Category: Türkiyə ədəbiyyatı

  • Насиба Егембердиева

    null

    ЖЫЛАМА

    Жылама жаным жылама,
    Жылауға саған болама.
    Онсыз да өмірің қиын,
    Оларға.., ынсап сұрама.
    Арын сатқан арсыздар,
    Көз жасыңа, тұрама ?!
    Тырнағыңды бермес едім,
    Мен айтқанмен, болама?..
    Құлағыңды тос, құдайға,
    Əн айтамын, ұнайма.
    Өзім сені еркелеп,
    Алып қайтам бұл айда.
    Жылама, жаным жылама!
    Жылаған мен болама.
    Өмір кімді сындырмайды,
    Сол үшін де құлама !
    Сынса сынсын тас кеудем.
    Балаларды сынама!
    Қор қылғандар баласын,
    Тырнағына тұрама?..
    Қанша жақсы əйелдер бар,
    Бір тырнақ,- деп жан құдай!
    Берсең берші тек соларға,
    Өтсін балдар жыламай!

    * * *

    Шишадағы араққа тігілді бір күн,
    Пікірін білді де, шығарды бір үн.
    – Ақылдының алдында қадірі жоқ сумын,
    Ақымақтың ақылын байлаушы түйін.
    * * *
    Шашсыз басқа тарақ ұрсаң не пайда?
    Жамандарға аяақ ұрып не пайда?
    Араққорға, айтқан ақылың қор болар,
    Қатты тасқа таяқ ұрсаң не пайда?
    * * *
    Қар жауып секен, үйіліп тау қылар,
    Ағаштар көбейіп, бақша мен бау қылар.
    Арзымас боп көрінген əр жаман пейіл,
    Көңліңде жиылып, жүректі дақ қылар.

  • Yalçın YÜCEL.”Çocukluğum büyüdü döş cebimde”

    175054_178868168822977_4360000_o

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    * * *

    Çocukluğum büyüdü döş cebimde
    Yıllar ne de tez geçti böyle
    Anılar kaldı tek tük
    Yırtık ceplerimden düşmediyse
    Şimdi düşünüyorum
    Kurgusu tükenmek üzere olan saatler gibi
    Nice yoksul kaldırımlar, yürüyen yorgun ayaklarım
    Ve nasırlaşmış acılarıyla yaşamım
    Çocukluğum büyüdü, şu küçük döş cebimde
    Umutlarım ne kadar da çoktular o zaman
    Hepsi de sıcak bir ekmek gibi güzeldiler
    Koparamadım bir parça olsa da
    Çocukluğum, dürüp büküp döş cebimde sakladığım
    Bir ıtır kokusuyla çıkıyorlar yerlerinden şimdi
    Hangisini karşılasam, ne desem ki
    Kapım açık ardına kadar
    Orada büyüdü diyorum çocukluğum
    Şu boynu bükük döş cebimde işte
    Ne zaman üşüse, üşüse parmaklarım
    Bir arayıştır başlıyor, bir koşuşturma.

  • Yalçın YÜCEL.”Öfke ve Kin” [Deneme]

    175054_178868168822977_4360000_o

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Öfke günümüz insanının en korkunç hastalığı şüphesiz. İnsanlar artık onunla yatıp onunla kalkar oldular. En ufak bir sorun bile yırtıcı kaplana dönüştürüyor kişileri. Sonuçsa çok kötü elbet. İnsanın kendisine yakışmayan bir durum bu. Ortaya çıkan acılar, kırılganlıklar, sonrasında onarılabilir mi dersiniz. Çok zor elbet. Bu öfke ve tükenmek bilmeyen kinsel düşünce gittikçe büyüyor. Ortaya çıkan her çıkmaz öfkeyi koyuveriyor ortaya. İnsanlıksa küçüldükçe küçülüyor.
    ”Arkadaşına öfkeni söyle, geçsin; düşmanına öfkeni söyle; artsın” diyen William Blake bu hastalığın korkunç boyutlarını tek cümleyle gözler önüne seriverir . Seriverirde kim duyar dersiniz. Bir ülkede eğitimci öfke içindeyse, ülkeyi idare edenler öfkeyi, kini her an ceplerinde taşır duruma gelmişlerse diyecek ne kalıyor ki geriye.
    Şu çağdayız, şu yeniliklerle çağında ötesindeyiz derken neyi anlatmak istiyoruz acaba. Bir güzelliği vazomuza koyarken o güzelliği yaşatacak sevgi suyunu da vazoya taşımamız gerekmez mi?Yaşamın kendisi cehenneme dönmüşse görüntünün de bir anlamının kalmayacağı bilinmelidir. Sen, ben, maddecilik, çıkarsallık ve hırs yaşamın anlamını bazen, tadını kaçıran unsurlardır. Bir an önce temelde kendimizi ele alıp yargılamazsak, bir süre sonra kendimiz diye bir şeyde ortada kalmayacaktır.
    Öfke ve kin her an kendini büyüten geliştiren oluşumlardır. Siz kendinizi çözmezseniz bu oluşumlar çözecektir kendilerince her şeyi.
    ” Hiçbir şey öfke kadar insan düşüncesini sapıtamaz. Öfke kendini şişiren bir hırstır. Öfke saklanmaya da gelmez, büsbütün içimize işler.” Montaigne, konunun önemini yine büyük bir önemsemeyle vurgular cümlelerinde. Anlayana tabi bu sözler. Okuyan kalmayınca uyarılarda bir kenarda kalıveriyorlar.
    Çözüm eğitimde diye konuşuyoruz hepimiz. Peki eğitim nerede acaba. Hangi okula gitseniz bir karmaşa. Daha küçücük çocuklar bile öfke saçar olmuşlar. Haksız da değiller doğrusu. Eğitimci, eğitim çizgisinde büyük bir boşluk oluşturmuşsa tüm bunlar çıkacaktır ortaya. Bu eğitimcilere, önce kendi gideceğin yolu öğren; sonra öğretmeye kalk demek kalıyor bizlere. İdare edenlerde öyle.Önce insanca hareket etmeyi öğrenmeliler, sevgi sevinç saçmalılar önce düşüncelerinde. Koca bir meclis çatısı altı bile öfke ve kin dolu. Binlerce insanı temsil eden milletvekilleri öfkenin, kinin esiri olmuşlar. Onlar kavga ederken, onların insanları da dururlar mı. Yukarıda başlayan öfke uzantıları toplumu da sarıvermiş böylece. İşin en kötü yanıysa toplumsal güdülenmenin başlamasıdır. Böylece başlayan saldırganlık öfkenin de boyutlarını daha başka boyutlara öteliyor. Ne zaman ki öfkeyi ortadan kaldırırsanız kişinin saldırganlığı ve basitselliği de ortadan kalkıyor. Bu durumda kişiyi birden bire değişmiş görüyorsunuz. Bir yerde yeniden kendini buluyor insan. Ancak ki bir kültürel başlangıç kişiye kendini anımsatıyor. Zaten öfke ve kini tek yenecek, durduracak, öteleyecek unsurun temel yapıda oluşturulacak bir kültür yüklenmesiyle gerçekleşeceğidir. Kültürel oluşum kişiye önce kendi gerçeklerini tanıtacak, onu gereksiz amaç ve beklentilerden, kışkırtılardan uzak tutacaktır. Saldırganlık bir tek savaş durumlarında ve kişinin kendisini koruma zorunluluğu durumunda kabul edilebilir.
    Öfkenin üzerine giderken öfkeyi tümüyle yaşamdan soyutlamakta olmaz.Çünkü insanlar özgür yaşamları içerisinde belirli gruplaşmaları da oluşturmak zorundadırlar.Bu gruplar insanın tutum ve davranışlarını da etkilerler.İşte bu sırada çıkan öfke ve saldırganlık eğilimi, toplum kültürel yapısının bu tür davranışlardaki oluşma rolünü gösterir.Böylece başlayan görüşler, toplumsallaşmada öğrenmeyi temel alan öğretiler insan-grup ilişkilerini de ortaya getirir.Oluşan ve uyulan bu ortak değerler öfkeyi, saldırganlığı kültürel bakış içerisinde yumuşatır.Tüm bu konuların içinden kültürel yoğunluğu kaldırdığımız an ise karmaşa bir şekilde toplumsal şiddet eylemleri başlar.Bu eylemler ayrımcılığı birdenbire ön plana getirir.Sorun, belirli bir öze dayanmayan cehalet kökenli öfkenin kendini tatmin etme hırsıdır.Ne olursa olsun bu tür ayrımcı ve kötü niyetli öfkenin karşısında onun gibi davranmamak gerekir.Engelleme ortadaki öfkeyi daha da büyütür.Öfke neden ortaya çıkmıştır, gücünü nereden almaktadır yanıtını öncelikle aramaktır çözüm.Kudurmuş bir öfkeyi biraz beklemekle, onun yavaşladığını görebilirsiniz.Çünkü öfke büyüdükçe kendini de bir ölçüde zayıflatır.Kişi o an kendi değildir.Onun gibi davranmayıp onu sabırla beklemeniz kişiyi gerçek yapısıyla tekrar ortaya çıkaracaktır.
    Öfkeye öfkeyle karşılık vermek, öfkenin gücünü de kabul etmek olur.İnsansanız öfkelendiğinizde durgun akan bir su gibi olmalısınız.Çevreye zarar verir olduğunuzda da insan olmaktan çıkarsanız. Güzel davranışlar, olumlu bakışlar ve sevgice yaklaşımlardır yaşamı yaşanılır kılacak etkiler.Gün ışığına bir kere karanlık hükmedecek olursa yaşam diye bir şey de kalmayacaktır ortada.

  • Harika UFUK.”NE OLACAK BU ŞAİRLERİN HALİ”

    huh

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Şiir benim için nefes almak kadar gerekli, rüya kadar güzel, tek dizeyle bile bir anda içine çekecek kadar sihirli bir dünya… Şiir yazmak, yaşam biçimim… Sadece yazmak değil, bol bol kaliteli şiirler okumak en büyük zevkim… Bu arada gazetelerde ve dergilerde şiir köşesi hazırlamak da çok hoşuma gidiyor. İnsanlara şiiri sevdirmek, onları günün stresinden bir an bile olsa uzaklaştırmak, gönüllerinden geçirdiklerine tercüman olabilmek güzel bir duygu…

    Özellikle genç yeteneklere el uzatmak; onların şiirlerini ilk kez gazetelerde, dergilerde gördüklerindeki sevinçlerini gözlemlemek bana keyif verir. Aklı başında üniversite öğrencileri son derece saygılı yaklaşırlar. Eleştiriye açıktırlar. Önerilerimi dinlerler. Şiire emek verirler. Atalarımız: “Bin bilirsen, bir bilene danış.” demişler. “Danışan dağ aşmış, danışmayan düz yolda şaşmış.” atasözü de yabana atılmamalıdır. Fikir alışverişi bana göre her zaman faydalıdır. Bu yöntemle pek çok genç şair adayını şiire kazandırabilmek mümkündür.

    Bazı şiir heveslileri de bütün yarışmaları takip ederler, seçim yapmadan hepsine katılırlar. Katıldıkları yüz yarışmadan birinden mansiyon aldıklarında kendilerini ulu şair olarak ilan ederler. Beş-on kişinin katıldığı yarışmada mansiyon almak bence büyük bir başarı değildir. Sadece kötünün iyisidir. Öğretmen okulundaki meslek dersleri öğretmenimiz Yusuf Şahiner Bey’in dediği gibi ehven-i şer…

    Bir de şiir yazdığını zannederek kendilerini en büyük ustalarla eşit hatta onlardan dahi üstün görenler vardır. Bunlar iflah olmaz kişilerdir. Her yazdıklarına sadece kendileri hayran olurlar. Hatta büyük ustalara dil uzatmaktan çekinmezler. En büyük hatalardan biri de haddini bilmemektir. Yıllar önce bir şair bana “Karacaoğlan da kimmiş, ben ondan çok daha iyi yazıyorum.” dediğinde gözlerim yuvalarından fırlamış, nutkum tutulmuştu. Ne desem boştu, şaşkınlık içinde oradan uzaklaşmıştım. Konuşsaydım çok kırıcı olabilirdim. Her şeyi bilmeleri gerekmiyor, hadlerini bilseler yeter.

    Gazetelerde, dergilerde şiir köşesi hazırladığım için şiire heves edenler sosyal paylaşım sitesinde devamlı olarak bana arkadaşlık teklifi gönderirler. Şiirlerini eleştirmemi, uygun bulursam yayınlamamı rica ederler. Ben de elimden geldiğince yol göstermeye, yardımcı olmaya çalışırım. “Kimse kimseyi küçümseyecek kadar büyük değildir bilmelisin. Küçümsediğin her şey için gün gelir, önemsediğin bir bedel ödersin.” diyor Tolstoy… Herkes kendine göre bir değerdir. Birbirleriyle kıyaslamak da hata olur. Bana düşen yol göstermek ve elimden geldiğince onlara destek sağlamaktır. Yayınlayacağım şiirin başyapıt olması da gerekmez. Bilirim ki şair adaylarının ürünleri yayınlandığında mutlu olacaklardır ve daha güzel eserler vermek için kendilerinde güç bulacaklardır.

    Geçenlerde bir sosyal paylaşım sitesinden bana arkadaşlık yollayan kişinin şiire hevesli olduğunu sanarak arkadaşlık teklifini kabul etmek hatasında bulundum. Yirmi ortak arkadaşımız vardı ve yirmisi de şairdi. Demek ki gazetedeki köşeme ulaşmak istiyor bu kişi dedim kendi kendime… Belki de şiirlerini göstermek, fikrimi almak için arkadaşlık yolluyor diye düşündüm. Baktım her etkinlik fotoğrafımın altında bu zatın “Ne olacak bu şairlerin hali? Şairlere hiç değer verilmiyor.” yorumlarını okudukça meraklandım. Sayfasına gittim. Şiir sandığı bir karalamayla karşılaştım. Olabilir, herkesin ilk yazdığı şiir başyapıt değildi elbette… Baktım bana özelden mesaj yazıyor:

    – Ne olacak biz şairlerin hali?
    – Kardeş sen şair misin?
    – Evet, şairim.
    – Senin kitabın var mı?
    – Yok.
    – Kardeşim, şiirin bir edebiyat dergisinde çıktı mı?
    – Yok.
    – Peki, kardeş sen gazete, dergi, kitap okuyor musun?
    – Yok, okumuyorum. Gazeteler, dergiler beni okusun.
    – Şairlerden kimi tanıyorsun?
    – (Yerel şairlerden bir isim veriyor.) Ondan başka şair tanımam.
    – Kardeş, o zaman şairlerin hali ne olacaksa ona sor.
    – Sen şair değilsin o zaman!
    – Değilim kardeş. Ben şair değilim, yazar değilim, edebiyat öğretmeni değilim. Sadece insanım. Kamil insan olma çabasındayım.
    – Şair de insandır ama…
    – Kardeş sana iyi günler. Bu sorunun muhatabı ben değilim. Sorunu tanıdığın o tek şaire sor lütfen! Hoşça kal, yolun açık olsun!

    Bu işe emek verenler, saçlarını değirmende ağartmıyorlar. Bilene saygı göstermek gerekir. Bilmediğini kabul etmek de erdemdir. “Ben oldum.” diyen kişi yanılmıştır. Hele şiir çok emek ister. Yirmi bir kitap çalışmam, altı basılı kitabım, yurt içinden ve yurt dışından kazandığım sayısız ödülüm var. Buna rağmen o kadar büyük ustalar var ki onların yanında “Şairim.” demeye cesaret edemiyorum. Onlar bana şiirlerimi öven güzel sözler söyleyince mutlu oluyorum. Allah’ım, sana yalvarıyorum; rahmetli annemin tabiriyle tavuk olmadan takaya çıkanlardan beni uzak et. Gerçek şairlere ve şiir severlere saygılarımı yolluyorum. Bana emek eden hocalarımın ellerinden öpüyorum, ölenleri de rahmetle anıyorum.

    HARİKA UFUK
    ADANA

  • Harika UFUK.”SEVGİ NEDİR?”

    huh

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Gönlündeki kilimi ilmek ilmek dokuyan,
    Zarif köylü kızının al kınalı elidir,
    Yavrusunu okşayan, bin bir dua okuyan,
    Ak sütüyle besleyen annelerin dilidir.
    Ruhlardaki müziğin titreştiği telidir.

    Sevgi; bir boy aynası, her canlının baktığı,
    Bazen taç, bazen nişan, bazen çiçek taktığı,
    Kudret pınarı olupkalpten kalbe aktığı,
    Köpürdükçe taşarakcoşanduygu selidir.
    Ruhlardaki müziğin titreştiği telidir.

    Sevgi gönül ocağı; ateşi, sıcağıyla
    Sevgi bir gönül şehri, yetmiş bin bucağıyla
    İnsanı sarmalayan şefkatli kucağıyla
    Mevlana’nın çağıran, dosta açıkkoludur.
    Ruhlardaki müziğin titreştiği telidir.

    Ulu Rabbim kulunu ne de güzel yaratmış,
    Topraktan hamuruna sevgiyi maya katmış,
    Ruh üflemiş bedene iskeletini çatmış,
    Sevgi ahirkervanın ince uzun yoludur.
    Ruhlardaki müziğin titreştiği telidir.

    Yaşamayıdileyen; hava, su, yemek ister,
    Sevgi nazenin çiçek, itina, emek ister,
    Sevenler sevdiğine tatlı söz demek ister.
    Sevgi dertlibülbülün aşkla açangülüdür.
    Ruhlardaki müziğin titreştiği telidir.

