öğretmenlik kadar kutsal değildir.
    Öğretmenlik hayatınız boyunca yaşadığınız ilginç olaylar olmuştur mutlaka… Bizlerle birkaçını paylaşır mısınız?

    Benim branşım çocuk gelişimi-okul öncesi olduğundan ilk olarak 1989 yılında Diyarbakır’ın Dicle ilçesine okul öncesi öğretmeni olarak atandım. Bizim branşımızı genelde bayanlar seçer. Adımız da Emin olduğunda İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü yanlış yazmışlar bu Emine’dir demişler. Göreve başlamak için İlçe Milli Eğitim Müdürünün karşısına çıktığımda beni şöyle yukarıdan aşağı bir süzüp doğulu şivesiyle ‘’Yav biz karşımıza boylu poslu gözel bir kız bekliyorduk karşımıza sen çıktın’’dedi.1993 yılında Adana’ya tayinim çıktığında da beni yanlışlıkla sınıf öğretmeni olarak Feke’nin bir köyüne vermişlerdi. Kimseye okul öncesi öğretmeni olduğuma inandıramadım. En sonunda diplomamı dilekçeme ekleyerek öyle inandırdım. Milli Eğitim Müdürlüğün yanlışlığı düzelten yazısı da şöyleydi: “İlgilinin okul öncesi öğretmeni olduğunu ispat etmesi üzerine Feke ilçesine yapılan atamasının iptal edilerek Merkez Necatibey Anaokuluna atanmasına…”

    Öğrencilerimle ilgili onlarca anı var aslında ama beni çok etkileyen bir anıyı paylaşmak isterim: Bir gün Eylül ayında okullar henüz yeni açılmışken sınıfımda öğrencilerimi tanımaya çalışıyorum. Öğrencilerimin başını okşarken 6 yaşındaki erkek bir öğrencime “Nasılsın?” diyerek başını okşadım. Başladı hüngür hüngür ağlamaya. “Neden ağlıyorsun evladım?” diyorum cevap vermiyor. Acaba ben mi yanlış bir şey yaptım diye kendimi sorguluyorum. Sonunda onu bir kenara çekip özel olarak konuştum. Meğerse anne baba ayrıymış. Çocukta baba sevgisi öylesine bir noktaya gelmiş ki bana”Öğretmenim! Benim başımı kimse okşamadı, babam beni görmeye gelmiyor.”dedi. Gözlerim doldu. O çocuğa bir yıl boyunca öğretmenlik sevgisinin yanında babalık sevgisini de verdim.

    Öğretmenlik- Müdürlük yaptığınız süre içinde hangi başarılara imza attınız?

    Diyarbakır Dicle de benden başka iki bayan okul öncesi öğretmeni de vardı. İkinci yıl Dicle halkı çocuklarını onlara değil de bana gönderdiler. Yaptığım her işi en iyi şekilde yaptım hep. Daha öğretmenliğimin ikinci yılında Takdirname aldım. Meslek yaşamımda bu zamana kadar 33 ödül aldım(Teşekkür, takdir, aylıkla ödül, başarı belgesi).Adana da temizlik ve hijyenin sembolü olan ‘’Beyaz Bayrak’’ı okuluna ilk olarak aldırtan müdür oldum. Aynı şekilde okulunda çevreci okul çalışmalarını okulunda başlatarak ilk ‘’Yeşil Bayrak’’ı aldırtan müdür de ben oldum.

    Adana da Avrupa Birliği Projeleri yapan ilk müdürlerden biriyim. Yaptığım üç adet Avrupa Birliği Comenius projesi kabul edildi. Bu projeler sayesinde Avrupa’nın 10’a yakın ülkesini gezip görme imkânım oldu. Bunun yanında çocuklara sağlıklı beslenmeyle ilgili çalışmalar yaparak okuluma ‘’Beslenme Dostu Okul’’ sertifikasını kazandırdım.

    Ayrıca Milli Eğitim Bakanlığının yaptığı Toplam Kalite Yönetimi Ödül sürecinde il ve ilçe çapında birincilik, ikincilik ve üçüncülük olmak üzere toplam da 10 ödül kazandırdım. Hepsinden önemlisi de okuluma Ankara Türk Standartları Enstitüsünden İso 9001 Kalite ve Yönetim Sistemi belgesini kazandırdım. Yaptığım sosyal sorumluluk projeleri ve eğitimde kalite çalışmalarıyla Çukurova Anaokulunu Marka Anaokulu haline getirdim öğretmenlerimle birlikte. Ayrıca yıllardır okullarda, değişik kurumlarda ve üniversitelerde yüzden fazla seminerle binlerce insana ‘’Mutlu Aile Mutlu Çocuk’’ ve ‘’Ekip Ruhu’’seminerleri verdim.

    Siz sadece öğretmen ve okul müdürü değilsiniz. Aynı zamanda şair ve yazarsınız da… Ne zamandan beri yazıyorsunuz? Sizi yazmaya iten ne idi?

    Ortaokul birden beri yani yaklaşık 40 yıldan beri şiir yazarım. Üniversite yıllarında bir günlüğüm vardı içinde yazdığım 200’e yakın şiirim vardı ama o günlüğü kaybettim.10 yıldır her köye gidişimde eski sandıkları, dolapları karıştırıyorum ama bulamıyorum. Çocukluğumdan beri benim bir şairlik, yazarlık yönüm vardı. Lise ve üniversite yıllarında öyküler, denemeler yazıyordum ama hepsi o eski sarı teksir kâğıtları üzerinde kalıyordu. Üniversite de arkadaşlarım bana “Sende bir yazarlık ruhu var.” derlerdi.

    Beni yazmaya iten sebep şuydu: Bir gün okulda makamıma bir eğitimci yazar geldi ve bana yazdığı kitaplardan birkaç tanesini verdi. Onun kitaplarını inceledim ve kendi kendime ‘’Ben neden yazmıyorum? Bu zamana kadar olan birikimlerimi neden değerlendirmiyorum ki!’’sorusunu sordum. İlk şiir kitabı bu düşüncemden üç ay sonra hayata geçti. Sonra diğer kitaplar geldi.