    Sevgi içten yanıştır, közlerle dışa vurur.
    Sevgi kalpte gizlidir, gözlerle dışa vurur,
    Sevgi dilde toplanır, sözlerle dışa vurur.
    Yürekten yankılanan güzelliğinhalidir.
    Ruhlardaki müziğin titreştiği telidir.

    Sevgi yurdumuzdaki yüce yüce dağlardır,
    Salkım salkım üzümlü bereketli bağlardır,
    Geçmişten günümüze anlı şanlı çağlardır.
    Hayal dünyamızdaki cennetin timsalidir.
    Ruhlardaki müziğin titreştiği telidir.

    29 OCAK 2014.SAAT:15.00

  • Yalçın YÜCEL.”SEN”

    175054_178868168822977_4360000_o

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Sen bir başkasın güzel
    Yüzümü aydınlatansın
    Yüreğimle oynaşansın
    Üzerime dökülen sıkı bir yağmursun
    Yalnızlığıma çöküp kalan acısın
    Sen rüyalarımda açan çiçek
    Gülümseyen bir çocuk gibisin
    Kucakladığım sevginde
    El ele tutuştuğum özlemsin
    Sen yaşamsın güzel
    Bir başkasın ayrıksı
    Ucundan tutup sürüklediğim.

  • Yalçın YÜCEL.”SAYGILI OLMAK”

    175054_178868168822977_4360000_o

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Kişi ilkin kendine saygı duymalıdır. Kendisine saygısı olmayanın başkasına saygılı olması beklenemez. Saygınlık bireyden topluma doğru bir oluşum gösterirse, o toplumun sosyoekonomik çizgide düzenli kalkınmasının da nedeni olur.
    Son yıllarda en çok gereğini duyduğumuz konulardan biridir saygılı olmak, olabilmek. Artık kimse kimseye saygı göstermez bir toplum önümüze geliyor. Bu konuda çıkmaz sokakların önü hep tıkanık. Kimse çözüm üretmeye de çaba göstermiyor. Oysa saygı, toplumun çeşitli kesimlerine ve kuruluşlarına, kendine özgü bir anlam ve yorum getirecektir.
    Konunun özünü görebilmek için merdiven basamaklarının ilkinde durup düşünmek gerekir. Kuşkusuz saygının ilköğretimi ailedir. İlk saygı dersleri burada alınır. Buradaki eğitim nedenli güçlü ve günümüz saygı kurallarına uyumlu ise, bireyin kendine ve toplum yararı da o denli yüksektir. Genellikle günümüz çocukları, gençleri, anne, baba ve diğer büyükleri karşısında içki içmeyi, ayak ayak üstüne atmayı, küfürlü konuşmayı saygısızlık görmüyorlar. Şimdi böylesi gençleri yetişmiş durumlarıyla toplumun çeşitli kesimlerine oturtup davranışlarını gözlemeye çalışalım:
    Öğrenci olarak: Öğretmenlerine karşı, arkadaşlarına karşı ve derslerine karşı saygısızdır. Başarısızlık en üst boyuttadır. Her türlü karanlık eylemlere eğilimli oldukları için genelde okulda mikrop saçarlar. Çevre bu tür öğrencilerden büyük bir rahatsızlık duyarlar. Sayısal çoğunlukları arttıkça da okulda karmaşayı çoğaltırlar.
    Sporcu olarak: Trilyonlarca transfer parasını alıp karşılığında bekleneni ortaya koymazlar. Gece hayatlarıyla günlerini gün eder, sahada ise sadece gezinirler.
    İşveren olarak: Kendi çıkarlarını her-şeyden yüce görürler. Vergilerini azaltabilmek için her türlü yolu denerler. Yasaları çiğnemek onlar için önemli değildir. İşçilerini birer eşya gibi görüp öyle hareket ederler.
    İşçi olarak: Sırtını sendikaya dayayarak, hakettiklerinden çok fazlasını isterler. Buna karşın iş verimleri düşüktür.
    Sanatçı olarak: Sanatsal düşünce ve hareketleri aldıkları parayla orantılıdır. Aldıkları parayla sanatları vardır.
    Yönetici olarak: Koltuklarında kalmak için yasaları bile hiçe sayarlar. Kendilerini koltuğa oturtanlar için her türlü yaltakçılığı da yaparlar.
    Vatandaş olarak: Araçlarıyla kırmızı ışık yanarken geçiş yaparlar, yaya iken yaya geçitlerine uymazlar. Yerlere tükürür, çevreyi rahatsız ederler.
    Yüzeysel olarak saygı eğitimindeki yetersizliği ortaya getirmek istedim. Sanırım benim gibi her kültürlü insan bu şekilde bakarken konuya tedirgindir. Bu konuda konferanslar verilir, yazılar yazılır. Sonuç pek değişiklik göstermez nedense. Ama bu sonuç konunun üzerine bilinçli ve duyarlı şekilde eğilim göstermediğimizden kaynaklanır.
    Gerçek anlamda çözüm diyorsak yine aileden başlamalıyız çözüme. Her aile, parasal bir gereksinim olmadan, çocuklarını topluma saygı gösterecek ve görecek şekilde yetiştirmeleri gerekmektedir. Yoksa saygı yitip gidecektir uzaklara. Ne yapsanız, ne etsenizde dönmeyecektir yanınıza.
    Saygı eğitimi aileden sonra okulla sürer. Burada görev öğretmenlere ve yazarlara düşer. Öğretmen ve kitap birbirini bütünler. Çocuğu yetişmesinde doğruların uygulanması, temel ilkede çizginin düz olarak taşınması saygın görüşü derinleştirir. Eğitimdeki yanlışlıklar ise bir başka sorundur. Bu yanlışların eğitimciler tarafından saptanıp düzeltimine gidilmesi saygın görüşü daha değerli kılar. Saygıyı, sevgiyi ve de kardeşliği kökünden sarsan fikirler çocuklardan mutlaka uzak tutulmalıdır. Bu arada ahlak dışı, vurdulu kırdılı filmlere de bir çare bulunmalı. Televizyon programları saygı oluşumları içinde olmalı, zararlı kitapların satışı ise öncelikli bir şekilde önlenmelidir.
    Dileğim saygı ve sevgi dolu çocuklar ve gençlerden oluşan yarınlar çıkmalı karşımıza. Saygı ve sevgi ile büyümeli, gelişmeli. Vazodaki çiçekler gibi değil topraktan köklenerek çıkmalı göğün içine.z

  • Harika UFUK.”KAPI”

    huh

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Günaydın. Dikkat edin günün birinde tekrar çalacağınız kapı ebediyen yüzünüze kapanmasın.

    Kapalı o kapı şimdi
    Çalsam açılır belki…
    Ama acaba kapıyı açacak olan
    Beklediğim kişi mi?
    Seven çok şans verir sevdiğine
    Kolayca kapatmaz kapılarını ama
    Sevilen çok kırılmıştır belli ki
    Kapandı mı bir kapı hayatınızda
    Beklersiniz önünde
    Yıllarca…
    Heyhat!
    Gidenler dönmüyorlar,
    Ölseler de bir kalsalar da…
    Kalan kaldığı gibi
    Kalır mı sence?
    Boşuna!
    Kapalı o kapı şimdi
    Çalsam açılır belki…
    Ama acaba kapıyı açacak olan
    Beklediğim kişi mi?
    HARİKA UFUK
    ADANA
    6 KASIM 2015
    SAAT: 06.45
    YARASI ISLAK ADLI ŞİİR KİTABIMDAN

  • Ahmet Tevfik OZAN.”BİR ÖMRE NAZAR”

    1200t

    Hangi taştan yontulmuş şu garip kafatasım?
    Kâinat zerre zerre içinde raksediyor…
    Buzları tutuşturan bir alev ihtirasım.
    Çığlığım yıldızlardan fezaya aksediyor.

    Güz gelmiş; yaprak değil, dökülen hayallerdir
    Dün ölmüş, hal perişan, yarın elbet ölecek
    Ortasında zavallı ben, zavallı, nedendir:
    Hüngür hüngür ağlasam, her şey bana gülecek

    Zaman, yanımda akan berrak, sessiz bir nehir
    Kenarında oturup beklesem mi diyorum?
    Rabbim’in nizamı bu: bir nurlu kayık gelir
    İstesem, istemesem bu günü bekliyorum.

    Okunmamış bir, yâr diyerek koşuyor
    Semaya hançer hançer fışkıran alevlere
    Batan gün, ötelerden bir haber mi taşıyor?
    Niçin çıkar sokaklar taş yürekli evlere?

    Beyaz bir bulut, akan, bir bitmez yeşil deniz
    İki yanımda her gün, hayallerle haşre dek…
    Bu nuranî âlem ne? Biz, yarabbi nerdeyiz?
    Hakikati emziren rüya ne gün bitecek?…

  • Orhan Fatih KUŞDEMİR.”TOKAT’IN SAZI SÖZÜ-4″

    1100tosyaad

    TOKATLI GEDÂÎ’NİN TASAVVUFÎ ŞİİRLERİ
    (Yrd. Doç. Dr. -BOZOK ÜNV. FEN-EDB. FAK. T.D.E Bölümü- orhanfatih71@hotmail.com)

    Bu çalışmada kaynak olarak Sadettin Nüzhet’in “XIX’uncu Asır Saz Şairlerinden Beşiktaş’lı GEDAΔ(1933) ve Muhtar Yayla Dağlı’nın “Bektaşî Edebiyatından Tokatlı GEDÂYÎ- Hayatı ve Eserleri” (1943) kullanılmıştır. Hayatı hakkındaki bilgiler ve şiirleri bu eserlerden alınmıştır. Sadettin Nüzhet’in eserinde 73 şiir, Muhtar Yayla’nın eserinde gazel, koşma, mersiye, destan ve tahmisler dâhil 153 şiir bulunmaktadır.
    Kimliği, eserleri ve gerçek yaşam öyküsü hakkında az bilgi bulunan Gedâî, on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısı ile yirminci yüzyılın başında yaşamış bir Bektaşi saz ozanıdır. 1826 yılında Tokat’ta doğmuştur. Asıl adı Ahmed’dir. Ona Gedâî mahlasını veren ünlü Bektaşi Baba’larından Sinop’lu (Batum’lu) Yesari Baba’dır. Babasının adı Ahmed Muhtardır, babası kereste tüccarıdır. Tokatlı Gedâyî adıyla da anılır. İstanbul’a geldikten sonra, Rumeli Hisarı tekkesi postunda oturan Nafi Baba’dan el alarak, Bektaşi olmuştur. Din dışı şiirleri de bulunmaktadır. 1889’da İstanbul’da ölmüştür. İlköğreniminden sonra babasının keresteci dükkânında çalıştı. Sevdiği kız veremden ölünce saz ve şiire merak salmıştır. Bir ara Tokat’a gelen Batumlu Yesari Baba kendisine sazını ve şiirlerini dinledikten sonra mahlasını sorar, mahlası olmadığını öğrenince ona Gedâî mahlasını verir. Gedâî (dilenci) mahlasıyla orada bulunan arkadaşları dalga geçince, Gedâî Bektaşî babasına dönerek:
    — Baba erenler, fakire dilenciliği mi layık gördünüz? Bakın arkadaşlarım daha şimdiden benimle eğleniyor ve alay ediyorlar. İleride bu isim yüzünden başıma daha kim bilir neler gelecektir!.. gibi sözler söyleyince baba:
    — Varsın arkadaşların seninle alay etsinler oğlum. Sen bunlara aldırma. Ben sana bir şey söyleyeceğim. Hatırında iyi kalsın. Sen zaman gelecek, sazda sözde çok değerli bir insan olacak, büyük ve küçük birçok insanların sevgisini kazanacak ve hatta padişahların meclislerinde bulunarak iltifatlarına da uğrayacaksın, demiş ve hayır dua şeklinde söylenen bu sözler herkes tarafından kabul görmüştür (Dağlı 1943: 9).
    Tarihi saptanamayan bir savaşta esir düşmüştür. Savaş bitince Tokat’a dönerken İstanbul’a uğramış ve Beşiktaş’a yerleşmiştir. Âşık kahvelerine çok gittiği için çağının bütün saz ozanlarını tanımıştır. Yalnızca hece ölçüsüyle ürünler vermekle yetinmemiş divan türünde de hatırı sayılacak eserler vermiştir.
    Gedâî, bir süre Üsküdar çiçekçi kahvesini çalıştırdı. Tavukpazarı’ndaki âşıklar kahvesinde sazı ve sözüyle tanındı. Çevresi giderek genişledi. İstanbul’un tanınmış yazar ve şairlerince de beğenildi. Onların önerisiyle Padişah Abdülaziz’in huzurunda saz çaldı ve sarayın incesaz heyetine katıldı. Bu görevi 5. Murad dönemine kadar sürdürdü. 2. Abdülhamid’in incesaz heyetini dağıtmasından sonra emekliye ayrıldı. Nefeslerinden başka halk şiiri geleneğine uygun söylediği şiirleri de vardır. Sazda ustası Erzurum’lu Emrah’tır. Mir’ati, Fenni, Şevki, İşreti ve Şeyh Galib’in gazellerini tahmis etmiştir. Beşiktaş’taki dükkânında arzuhalcilik yaptı. İstanbul’un çeşitli semtlerinde saz çalıp söyleyerek dolaştı. Bu dönem “Medet Tophaneli top top kıvırcık perçemli” nakaratlı şarkısı çok tutuldu. 19. Yüzyıl âşıkları arasında Arapça, Farsça sözlük ve tamlamalara fazlaca yer verişi, hece ölçüsünün yanında aruzla da şiir yazmasıyla dikkat çeker. Bektaşiliğe girerek bu tarikatın 19. Yüzyıl’daki belli başlı temsilcisi Mehmed Hilmi Dedebaba’ya kapılandı, ondan “babalık” aldı. 1901 yılında İstanbul’da ölmüş ve Karaca Ahmed mezarlığında toprağa verilmiştir. Hakkındaki bilgiler ve bazı şiirleri Saadeddin Nüzhet Ergun’un “XIX. Asır Saz Şairlerinden Gedâi (1933) kitabı ile Muhtar Yahya Dağlı’nın “Tokatlı Gedâyî” (1943) kitaplarında toplanmıştır.
    Edebî Şahsiyeti: 19. Yüzyıl âşıkları arasında Arapça, Farsça sözlük ve tamlamalara fazlaca yer verişi, hece ölçüsünün yanında aruzla da şiir yazması nedeniyle Gedaî’nin eğitim görmüş biri olduğu anlaşılmaktadır. Şair; destan, koşma, divan, semaî, yedekli semaî, gazel gibi muhtelif şekilli manzumeler yazmıştır.
    Gedaî’nin bazı şiirlerinde Tasavvufî bakış açısının hâkim olduğu görülmektedir. “Kâfü Nun” (Kün- Ol emri) hitabı emrolunmadan, birlik âleminde can ile bir can olduğunu söylediği şiiri bunlardan biridir.
    -1-
    Kâbe-i ruhsâr-ı yârı eylemiştim ben tavaf
    Dehr-i dûne gelmeden emrolmadan hem Nûn ü Kaf
    Cân ile hem cân idim cânân ile cânân idim
    Âlem-i vahdette tutmuştum güzel bir i’tikâf
    Çeşm-i can kıldı nazar ibretle Hak’kın vechine
    Hamdola âyîne-i kalbim o günden oldu saf
    Bildim Hak’kın varlığın îman ü ikrâr eyledim
    Tâ Elest bezminde ruhlar cem’olunca saf saf
    İstedim cinn ü beşer şeklinde bir sûret tutam
    Çar anâsır gömleğin giydim çekildim bir taraf
    Ey Gedâî hâce-i aşktan alup ben dersimi
    Cümle evzâ’-ı cehaletten ben ettim i’tiraf

    Açıklama:
    Dehr-i dûn: Aşağılık, alçak dünya
    Evzâ’-ı cehalet: Cahillik durumları/halleri
    Şair, tamamen “Vahdetperest” görünmektedir. Onun yanında mescit ile meyhanenin farkı yoktur. “Allahı hariçte aramak doğru değildir. Kendimizdedir. Kerremna ile terkim olunan biziz ve bütün kerametler bizdedir. Biz tecelli Tur’uyuz” diyerek mutasavıfanın umumî kanaatlerine iştirak eder (Nüzhet 1933: XIII).

    -2-
    Biz kuluz ol Hâlik’a eşya bizimdir bizdedir
    Bizden ayrı sanmanız Mevlâ bizimdir bizdedir
    Ehl-i dillerdir hakikatle muazzez bilmiş ol
    Gözsüze pinhandır ol ammâ bizimdir bizdedir
    Her cihetle kalbimiz cânâ tecellihandedir
    Biz Tecelli Tûr’uyuz Sinâ bizimdir bizdedir
    Kim severse Hak’kı kalbi içre her dem yoklasın
    Biz anı sevmişleriz hâlâ bizimdir bizdedir
    Ey Gedâî hep kerametler benî Adem içün
    Hamdola âyât-ı Kerremnâ* bizimdir bizdedir (s. 59-60)

    * Ayât-ı Kerremna: “Ve lekad kerremnâ benî âdeme ve hamelnâhum fîl berri vel bahri ve razaknâhum minet tayyibâti ve faddalnâhum alâ kesîrin mimmen halaknâ tafdîlâ.”
    Ve andolsun ki; Âdemoğlunu kerem sahibi (şerefli) kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Ve onları helâl şeylerden rızıklandırdık. Ve onları yarattıklarımızın çoğundan fazilet (açısından) üstün kıldık (İsra- 70.ayet).