    Eserleriniz hakkında bilgi alabilir miyim?

    İlk şiir kitabım ‘’Badem Çiçekleri” 2012 yılında yayınlandı. Sonra 2013 yılında ilk öykü kitabım ‘’Kırmızı Kız’’arkasından 2014 yılında ‘’Mutlu Aile Mutlu Çocuk’’ adlı aile eğitimi kitabım ve son olarak 2015 yılında çevre öykülerini konu alan ‘’Badem Çiçekleri’’adlı son öykü kitabım yayınlandı. Tabi ki durmak yok. Yeni kitaplar geliyor. Kendime bir hedef çizdim. Ölene kadar her yıla ya da her iki yıla bir kitap yayınlamak. Tüm kitaplarımda acının, yoksulluğun, umudun –umutsuzluğun, aşkın ve sevginin ve en önemlisi de Çukurova’nın izlerini bulabilirsiniz.

    Bana göre herkese örnek olabilecek bir başarınız daha var. “Okumanın yaşı yoktur.” demiş atalarımız… Siz bunun en yakın örneğisiniz. Ankara Gazi Üniversitesi Mesleki Eğitim Fakültesi Çocuk Gelişimi – Okul Öncesi Eğitimi ve Anadolu Üniversitesi İşletme Fakültesi Mezunusunuz. Yüksek Lisansınızı Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde ”Eğitim Programları ve Öğretimi” alanında yaptınız. Sizi yürekten kutluyorum. Yüksek Lisansa nasıl karar verdiniz?

    Ben okumaya doymadım hayatımda. Yüksek lisansta da aslında biraz geç kaldım. 2000’li yıllarda bu işe başlasaydım şimdiye üniversitelerde Doçent olmuştum. Ama yine de yılmadım hiçbir şey için geç değil düşüncesiyle yüksek lisansa başladım ve 52 yaşında Eğitim Programları ve Öğretim alanında yüksek lisans diplomasına sahip oldum. Müthiş bir duygu bu! Öğrenmenin gerçekten yaşı yok. Yüksek lisansta çok şey öğrendim ve bunları yeni kitaplarımda mutlaka kullanacağım. Şimdi kendimi daha donanımlı hissediyorum. Gerçek özgürlüğün öğrenmeden ve kitap okumaktan geçtiğini düşünüyorum. Ortaokul yıllarından itibaren başkalarından ve kütüphanelerden alarak yüzlerce kitap okudum ve halen de okumaya da devam ediyorum. Bir şeyler üretebilmek için dolmak gerekiyor. Yani ‘’Dolmadan taşamazsınız.’’ Eğer küçük yaşlarda okuma alışkanlığı edinirseniz bu yaşam boyu devam eder.

    Bundan sonraki hedefleriniz nelerdir?

    Birçok arkadaşım bana artık yeter biraz da çocuklarına bırak yapacaklarını diyorlar. Ben hiperaktif bir insanım. Çalışmaktan, üretmekten zevk alırım. Bundan sonraki hedeflerimi şöyle sıralayabilirim. Yüksek Lisans sonrası Doktora yapmak eğer imkân olursa bir üniversiteye geçip Yardımcı Doçent olarak görev yapmak.

    İki romanım var sırada bekleyen. Birincisi ‘’Sofya’da Aşk’’,ikincisi ise ‘’Ben Onu Çok Sevdim’’. Bu iki romanı 2018 yılı sonuna kadar bitirmek istiyorum. “Sofya’da Aşk” bir Avrupa Birliği projesinde Polonyalı bir öğretmenle Türk bir öğretmenin aşkını konu alan bir roman olacak. Aslında bu ‘’Kırmızı Kız’’ adlı öykü kitabımda bir öyküydü ancak okurlar bu öykünün sonunda kahramanımıza daha sonra ne olduğunu çok merak ediyorlar. Üç yıldan beri bu kitaptaki en çok sevilen öykü bu! Ben de bunu romanlaştırmaya karar verdim.

    İkinci romanım olacak olan ‘’Ben Onu Çok Sevdim’’de ise bir okul müdürü bir gün okuldaki arşivi düzenlerken kitapların arasında eski kenarları yırtılmış bir günlük bulur. Günlüğü açtığında yıl 1978 yazıyordur. Okudukça bırakamaz. Kendisinden 38 yıl önce bu okulda müdürlük yapan bir okul müdürünün Azerbaycanlı bir öğretmenle aşkını anlatan bir günlüktür bu. Günlüğün bir yerinde konu kesilir okul müdürü merak eder bu büyük aşkın sonunu ve bu kişileri bulmaya karar verir. Uzun uğraşlardan sonra adreslerini bulur ve birini Azerbaycan da diğerini ise Anadolu’nun ücra bir köyünde bulur. İkisiyle de uzun uzun konuşur. Sonu hüsranla biten bu aşkla ilgili ikisinin de sanki birbiriyle sözleşmiş gibi son sözleri ‘’Ben onu çok sevdim.’’olur. Roman adını buradan alır. Bunun yanında kendi mesleğimle ilgili ‘’Okul Öncesi Öğretmen ve Yöneticinin El Kitabı’’adlı mesleki bir kitap da hedeflerim arasında yer alıyor.

    Eşiniz çalışmalarınızda size destek oluyordur mutlaka… “Her başarılı erkeğin arkasında başarılı bir kadın vardır.” derler. İki de evladınız var. Ailenizin sanata ilgileri ve sizin sanatınıza destekleri hangi boyuttadır?

    Çocuklarım güzelliklerini annelerinden tüm karakteristik özelliklerini de benden almışlar. İkisi de benim gibi duygusal, romantik ve hümanisttirler. Ben ağlasam onlar da ağlar. Eşim benden ve çocuklarımdan daha gerçekçidir hayata karşı. Eşim her zaman destek oldu bana. Biz 27 yıllık evliliğimizde çocuklarımızla birlikte, tiyatroyu, sinemayı ve diğer sanatsal etkinlikleri hayatımızın bir parçası haline getirdik.