    Gedâî, “Kesret” te “Vahdet”i bulmaya çalışanlardandır. Ona göre, ölmeden evvel ölenler, “Haşr ü neşr” i yaşarken görmüşler ve eşyada İlâhi nuru bulmuşlardır:

    -3-
    Vücûd iklimini bir nüsha-i kübrâ’da görmüşler
    Hakîkat sûretin ol Allemel’esma’da görmüşler
    Demişler Mûtu kable en temûtû sırr-ı vahdettir
    Görenler haşr ü neşrin zevkini dünyada görmüşler
    Tarîk-i vahdeti hep âlem-i kesrette bulmuşlar
    Huzûr-i izzetin envârını eşyada görmüşler
    Alanlar feyz-i fıtrat Men aref dersinden almışlar
    Rümûz-i sırrı Sübhanellezi Esrâ’da görmüşler
    Yakup tâ can evinde şem’-i aşkı nûr-i Rahman’ı
    Hakikat can ile cânânı bir mâ’nâda görmüşler
    Gedâî aç gözün sen de uyan bu hâb-ı gafletten
    Uyanıklar seni gafil acep sivâda görmüşler. (s.75)

    Açıklamalar:
    Nüsha-i kübrâ: Kainat, Büyük sayfa, çok manayı ifade eden âlem.
    Alleme-l esma: “Âdem’e bütün isimleri öğrettik” (Bakara Suresi: 31). Fakat Hz. Adem için “bütün isimleri, eşyanın hakîkatini bilen” anlamında kullanılan bir sıfat ve tasavvufta bir makamdır.
    Mûtu kable en temûtû: “Ölmeden önce ölünüz” (Hadis)
    Men arefe: “Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu” “Nefsini bilen/tanıyan Rabbini tanır/bilir” (Hadis)
    Sübhanellezi Esrâ: “Subhânellezî esrâ bi abdihî leylen minel mescidil harâmi ilel mescidil aksallezî bâreknâ havlehu li nuriyehu min âyâtinâ, innehu huves semîul basîr(basîru).” Âyetlerimizi göstermek için, kulunu geceleyin Mescid-i Haram’dan, etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya yürüten Allah, Sübhan’dır (bütün noksanlıklardan münezzehtir). Muhakkak ki O, en iyi işiten, en iyi görendir (17/İSRÂ-1).

    Şair bir takım ahlâkî telakkileri de şiirlerinde dile getirmiştir. Hz. Süleyman gibi olmayı tercih eden ve bir karıncayı bile incitmek istemeyen Gedâî, acizlere, zavallılara karşı yardım ve iltifatı tavsiye etmektedir. Bilhassa gurur, şair nazarında katiyen beğenilmeyen bir huydur. (s. XIII):

    -4-
    Süleymân ol tekebbür eyleme nefsin hevâsında
    Bugün mûr-ı zaîfe iltifat et Hak rızasında
    Makamın evc-i ulyâ kadrin a’lâ olsa fahretme
    Niçin her bir kemale bir zevâl var mâverâsında
    Ulüvv-i himmetin bir şem-i bezm-i valsa hasr et kim
    Anın nûr-i mahabbetten eser olsun ziyâsında
    Görünse burc-i mîzân-ı felekten necm-i ikbalin
    Sana bir sûret-i resm-i vefa yoktur bekasında
    Sakın aldanma zevk u şevk u mekr ü âline dehrin
    Olur binlerce mihnet bir iki günlük safâsında
    Gedâî etme ümmîd-i vefâ çarh-ı sitemgerden
    Değildir zerre veş sâbit kadem ahd-ı vefâsında (s. 63-64)

    Açıklama:
    Mûr-ı zaîfe: Küçük, zayıf karınca.
    Evc-i ulyâ: En yüksek, doruk, zirve.
    Fahr: Övünmek
    Mekr: Hile, oyun
    Çarh-ı sitemger: Zalim felek.

    Şaire göre fakirlik, zenginliğe müreccahtır. Kimseden bir şey istemeyen ve Allah’ın verdiğine razı olan, Gedaî, dindar bir adamdır. “Nefsi emmare”sinin zebunu olmakla beraber, yüzünün karalığını ve elinin boşluğunu itiraf ederek Allah’a iltica etmekte ve Peygamber’in şefaatine sığınmaktadır. Gedâî, “Ehli beyt” muhibbidir. Oniki İmam ve bilhassa İmam Hüseyin hakkında 3 mersiye kaleme almıştır. Gedâî, Bektaşî olmakla beraber Batınîlik temayüllerini gösteren manzumeler vücude getirmemiştir (Nüzhet 1933; XIII).

    -5-
    Geç ey vâiz sen ol sûy-i riyâda çok savaş etme
    Hevâ-yi nefs ile kürsîde çeşmin kanlı yaşetme
    Azâb âyetlerin tefsir edüp kesb-i maaş etme
    Oku Lâtaknetû min rahmetillâh’ı telâş etme

    Nazar kıl can gözün aç ehl-i hâl ol bir kemâl iste
    Cihânın ziynetinden geç ne devlet ve ne mâl iste
    Soyun varlık libâsın fakr hâl ol köhne şâl iste
    Eğer âşık isen yâ hû visâl iste cemâl iste

    Eğer sen ilm ile âkil isen bâb-ı şeraitte
    Sakın bir kimsenin beyt-i dilin yıkma tarikatte
    Neler vardır ki bilmezsin bu ahkâm-ı hâkikatte
    Hudâ mü’minlerin kalbindedir yok kasr-ı cennette

    Eğer geçmek dilersen arsa-i mahşer Sırâtından
    Ayağın çek bu mülkün sen de râh-ı inbisatından
    Bulup bir mürşid-i kâmilden el tut iste bâtından
    Sülûk erbâbını zanneyleme kim iştitâtından

    Gedâî âşık-ı sâdık cemalsiz cenneti neyler
    Olup vahdetmişin Hak’kın rızâsın er olan peyler
    Bilirken işbu esrârı neye zâhit inâd eyler
    Geçip dîdâr-ı Hak’tan kasr-ı cennet zevkini söyler

    Hakîkat cevherin seng-i sitemle hurduhâş etme
    Eğer esrâr-ı aşka mahrem isen gayre fâşetme (s. 64-65)

    Açıklama:
    Sûy-i riyâ: Riya tarafı, ikiyüzlülük yeri.
    Lâ taknetû min rahmetillâh: “Allah’ın Rahmetinden Ümidinizi Kesmeyin”(Zümer Suresi/53. ayet).
    Visâl: Ulaşma, sevgiliye kavuşma, vuslat.
    Hurdu hâş: Paramparça

    -6-
    Beni bend-i esîr etti medet bu nefs-i emmâre
    Sığındım nefs elinden melce-i dergâh-ı Settâr’e
    Medet senden der-i ihsânına geldim yüzü kare
    İlâhî rahmetin mahsus bilüp mücrim günahkâre

    Niyâzım bu benim sen hazret-i sultân-ı Gaffâr’e
    Iriştir menzil-i maksûdumu sür’atle dîdâre

    Dilimde vird-i tesbih eyledim ben yâ Sabûr ismin
    Derûnum levhine tasvîr kıldım Hû Şekûr ismin
    Gönül mir’atına saldı ziyâ âlemde Nûr ismin
    Göründü sûret-i Esmâ-i hüsnâ’da Gafûr ismin

    İlişti can gözü dîdârına mir’ât-ı kudrette
    Anınçün âşık-ı mecbûrun oldum kaldım hayrette
    İkimiz bir idik tâ ezel ahkâm-ı vahdette
    Seni benden beni hiç senden ayrı bilmem elbette

    Der-i ihsanına geldim mürüvvet eyle sultânım
    Bağışla hak Habîb’in hürmetiyçün cümle isyânım
    Gedâî bir tehidest rûsiyâh akl-ı perişânım
    Medet verme ziyânı destine çâk-i giribanım

    Niyâzım bu benim sen hazret-i sultân-ı Gaffâr’e
    Iriştir menzil-i maksûdumu sür’atle dîdâre (s. 65-66)

    Açıklama
    Mir’ât: Ayna
    Tehi dest: Eli boş, züğürt
    Rû-siyâh: Kara yüzlü, ayıbı olan
    Çâk-i giriban: Sabahın aydınlığı, yaka yırtmacı

    -7-
    Eyâ ey hazret-i sultân-ı âlem taht-ı devlette
    Eyâ ey menba’-ı şefkat sarâ-yı burc-i hikmette
    Eyâ ey mazhar-i esrar olan sûrette sîrette
    Eyâ ey râh-ı adnin rehberi rûz-i kıyâmette

    Atâyâ mücrime senden olur elbette elbette
    Habîbim bîkesim sensin muînim bu tarîkatte

    Medet ey on sekiz bin âlemin şevketli hâkanı
    İnâyet ma’dilet kânı Süleymanlar Süleymanı
    Saâdet mülkünün mâhı şerefli Şems-i tâbânı
    Fedâ kıldım yolunda nakd-i ömrü baş ile cânı

    Buyurdu şânına Levlâke Levlâk Hazret-i Mevlâ
    Seni halketmeseydi halkolunmazdı bütün dünya
    Cihânın varlığına bâis oldun ey gül-i ra’nâ
    Senin nûr-i cemalin hakkına var oldu hep eşyâ… (s. 66-67)

    Açıklama:
    Râh-ı adn: Cennet yolu.
    Muîn: Yardımcı
    Ma’dilet: Adalet
    Levlâke Levlâk: “Levlake levlak lema halaktul eflak/Sen olmasaydın bu alemleri yaratmazdım” anlamına gelen bir kutsi hadis.

    -8-
    MERSİYE
    Nûr-i fazl-ı Kibriyasın yâ Hüseyn-ibn-i Ali
    Şem’-i bezm-i enbiyâsın yâ Hüseyn-ibn-i Ali
    Şebçerağ-ı evliyasın yâ Hüseyn-ibn-i Ali
    Nûr-i çeşm-i Mustafa’sın yâ Hüseyn-ibn-i Ali
    Sırr-ı zât-ı Mürtezâ’sın yâ Hüseyn-ibn-i Ali

    Nûr-i Zâtın sırrıdır bîşübhe emr-i Nûn u Kâf
    Pertev-i mihr-i ruhinde oldu mahlûk her taraf
    Arş ü Kürs Levh ü Semâ sahrâ-yi âlem Kûh-i Kaf
    Bunca eşya yüz tutup her dem seni eyler tavaf
    Kâbe-i beyt-i Hudâ’sın yâ Hüseyn-ibn-i Ali

    Anberistan oldu hep Mekke Medine çölleri
    Âlemi kıldı muattar nâr-ı zülfün telleri
    Açtı gülzâr-ı velayette vefa sünbülleri
    Ruhlerin âl ü kızıl bâğ- risâlet gülleri
    Bülbül-i Kul innemâ’sın ya Hüseyn-ibn-i Ali

    Şems-i eyvân-ı hakîkat din çerağı pür ziyâ
    Mazhar-ı nur-i cemalin evliya vü enbiyâ
    Verd-i gülzâr-ı nübüvvet Gülşen-i Âl-i Abâ
    Şah-ı Merdân-ı Velâyet’ten bu mirastır sana
    Sen imâm-ı pîşüvâsın yâ Hüseyn-ibn-i Ali

    Cevher-i aşkınla dil beyt-i derunda münzevî
    Nûri ruhsârınla rûşen oldu bu kalbim evi
    Çeşm-i cân ile görür kim baksa sûrî ma’nevî
    On sekiz bin âlemin cânı cemalin pertevi
    Menba’-i nûr-i hüdasın yâ Hüseyn-ibn-i Ali

    Câna kâretti Gedâî Ehl-i beyt’in firkati
    Eylemem cânân için bir câna artık minneti
    Şahı sensin bu muhibb-i Hanedânın devleti
    Kim seni sevmez ise eyler furûd-ı lâ’neti
    Sen şehid-i Kerbelâ’sın yâ Hüseyn-ibn-i Ali
    Açıklama:
    Kûh-i Kaf: Kaf Dağı
    Kul innemâ: “Kul innemâ ene beşerun mislukum/ De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım.” (Kehf Suresi, 110. Ayet/ Fussilet Suresi, 6. Ayet).
    Pîşva/pîşüva: Reis, başkan

    -9-
    Mersiye
    Ne kara gündür İlâhi acebâ mâh-ı muharrem
    Bu ne bu nûr-i tecellâyi siyeh yazdı kalem
    Etti bu sırrı Hüseyn’e şâh-ı risalet mahrem
    Can ü ser kıldı fedâ zerre kadar çekmedi gam

    Kerbelâ deştine düştü yine bir dâğ-ı elem
    Eyledi Âl-i Yezîd ibn-i Yezîd’i hurrem

    Sînede lâle gibi açtı niçe yâreleri
    Eyledi dâğ-ı derun öldü ciğerpareleri
    Giydi nühtâk-ı felek cümlesi de kareleri
    Gördü pürhûn ile âlude-i bîçareleri

    Lâ’net olsun o Yezîd ibn-i Pelîd’e her bâr
    Şermsar olmadı Hak’tan ne de bir kimseden âr
    Düştü evlâd-ı Resul kasdına Şimr-i bedkâr
    Ey Hudâvendi bu işlerde ne hikmetler var

    Gördü bu vâkıayı ağladı hep halk-ı semâ
    Dedi yâ Rab bu ne hâlet bu ne hikmet ne belâ
    Ehl-i Beyt’e bu hakaret te yaraşmaz ammâ
    Hikmetinden edemez kimse suâlin asla

    Rûz ü şeb ağla Gedâî tutup özge mâtem
    Görmemiş cins-i beşer böyle cafâ böyle sitem
    Durma sen lâ’net oku kavm-i Yezîd’e her dem
    Kalır hayrette eğer görse Mesih ü Meryem

    Kerbelâ deştine düştü yine bir dâğ-ı elem
    Eyledi Âl-i Yezîd ibn-i Yezîd’i hurrem(s. 90-92).

    Açıklama:
    Nühtâk-ı felek: Dokuz kat semâ, dokuz gezegen.
    Pürhûn: Kan içinde.
    Şermsar: Utangaç, mahcub.
    Şimr-i bedkâr: Şimr, Kerbela hadisesinde Hz. Hüseyin’in başını kesen mel’un;
    Bedkâr: Hareketi, işi kötü kişi.

    -10-
    Bağ-ı Nübüvvete halk etti bir gül
    Sırrını anlamak bir nice müşkül
    Eyledi Şeh-süvar göründü
    Düldül Seyf-i zülfikarı Hayder’e verdi

    Her derde sabr-eden olur imiş er
    Razıyım Eyyüb’den olursam beter
    Sabrım miftahını Şah-ı erenler
    Ta ezelden Gedayi kemtere verdi
    Açıklama:
    Şeh-süvar/Şah-süvâr: Ata iyi binen kişi.

    -11-
    Hak kemâl-i kudretin gör kande ifşa etmedi,
    Sırr-ı aşkı nusha-i kübrada ihfa etmedi.

    Evveli hak, âhırı hak, bâtılı hak zâhiri,
    Hak bilen, Haktan özün asla Müberra etmedi.

    (Allemel’esma)yı âdem nusha-i Kübra bilüp,
    (Men aref) esrarına, vâkıf olup (lâ) etmedi.

    Çün (Enelhak) söyledi, Mansur-u berdar ettiler,
    Hak ile hak olduğun bildirdi, da’vâ etmedi.

    Sırr-ı aşkı bilmedi, keşfolmadı esrâr-ı hak,
    Bû cünûn iklimini, her kim temâşa etmedi.

    Kangı iklime nazar saldı, dalup bir hayrete,
    Derd-i hayret, çeşm-i nâbiynâyı biynâ etmedi.

    Eşk-i çeşmimle suvardım, gülşen-i gerdûnu, ben
    Bunca gündür, hasılım bir gonce peydâ etmedi.

    Ey GEDAYİ dergeh-i hünkâra arzet hâlini,
    Kangı dem arz-ı niyâz ettin de icrâ etmedi.
    (Dağlı s.37)
    Bû cünûn: Aşkın galip gelmesi, aşkın kokusu

    -12-
    Abdine hak lütfunu her an eder Mevlâ kerim,
    Gâh giryân âkıbet handan eder Mevlâ kerim.

    Olma âciz hep devasız çaresiz her dertlere,
    Ol tabib-i çâresâz, derman eder Mevlâ kerim.

    Her bir usrün yüsri var, sabrın selamettir sonu,
    Nice bin müşkülleri, âsan eder, Mevlâ kerim…(Dağlı; s.38-39)

    Açıklama:
    Giryân: Ağlayan.
    Çâresâz: Çare bulan.
    Usr: Zorluk, sıkıntı.
    Yüsr: Kolaylık, rahat.
    “Fe inne maal usri yusra(yusren).O halde, muhakkak ki zorluk ve kolaylık beraberdir.” (İnşirah Suresi- 5. Ayet)

    -13-
    Enbiya içinde şakkılkamerin,
    İcrası Ahmed-i Muhtâra mahsus,
    Düldül-ü Zülfikar; Fatih-i Hayber,
    Cenâb-ı Haydar-ı Kerrâra mahsus.

    Çok erler halk etti hazret-i bâri,
    Kimi şire bindi, gem etti mârı,
    Velâkin yürütmek cansız divârı,
    Hacı Bektaş Veli Hünkâra mahsus.

    Mansurun, (enelhak) nutkun söylemek,
    (Men aref) sırrını idrak eylemek,
    Mürşid-i kâmilin pendin dinlemek,
    GEDAYİ kemter esrara mahsus (Dağlı; s. 70).

    Açıklama:
    Şakk-ı kamer: Hz. Muhammed’in parmak işaretiyle Ay’ı ikiye bölmesi mucizesi.
    Pend: Nasihat, öğüt.

    SONUÇ

    Gedâî’nin tasavvuf konulu şiirlerinden yukarıya aldıklarımızdan da anlaşılacağı üzere şair okur-yazar, eğitimli birisidir. Kur’an-ı Kerim ve hadisler hakkında bilgisinin olduğu görülmektedir. Allah’ın varlığı ve birliğine olan inancını, Hz. Muhammed ve Ehl-i Beyt sevgisini yazmış olduğu şiirlerinde görmek mümkündür. Diğer şiirleri ve hakkında yazılanlardan da yola çıkarak kendisinin iyi bir şair olduğu, alçakgönüllü, hoşgörülü ve yardımsever mizacından dolayı çevresinde ve âşıklar arasında çok sevilen, saygı duyulan bir kişiliğe sahip olduğu düşünülmektedir. Gedaî; şiirlerinde gerçek Âşk’ın sırrına erdiğini ve Allah aşkının, peygamber ve Ehl-i Beyt sevgisinin her şeyden daha önemli olduğu vurgusunu yapmış bir Bektaşi şairidir. Şairin tasavvuf konusu içerisine dahil edilebilecek pek çok şiiri bildiri ve makale metni sınırlarını aşacağı düşüncesiyle metne dahil edilmemiştir ve bu şiirlerin farklı çalışma konuları arasında ayrıca ele alınması gerektiği düşünülmüştür.

  • Terane Turan REHİMLİ.Türkiye türkcesinde şiirler

    teranexanim

    SEVGİMDEN TANIYACAKLAR

    Kimi insanların izi kalacak dünyada,
    Kimi insanların gözü.
    Kimi insanların mezarı anlatacak
    kim olduğunu,
    kimi insanların sözü.
    Herkes isteyecek ismi anılsın,
    unutturacak yüzyıllar.
    Yıkılacak yalanlarla
    yükselen sahte konaklar.
    Her şeyi bilecek insanlar,
    Bildikçe kınayacaklar.
    Ateşler yakılacak
    suçlu geçmişe.
    Sadece kelimeleri seçip ayıracaklar,
    Bir de … beni…
    Beni sevgimden tanıyacaklar.

    BİR MİLLETİN ŞAİRİYİM

    Bir hikmetim, hazinemde Şeyh Nizami`nin dürrü,
    Bir kitabım, her sözü açılmaz Fuzuli`nin sırrı,
    Nesimiyim, hak yolunda soyulmuşum diri diri,
    Ben bu cihana sığmayan bir milletin şairiyim.
    Tarih boyunca herkese açılmıştır hep kollarım,
    Param parça olsam bile ölmemişim yine varım,
    Vuruldukça sırtımdan, korumuştur beni vakarım,
    Kolumda bela zinciri, her dalaletin şairiyim.
    Yüz yıllardır dolup taşar sabrım benim azar azar,
    Öfkem yine köpürmüştür, olmuştur Kür, Aras, Hazar.
    Sahillerimden ayrı düşmüştür kış, yaz, güz, ilkbahar,
    Güney, Kuzey Vatan adlı bir hasretin şairiyim.
    Hani Derbent? İhtiyar tarih, sen affetme suçlarımı!
    Borçalı`da Karayazi! Yel savurdu saçlarını,
    Göğçe`de kimse durduramadı düşman göçlerini,
    Kalbimi adeta söken bu mihnetin şairiyim.
    Bir doruğum, sisi eksik olmaz asla başımın da,
    Dertlenmiştir güzelliği toprağımın, taşımın da,
    Açık kalmış yaraları Hocalı`mın, Şuşa`mın da,
    Hayalimde Harıbulbul, o iffetin şairiyim.
    Bir gün gelir, öderim düşmanıma gam borcumu,
    Вedelerim kesmemiş miydi kılıcıyla her acımı,
    Nice hakanlar kaybetti yurdumda kendi tacını,
    Bu halimi herkes bildi, bu şöhretin şairiyim.
    Bilsen nasıl inanırım, o büyük zafer gelecek,
    Bir olacak Azerbaycan, siyah taşlar yeserecek.
    Ben de diyeceğim: – işte, bu kudretin şairiyim,
    Ben bu cihana sığmayan bir milletin şairiyim!
    31 Ekim 2012

  • Somoğlu (Cafer KIYAKLI).”ÇEŞME”

    12654226_841716219270388_7863708895071752531_n

    Çeşme niye ağlarsın damla damla yaş ile
    Senin de dönmüş başın bilinmez uğraş ile

    Sakın ağlama Çeşme! dile düşersin dile
    Dikenlidir bu sevda çile üstüne çile

    Sil gözünün yaşını dudaklarını dişle
    Durdur dönen başını çağlarsın bu gidişle

    Acı daim su gibi, bekleme biter diye
    Çekilen tüm acılar mutluluğa hediye

    Artık aç yüreğini. Yaş; ummana karışsın
    Geçtiği tüm yollarda bütün sular barışsın

  • Azerbaycan her zaman kalbimizde yaşayacak

    20 Ocak 1990 günü Rus’ların Azerbaycan’da yaptığı katliamlar İstanbul’da anıldı.
    Anadolu Aydınlar Ocağı, seçkin üye ve misafirleri ile İstanbul, Fenerbahce TCDDY tesislerinde, 20 Ocak 1990 günü Rus’ların Azerbaycan’da yapmış oldukları katliamlar anısına bir tören düzenledi.
    19 Ocak 2016 akşamı yapılan etkinlikte, bir konuşma yapan Anadolu Aydınlar Ocağı Genel başkanı Prof. Dr. İbrahim Öztek; ‘20 Ocak veya 20 Yanvar, özgürlük ve bağımsızlık ateşi ile yanan Azerbaycan Türk’ünün azatlık ateşinin alevlendiği gündür. Rus emperyalizmine, sömürüye, zulme başkaldırdığı gündür. Ağır silahlarla, tanklarla 66000 askerle ülkesini işgale gelen, yüzlerce insanın katledildiği o günde Rus’a iman dolu göğsünü siper ettiği gündür’ dedi.
    20 Ocak 1990’da ne oldu?
    Prof. Öztek, konuşmasına şöyle devam etti:
    ‘Bağımsızlık aşkı ile yanan bir milyon Azerbaycan Türk’ü, bugünkü adı Azatlık Meydanı olan Lenin meydanında toplandı. Bayrak bir defa kalkmıştı. Bir kere kalkan ayyıldızlı bayrak bir daha inmez sloganı ile Rus’a ve Dünya’ya haykırdı. Öldü, öldürüldü, yaralandı, esir edildi, fakat Rus’ a beklediği korkuyu yaşattı. Çünkü bu bağımsızlık ateşi tüm Sovyet cumhuriyetlerine sıçrayacak Rus imparatorluğu çatırdayacaktı. Nitekim öyle de oldu. Azerbaycan Türk’ü yolundan dönmedi.

    26 yıl sonra bugün Azerbaycan Kafkasların ve eski Sovyet imparatorluğunun yıldızı oldu. Kendi toprağından çıkardığı zenginliği kendi ülkesi için, kendi kalkınması için harcama fırsatı buldu. Eskinin ipek yolu, bugün enerji yolu olup, bu yol eskiden olduğu gibi yine Azerbaycandan ve Türkiye’den geçmektedir. Bugün Rusya, Avrupa ve Amerikanın gözü yine bu zenginliklerdedir. Stratejik ortak yoktur. Stratejik sömürücüler vardır. Bu nedenle Türkiye ve Azerbaycan, bölgede oynanan oyunları son derece iyi gözlemlemeli ve değerlendirmelidir’ dedi.

    Daha sonra toplantı, Yıldız Teknik Üniversitesi öğretim üyelerinden Azerbaycanlı Prof. Dr. Adil Allahverdiyev, Azerbaycan Kültür Evi Başkanı Em. Öğr. Hikmet Elp ve diğer konuşmacıların konuşma ve değerlendirmeleri ile devam etti. Anma programında sinevizyon gösterisi yapıldı. Günün anısına şiirler ve şehitlere rahmet okundu.
    Genel Başkan Prof. Dr. İbrahim Öztek, Öğr. Hikmek Elp’e ve Prof. Dr. Adil Alahverdiyev’e birer plaket takdim etti.

    Anahtar Kelimeler: Aydınlar OcağıSovyet CumhuriyetiRus20 Ocak 1990Prof. Dr. İbrahim Öztek

  • Prof. Dr. Nurullah ÇETİN.”BAHTİYAR VAHAPZADE-I”

    12662021_840944382680905_6842855599674419829_n

    HAYAT HİKÂYESİ:

    16 Ağustos 1925’te Azerbaycan’ın dağlık yerlerinden Şeki’de doğdu. Babasının adı Mahmut. Çocukluğunun ilk 9 senesi burada geçti. 9 yaşında iken Bakü’ye göçtüler. 1942’de Tıp Fakültesine kaydoldu, 2 ay sonra Filoloji fakültesine geçti. 1947 yılında Bakü Devlet Üniv. Filoloji Bölümü’nden mezun olup öğretim üyesi olarak ders verdi.
    1964 yılında doktorasını tamamladı. Doktora tezinin adı: Samet Vurgun’un Hayat ve Yaradıcılığı
    1980 yılında Azerbaycan İlimler Akademisi üyeliğine seçildi.
    1960’lı yıllardan itibaren Azerbaycan Türklüğünün Komünist Rusların tasallutundan özgürleşmesi mücadelesine başladı.
    İran ve Rusya tarafından ikiye bölünerek paylaşılan Azerbaycan topraklarının ve Azerbaycan Türklerinin birleşmesi, bütünleşmesi için mücadele verdi. Mesela bu bağlamda yazdığı 1959 tarihli “Gülistan Poyeması” isimli şiirinden dolayı 1962 yılında milliyetçilik suçlamasıyla 2 yıllığına üniversiteden uzaklaştırıldı. İki yıl boyunca onu takip ettiler. İşten uzaklaştırıldığı süre zarfında çok sıkıntı çekti.
    Bu olaydan sonra daha ihtiyatlı olmaya çalıştı. Bu tür baskılar bütün SSCB’de oldu. Ama Türk halklarına daha çok baskı yapıldı. Bunun sebebi; Türk halk¬larının arkasında Türki-ye’yi görmelerinden ileri gelmektedir. Türkiye’ye olan yakınlığından ve dilimizin ortak olmasından dolayı Azerbaycan’a yapılan baskılar daha fazla olmuştur.
    Sovyetler döneminde altmış kadar şiiri basıl¬madı. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra onları ya-yınlattı. “Nağıl Hayat” adlı eserinde bu şiirlerini “Sandıktan Sesler” başlığı altında yayımlattı.
    Komünist Rusların baskısı dolayısıyla bir çok eserini kaçak olarak yurt dışında yayınlattı.
    1980-2000 yılları arasında 5 defa milletvekili seçildi.
    1995 yılında Azerbaycan Türklüğünün hürriyeti için verdiği destansı mücadelesinden dolayı kendisine İstiklal nişanı verildi. Bugünkü Kuzey Azerbaycan’ın hürriyetine kavuşmasında Vahapzade’nin emeği çoktur. Üniversiteden 2001 yılında emekli oldu.
    13 Şubat 2009 tarihinde Azerbaycan’ın başkenti Bakü’deki evinde vefat etti.
    Naaşı şair, edebiyatçı, bilim ve siyaset adamlarının mezarlarının bulunduğu Fahri Hıyaban’da defnedildi.
    Turan’ın Aydın Şairi:
    Vahabzade Azerbaycan’ın en önemli Halk Şairleri arasında yer alır.
    Turan dünyasının, büyük Türklük âleminin gümbürdeyen, gürüldeyen, çağıldayan, haykıran, öfkelenen coşkun şairi, dağ duruşlu adam, bozkurt bakışlı dev aksakal, bir hayatın nasıl yaşanacağını, Allah’ın Türk’e verdiği hayat nimetinin nasıl kıymetlendirilerek verimli, dolu dolu yaşanabileceğini göstermiş örnek insandır.
    Ruh, kalp, fikir beraberliğimiz devam ediyor. Onun şiirlerini okuyarak, mücadelesinin izini sürerek, kararlılık, azim, sebat, irade nümunesi kişiliğini örnek alarak onunla olan gönül beraberliğimizi sürdüreceğiz.
    O bahtiyar adam, o dağ duruşlu yiğit, bir ulu çınar gibi komünist kasırgalara, uzun sınır boylarına, kalleş ve hain iç şebeleklere, Türk’ün ensesinde kene gibi duran kişiliksiz ayak bağlarına aldırmadan büyük ve kutlu bir davayı omuzlayacak kadar dev bir duruş sergiledi.
    Saçlarını dağ rüzgârlarının taradığı o çelik bakışlı adam, ulu Türk birliği davasının kara sevdalı hamalıydı. Dünyanın her tarafına öbek öbek yayılmış Turan’ın öksüz evlatlarını derleyip toparlama derdinde şefkatli bir ata idi.
    Dünyayı parsellemiş Rus ve Amerikan emperyalizminin pençesinde kıvranan Turan’ın mazlum boylarını birleştirip dünyanın dengesini tekrar kurma azmiyle dolaştı yeryüzünde. Önce Türk’ün büyük oymağı Türkiye Türklüğüne sevdalandı. Oğuz Türklüğünün bu tarih yorgunu Anadolu evlatlarını görmek, onlarla danışmak, bilişmek sevdasına kapıldı.
    Dünya tarihini hallaç pamuğu gibi atan bu Türkiye Türklüğü, Turan’ın işaret fişeğinin atılacağı ana ata ocağıydı. Büyük hurûç harekâtı buradan olacaktı. Dünya çapında bir hadise yapacak olan büyük Turan birliğinin kutlu yürüyüşü buradan başlayacaktı. O, buna inandı, bunu derinden hissetti ve son nefesine kadar büyük Türk birliğinin derdiyle yandı. O bizim bilge aksakalımızdı. Öğretmenimizdi, vekilimizdi, şairimizdi, kavgamıza adanmış bir serdengeçtimizdi.
    Şiiri Soylu Bir Bayrak Yapan Dava Şairi:
    Vahapzade, özelde Azerbaycan Türklüğünün, genelde ise bütün Turan Türklüğünün sorunlarını, dertlerini, acılarını, beklentilerini, hayal ve umutlarını dillendiren bir dava şairidir.
    Şiiri, fildişi kulesinden alıp kavga meydanına, er meydanına, millet meclisine, sokaklara taşımıştır. O, şiiri hassas bireysel duygulanımların titrek bir ifade alanı olarak görmemiş; Türk davasının gür, tok, sert, kararlı, azimli bir sesine dönüştürmüştür. O, bir bakıma bizim Mehmet Âkif’imizdir, Necip Fazıl’ımızdır, Arif Nihat Asya’mızdır, Yavuz Bülent Bakiler’imizdir. Şiir anlayışını ve şiirinin içeriğini kendisi şöyle açıklıyor:
    “Halkımın 180 yıl Rus emperyalizminin yumruğu altında çektiği çileler, azap ve üzüntülerdir elime kalem verip beni şair eden. İşte bu nedenle aynı yumruk, baskı altında benim yazdığım şiirlerime bir manalı, yüzden bakan okuyucu, mısralarımın kendisini değil de onun sırtında saklanan anlamı arayıp bulmalıdır. (…) Hani ben bu zavallı halkın evladı olduğumdan onun dertlerini yakınıyor, onun çilelerini yazıyor, onun güç durumunu yansıtıyordum. Allah hiçbir milleti başka milletin kölesi etmesin.”
    Şiiriyle Özdeşleşen Mücadele Adamı:
    Bahtiyar Vahapzade, hayatı boyunca sadece soyut düzeyde kalan pasif bir şair olmadı. Aynı zamanda olması gerektiğine inandığı zaman ve zeminde fiilî mücadele alanında da gözünü kırpmadan yerini alan mücahit bir Turancı idi. Mücadele meydanına atılırken hiçbir şahsî endişe taşımadı. Hep milletinin, Türklüğün selametini düşündü.
    Bu bağlamda Sovyet Rusya emperyalizmine karşı Azad Azerbaycan Devleti davası adına büyük bir mücadele ortaya koymuştur. Millet Meclisinde bir mebus olarak da gereken siyasi mücadelede yerini almıştır.
    Millî Birlik ve Beraberlik Mistiği:
    Milletlerin çıkardığı büyük adamlar, büyük fikir adamları, büyük şairler, büyük düşünürler, büyük mücadele adamları, kısır siyasi çekişmelerle uğraşmazlar. Fotoğrafın tamamını görürler ve gözlerini ufka dikerler. Bir ülkede millî birlik ve beraberlik her şeyden önemlidir. Falan parti, filan parti meselesi küçük adamların işidir. Bahtiyar Vahapzâde’yi bu bağlamda ufku geniş bir Türk devlet adamı vasfıyla da tanıyoruz. 1990’lı yıllarda ülkesinin Sovyet Rus emperyalizminden kurtuluşu ve bağımsızlığa kavuşması sıralarında neler yapılması gerektiği konusunda şunları söylüyor:
    “Savaşa giden ülkede herkes bir olmalıdır. Ben öyle tahmin ediyorum ki savaşan ülkenin bir partisi, bir maksadı, bir cephesi olmalıdır. O da topraklarımıza göz diken düşmanları mağlup etmek, topraklarımızdan kovmak. Buna nail olmadan meydana çıkan her bir fikir ayrılığının aleyhineyim. Rus sömürgesi, Ermeni maşasını kullanarak bizimle savaşıyor. İstiklalimizin tehlikede olduğunu anlamalıyız.”
    Bahtiyar Vahapzade, ömrü boyunca düşmanların ayrıştırıcı, bölücü çalışmalarına karşı bütün Türklerin birlik hâlinde olması gereği üzerinde durmuş, hep bu dava için uğraşmıştır. Nitekim bir şiirinde şöyle der:

    “Ya Rabbim, akıl ver, kemal ver bize
    Çoktan unutmuşuz düşmanımızı
    Düşman kesilmişiz birbirimize.
    Yol bir olmalıdır, akide birse
    Birçok tarikata ayrılmışız biz.
    Ailede ikilik çekişmedirse
    Millette ikilik felaketimiz!”