    Benim savunduğum kendimce çok önemli bulduğum bir fikrim var: Başarılı insanların adları yaşadıkları sokağa veya caddeye verilsin. Siz de hem sanat hem eğitimde oldukça emek harcadınız. Adınızın oturduğunuz mahalledeki bir sokağa veya caddeye verilmesi fikrime katılır mısınız?

    Dünya da kalıcı olmayı kim istemez ki. Bence sizin isminiz gibi Harika bir fikir. Keşke bu fikrinizi Belediyelerimiz hayata geçirebilseler. Son yıllarda her ne kadar belediyeler sanata ve sanatçıya değer vermede biraz yol alsalar da henüz istenilen seviyede olduğumuzu söyleyemeyiz. Adana da yıllardır Çukurova Edebiyatçılar Derneğine bir yer ayarlanması için yapılan tüm girişimler boşa çıktı. Onlarca ünlü yazar, şair ve sanatçı çıkaran Çukurova’da yerel şair ve yazarlara sahip çıkan pek kimse yok.

    Yer sorunu sadece bir derneğin sorunu değil… Adana’da yüzlerce dernek var. Bir zamanlar başkanı olduğum Çukurova Halk Ozanları Kültür ve Araştırma Derneği de aynı sorunla yıllarca boğuştu. Çok değerli sanatçıların üye olduğu Adana Kültür Sanat Derneği var. Sadece şairlerin, yazarların değil; hat sanatçılarının, ressamların, heykeltıraşların üye olduğu müstesna bir dernek… Bu üç derneğe de üyeyim. Yer sorunu hepsi için geçerli… Sayın Emin Doğan, size sormamı istediğiniz bir soru var mı? Röportajımız ve benim hakkımdaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyim?

    Benimle böyle bir röportajı yapan ilk kişisiniz.Bu yüzden sizi tebrik ederim.Şunu açık ve net bir şekilde söyleyebilirim. Siz insanların yüreğinde neler attığını çok iyi biliyorsunuz. İnsanlardaki ufku da, enerjiyi de hissediyorsunuz. Sizin şiirlerinizi okurken adeta kendi benliğimi buluyorum. Örnek kişiliğinizle Adana ve Türkiye’ye Türk kadınının ışığını saçıyorsunuz. Çukurova’nın yetiştirdiği en önemli yazarlardan birisiniz. Keşke her şair, yazar sizin kadar üretken olabilse… Her kitabınız Adana’ya Türkiye’ye ve Edebiyat’a büyük katkılar sunuyor. Umarım ki bir gün hak ettiğiniz yere gelirsiniz zira sizin gibi şair, yazarlara ihtiyacı var bu ülkenin.

    Yeni kitaplarınızı dört gözle bekleyeceğim. Bana vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederim. Başarılarınızın devamı dileğiyle saygılarımı sunuyorum.

    Ben de size çok teşekkür ediyorum.

    Harika UFUK,
    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi
    Adana.1 TEMMUZ 2016

  • Harika UFUK.”Çanakkale gerçeği”

    h

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Milletimin kaderi Atatürk’le yazıldı,
    Dillere destan oldu Çanakkale gerçeği.
    İttifak ordusuna Conk’ta mezar kazıldı,
    Dillere destan oldu Çanakkale gerçeği.

    “Allah Allah!” sesleri titretti yeri, arşı,
    Kucakladı mermiyi yiğit Seyit Onbaşı
    Nasıl da ateşledi topu düşmana karşı,
    Dillere destan oldu Çanakkale gerçeği.

    Çoğu zaman katıksız birkaç lokma ekmeği,
    Yağlı buğday çorbası en kıymetli yemeği,
    Hangi hakkı ödenir; kanı, teri, emeği?
    Dillere destan oldu Çanakkale gerçeği.

    Fırtınalı denizler ne firkateynler yuttu,
    Gafiller milletimin Türk gücünü unuttu,
    Bayrağı düşürmedi, hep yükseklerde tuttu,
    Dillere destan oldu Çanakkale gerçeği.

    Yurt, ulus bayrak aşkı yüreklerde kök saldı
    Atatürk’ün heybeti düşmana korku saldı.
    Bağımsızlık diyerek koşan asker nam aldı.
    Dillere destan oldu Çanakkale gerçeği.

    Cesaret, kahramanlık anlatır şarkın, türkün,
    Özgürlük, bağımsızlık karakteridir Türk’ün,
    Ülkemin düşmanları çekinin, korkun, ürkün,
    Dillere destan oldu Çanakkale gerçeği.

    Harika yurdumuzda özgür, mutluyuz artık,
    Kuru ekmek de yesek, hürsek gerekmez katık,
    Dünya dersini aldı, tozu dumana kattık,
    Dillere destan oldu Çanakkale gerçeği.

    HARİKA UFUK
    ADANA
    28 MAYIS 2015
    SAAT: 09.40

    NOT: Bu şiir Şiirsu.net şiir sitesinde 2016-03-18 21:07 tarihinde günün şiiri seçilmiştir.

  • İltimas İSMAYIL.”Anla sevdiğim”

    ii

    Duyma bundan sonra yürek sesimi
    Aşk için verdiğım son nefesimi
    Bırak eller tutsun benim yasımı
    Senin için öldüm anla sevdiğim

    Kalbimi isyana bandırdın gittin
    Canımı odlarda yandırdın gittin
    Bana divan tuttun kandırdın gittin
    Senin için öldüm anla sevdiğim.

    Senin zulumların sayılamaz ki
    Tuttum hep içimde yayılamaz ki
    Kalbin sarhoşluktan ayılamaz ki
    Senin için öldüm anla sevdiğim

    Yıllarca bıkmadım seni bekledim
    Dertlerin yerine umut ekledim
    Artık bitti her şey sonda denkledim
    Senin için öldüm anla sevdiğim.