    “İki Devlet, Bir millet” Ülküsü: Türkiye ve Azerbaycan Türklüğü Kardeşliği:
    Ziya Gökalp’in önce Türkiyecilik, sonra Oğuzculuk, Türkmencilik, uzak hedef olarak da Turancılık fikrinin izinden giden Bahtiyar Vahapzade,bu idealinin önce Türkiye-Azerbaycan birliğiyle başlayacağına inanıyordu. Türkiye sevdasına kapılan Turan önderi, bu inançla Turan’ın ilk birliğinin Türkiye-Azerbaycan birliğiyle başlamasını arzu etti. Bu olursa, gerisi çorap söküğü gibi gelecekti. İlk adım önemliydi. ”İki devlet, bir millet” davası, Turan çocuklarının hayallerinin ilk büyük esintisiydi. Dağ duruşlu Bahtiyar ata, bu esintiyi şöyle dile döktü:

    AZERBAYCAN – TÜRKİYE

    Bir ananın iki oğlu,
    Bir çınarın iki kolu
    O da ulu, bu da ulu
    Azerbaycan – Türkiye

    Dinimiz bir, dilimiz bir
    Ayımız bir, ilimiz bir,
    Aşkımız bir, yolumuz bir
    Azerbaycan – Türkiye

    Bir milletiz, iki devlet
    Aynı arzu, aynı niyet
    Her ikisi Cumhuriyet
    Azerbaycan – Türkiye

    Birdir bizim her hâlimiz
    Sevincimiz, melalimiz
    Bayraklarda hilâlimiz
    Azerbaycan – Türkiye

    Ana yurtta yuva kurdum
    Ata yurda gönül verdim
    Ana yurdum, Ata yurdum
    Azerbaycan – Türkiye

    Türkiye ile Azerbaycan arasında her anlamda tam bir birlik, kardeşlik, dayanışma olması gereğinin üzerine çokça vurgu yapan Türk’ün ortak şuuru büyük şair, 1918’de, Türkiye Türklüğünün Azerî Türklüğüne olan kardeşçe, samimi, büyük ve duygulandırıcı yardımı üzerine bir şiir yazar. 1918’de Türk ordusu Ermeni işgaline maruz kalan Azerbaycan halkının yardımına gelir. Destan yazan Türk ordusunun neferlerinden birisi Şamahı civarında yaralanır ve şehit düşer. Yaralandığında yardımına gelen köylülere “eğer ben ölürsem beni yaralı olarak bulduğunuz yere defn edin” diye vasiyette bulunur ve asker yaralandığı yere defn edilir. İşte şairimiz Bahtiyar Vahapzade, bu olayla ilgili olarak şu şiiri yazar:

    TENHA MEZAR

    Yolun kenarında tenha bir mezar
    Üstünde ne adı, ne soyadı var.
    Yolcu, arabayı durdur bu yerde
    Bir sor, kimdir yatan tenha kabirde?

    O bir Türk askeri, kahraman, metin!
    O öz kardeşine yardıma geldi.
    Kurşuna dizilen milletimizin,
    Haklı savaşına yardıma geldi.

    Uzaktan ses verip senin sesine
    Geldi, o dönmedi öz ülkesine.
    Düşman saflarını o, soldan sağa,
    Biçti, dostlarıyla cepheyi yardı.
    Toprağın yolunda düştü toprağa,
    Senin toprağını sana kaytardı.(geri aldı)

    Kendi koruduğu, hem can verdiği
    Yolun kenarında defn edildi o.
    Uğrunda canını kurban verdiği
    Toprağı kendine vatan bildi o.

    Yolcu, arabanı bu yerde eğle.
    O mezar önünde sen ta’zim eyle
    Secde kıl, dua et onun ruhuna,
    Ayak bastığın yer borçludur ona

    Türkiye Merkezli Büyük Turan Birliği Davası:

    Bahtiyar Vahapzade’yi büyük ve sahih Türk aydını yapan düşüncelerinden en önemlisi, duygusal davranmayarak, küçük hesapları bir tarafa bırakarak, bencilliği bir kenara koyarak olanca samimiyetiyle Türkiye merkezli büyük bir Turan birliği idealine samimi olarak inanmış olması ve bunu bütün Türk boylarına da teklif etmesidir:
    “Kendini beğenmemek, Batının karşısında eğilip onu körü körüne taklit etmek, kendi millî değerlerini unutmak, her zaman biz Türklere pahalıya mal olmuştur. Yıllardır Türkiye Avrupa Birliği’ne girmek için kapılar çalıyor, az kalsın yakarıyor, onlarsa vaad ediyor, fakat aslında kuyu kazıyorlar. Bence Türkiye, yüzünü Batıya değil kendi kardeşlerine, yani doğuya çevirmelidir.”
    “Tek arzum yirmi birinci yüzyılda Türkiye’nin dünya muvazenesinde (dengesinde) sözü geçen, dünyanın en güçlü devleti olmasıdır (…) Ey Allah’ım! Sen Türkiye’nin geçmişteki kudretini ve azametini geri ver.” duası bu samimiyetini ortaya koyar.
    Uzağa düşmüş, uzağa düşürülmüş Türk kardeşlerini görmek heyecanıyla Türkiye’ye 1961 yılında gelişini kutsal bir hac heyecanıyla şöyle anlatıyor Bahtiyar Muallim:
    “Dedemin, babamın ve amcalarımın ağzından Türkiye hiç düşmezdi. Ben şimdi soyumdan gelen arzuların hayallerin ülkesi olan Türkiye’ye gidiyorum. Sabah erkenden kalkıp tıraş oldum. Otuz beş yıldır hasretini çektiğim, ismini zaman zaman andığımda bütün bedenimi titreten, koluma kuvvet, ayağıma takat, gözlerime ışık veren bir şehre, İstanbul’a gidiyorum. Ümitlerim, bayrağım, kaybettiğim tarihim, geçmişim, ana dilim, şerefim hepsi sendedir; önünde boyun eğdiğim, zorla elimden alınan adımın sahibi, namusumun, izzet ve şerefimin koruyucusu, gören gözüm, vuran kolum, düşünen beynim, yardımcım, dayanağım sensin.
    Kamaranın penceresinden bakıyorum uzakta fener yanıp sönüyor. Allah’ım! İlk defa Türk ışığı görüyorum. O ışıkta benim arzularım yanıyor. Ey fener, sen sana tarih boyu düşman olan bir milletin gemisine yol gösteriyorsun. O geminin içinde sana can vermeye hazır birisi var.”
    (…) Ben sana kurban olayım. Ey Benim Cumhuriyetim! Ey benim benden uzak vatanım! Benim için yanan ve bana elini uzatamayan vatanım! İzin belgesinin üzerindeki mührü döne döne öpüyorum. Otuz beş yıldır vesikamın üzerinde Rus dilinde yazılı ifadeler vardı, ilk defa şimdi kendi dilimde yazılı bir ibare var kimliğimde. Ömründe sadece on saat benim kim olduğumu gösteren vesika ise ilk defa kendi dilimdeydi. Ben ancak şimdi ben oldum.”
    (…) “Nihayet İstanbul’a ayağımı basıyorum. Bu mukaddes toprağı eğilip öpmek istiyorum. Ama yol boyunca beni takip eden ajanlardan korkuyorum. Yan, ama öyle yan ki, alevin gözükmesin. İstanbul’da topu topu on saat kaldık. Şehri gezdik. İnsanlarla konuşmak istiyorum. Hâl hatırlarını sorup onların kalbine yol bulup girmek istiyorum. Ancak onların bana meyli yok.”
    Vahapzade, Türkiye merkezli Turan birliği düşüncesini 21-25 Mart 1993’te Antalya’da yapılan Türk Devlet ve Toplulukları, Dostluk, Kardeşlik ve İşbirliği Kurultayı’nda yaptığı konuşmada şöyle dile getirdi:
    “Bugün Kurultayımızı yaptığımız Türkiye’yi dünya Türklüğünün merkezi biliyor, başkenti sayıyoruz.”
    Bahtiyar Vahapzade, gözünü geçmişimizin uzak çağlarına dikmiş ütopist bir Turancı değil; tam tersine ayağını içinde yaşadığı zamana basıp gözünü geleceğe diken gerçekçi bir millet mistiğidir. Türkiye Türklüğüne dair duygulanımlarını ve izlenimlerini yazdığı bir şiirinde bizim ne olduğumuzu, ne olmamız gerektiğini ve ne olacağımızı çok gerçekçi ve sahih bir çerçeve içinde şöyle ortaya koyuyor:

    İSTANBUL

    Bugün bir ayağı Avrupa’dadır.
    Bir ayağı Asya’da
    Türk’ün.
    Kulaklarında motor sesi,
    Dilinde Kur’an sesi,
    Türk’ün.

    Zaman onu dillendirir,
    Asrın ahengine ses verir,
    Düşünüp derinden
    Ancak babası çeker eteklerinden,
    Çırpınır şehir
    İkilik içinde.
    Düğüm düğüm olmuş fikirler
    Asrın keşmekeşinde.

    Bir şehirde buluşur
    İki dünya, iki âlem.
    Bulacaktır eminim,
    Türk oğlu Hak yolunu.
    O, şimdilik seyreder
    Sağını,
    Solunu…
    Yüreği şark yüreği,

    Aklı Garp aklıdır
    Türk’ün
    Bu tezattan sinesi dağlıdır.
    Türk’ün.”
    Burada Türkiye Türklüğünün bir ayağının Avrupa’da, kulağının motor sesinde olması, asrın ahengine ses vermesi, aklının garp aklı olması gibi imgelerle aslında bizim iki boyutlu hâlimizi yani hem şuursuzca batılılaşma maceramızı hem de bilimde ve teknikte zamanın ve dünyanın gidişatından geri kalmak istemeyişimizi çok güçlü bir vurgu ile ortaya koymaktadır. Diğer yandan bir ayağımızın Asya’da oluşu, dilimizde Kur’an sesinin bulunuşu, yüreğimizin Şark yüreği oluşu gibi imgeler de yine bizim duygu, kültür, inanç, yaşama biçimi bakımından geleneğe ve İslam’a bağlı yanımızı ifade etmektedir. Yalnız tespit ettiği bir gerçek var ki o da akıl ve kalp, ilim ve bilim, kültür ve teknik, dünya ve ahiret, din ve hayat gibi alanlarda gerekli olan ahengi, uyumu uygun şekilde ayarlayamamış olmamız. Ama şair, bunun da zamanla rayına oturacağı kanaatindedir.
    DEVAM EDECEK…

  • KÜMBET DERGİSİ 39. SAYISI OKUYUCUSU İLE BULUŞUYOR

    kumbet39

    2016 yılının ilk sayısında siz değerli okuyucularımızla birlikte olabilmenin mutluluğunu yaşıyoruz. Kültür ve sanat alanında artık ülkemizin saygın dergileri arasında yer alan KÜMBET Dergimizle birlikte etkinliklerimize kurum ve kuruluşlarla ve sizlerin desteğiyle devam etmekteyiz.
    Bu sayımızda yine birbirinden değerli kalemlerle karşınızdayız. Gaziosmanpaşa Üniversitesi Öğretim üyelerinden Prof. Dr. Münir Atalar için onunla birlikte çalışan akademisyenler dergimize özel bir vefa dosyası hazırladılar. Sarıkamış Harekâtını yansıtan bir el yazması hatırat defterini Prof. Dr. Münir Atalar ve Yrd. Doç. Dr. Burhan Kaçar incelediler. Türk şiirin duayenlerinden Abdullah Satoğlu yakın bir zamanda kaybettiğimiz Gülten Akın’ı kaleme aldı. Prof. Dr. Nurullah Çetin Azerbaycan Edebiyatının ünlü siması Bahtiyar Vahapzade’yi bizlerin dünyasına ulaştırırken aynı ülkeden Seriye Gündoğdu Mehmet Akif ERSOY’un farklı yönlerini ortaya koydu. Yrd. Doç. Dr Fatih Kuşdemir Tokatlı Gedai, M. Necati Güneş, Melik Ahmet Gümüştekin Gazi, Ekrem Anaç Danişmend Gazi Camii, İsmail Hakkı Acar Zaralı Halil, A.Turan Erdoğan Muharrem Ayı, Nihat Aymak Mahmut Mazhar Bayram Hoca üzerine değerli araştırmalarını bizlerle paylaştılar.
    Ayrıca M. Halistin Kukul Hocamız, Ülkü Taşlıova, Şerare Kıvrak, Muhsin Demirci, Metin Falay, Nihat Malkoç ve yeni bir kalem Ahsen Arslan değişik alanlardaki yazılarını sizlerin beğenisine sundular.
    Bu makale ve araştırmaları duygu dünyalarından birer şelale gibi akan şiirleriyle süsleyenler arasında da; Ayhan Nasuhbeyoğlu, A.Tevfik Ozan, Ahmet Divriklioğlu, Bedrettin Keleştimur, İbrahim Düğer, M. Ali Kalkan, İlahe Bayındır, Kenan Aydınoğlu, Hüseyin Koç, Saffet Çakar, İbrahim Sağır, Sündüs Akça, Celalettin Çınar, Burhan Kurddan, Gülden Taş, Rasim Yılmaz, Hüseyin Sipahi, Cafer Kıyaklı, Nezihe Güler, Ayşe Kaya, Fatih Balcı, Cüzzan Koştepe, Perihan Beyaz yer aldı.
    Kültür ve sanat alanında yapılan etkinliklerden Ankara Kabakçı Konağı’nda gerçekleştirilen “Şiirimin Dili” programına Şair Mahmut Hasgül ve Sündüs Akça, Başkent Edebiyatçılar Topluluğu’nca düzenlenen “Dem Vakti” şiir gecesine ve İLESAM’da düzenlenen Nihal ATSIZ’ı Anma Günü’ne Ahmet Divriklioğlu, Bekir Yeğnidemir, Bekir Aksoy, katılırken, Samsun ‘da tertip edilen “9. Uluslararası Mübadele ve Balkan Türk Kültürü Araştırmaları Kongresi”ne Araştırmacı-Yazar üyemiz Hasan Akar katılarak bildirisini sundu.
    Derneğimizin davetlisi olarak Tokat’a gelen Prof. Dr. Tufan Gündüz Gaziosmanpaşa Lisesi Konferans Salonunda “Tarihten Günümüze Türk’ün Serüveni” konulu konferans verdi. Tokat Bilim Sanat Merkezi’nce düzenlenen “Şair- Yazar Buluşması”na Şair Hasan Akar, Nihat Aymak ve Şerare Kıvrak katıldılar.
    Tokat GÜNEŞ TV’de yeniden başlayan “Kültür Sofrası” programlarında Hasan Akar ve Mahmut Hasgül’ün sunumlarıyla “Öğretmenler Günü,” “Tokat Türküleri” konuklarla birlikte sunuldu.
    Gelenekselleşen TOŞAYAD kahvaltılarının onyedincisinde Şair Sündüs Akça’nın “Aşkın Mahrem Elleri” kitabının tanıtımı yapılarak imza saati düzenlendi. Kahvaltıya Amasya İLESAM İl Temsilcisi Şair Mustafa Ayvalı ile birlikte Gökhan Orta ve müzisyenler katılarak şiir ve müzikleriyle renk kattılar.
    Yeni bir sayıda değişik konulardaki yazı ve şiirlerimizle siz değerli okuyucularımızla buluşmak üzere şen ve esen kalınız.

    Remzi ZENGİN/ Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği Başkanı

  • Yalçın YÜCEL.”Kar tadında düşünmek”

    175054_178868168822977_4360000_o

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Esme şimdi rüzgar
    Kar taneleri düşüyor, bir şarkı söylercesine
    Bozacaksın bu ritmi diye
    Öyle korkuyorum ki!

    Esme şimdi istersen
    Gecelere bırak bu hırsını
    Karanlığı paramparça etsen de
    Gündüzlerimi bana bırak

    Bak, çocuklar nasıl da sevinçliler öyle
    Kartopu oynadıkça
    Gülümsüyor yüzleri
    Bir gelin gibi naz yaparak

    Yağıyorsun
    Gökyüzü ne kadar cömerttir sana
    Oysa, rüzgarla el ele verdiğinde
    Sobamla bile bozuyorsun aramı.

  • Yalçın YÜCEL.”KAR BEYAZI SEVDAM”

    175054_178868168822977_4360000_o

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Beyaz bir kuğunun
    Boynundan mı dökülüyor
    Yoksa
    Ağaran saçları mıdır gökyüzünün

    Bir beyaz sessizlik ki
    Bir sevdayı uyandırıyor tekrar içimde
    Yüreğim üşüyor yeniden
    Unutmuştum, çıkardınız onları, kar taneleri

    Yine sarıverdi her yanımı bu sevda
    Kar beyazı bir gelinlikti
    Ne kadar da yakışmıştı üstüne
    Tez düştü ayrılık, yağan kar gibi

    Ağaçları kucaklamış ellerin
    Sanır mısın ki üşümezler böylece!
    Bir çocuk gibi işte, bükük boyunları
    Kar beyazı, hiç de göründüğün gibi değilsin!

    Bütün şehir kar altında yeniden
    Tüten bacalar da olmasa
    İşte diyecekler
    Koca bir şehir kayboldu

    Ve kar yağdığında
    İçim daralır, derin kuyular gibi
    Sıkar boynumu iyice
    Geriye dönen bütün hatıralar

  • Özkan GÜNEYOĞLU.“Yarım elmalı, gönül almalı”

    og

    ELMALI YAZMA
    ozkan@guneyoglu.com

    Anadolu da 600 yıllık mazisi olan yazmacılık; kalıp baskı yöntemi ile yapılan el sanatıdır. Yazmacılık denince akla ilk Tokat gelmekle beraber, Kastamonu, Zonguldak, Gaziantep ve Diyarbakır yörelerinde bilinip uygulanmaktadır. Ancak bunlar arasında Tokat’ın yeri farklıdır. Osmanlı döneminde 17.ve 18.yy.da üretimin vergiye dönüşerek gerek saraya olan katkısı, gerekse övgülere konu olacak derecedeki boyama kalitesi ve desen güzelliği ile Tokat yazmacılığı bir adım öne geçmeyi başarmıştır.
    Tokat’ta “karakalem” ve “elvan” olmak üzere iki tip yazma basılmaktadır. Renkli yazmalara elvan, siyah-beyaz basılanlara karakalem adı verilir. Elvan baskı türünde genellikle kırmızının koyu tonları, bordo, patlıcan moru gibi koyu renkler hâkimdir. Renk uyumu mükemmeldir. Tokat’a özgü desenlerin yanı sıra değişik yörelere ait motiflerle de çalışılmaktadır.
    Doğal bir görünüme sahip olan Tokat yazmalarında hem renkleri hem de desenleri itibariyle tabiattan esintiler bulunmaktadır. Genellikle elma, üzüm, kiraz, asma yaprağı motiflerinin kullanılması Türkiye’nin önemli ovalarına sahip Tokat’ta meyve çeşidinin bol ve tercih edilir olmasından kaynaklanmıştır. Doğadan alınan zengin bitki motifleri, çiçek ve meyve desenleri kalıp ustası tarafından kumaşa ustaca aktarılır.
    Genellikle kadınların başörtüsü olarak kullanılan yazmalar eski tarihlerden günümüze gerek bağlama şekilleri, gerekse cinsi ve motifi ile toplumda belirleyici kimlik rolünü de üstlenmiş, düğünden ölüme kültürümüzün bir parçasını oluşturmuşlardır.
    Yöresel Tokat Halk Oyunlarında bayan dansçıların giysilerini tamamlayıcı aksesuar olarak da kullanılan Elmalı Yazma; Tokat’ta uygulanan yaygın yazma desenleri arasında bulunmaktadır. Elvan baskı türünde; siyah zemine kırmızı olarak ve elma motifi yüzeyi kaplayacak şekilde tekrarlı bir dizinle bütünleştirilir.
    İstanbul menşeli olduğu bilinen özgün elma deseni Tokat elmalısı ve Tokat yarım elmalısı olarak anılmaktadır. Bu motif sadece meyve resmi olmanın ötesinde bir anlam da taşımaktadır;
    Eskiden düğün davetiyesi olarak evlere yazma gönderildiği dönemlerde özellikle elmalı desenli yazmaların kullanıldığı, analı-babalı kızın yazmasının tam elmalı – öksüz kızın yazmasının ise yarım elmalı olduğu rivayet edilmektedir.
    “Yarım elmalı, gönül almalı” sözünün de buradan geldiği düşünülmektedir”
    Pullarla ve eğik şişle örülen kendine özgü bir oyası bulunan Elmalı Yazma günümüzde gerçek anlamını kaybederek, günlük yaşamda başörtüsü olarak kullanılır hale gelmiştir.

    Kaynakça:
    Abant İzzet Baysal Ünv. MYO Yard. Doç. Dr. Filiz Akın Araştırması.

  • İlter YEŞİLAY.”LÂL-İ KİRAZ”

    iy

    Ah benim ömrü mürver cânı server efendim
    Sende mihman olmaya yeter mi cevrü fendim

    Sevdan ki; yüreğimde incecik naz gibidir
    Sözün ki; kulağımda bir çift kiraz gibidir

    İsterim ki gönlümü gel mest-i harab eyle
    Arz edeyim halimi udla kanunla neyle

    Dem bu demdir dünyadan ikimiz de kâm alsak
    Ne olurdu bu gece, mehtapta yalnız kalsak

    Şu kiraz bahçesinde meşk etsek fecre kadar
    Meleklerin diliyle söyleşsek ecre kadar

    Gedayi’den dem vursak yahut da Külebi’den
    Tarihlere mal olmuş nice can çelebiden

    Meyledip hülyalara seyreylesek âlemi
    Baharın dallarında zevk eylesek elemi

    Avcumuzda kanarken lâl-i kirazın izi,
    İki kaşın arası dâra çekseler bizi

    Yar ile dosta doğru yol açıp yücelerden
    Def eylesek kederi kedersiz gecelerden

    Tokat’a selam dursak bir kirazın dalında
    Yâd etsek erenleri tanelerin alında

    Sonra saman yolunu sıyırıp üstümüzden
    Hasretin matemini ayırıp üstümüzden

    Üleşsek kirazları bir sana iki bana
    Doyulur mu cananım ne kiraza ne sana

    Kalbimde aşkın tadı sanki Tokat kirazı
    Bir sepet kirazla gel gönlüm gönlüne razı

    Sar elmalı yazmayı zülfüme yel değmesin
    Dilerim ki elime başka bir el değmesin

    Ah benim ömrü mürver, cânı server efendim
    Yolunda gayba düşsem tek yönüm budur derim

    Neylersin yar bu benden dâr-ı dünyada gayrı
    Ne sana hasret kalır ne de uzakta ayrı

    Ey benim şems-i sevdam dudağı lâl-i kiraz
    Gel gönül iklimime bahtım gibi doğ biraz.

    Bilirsin ki; Tok/atı dehlesen de koşamaz
    Tokat’ın kirazını tatmayan çok yaşamaz

  • Ahmet DİVRİKLİĞOLU.”BU. DİYAR”

    ad

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    NE ZAMAN GELSEM Kİ BEN BU DİYARA
    TUĞLAR KALKAR GÖĞE CANA KÖS VURUR
    MENGÜCEKOĞLU’NDAN EMİR TİMUR’A
    TARİH EDEP İLE DİVANA DURUR

    ÇİFTE MİNAREDEN HAZ AKAR RUHA
    PİR SULTAN BANAZ’DAN YOL BULUR ŞAHA
    DUALAR EDERİM YÜCE ALLAH’A
    RUHUM BU DİYARDA BİR HUZUR BULUR

    BURASI YİĞİDİN HARMAN DİYARI
    DEMİR KUŞAKLIDIR PEHLİVANLARI
    CÜMLE DÜNYA TANIR SİVASLILARI
    YİĞİTLİK,MERTLİKTE HEP ÖRNEK OLUR

    SAZINA SÖZ SİNER,SÖZLERİN ÖZÜ
    DİLDE DIŞA VURUR YÜREĞİN KÖZÜ
    BİR TEZENE DEĞSİN CURASI,SAZI
    BÜLBÜLCE ŞAKIYIP,NAĞME DOĞURUR

    BU DİYAR ATAMIN KABRİNE MEKAN
    BÜTÜN YİĞİDOLAR HISIM,AKRABAM
    BİR DE YEL ESERSE YAMA DAĞINDAN
    KEDER GİDER BAŞTAN GAMIM DAĞILIR

    Ahmet DİVRİKLİOĞLU
    TUFAN

  • Kenan YAZVUZARSLAN.”AĞLAR”

    Ağlar tanıyan aşkı, yanar meşk ile ağlar
    Ağlar nefes aldıkça cihan aşk ile ağlar
    Kâmil olanın kalbi emin, gözyaşıdır bu
    Elbet bilinir bizde, kimin gözyaşıdır bu
    ———-
    Hasretle mühürlendi seven kalbe esaret
    Ondan kalemin hükmü ve ondan bu cesaret
    Bir serçe firar etse kaçıp gitse hüzünden
    Kim, hangi cesaretle döker aşkı yüzünden
    Ellerde avuçlarda hükümsüz kına ağlar
    Sardıkça elem rengi yeşil hırkalı nehri
    Gün taş kesilir gökte, susar buz gibi dağlar
    Kıpkırmızı bir kalple, şiir yazsa da Mihrî
    Ellerde avuçlarda hükümsüz kına ağlar
    ———
    İnsan gibi gurbette vatan toprağı sürgün
    Bin damla döker mazi o topraklara her gün
    Bir kuş sarılıp ye’se kederlense usuldan
    Gam şerhi düşer kalbe ya Kerkük ya Musul’dan
    Mağrursa Fırat, Dicle; “Cömert Nil, Tuna” ağlar.
    Bir damla hüzün düşse bu topraklara içten
    Tarih üzülür orda “ne çağlardı o çağlar.”
    Bir nazlı balık şimdi gelip geçse Haliç’ten
    Mağrursa Fırat, Dicle, “Cömert Nil, Tuna” ağlar
    ———-
    Ardında kalan sancı mükerrem mi mükerrem
    Tarih boyu kaç ruhu susuz koydu Muharrem
    Gül nâmına bir zorba gülün ruhunu biçsin
    Mümkün mü gönüllerde onun yangını geçsin
    Canlar kavuşur Cem’de yürekler ona ağlar
    Onlarca asır sonra geçer zikri Semah’tan
    Herkes Hüseyin sanki ateş herkesi dağlar
    Bir turna dönüp gelse ciğer kor olur “ah”tan
    Canlar kavuşur Cem’de yürekler ona ağlar
    ———-
    Gül yüzlü sabahlarda düşer çiseye rahmet
    Aşk; kâmile ikram sayılır, cahile zahmet
    Cennet de Cehennem de emir üzre sükûndur
    Her şey O’nun emrinde sebep “Kün feyekûn”dur
    Gökler bile ağlarsa O’nun aşkına ağlar
    Mevsim kimin umrunda bulut geldi mi kâfi
    İsterse kurak çölde sular sel gibi çağlar
    Tekmil şuara gamla şiir yazsa da Sâfi
    Gökler bile ağlarsa O’nun aşkına ağlar
    ———-
    Ağlar tanıyan aşkı, yanar meşk ile ağlar
    Kâmil olanın kalbi emin, gözyaşıdır bu
    Ağlar nefes aldıkça cihan aşk ile ağlar
    Elbet bilinir bizde, kimin gözyaşıdır bu
    Gökler bile ağlarsa O’nun aşkına ağlar
    ———-
    Mef û lü me fâ î lü me fâ î lü fe û lün

  • Osman Yusuf ŞAHİN.”TURUNCU SEVDA”

    (13.06.2015)
    osman_yusuf_sahin@hotmail.com

    Hani hep derler ya aşkın rengi kırmızı, ayrılığın rengi sarıdır diye…
    Sevdalarımı hep Turuncu yaşadım ben !!! Kavuşmayla ayrılık iç içe…
    Yâre, elimi uzatsam tutacak kadar yakın, gönlümü uzatsam yetişemeyecek kadar ırağım.
    Dedim ya sevdalarımı hep turuncu yaşadım ben…
    Sevdamı dile dökmekten âciz olduğum sevgiliye içten içe nida ederim;
    Ey sevdâsı gönlüme kast eden yâr!
    Bilir misin?
    Sen benim her hâliyle hâllendiğim hâlimsin, sen benim her sözde söylediğim kâlimsin…
    Gözlerime baksan yanacağımdan korkarım,
    Benden gayrisini anacağından korkarım
    Elleri kendine yâr sanacağından korkarım
    Sevdamın ayrılığa döneceğinden korkarım
    İşte bu sebepten İçimde ayrılıktan yana damla damla korku birikiyor… ve bu korku beni tarifsiz kederlere gark ediyor… Ayrılık ne acı bir sözdür öyle!!!
    Var mısın?
    Bir sabah koşar duygularla gelip, sevda ateşinde demlenmiş çayla birlikte sevda kahvaltısı yapmaya? Gönül sahilinde pervasızca uçuşan martılara Aşk ekmeği atmaya… Taşı, toprağı, havayı, suyu, gökte uçuşan kuşları Aşkın rengine boyamaya?
    Ama biliyorum ki sen bana yasaksın! Sana kavuştuğum gün aşkımı kaybedeceğim…. Bu yüzden olsa gerek ne tam kavuşmayı ne de tamamıyla ayrılığı istiyorum. Sevdamı turuncu yaşamak istiyorum ben….

    Neyzen Tevfik Fuzûlî’ye yaptığı bir tahmis’te Farsça şöyle bir mısra kullanır;
    Hest-î zevk-i câvîdan-î der firak-û vuslateş
    Yani kısaca, aşkın zevki, aşkın kalıcı zevki kavuşmayla ayrılığın özdeşleşmesindedir.
    Tıpkı kırmızıyla sarının birleşip turuncuya dönüş hâli gibi
    İşte bunun için ki sevdalarımı hep turuncu yaşadım ben.
    Sahi aşk ne demekti bunu bilen var mı? İtiraf edelim ki aşkın tarifi kabil değil… Sanırım tarif edilememesinin sebebi ruh denilen o muammadaki insanların adını dahi koyamadığı hissiyatların tamamının bir anda şaha kalkmasındandır… Şairler aşkı anlatırken o an için aşktaki sadece bir duyguyu veya bir kaç duyguyu esas alarak şiir yazarlar. Zaten bütün hissiyatları esas alarak aşkı anlatmak muhaldir zira insanların adını dahi koymaktan âciz kaldıkları hisleri duyguları vardır. Bütün bunları söylerken Âşıktan beklenen diğer insanların terennüm edebileceği zahire akseden haller vardır meselâ;
    Aşığın sevgiliden gayrı derdi yoktur, Aşığın gönlünün iç acılarının toplamı her daim yâre eşittir.
    Ve kavuşmayla ayrılığın arasında kıldan ince kılıçtan keskin bir çizgi vardır. Aşığın yâr’dan gayrı derdi varsa yahut dert ettiği şeyin nihayeti yâre varmıyorsa o kişiye âşık denilebilir mi? Âşık aşkından divane olmamışsa, her baktığı yüzde gözde sevgiliyi görmüyorsa, Âşık ile maşukun arasına giren rakip ile merdâne cenk etmiyorsa, nefsini gönül havuzuna atıp bir buz parçası gibi eritmiyorsa o kişiye âşık denilebilir mi? Ne de güzel ifâde etmiş Sultan Fatih;

    Ağlasa âşık belâ-yı hecr ile nâlan olub,
    Gözlerinden akan anun yaş yerine kan olub

    Geh cefâ kûhi gubârından urunsa kisveti,
    Geh belâ vadisini geşt eylese üryan olub

    Her ne denlû cevrler görse vefalar eylese,
    Her ne denlû gülseler hâline ol giryân olub,

    Râz-ı aşkı aşikâr etmeye tâkat bulmasa,
    Sinesinde nâvek-î dil-dûzlar pinhân olub

    Dilberinden rahm-î er olmazsa ol dil hasteye,
    Kimseler derdine derman edemez imkân olub

    Gam beyabanına eylese her gün seyr-û sefer,
    Her gece mihnet serâ-yı firkate mihmân olub,

    Verseler mülk-ü cihânnun tac-u taht-ı devletun,
    Avnî kûyun terkin etmez başına sultân olub
    Sultan Fatih, Aşkın kanunu yazdığı bu gazelde âşıktan beklenen hallerden dem vurmuştur… Kanlı gözyaşları, vefa, sadakat, sır, gam, keder, fedakârlık….
    Aşk, yanmak sanatı, Âşık’ta yanmak sanatkârıdır… Maşuk naz eder Âşık niyaz eder ve bu pazarda canın hiç bir kıymeti yoktur…. Yunus Emre, “Canımı satarım alan bulunmaz” derken, Yenişehirli Avnî ”Çarşû-yu dilde değmez mülk-ü imkân bir pula / Genc-î Kârun bir pula taht-ı Süleyman bir pula/ Avnî’yâ dellal-ı gam her dem nidâ etmektedir/ Var mıdır bir müşteri yüzbin dil-û cân bir pula” derken, Âşk iddiasında bulunan er kişilere ve hatun kişilere bunu anlatmak istemişlerdir… Bütün bu olumsuzluklara rağmen Hakikî âşıklar zerre m

  • Yalçın YÜCEL.”Sevgim Koşarken Yanına”

    175054_178868168822977_4360000_o

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Uzaklardan geliyorum
    Üstüm başım yalnızlık eskisi
    Yol yalınayak önümde
    Sokak saklanmış bir yerlere
    Kuytu bir köşeden bakıyor gibi
    Geceyi büyütüyor gibi kendine

    Üşürken ayrılığım yeniden
    Yakandaki çiçekten ağlıyor gözlerim
    Hüzün yeniden yerleşiyor yanıma
    Eskittiğimiz günleri getiriyor tek tek
    Bırakıyor yavaşça

    Sen gittiğinden beridir
    Yaptığı hep aynıdır zamanın
    Buruşuk günlerimi
    Koymaz ki bana düzelteyim
    Üşütür durur düşüncemi
    Bunun için arar sevdam seni hep

    Uzaklardan geliyorsam
    Duramadığımdandır bir yerlerde
    Sevgim benden önce koşup duruyorsa
    Yaşlanmışlığımdandır bilesin.