    10.05.2016

  • İltimas İSMAYIL.”Anılara veda”

    ii

    Bu kaçıncı yemin,kaçıncı veda
    Gönül işlerinden hiç baş açmadım
    Senli anılara sonuncu veda
    Söyledim bir türlü senden kaçmadım.

    Ne gecem bellidir,ne de ki günüm
    Gözden gam yağıyor can verir tenim
    Dağı-taşı gezdim sahralar benim
    Seni yitirdigim yoldan geçmedim.

    Umutsuz sevdanın düştüm dalınca
    Aşkın deryasına kalbi salınca
    Alıştı cigerim sensiz kalınca
    İnsanlardan kaçtım,dostu seçmedim.

    Sahralarda mecnun gönlüm yellenir
    Topraklarda gözüm yaşı sellenir
    Bulutlar ağlıyır,şimşek dillenir
    Ölüpde dünyadan hala göçmedim.

    06.03.16

  • Hasan AKAR.”DOĞDUĞU TOPRAKLARA, NİKSAR’A HASRET BİR ŞAHSİYET”

    hah

    GAZETECİ AHMET GÜNER ELGİN

    “15 Temmuz 2016 Cuma günü akşamı, Türklüğün ve İslamiyet’in bayraktarlığını yapan ,şehit kanlarıyla sulanmış son kalemiz aziz vatanımızın, Türkiye Cumhuriyeti’nin parçalanması için dış kaynakların talimatıyla cereyan ettirilen darbe teşebbüsünü şiddetle kınıyor, olaylarda görevleri başında şehadet şerbetini içen güvenlik mensuplarına, milli iradenin yaşaması için canlarını feda eden vatandaşlarımıza Yüce Mevla’dan rahmet diliyorum.”
    Niksar ve Erzurumlu Emrah’la ilgili pek çok çalışmaya imza atmış olan rahmetli Mustafa Necati Elgin’in (1907-1977) oğlu Ahmet Güner Elgin’le 2015 Ramazanında aldığım randevu üzerine İstanbul-Şişli’de bir alışveriş merkezinin kafeteryasında buluştuk. Daha önceki yıllarda telefonla görüşüp Niksar’la ilgili pek çok belge ve fotoğrafı bize gönderen, hatta babasının arşivindeki el yazması Erzurumlu Emrah Divanı’nı Konya’daki dostlarından temin etmemize yardımcı olan, Niksar Belediyesi kültür yayını olarak basımına katkıda bulunan ELGİN’le karşı karşıyaydık artık. Aslında önceki yıllarda Erzurumlu Emrah ve Cahit KÜLEBİ etkinliklerine Niksar Belediyesi tarafından onur konuğu olarak davet edilmişti ama sıhhati yolculuğa elvermeyince gelememişti.
    Ahmet Güner Elgin, 13 Ocak 1932 tarihinde Niksar Melik Gazi Mahallesinde doğmuş, hayatı çok değişik olaylarla geçmiş, babasının 1939 depremi sonrası tayininin Konya’ya çıkması üzerine ilkokul yıllarında bu güzel şehirden ayrılmıştır. ELGİN’in bir daha da Niksar’a gelmesi hayal olmuş ama ümidini de her şeye rağmen kaybetmiş değil. Şimdi İstanbul’da, hatıralarıyla tek başına mütevazı hayatını sürdürmeye çalışıyor.
    Onunla üç saate yakın oturup sohbet ettik, sıkılmadı. Yorulduysanız kalkalım sözlerime gülümseyerek itiraz etti. Ben bir daha Niksar’ı kiminle yaşayacağım diyerek hatıraların içine daldı gitti. Dolayısıyla biz de sözü, Kelkit Irmağında hatıralarıyla yüzmeye başlayan Ahmet Güner Elgin’e bıraktık:
    “Babam, Niksar Melik Gazi İlkokulunda öğretmendi. İyi bir tahsil görmüş olan annem Ankara Numune Mektebi mezunuydu. Annem Semiha Elgin’in babası Osman Özbek askerdi. Dedem, Çerkez Şabanoğullarından. Topal Osman’la beraber Karadeniz’in Rum eşkıyalarından temizlenmesinde çalışmışlar.
    Babamın vazifesi nedeniyle ben de Melikgazi İlkokulu’nda altı yaşında başladım eğitime. İlkokul birinci sınıfta iken 26 Aralık 1939‘da deprem oldu. Durduğumuz kiralık ahşap ev şehrin tanınmış şahsiyetlerinden Mustafa Özdemir’e aitti; çok az hasar gördü ve ev yıkılmadı. Annem gece karanlığında bizi hemen evden çıkarıp dışarıya attı. Dolayısıyla bizim aileden bir kayıp olmadı.
    Deprem sırasında babam yanımızda değildi. Devlet tarafından Reşadiye Bereketli İlkokulu’nda kurucu müdür olarak görevlendirilmişti. Bizleri Kelkit Irmağı yakınına topladılar. Tabii her taraf kar, kış ve soğuk. Her tarafta ölü ve yaralılar vardı. O zaman bütün Niksar halkı gibi bizler de epeyce sefalet ve sıkıntı çektik, devlet yok, yardım yok. Herkesin psikolojisi haliyle bozuk kendi imkânlarıyla yaralarını sarmaya çalışıyordu. Kilimlerden, halılardan çadırlar yapıldı. Çocuk halimle doksan sarsıntı saydım.
    Babam on sekiz gün karadan yürüyerek perişan bir halde Reşadiye Bereketli’den Niksar’a ancak gelebildi. Zira yollar yarılmış, arazi bazı yerlerde parça parça olmuştu. Yolda gördüklerine ailemizi sormuş .”Oğlun Güner’i çadır kenarında gördük” deyince sevinip, dua etmiş. Kendi kendine depremden hiç değilse o kurtuldu demiş.
    Depremden bir zaman sonra Cumhurbaşkanı İsmet Paşa, trenle Turhal’a gelmiş. Niksar’ı merak etmiş. Paşam oraları iyi bilen Öğretmen Necati Bey var, o sizi karşılamaya geldi demişler. Babam beni de yanında götürmüştü çok üşüdüm. Ancak babamla o görüşme gerçekleşmedi. Biz de her tarafı muhafazalı bir faytonla döndük.
    Halk oldukça perişan, cenazeler kaldırılamıyor. Babam: Bu böyle olmaz. Bu şartlarda ne yaparız buralarda diyerek çareler aramaya başladı.
    Annemin babası o dönem Konya Askeri Silah Fabrikası Müdürüydü. Hemen ona bir mektup yazdık. O da cevaben, hemen Konya’ya gelin, oralarda perişan olmayınız dedi. Bu sırada babamı Tokat Valiliği Deprem Bölgesi Komitesine aldılar. Dolayısıyla babam da ailemizi Tokat’a gönderdi.