  • Harika UFUK.”GÖLGE”

    huh

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Günaydın işlerinizde başarılar, bol kazançlar dilerim. Gününüz şeker tadında geçsin.

    Tam oracıkta,
    Yerlerde…
    Yapayalnız yatan bir karaltı…
    Yürüdükçe beraberinde gelen,
    Hep sürünen, zavallı!
    Yanında değil,
    Tam ayaklarının dibinde…
    Köpek kadar sadık;
    Ama ışıklı anlarımızda kaybolan
    Dulda yanımız!
    Ruh üflenmemiş mi ona?
    Yazgısı bu mu yoksa?
    Hey, gölgem!
    Acıyorum sana,
    Ayrıl artık benden
    Bul artık kişiliğini,
    Yazılsın yeniden yazgın,
    Umutların varsa…
    Unutma;
    Ben sensiz de yaşarım,
    Yeter ki dolaşma ayağıma!

    Adana.25.05.2008.Saat:17.45

  • Harika UFUK.”BUGÜN CUMA”

    huh

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    MÜJDELİ BİR GÜN OLSUN. HAYIRLI CUMALAR…

    Güler yüzle eksik etme selamı,
    Bugün cuma Müslüman’ın bayramı…
    Dualarla uzaklaştır hep gamı,
    Bugün cuma Müslüman’ın bayramı…

    Yardımlaşma, dayanışma zamanı,
    Kalbimizde hissedersek âmanı,
    Mutlulukla dolar ömrün her anı,
    Bugün cuma Müslüman’ın bayramı…

    Harika dost içtenlikle seslenir,
    Duymazsanız bakışları sislenir,
    Güzellikler iyilikle beslenir,
    Bugün cuma Müslüman’ın bayramı…

    Adana.23.01.2015.SAAT: 12.30

  • Gülten ERTÜRK.”Ağıt”

    02

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    YETER ARTIK YETERRRRR TERÖRÜ LANETLİYORUM…

    Dağların başı dumanlı
    Nefesler teklemede
    Kim bilir
    Kaç umutlu çare beklemede
    Merhamet kepçe kepçe
    Gönüllere hüzün doldu
    Kiminin acısı evlat
    Kiminin sevgili yar oldu
    Ülkemde yiğitlerim gittikçe
    Ben karayı bağladım.
    Ellerimi başımın ortasına aldım
    İçin için ağladım…
    Sabırlar oluk oluk akmakta
    Ateş düştüğü yeri yakmakta
    Hüznü yaşayan özler
    Yaşlı gözlerle bakmakta
    Kasvet sardı benliğimi
    Damarlarımda kanlar dondu
    Nefes almakta zorlandım
    Yiğitlerim şehitlik mertebesine kondu…

  • Gülten ERTÜRK.”ASKER OĞLUM KEMAL’İME”

    02

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Dün akşam bu saatleri büyük oğlumu askere gönderdim. Ona yazdığım bu şiirimi siz dostlarımla paylaşmak istedim.

    Salladım salladım ayak üstünde
    Yavrumu büyüttüm kucak üstünde
    Ne zaman büyüdün uzun kirpiklim
    Oğlum asker oldu ocak üstünde

    Ne muratlar varmış sağ olan ersin
    Kabaran göğsümde şanlı sefersin
    Tez zaman içinde gidip gelesin
    Mevlam şefkatini önüne sersin

    Akraba arasında gurur kaynağım
    Bereket içinde yağmur sağnağım
    Kemalim yiğidim sen ilk göz ağrım
    Ekmek üstündeki ballı kaymağım

    Allahım Kemal’im emanet sana
    Cümleyi alemle kanat ol ona
    Oğulum orduya güle güle git
    Şerefli gururlu mutlu bu ana

    04. 11 .2014

  • Rıfat ARAZ.“Hikmet” ister a Sevgili!..”

    rifat-araz-1431271650

    Gel, nefesten ince bu cân;
    “Vahdet” ister a Sevgili!..
    Gönül denen Arş-ı Rahmân;
    “Halvet” ister a Sevgili!..

    Sen yoğurdun söz harcımı;
    Mi’râç ettin cân burcumu!..
    Niyâzda duy kul borcumu;
    “Himmet” ister a Sevgili!..

    Girdim o nûr deryâsına;
    Yandım vahyin ihyâsına!..
    El ver aşkın mayasına;
    “Haslet” ister a Sevgili!..

    “Dosdoğru ol” dedin bana;
    Misâl oldun cümle câna!..
    Bu garîp kul yana yana;
    “Vuslat” ister a Sevgili!..

    Ayet ayet devir, devrân;
    “Sen’i” söyler kevn ü mekân!..
    Her bir nefes, yer, âsumân;
    “İbret” ister a Sevgili!..

    Dedin “kul ol, Hakk’a eğil;
    Cân O’nundur, O’nsuz değil!”
    Bu dil, bu renk, ma’nâ, şekil;
    “Hikmet” ister a Sevgili!..

  • Насиба Егембердиева

    null

    * * *

    Бұл дүниеге ұры да келер,туры да келер,
    Пəк болу да əлдекімнің арманы.
    Күнə мен сауапты əркім білер,
    Ел ішінде жақсысы бар, жаманы.

    Өмірдің ағымын тоқтату қиын,
    Ара түспес ешкім қарылған лайынан.
    Бір рет тазаланып алғаннан кейін,
    Істерін бастайды келген жайынан…

    ҚАРДАҒЫ ГҮЛ

    Махаббаттан көңлім қалды көктем де,
    Түңілдіріп күздің ізі жеткен де..
    Гүл сыйладың маған ғашық бір адам,
    Қар гүліне өмірім де ұқсап кеткен бе?

    Үйреніп те қалдым бүгін суыққа,
    Өтінемін келіп бекер жылытпа.
    Екеу болып, жалғыз болып өткенше,
    Қуантамын қарда жалғыз тұрып та..

  • Насиба Егембердиева

    null

    * * *

    Ақыл айту қандай оңай біреуге,
    Қайғы келсе тілің келмес күрмеуге.
    Сенің жайың басқа түспей, түсінбес,
    Сабыр сұра шамаң келсе тілеуге.

    Сабыр сұра, қайғы түссе басыңа,
    Қаза келсе кəрі менен жасыңа.
    Алланыкі, бəрі Аллаға қайтады,
    Сөз менікі, мейлі қосыл, қосылма.

    * * *

    Ол саған көрсетті тура жолды,
    Жүрсең де, жүрмесең де, өзің біл адам.
    Мүмкін сен тұттың Ібіліс қолынан,
    Жаратқан иеме баршасы аяан.

    Тасыған дарияның шетінде егер,
    Сусырап шөліксең айыптысың өзің.
    Басыңа жауса көптеп бəлелер,
    Ерніңнен шыққан шақ, жаман сөзің.

    Ғайыптан бақыт күтесің не үшін,
    Сенің қалбың бекерді арман етер.
    Жер бетінде көрсеткен қылмысың үшін..
    ..Іздеме көктен айыпты бекер.

  • Harika UFUK ile Ufuk Mülakatı

    HARİKA UFUK Kimdir?

    Adana’da doğdu. Öğrenim hayatına İstanbul’da Çengelköy İlkokulu’nda başladı. İstanbul Marmara Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türkçe Bölümünü bitirdi. Aynı yıl Ankara Gazi Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’ni kazandı. Adana’da Türkçe-Edebiyat öğretmenliği yaptı.

    ‘Çiçek Açtı Yalnızlığım’ ilk şiir kitabıdır. Genellikle serbest yazılmış gençlik şiirlerden oluşmakta olan bu kitap Gürcistan’da çevirisi yapılarak yayınlandı. Şiir, öykü, deneme, çocuk öyküleri, çocuk şiirleri ve çocuk oyunları yazdı. Yazdığı oyunların yanı sıra başka tiyatro eserleri de sahneye koydu. Çeşitli yarışmalarda Türkiye birincilikleri, yurt içinde ve yurt dışında pek çok ödül aldı.

    Mustafa ŞAHİN: Merhaba Harika Hanım, öncelikle mülakatımıza katıldığınız için çok teşekkür ederim. Müsaadenizle hemen sorularıma geçmek istiyorum. Yazmaya ne zaman başladınız? Genellikle hangi türde yazılar yazarsınız?

    Harika UFUK: Merhaba Mustafa Bey, bu imkanı verdiğiniz için ben de size teşekkür ederim. Sorularınız cevaplamaya çalışacağım. Umarım Edebiyat Ufku okurları için yararlı olur.
    Okuma yazmayı öğrendiğim günden beri yazıyorum dersem yalan olmaz. İlkokul öğretmenim ve ailem bendeki şiir yazma sevdasını ilkokul ikinci sınıfa geçtiğimde fark ettiler. O günden sonra şiirlerim sınıf ve okul panolarına asılmaya başladı. Törenlerde de şiir okurdum.

    M.Ş.: Yazmanızda etkili olan birileri oldu mu?

    H.U.: Ailem okumaya çok düşkündü. Evde kitaplığımız vardı. Kitaplarım büyülü dünyası her zaman ilgimi çekmiştir. Annem de babam da şiir yazarlardı. Annem serbest tarzda yazarken babam heceyi tercih ederdi. Ben ikisinden de etkilendim. En çok babamın şiirlerinden etkilendiğimi söyleyebilirim. Çünkü babamın kalemi anneme göre daha güçlüydü.

    M.Ş.: İlk yazınızı hatırlıyor musunuz, bu yazıdan bize biraz söz edebilir misiniz?

    H.U.: İlk şiirim Anadolu adlı bir dörtlük… İlkokul ikinci sınıfta yazmıştım.

    Anadolu

    Toprağım Anadolu,
    İçim iyilik dolu,
    Kucağım sevgi dolu,
    Vatanım Anadolu.
    (daha&helliip;)

  • Muhsin DEMİRCİ.”KELİMELERİN DİLİ–FIKRA YORUMLARI-“

    Türk edebiyatında, fıkra türünü ne kadar çok irdelerseniz; o kadar geniş anlama ulaşırsınız. Çünkü fıkra; bir zekâ ürünüdür. İçerisinde geniş kapsamlı anlamlar yüklüdür. Aynı zamanda; Türk halkının keskin zekâsı içinde gizlidir. Halkımızın her sözünde, her jest ve mimiğinde emsalsiz sırlar ve ders veren öğütler yatar.
    Reşat Nuri diyor ki; “Türk halkı âlim değil, ariftir.” Ne kadar güzel bir söz. Halkımızın “Arif” olmasının en büyük nedeni, yaşamı, sosyal kültürü, gelenek ve göreneklerini diline yansıtmış olmasıdır.
    Hani deriz ya; “Ağzından bal akıyor” her duruma, her konuya bir “Nükte” uydurur. Bu nükteler, zaman içinde anlamı geniş olan sözlere ulaşır, her söyleyenin o söze bir katkısı olur ve halk kültürü olarak nesilden nesile devam eder. O söz zamanla “Atasözü” haline gelir. Böylece de dil; üretkenliğini devam ettirir.
    Bu yazımda, atalar sözü haline gelmiş olan bu antika sözlerin hangi fıkradan, hangi olaydan kaynaklanan, o fıkranın veya olayın ürünü olduğunu “Kümbet” okuyucularına sunmak istedim.
    Malum olduğu üzere, yine bir değerli sözümüz vardır. “Söz gider, yazı kalır” Bu tip araştırmaların gelecek kuşaklara aktarılmasında bir köprü görevi görecektir.
    Uzayıp giden hayatı, kısaltmamız ve süresini durdurmamız elimizde değildir. Günün konusu olan “Reklam arasını” vermek gücümüzün üstündedir. O halde; halkın içinde dolaşan ve konuşulan bu sözler, yazıya aktarmalar Mazi-Ati ilişkisinde biz aydınlara düşen görevdir.
    İnceleyip, araştırdığım bu sözlerin çıkış kaynağı bilimsel olmasa bile, yine de bir gerçeğe dayandırdım. Şimdi sırasıyla bu anlamlı sözlerin kaynağına inelim:

    -BU İŞ HEM UZADI, HEM DE TADI KAÇTI;
    Köylü şehre inmiş, bir bakkala uğramış. Acıktığı için gözü yiyeceklere ilişmiş. Bu arada sandıklar içerisindeki inciri görmüş. Bir kilo istemiş. Oturup oracıkta inciri afiyetle yemiş. Ama bunun incir olduğunu yediği halde bilmediği de bir gerçekmiş.
    Aynı köylü aylar sonra aynı bakkala uğramış ama incir sandığını görememiş, bakkal amcaya;
    -Sen bana dışı meşin gibi, içi çekirdekli bir yiyecek vermiştin. Çok hoşuma gitmişti. Şimdi yine ondan bir kilo istiyorum. Demiş.
    Bakkal incir mevsiminin geçtiğini ve yeni mahsulün çıkmadığını bildiği için tarifi üzerine bir kilo patlıcan tartıp, köylü müşterisine vermiş. Köylü müşteri patlıcanı afiyetle yemiş. Parasını öderken demiş ki;
    – Bakkal hemşerim, sen bunu hem uzatmış, hem de tadını kaçırmışsın.
    Vallahi ne diyelim, bakkal mı kurnaz, yoksa köylümü “arif” bunun yorumunu okuyucularımızın yüksek zekâsı çözümünü ve analizini yaparlar, günümüze adapte etsinler.

    -BİR MİSAFİR GETİRECEĞİM KABUL EDER MİSİNİZ?
    Misafir severlik (Konukseverlik) Türk halkının genlerinde vardır. Hanlar, imarethaneler, aşevleri, konukevleri, hep Tanrı misafirleri için yapışmıştı. Bu konuda dünya ülkeleri arasında birinciye gelir. Ama anlatacağım bu olay; bize ait değil. Öykünün esprisini iyi anlayanlar bu değerli özelliğimizin gittikçe kaybolduğunu, batılılara benzemeye çalıştığımızı görerek, üzüldüğümü belirteyim. Değişen dünya koşulları, bütün üstün hasletimizin şal altında kalmasına vesile oldu. Olay A.B.D de geçer.
    Savaşa katılan bir genç, askerlikten tecrit edilerek, evine gönderilir. Genç askerlikten ayrılmasından önce telefonla ailesini arar. Onlara müjdeyi verdikten sonra bir ricası olduğunu telefonda anlatır. Ricası şöyledir:
    “Babacığım, askerden dönüyorum. Size kavuşacağım mutlu saati bekliyorum. Ancak size dönmeden bir ricamı iletmek istiyorum.”
    Baba, oğlunun ricasını can kulağı ile dinler. “Seni dinliyorum oğlum” cevabını verir. Askerden dönecek genç ricasını şöyle sürdürür;
    “Babacığım, yanımda kimsesiz bir asker arkadaşım var. Bir kolu ve bir bacağını savaşta kaybetti. Hayatta benden başka tutunacağı dalı yok. Benimle gelip bizde kalabilir mi?”
    Telefonun öbür ucundaki baba, bakıma muhtaç bu trajediyi hayalinde canlandırır. Manzara onun için ürkütücüdür. Cevabı net ve kesin olur.
    “Oğlum, bak biz o arkadaşına bakamayız, ona başka bir imkân sun.”
    Aradan iki gün geçer. Genç askerden dönmez. Aile telaşa kapılır. Ancak polis acı haberi getirir.
    -İnşaattan atlayarak intihar eden, bir bacağı ve bir kolu olmayan bir gazinin cesedi bulunmuştur. Araştırmalardan bu gencin size ait olduğu ve savaşta kol ve bacağını kaybettiği anlaşılmıştır.
    Bu öykü bize ait olmasa bile, çok düşündürücüdür.

    -VERMEYİNCE MABUT NEYLESİN SULTAN MAHMUT
    Bu deyimi de çok kullanırız. Hani derler ya; “Fakir çocuğunu, zengin danasını sever” bu deyimin çıkış kaynağına şöyle ulaştık.
    Sultan Mahmut tebdili kıyafetle halkı kontrole çıkmış. Bir fakire misafir olmuş. Fakirin yatağı olmadığı için, komşudan yatak getirtmiş. Sultan Mahmut; evden ayrılırken, yastıkla kılıfın arasına bir iki altın sikke bırakmış ve evden ayrılmış.
    Günlerden bir gün aynı eve tekrar uğramış. İlk geldiği anla, şu andaki arasında bir gelir farkı görmemiş. Bu kez de ev sahibi görmeden yemek tabağının altına birkaç altın sikke yapıştırmış. Evden ayrılmış.
    Üçüncü kez aynı eve uğramış. “Eski tas eski hamam” Bir gece daha misafir olduktan sonra, ev sahibi ile yola çıkmış. Önlerinde köprü varmış, ev sahibini “Bak köprü tehlikeli mi, kontrol et, köprünün ilerisinde beni bekle” diye önden göndermiş ve köprü üzerine altın sikkeleri bırakmış. Daha sonra kendini bekleyen ev sahibine;
    -Haydi, sen, geri dön, köprüden geç evine git” deyip teşekkür etmiş ve ayrılmış.
    Sultan Mahmut dördüncü kez aynı eve uğramış ama hiçbir gelişme görmemiş. Sonunda hayretini gizlemeden;
    -Ben Sultan Mahmut; Birincide yastıkla kılıf arasına altınları koydum. İkincide yemek kaplarının altına yapıştırdım altınları. Üçüncüsünde mutlaka köprüden geçersin diye köprü üzerine altınları koydum. Gördüm ki sende hiçbir değişiklik yok.
    Ev sahibi şöyle der;
    -Sultanım, yatağımız yoktu, yemek kaplarımız yoktu, onlar komşuya nasip olmuştur.
    Sultan Mahmut;
    – Ya sen köprüden geçmedin mi?
    -Geçtim Sultanım. Köprüye gelince, acaba gözüm yumuk köprüyü geçebilir miyim? dedim ve öyle geçtim.
    Sultan Mahmut işte o zaman bu edebî sözü söylemiş;
    “-Vermeyince Mabut, neylesin Sultan Mahmut”
    Hani Ziya Paşa der ya;
    “Bi-baht olanın bağına bir katresi düşmez;
    Bârân yerine dürr-ü güher yağsa semâdan.”