    Gece yarısı Kelkit Irmağı’ndan geçeceğiz, köprü yıkılmadı ama hasarlıydı. Şoför, dikkatli geçelim deyip dualarla kamyonla karşı tarafa geçtik. Tokat’ta akrabalarımız vardı. Onlarda birkaç gün kaldık. Sonrasında Ankara üzerinden Konya’ya otobüsle geldik. Annem başımızda, dedeme kalıcı misafir olduk.
    O sırada ülkenin her yanında depremzedelere yardımlar başladı. Üzerimizde doğrusu giyecek bir şeyimiz yoktu. Biz de Vilayete giderek üzerimize uygun elbiseler aldık.Ayrıca reçel,peynir,yağ gibi iaşeler de verdiler.
    Ninem, hoş bir kelime değil ama Nemrut misali üvey bir kadındı. Bize pek rahatlık vermedi desem yeridir. Beni Kurtuluş İlkokuluna 2.sınıfa kaydettirdiler. Ama depremin üzerimdeki şokunu hâlâ atlamamıştım.
    Öğretmenim bayandı. Henüz bir iki gün olmuştu okula başlayalı. Bir gün tahtaya geç bakalım diyerek elime tebeşir verdi. Adını soyadını yaz dedi. Çok güzel yazmış olmalıyım ki gülümsedi. Evladım nereden, niçin geldiğini de yaz dedi.
    Niksar’dan zelzele dolayısıyla geldiğimizi yazdım. Yazımı çok beğendi, birazda yazdıklarımdan etkilenmiş olmalı ki beni en ön sırada bir askeri paşanın oğlu olan Sedat adında bir arkadaşın yanına oturttu. Öğretmen artık ders anlatırken bana bakıyor, ben de onu dikkatlice dinliyor, haydi kim anlatacak benim anlattığımı deyince tahtaya kalkıyor anlatıyordum. Öğretmenin en has talebeleri arasına girmiştim. Evine giderken bir çocuk için çok büyük bir mutluluk olan öğretmenin çantasını ben götürüyordum.
    Üçüncü, dördüncü ve beşinci sınıfları aynı okulda Adalet Hanım’da okudum. O sırada biz de dedemin evinden çıktık. Babamın Tokat’tan gönderdiği parayla ev kiraladık. Sonra babam da Konya’ya geldi. Onu Mevlana Müzesi yakınlarındaki Dumlupınar İlkokulu’na verdiler.
    O yıllarda koca şehirde tek bir ortaokul vardı. O da Konya Hapishanesi yanında idi. İkinci Dünya Savaşı dolayısıyla Almanların zirvede olduğu yıllardı. Almanca ve Fransızca popüler diller arasındaydı. Ortaokul Müdürü kayıt sırasında sordu hangisine yazalım diye. Taşradan gelmiştim dolayısıyla utangaçtım. Sesimi çıkarmayınca:
    -Seni Almanca diline kaydediyorum. Dedi.
    Babam evimizi zar zor geçindiriyordu. Düşünebiliyor musunuz, okul yıllarında hiç bir zaman ceketim, pantolonum olmadı. Gri bir gömlek, forma ile soğuklarda okula gidip geldim, bu sıkıntılara rağmen okulu başarıyla bitirdim.
    On beş yaşına geldiğimde artık şehrin tek lisesi olan Konya Lisesi talebesi olmuştum. Ülkemizin daha sonra Başbakanı ve Cumhurbaşkanı olacak olan Turgut Özal ve müzik alanında kendi dalında sayılı şahsiyetler arasında yer alan Dr. Alaattin Yavaşça da aynı okuldaydı.
    Konya zamanla bizi kabullendi. Okulda ve diğer çalışmalarımda liderlik özelliğim ortaya çıktı. Elbette bu beni çok mutlu etti. Karma bir sınıfta okuyorduk. Sadece bir kat elbise alabilmişti babam. Zira diğer kardeşlerimde okuyorlar babam zor yetiştiriyordu.Sporda da özellikle futbolda yetenekliydim.Başka mahallelerden beni oynamam için ısrarla arıyorlardı. Tabi o zaman futbol sahaları kısıtlı biz de boş arsalarda maç yapıyorduk.
    Daha çok yazar olarak tanınan Ayhan Sarıismailoğlu hem okul hem de futbol takımından arkadaşımdı. Sonraki yıllarda Bodrum’da karşılaştık. Yanında Vecihi Ünal da vardı. Ona:
    -Biliyor musun Vecihi, bu Güner var ya, Pele gibi bir futbolcuydu. Onu hep büyük bir takımda oynar diye bekledim. Diyerek beni onurlandırdı.
    Deprem beni hep liseye gelinceye kadar yabancılaştırmıştı. Babam Konya Halkevi’nin değişmez mensubuydu. Halkevinin kütüphanesini bir nöbetçi gibi genellikle bana teslim ederlerdi. Veli Efendi oranın müdürü idi ama sorumlusu sanki bendim. Zamanına göre ülkemizin araştırmacılar tarafından bilinen on bin ciltlik bir kütüphanesiydi. Bu yüzden babamın sayesiyle pek çok sosyal etkinliğe katıldım.
    -Bir gün babam:
    -Oğlum keman öğrenmek ister misin diye sordu.
    Müzik Öğretmeni Arif Şahap Oktar, bana eski bir keman verdi, çocuk orkestrasına girdim. Futboldan sonra müzik ikinci alanım oldu. O yıllar CHP’nin hükümet olduğu tek partili dönemdi. Radyolarda ve çeşitli programlarda hep Batı Müziği çalınırdı. Türk Müziği adeta yasak gibiydi. Halen evimde 500’e yakın Türk ve Batı Müziğini içeren disket ve cd koleksiyonu mevcut. Hepsinin yeri ayrıdır. Bana bunların bir hayli faydası da oldu. Batıya gittiğim zaman onların bize bakış açılarını Batı Müziğindeki bilgimle ezmeyi başardım.
    Düsseldorf’da bulunduğum zaman bir sergi açılmıştı. Almanya’nın bir bursunu kazanmış gitmiştim. Sergiye de yine bir Alman komşumla gitmiştik. Kokoska’nın Sergisi. Ben ise Bonn’da oturuyordum. Arkadaşım:
    -Kokoska’yı nerden biliyorsun? Diye sorunca:
    -Ben de iki tane albümü var. Diye cevap verince derin derin yüzüme baktı.

    Liseyi bitirince olgunluk imtihanları vardı. Edebiyat, Matematik, Tarih gibi üç dört dersten.İyi bir derece ile liseden mezun oldum.Babam o dönem Mevlana Müzesi’ne uzman olarak geçmişti.Lise İmtihan neticelerinin asıldığı duydum önce Halkevi’ne babamın yanına uğradım.Amcam da kardeşini ziyaretine gelmişti.Orada babamın arkadaşlarından Necdet Bey bir şeyler anlatıyordu.Babam bana dönerek:
    -Sen neticeleri almadın mı? Diye sordu.
    -Gitmedim baba. Dedim.
    -Necati, oğlun pekiyi ile geçmiş deyince hepimiz sevindik. Teşekkür ederek ellerinden öptüm. Haydi, artık üniversiteye hazırlan diyerek tebrik ettiler.
    Üniversite konusunda hayatımın en büyük yanlışını yaptım. Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne hem de burslu olarak rahatlıkla girebilirdim. O zaman hiçbir araştırma yapmadım. Biraz da babamın dolduruşuna geldim belki. Hazırlan dedi. Beni zengin aile çocukları ile İstanbul’a kabiliyetimden istifade amacıyla yönlendirdiler. Sakin olamadım o dönemde. Bana arkadaşlarım ve çevremiz, Güner Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne mi gidiyorsun dediler hep.
    Bu babamın bir yanlışı oldu. Veresiye Bir pardösü aldı. Kayıt zamanı Konya’dan trene binip yirmi dört saatte denklerin, bagajların üzerinde oturarak, sefalet içerisinde İstanbul Haydarpaşa’da indik. Artık İstanbul Hukuk Fakültesi’ne kaydolmuş, İstanbullu olmuştum. CHP’nin tek parti iktidarındaki baskısının yoğun olduğu bir dönemdi. Bütün bunlar hayatımda derin izler bıraktı. Fakülte binaları henüz yeni yapılmıştı. Konya’dan iki arkadaşım vardı. Konya Yurdu vardı ama babam nedense ihmal davrandı bir telefon bile açmadı orada kalmam için.
    Bugün hala aklımdadır, Laleli’de kırk beş liraya bir ev tuttuk. Ev arkadaşlarımdan birinin ailesi oldukça zengindi. Yemekleri Konya Yurdunda ücretli yiyor beş lira imtihan harcı yatırıyordum. Babamın gönderebildiği yüz lira ucu ucuna yetiyordu. Para gelmese bizim için büyük tehlike. Gözümüzde çok büyüttüğümüz umutlarla girdik üniversiteye. Toplantı, kitap, konferans benim ligi alanımdı. İmtihanlara bir hafta kala ders çalışmak bana yetiyordu.
    Ali Fuat BAŞGİL Hocamız da dersimize geliyordu. Yurt arkadaşım olan zengin çocuğu benim arkamda oturuyor, benden yararlanıyor amfide. Teşkilat-ı Esasi Dersine giriyordu. Onun dersine özel olarak çalışırdım saygımdan. Okul yıllarında haliyle gazeteciliğe heveslendim. Üçüncü sınıfa geçtiğimde nemrut, alçak bazı hocalar geldi. Umumi Hukuk Tarihi hocam geldi. Sadece sidik yarışı yapan, kopya kitaplar çıkarırlardı. Yüz yirmi kişiden beş kişi ancak geçiyordu.Tartışmaya sokmazlardı asla işte böyle bir üniversitedeydim.
    Dördüncü sınıfta dışarıdan para kazanmaya başladım. Beşiktaş’ta İnönü Stadyumu’nda 1957 yılında bir İtalyan müteahhidin yanında çalıştım. Almanca mütercim olarak Yugoslav işçilere yardımcı oluyordum. Bu arada İtalyanca da öğrendim. Ayda üç yüz dört yüz lira alıyordum. Babama bana artık para gönderme dedim.
    Bir yandan da gazetecilikle ilgilenmeye başladım. Sinema bilgim çok iyiydi. O yıllarda “Düşünen Adam “adında bir dergi çıkıyordu. Derginin film eleştirmeni oldum.Oradan da ayda elli lira verdiler.Velhasıl ekonomik durumu epeyce düzelttim.O arada bazı tanınmış şahsiyetlerle tanıştım.Bunlardan Gazeteci Selahattin ŞAR bana:
    -Para kazandırmayan işleri bırak. Sen kabiliyetli bir insansın. Bizim gazeteye alayım diyerek Yeni İstanbul Gazetesi’ne götürdü. Yayın Müdürü Argun Berker’in odasına geçtik. Biraz sohbetten sonra Selahattin Şar, yayın müdürüne:
    -Bana ileride teşekkür edeceksin, istediğin yerde rahatlıkla değerlendirebilirsin. Arkadaşım genel kültür, spor, sinema ve siyasette yetenekli dedi.
    Gazeteye gittiğimiz gün Kanada’da altız bebekler doğmuştu. Bana bu habere bir başlık at deyince dört ayrı başlık attım. Aferin delikanlı, beğendim seni diyerek işe başlattı.
    Bu arada askerlik görevimi de aradan çıkarmak istedim. Babam da bir an önce askerliğimi yapmamı istiyordu. Yedek subaylık için mülakata gönderdi. Kazanınca uçaksavar sınıfına ayırdılar. Maalesef o vakitte torpil işliyordu. Altı ay İstanbul Tuzla’da grup çavuşluğu yaptım. Bu arada kura çektiler ama ben hasta olduğum için kuramı komutanım çekmiş. Zonguldak ili çıkmış. Kendisinin de ilk görev yeriymiş, arkadaşlar selam ve tebriklerini ilettiler. Bir yıl kadar da Zonguldak’ta dağlarda uçaksavar teğmenliği yaptım.
    Askerlik bitince yine İstanbul’a gelerek Yeni İstanbul Gazetesindeki işime devam ettim. Bunu Son Havadis Gazetesi’nde Genel Yayın müdürlüğü ve köşe yazarlığı takip etti. Daha sonra Milliyet, Tercüman, Öncü, Sabah, Bugün, Kurultay, Ortadoğu Gazetelerinde çalıştım.(Ortadoğu Gazetesi’nin Ömer Öztürkmen’le beraber sahipliğini yaptım)Daha sonra Konya Selçuk Üniversitesi Rektörlüğü’ne getirilecek olan Erol Güngör’le de çalıştık. O farklı bir insandı, üniversiteyi halkla bütünleştiren nadir bir rektördü. Hatta bir Konyalı Rektör Prof. Dr. Erol Güngör’ün makam arabasını namaz için bir caminin arka kısmına çektirdiğini görünce yanına giderek: Böyle bir adama canımızı veririz diyerek Konyalıların hissiyatına tercüman oldu.Üniversitenin gelişmesi için kurulan vakfa Konyalılar onu çok sevdiklerinden çok yardım ettiler.İstisnasız misafirlerini makamında değil kapıda karşılayacak kadar güzel bir insandı.Rektörlüğü sırasında Feyzi Halıcı onu çok yorar ben de kızardım.Zira ailecek kalp hastasıydılar.Zaten zamansız bir yaşta kaybettik.
    Gazeteciliğim sırasında çok ödüller aldım. Burhan FELEK Meslek Ödülü sahibiyim.
    Şimdi kendi imkânlarımla bir ticari kuruluşun içindeyim. Eşim Dr. Gülay Elgin’i kanser hastalığından kaybettim. Geç evlenmiştim elbette bir çocuğumuz olsun istedik ama olmadı şimdi yalnızım artık. Hayatta şu an iki kardeşim var. Şahika 1934, Zuhal Çehreli 1936 doğumlu. Zuhal ara sıra evime gelip gerekli yardımı yapıyor. Şahika ise İzmir’de yaşıyor”
    İşte böyle hocam diyor ama hatıralar da sessizce akıp gidiyordu yılların ötesinden, İstanbul’dan Niksar’a. Sohbette unuttuklarımız oldu mu soruma: Evet, kısaca da olsa Cahit KÜLEBİ’den bahsetmek isterim. Cahit, babamın öğrencisi idi sanırım evleri de bize yakındı. Munise Babaannem, babama Cahit’i gönder de su taşısın. Diyerek bazen evimize su getirtirdi.
    Teşekkür edip kucaklaşarak veda ettik birbirimize, Niksar’a hasret bu değerli insana…

  • Harika UFUK.”Adam olma günü”

    huh

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Sevgililer Günü, Anneler Günü, Babalar Günü, Öğretmenler Günü, Eczacılar Günü, Tıp Doktorları Günü, Hemşireler Günü, Emekçi Kadınlar Günü, Çalışan Gazeteciler Günü, Dünya Su Günü… Günler, günler, günler… Daha önce Ev Kadınları Gününü önermiştim ama pek ses çıkmamıştı. Yine de hatırlatmakta fayda görüyorum. Bir kez daha düşünün.

    Sözüm yok bu günlere, kutlayan kutlasın da çok önemli bir gün atlanmış. Her mesleğin, her şeyin günü var da bir adam olma günü yok! Oysa en çok ihtiyaç duyduğumuz şeydir adam olmak… Ama bir gün değil, yılın her günü, her saati adam olmak gerekir. Yoksa bir tek gün kuyumcuları, çiçekçileri, restoranları, pastaneleri ziyaret etmekle olmuyor bu işler… Adam olmak ince sanat, sanatın daniskası, alası…

    Adam olmanın okulu yok, insanın içinden gelecek. Ailesinden öğrenecek öncelikle adamlığın inceliklerini… Mesela baba, anneyi dövmeyecek. Ona hakaret etmeyecek. Karısına sevgi, saygı göstererek yeni yetişen oğluna örnek olacak. Dürüstlüğü, efendiliği öğretecek. El âlemin kızına karısına sarkmamayı öğretecek ama bunları kendi hayatında uygulayacak da… Yoksa “Hoca verir talkını, kendi yutar salkımı…” türünden olmayacak.

    Anne de kızını ezmeyecek. Mesela:
    – Kızım, ağabeyine sofra hazırla.
    – Neden, kendi hazırlayamıyor mu? İkimiz de aynı anda okuldan geldik. Beraber hazırlasak olmaz mı?
    – Sen kızsın. Sen hazırlayacaksın. O erkek…
    – Kızım, ağabeyinin ütüsünü yap. Gömleğini, pantolonunu ütüle. Pantolona çift çizgi yapma, geçen seferki gibi…
    – O, neden kendi pantolonunu ütülemiyor? Eli kırık mı?
    – Çok konuşma, sus ve annenin sözünü dinle bakayım. Kız kısmı itaatkâr olur. İtiraz istemem.
    – Peki…

    Bu diyalog böyle sürüp gidecek olursa kolay kolay adam olamayız. Kız çocuklarımız erkeğe hizmet etmek üzere programlanacaksa erkek de her şeyi kendi hakkı bilecektir. Kızlar bir erkekle konuştuklarında hakaret yaşarlarken erkeğin alkışlanması da bu ikileme bir örnektir. İşin tuhaflığı, çelişkiler buradan başlıyor zaten…

    Eşit olmak dururken üstünlük taslamak da neyin nesi? Kimse kimseyi ezmesin, üzmesin. Adam olmanın cinsiyeti olmaz. O halde kadın da olsak erkek de olsak adam olmayailk önce kendimizden başlamalıyız.

    Adna.10.02.2015.SAAT:15.05

  • Harika UFUK.”Aşktır Toroslar”

    huh

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Bir başka güzellik vardır baharda
    Her mevsim sevdadır, aşktır Toroslar…
    Yazın da kışın da kar Toroslarda…
    Her mevsim sevdadır, aşktır Toroslar…

    Yeşilin her tonu bulunur onda,
    Cıvıldaşır kuşlar her mutlu sonda,
    Mangallar yakılır karlarda donda,
    Her mevsim sevdadır, aşktır Toroslar…

    Kaç kaç’ta yurt olmuş gazilerine,
    Sırtını yaslamış mazilerine,
    Doyulmaz patika gezilerine,
    Her mevsim sevdadır, aşktır Toroslar…

    Görkemli zirvene âşık gözlerim,
    Çıksam izin vermez, ağrır dizlerim,
    Yamacında gezer doruk özlerim,
    Her mevsim sevdadır, aşktır Toroslar…

    Harika ülkemin heybetli dağı,
    Kalbimi hapsetti sevdanın ağı,
    Sevip sevilene açık kucağı,
    Her mevsim sevdadır, aşktır Toroslar…

    Adana.28 Mayıs 2015.Saat: 10.30

  • Harika UFUK.”BİR KALP BIRAKTIM SANA”

    h

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Çakıllı, dikenli, sarp öyle zor aşkın yolu,
    Bir kalp bıraktım sana her yanı hüzün dolu,
    Çok özledim boynuma doladığın dost kolu,
    Açlık, susuzluk neymiş lazım değil bana aş,
    Yalnızlığın koynunda derbederim arkadaş.

    Gülen yüzünü görmem inan cennete değer,
    Yanımda olurdun yar biraz sevseydin eğer.
    Sevda yüklü sözlerin, aşkın, yalanmış meğer.
    Açlık, susuzluk neymiş lazım değil bana aş,
    Yalnızlığın koynunda derbederim arkadaş.

    Yaktı beni derinden ok kirpikle kalem kaş,
    Eskiden seviyordun, unuttun yavaş yavaş,
    Tek başıma bırakma, duvar olmaz yalnız taş,
    Açlık, susuzluk neymiş lazım değil bana aş,
    Yalnızlığın koynunda derbederim arkadaş.

    Ben kalbime baktıkça görüyordum hep seni,
    Ayna kırıldığında göstermiyor bedeni,
    Gözlerindeki perde ayrılığın nedeni,
    Açlık, susuzluk neymiş lazım değil bana aş,
    Yalnızlığın koynunda derbederim arkadaş.

    Çağlayan nehirdim ben, sende biriktim göldün,
    Gönlümüz bir bütündü, acımasızca böldün,
    Parçalanınca kalbim içinde sen de öldün.
    Açlık, susuzluk neymiş lazım değil bana aş,
    Yalnızlığın koynunda derbederim arkadaş.

    Yaşayan ceset oldum yüzüm renksiz ve kansız,
    Gören herkes acıyor taraf tutmadan yansız,
    Bir kalp bıraktım sana tamir etmen imkânsız.
    Açlık, susuzluk neymiş lazım değil bana aş,
    Yalnızlığın koynunda derbederim arkadaş.

    Harika hatıralar gönlümde yaldız yaldız,
    Olmadığın mekânlar ıpıssız yapayalnız,
    Göklerden bakıyorum aşkıma yıldız yıldız,
    Açlık, susuzluk neymiş lazım değil bana aş,
    Yalnızlığın koynunda derbederim arkadaş.

    Adana.27 Kasım 2013.Saat: 20.00

  • Harika UFUK.”BİRLİKTE DAİMA İYİYE DOĞRU”

    h

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Hayattaki en güzel değerlerin başında,
    Sevgi, saygı, kardeşlik, hoşgörü, dostluk, vefa…
    Bulamazsın bir nebze nankörlerin aşında
    Sevgi, saygı, kardeşlik, hoşgörü, dostluk, vefa,
    Anlayışta gizlidir, İki cihanda sefa…

    Kemale erenlere taçtır, yakışır erdem,
    Âlimle, sanatkârla sohbet güzeldir her dem,
    Mutluluk bekliyorsak huzur verelim madem,
    Sevgi, saygı, kardeşlik, hoşgörü, dostluk, vefa,
    Anlayışta gizlidir, İki cihanda sefa.

    İyilerin yüreği kâinattan büyüktür,
    Vefasızlık kalplerde oldukça ağır yüktür,
    Kötü düşünenlerin beyinleri höyüktür,
    Sevgi, saygı, kardeşlik, hoşgörü, dostluk, vefa,
    Anlayışta gizlidir, İki cihanda sefa.

    İnsan olan insanın kadrini bilir elbet,
    Dürüstlükten, mertlikten kimse etmez şikâyet,
    Doğru bildiğin yoldan ayrılmadan devam et:
    Sevgi, saygı, kardeşlik, hoşgörü, dostluk, vefa,
    Anlayışta gizlidir, İki cihanda sefa.

    İyiliğin, yardımın kıymetini bilmeli,
    Istırap çekenlerin gözyaşını silmeli,
    Kötülüğü dünyadan tek kalemde silmeli.
    Sevgi, saygı, kardeşlik, hoşgörü, dostluk, vefa,
    Anlayışta gizlidir, İki cihanda sefa.

    Adana.15.10.2014.SAAT: 10.00