    -KÂRI KESEYE YÜKLEMEK
    Harun Reşit, mabeyincisi ile kırda geziye çıkmışlar. Bakmış ki; seksenlik bir ihtiyar (Piri Fâni) kazma kürek elinde ağaç dikiyor. Yanına yaklaşarak; “Yahu amca seksenlik bir adamsın, bu ağaçların meyvesini yiyebilecek misin?”
    İhtiyar, oturaklı bir cevapla;
    “-Ben meyvesini yemek için dikmiyorum, torunlarım yesin diye dikiyorum.” cevabını verince, çok hoşuna giden bu söz üzerine Harun Reşit; Mabeyincisine; Bu yaşlıya bir altın ver der.
    İhtiyar altını alır, Harun Reşit’i şöyle bir süzdükten sonra ; “-Gördün mü herkes diktiği fidanın 3-5 yıl sonra meyvesini yer, bense henüz dikerken yedim.”
    Bu söz Harun Reşit’in hoşuna gider; Mabeyinciye bir kese altın vermesini söyler, bunun üzerine yaşlı zat;
    “-Efendim, herkes ürünü yılda bir kere alır, bense iki kere aldım.”
    Bu söz Harun Reşit’i daha çok etkiler. Mabeyincisine iki kese altın vermesini söyler. Mabeyinci dayanamaz;
    “-Sultanım kârı keseye yükleyeceğiz. Biz buradan ayrılalım. Yoksa hazineyi bu adam alacak.”
    Günümüzde ağaç dikme şöyle dursun, gözümüzü kırpmadan yılların ağaçlarını katlediyoruz. Keyif uğruna, getirim uğruna yakıyoruz. Hâlbuki ; “Kıyamet kopuyorken bile elinizdeki hurma dalını dikiniz.” Hadisi dinimizin direği ve temel felsefesi değil mi? Harem alanında bir ağacın yaprağını koparırsanız, kurban kesmek durumundasınız.

    -HER KOYUN KENDİ BACAĞINDAN ASILIR
    Kişisel çıkarları ön plana çıkaran bu söze; bazı edebiyat dönemlerinde karşı çıkanlar olmuştur. Özellikle toplum sorunları ile ilgilenen “Tanzimatçılar” bu ekolün temsilcisi olmuştur.
    “Sen zanneder misin ki benim hep elemlerim,
    Heyhat, ben nevaib-i eyyamı inlerim”
    Veya bir diğer şair de;
    “Bais-i şekva bize hüzn-i umumidir Kemal
    Kendi derdi gönlümün billah gelmez yadına”
    Ama bazı devlet adamları da kişisel kaygılarını önde götürmüşlerdir. Harun Reşit, kardeşi Behlül Dane’yi çağırarak ; “-Bak Behlül, halk senden şikâyetçi. Sen çocukları toplayıp onlarla abuk sabuk şeyler telkin ediyormuşsun, bundan vazgeç , “Her koyun kendi bacağından asılır”
    Behlül Dane; Saraydan çıkar ve bir kasabaya gider, birkaç koyun budu, birkaç keçi budu alır. Mahallenin önemli noktalarına asar. Aradan birkaç saat geçtikten sonra etler kokuşmaya başlar. Halk bundan rahatsız olunca Harun Reşit’e durumu aktarırlar. Harun Reşit, Behlül’ü çağırıp;
    “-Behlül ne yaptın? Sokakları leş kokusuna verdin.”
    Behlül bu soruya şöyle cevap verir;
    “-Sen her koyun kendi bacağından asılır demiştin ya; Ben keçi ve koyun bacaklarını sokaklara astım. Her ikisi de kokmaya başladı. Halkı rahatsız etti.”
    Görüldüğü gibi bir kötülük; aynen bir lağımın patlaması ve etrafı pis kokuya yayması gibidir. O kötülüğü elbirliği ile yok etmek gerekir.
    Hey gidi Behlül; Kemiklerin sızlasın. Sana deli diyenler bu bilgelikten sonra utanmadılar mı acaba!

    -YERİN KULAĞI VARDIR
    Atalarımızın güzel bir sözü vardır. “Sırrını söyleme dostuna, o da söyler dostuna”
    Rivayete göre “Zekeriyya Aleyhisselam’ın boynuzları varmış. Ama bunu kimseye göstermezmiş. Nasıl olduysa, bu boynuzları biri görmüş. Zekeriyya Aleyhisselam bu sırrı kimseye paylaşmamasını rica etmiş.
    Yıllarca bu sırrı saklayan adam dayanamamış, söylemese neredeyse çatlayacak. Nihayet kör bir kuyunun başına gelmiş. Kuyuya yönelerek;
    “-Hz. Zekeriyya’nın boynuzları var” diye üç defa bağırmış.
    Yıllar sonra o kuyudan kamışlar çıkmış. Halk kamışlardan düdük yapmışlar. Düdük öttüğü zaman şu sesi çıkarmış:
    “Hz. Zekeriyya’nın boynuzları var”
    Hey hak; sen neye kadir değilsin. Hiçbir sır gizli kalmıyor.

    -YORGAN GİTTİ KAVGA BİTTİ
    Bu sözün babası; Türk edebiyatının aynası olan Nasrettin Hoca’dır. Olay şöyle cereyan eder.
    Gecenin geç vakti Hoca ve hanımı yatak döşek yatarlarken; dışardan acayip sesler gelir. Hoca bu, yatakta durur mu? Üşümeyim diye yorgana sarılıp, evden aşağı, seslerin geldiği yere kadar gider.
    Burada kavga edenleri görünce, Hoca’nın hoşgörülüğü aklına gelir, kavgacıları ayırırken, birisi Hoca’nın yorganını kaptığı gibi kaçar, Hoca bakar ki kavga edenler yalancılıktan yapıyorlar. Çarnaçar eve çıkar. Hanım çenesi bu durur mu?
    “-Hoca yorganı nettin ?”
    Hoca sözün altın da kalır mı?
    “-Hanım hırsızlar yalancıktan kavga ediyorlarmış, Ben ayırmaya gittim. İçlerinden biri yorganı kaptı ve kaçtı. Kavga edenler de onun peşinden gittiler. Senin anlayacağın;
    “-Yorgan gitti, kavga bitti”
    Hani deriz ya ; “Sel gitti, kum kaldı” çeşitli çatışmalardan sonra, ortalık sakinleşir. Ölen ölür; kalan kalır. Kavga bir müddet sükûnet bulur ya; Biz de şöyle bir geriye döner bakarız ki; yorgan gitmiş, kavga bitmiş. Nasrettin Hoca klasiği, edebiyatın ağırlıklı noktası da olduğunu bilelim.

  • Yalçın YÜCEL.”Bir Babanın ellleri”

    175054_178868168822977_4360000_o

    Yaşlanan yorgunluğuyla
    Hüzünler yüklenecek
    Yollarında günlerinin
    Ve akşam dönüşlerinde
    Çökecek omuzları
    Biraz daha
    Çünkü çocukları bekleyecek kapıda
    Ellerine bakacaklar
    Boş duran ellerinde nasırlarıyla
    Bükülecek boyunları bir kez daha
    Kim duyacak ki dersiniz?
    Bir baba ellerinde ağlarken
    Geçecek yine de
    Bazen aç
    Bazen tok
    Yaşanacak işte
    Birileri
    Paris’de bir kahvaltı yaparken.

  • Yalçın YÜCEL.”Elimizden tuttuğundan beri”

    175054_178868168822977_4360000_o

    Elimizden tuttuğundan beri
    İçimizde duyuverdik
    Öylece öğrendik özgürlük nedir
    Ve çocuklar gibi şendi artık düşünce
    Seninle yürürken
    Yaşam da başkalaşıverdi
    Bir gül bahçesi olduk insanlığa açan
    Ey gökçek cumhuriyet!
    Sen ne özlü bir dostsun bize
    Nice günler, nice yıllar
    Hep el ele , ayrılmaz bir sevgiyle yürüdük
    Dostluğun o kadar sağlam ki
    Annemiz kadar yakın sanki
    Bir gül bahçesi işte
    Açacak, çok daha, çok daha…

  • Harika UFUK.”Gözlerindeki Yakamoz”

    huh

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Fesleğen kokulu anılar
    Gözlerinde yakamoz sevgilim
    Baktıkça derinliğinde kaybolurum
    Umman mı desem volkan mı gözlerin?
    Göz göze geldiğimiz zaman başlar
    Uzak diyarlara yolculuğum!

    Ürkek gecelerin karanlığı mı
    Yoksa küllenen yalnızlığım mı
    Başımı döndüren?
    Alevden anafor mu aşkımız
    Tutunamadığım yaşamda?
    Yankısız bir kuyu mu sevdamız?
    Lavanta ferahlığında
    Deli bir nehir mi
    Beni benden alan?
    Kor ateş mi yar mı beni yakan?

    Gül kokulu sevdamız
    Gözlerinde yakamoz
    Aşk mahmuru nazarların
    İçime serinlik!
    Ne yeşil,ne siyah,ne de mavi
    Bakmayı bilen göz en güzeli!
    Yedi iklim gezdim,
    Görmedim benzerini!

    Her sabah
    Bir çift kumru
    Kanat kanat
    Gözlerinden gözlerime uçar,
    Sıcaklığını getirir bana
    Ve bende her gün yeniden yeşeren aşkı
    Usanmadan ulaştırır
    Sevdalı yüreğine!
    Gözlerinde pırıltıdır aşkımız,
    Ateş böceğisin tekdüze gecelerimde!
    Aydınlanır seninle
    Hüzün karanlığım!

    Şiir gözlüm,
    Gerçek aşk gözde başlar;
    Sonra şelale olur duygular!
    Söz dinlemez asi nehir,
    Akar yürekten yüreğe
    En sonunda yakamoz olur
    Gözlerinde aşkımız!

  • Harika UFUK.”Gün Doğar”

    huh

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Alacakaranlık,
    Gün doğuyor işte…
    Hiç aksatmadan üstelik
    Her gün yapıyor görevini
    Bıkmadan…
    Gün, hep doğar.
    Bizden önce de doğuyordu,
    Bizden sonra da doğacak.
    Önemli olan öncesi sonrası değil,
    Doğan günü kaç kez izlediğimizdir.
    Bugünden tat almak,
    Her yeni doğan günde
    Yeni anlamlar bulmaktır.

    Adana.22 Ekim 2013.SAAT: 09.55

  • Şerare Kıvrak YAĞCIOĞLU.”TOKAT’IN GÜLLERİ AÇTI, AMA YİNE MAHZUNDUR BU GÖNLÜM!…”

    sky

    TOKAT… Güzel şehir!… Gülen Şehir!…

    Coğrafî konum olarak Karadeniz Bölgesinin İçanadolu’ya geçiş kapısıdır. Her iki bölgenin de özelliklerinden, güzelliklerinden nasibini alan bu güzel şehir Tokat, yeşilliği bağ ve bahçe safâları, fıskiyeli havuzlarıyla asırlar öncesi Evliya Çelebi’nin gönlünde ve kaleminde yer tutmuştur.
    Günümüzde ise bağlarımıza, bahçelerimize, bağ kültürümüze, bağ bozumu geleneklerimize sahip çıkamadığımız gibi, zamanında da türkülerimize sahip çıkamamanın sıkıntılarını yaşamaktayız.
    O Tokat bağları ki; dertlilere deva, hastalara şifa sunarken, temiz havası, suyu, zerzevatıyla yıllarca insanlarını sırtında taşıdı. Üçüncü, dördüncü nesilleri doyuran bu güzelliklere ne yazıktır ki son nesil sahip çıkamadı. Buna sebep de insanların yaşam felsefelerinin zaman içerisinde değişime uğraması diye düşünüyorum.
    “Doğduğun yer değil, doyduğun yer…” zihniyetinin yaşam koşullarına özel, önem kazandığı zaman diliminde kaderlerine terk edilen güzel bağlarımız, inşaat sektörünün de talanına uğramış, uğratılmıştır.
    Tokat Bağları!… O doyumsuz güzellikleriyle artık türkülerde, ezgilerde, şiirlerde, hayallerde ve hatıralarda kalan cennet bağlar.
    Evliya Çelebi’nin övgü dolu sözlerle anlattığı o bağlar ki; yeşilin en güzelini sergileyen, meyvelerin en lezzetlisini, sebzelerin en bereketlisini, çiçeklerin en güzel kokanlarını sunan, kuşların en güzel ötenlerini barındıran Tokat Bağları… Malkayası, Kaşıkçı, Beybağları, Doğancı, Kemer, Soğucak, Kışla ve Çay Bağları…
    “Tokat’ın etrafı al yeşil dağlar/ Lale sümbül dolu bahçeler bağlar” diyen diller ne güzel anlatmış o güzellikleri. Lâkin o güzellikler ki ona sahip çıktığın, yaşattığın müddetçe senin olur ve güzel kalır. Aksi durumda o güzellikler çirkinliğe, yozlaşmaya dönüşür ki o vakit canlar acır, yürekler acır… Böyle olunca da bizler ata mirası bağlarımızın güzellikleriyle birlikte yok oluşuna seyirci kalmaktan öte yol alamıyoruz. Yüreğimiz acılar içinde kıvranırken hep suçlu arıyoruz. Ama o suçluların aramızda yaşadıklarının düşünemiyoruz. Kim bunlar? Biz, siz, onlar… Birileri tabiî ki. O birileri ki tutunduğumuz dalları kesen bizler değil miyiz?
    Tokat bağları yok oluyor!. Yok olurken de çevrede ekolojik denge yok oluyor. Baharı görmeden gelen yaz mevsimi çöl sıcaklarını taşıyor. Sonbaharı yaşamadan ayaz kapımıza dayanıyor. Leylekler bile şaşkın ve kararsız, göç zamanına uyum sağlayamıyor ve ölüyorlar. Yağmurlarımızı davet eden ev sahibinin yok oluşu yağmurlarımıza da ambargo koydu tabii ki. Dört bir yanı bağ ve bahçe olan Tokat’ın birkaç yıl önceye kadar ayakta kalmaya çalışan son bağ evlerinin de yok oluşunu görmek yüreğimi sızlattı. Sahip çıkamayan son nesle söylendim durdum.
    O bağ evleri ki; içinde nice umutların yeşerdiği, öbek öbek sevgilerin paylaşıldığı, acıların ortak yaşandığı, ahşap, kerpiç evler. Beyaz badanalarıyla, tahta merdivenleri, cumbalı çatıları, tahta kepenkleriyle kucak açardı insanlarına. Hele yaz gecelerinin ay ışığı ile efsunlaşan cırgıt sesleri. Ayrı bir dünyaya taşırdı seni. Gemici fenerleri ve gaz lambalarının ışığındaki eğlence ve sohbetlere tanık olan tahta köşkler. Tokat bağlarının vazgeçilmeyen özellikleri ve güzellikleriydi bütün bunlar. Öte yandan elma, ayva, armut, tarhana kokan odalarıyla, tahta kepenklerin yarı kapattığı pencereleriyle yaşayanların gönül sarayı olmuştur yıllarca. Bu bağ evlerini artık tanıtmaya, anlatmaya gerek de yok. Ne yazık ki onlar anılarımızda, yüreklerimizde yaşanmış hasretlik hikâyeleri olarak özlemle yâd edilecektir bundan böyle.
    Bu güzellikleri bildiğim, yaşadığım için yok edilen Tokat Bağları ve bağ evleri gözümü rahatsız ederken, gönlümü de incitip rahatsız ediyor. Çünkü gözü rahatsız eden her şey gönlümüzü de rahatsız etmektedir.
    Moloz yığınına dönmüş bağ evleri. Acı veren bir görünüm. Asırlardır süregelen, temeli sevgi ve özveri üzerine kurulmuş komşuluk, dostluk, arkadaşlık ilişkilerinin yardımlaşma, dayanışma ve saygı duygularının tükenişiydi bu görüntüler.
    Bir Pazar günü yürüyüş sırasında moloz yığınlarına dönüşmüş bir bağ evinin tozlu yollarından geçip ana yola çıkmak istedim. Gördüğüm manzara içimi acıttı. Bildiğim en güzel bağlardan biriydi bir zamanlar. Kerpiç ve kalas artıklarından, yeşili kirlenmiş tümseklerden atlıyordum ki ışığa ulaşmak için yol arayan iki dal sarmaşıkla, orayı terk etmekte olan bir çift kaplumbağa takıldı gözlerime. Biri ışık arıyor, diğerleri ise terk ediyordular orayı. Haklıydılar da. Bülbüllerin ötmediği, ibibiklerin, bıldırcınların konacak, leyleklerin yuva yapak tek bir dal, tek bir baca bulamadıkları bu bağlarda işleri de yoktu zaten.
    Gözüm, bu bağların hiç kapanmayan tahta kapılarını ve üzerlerinde sallanan zerzelerini aradı. Yıllara meydan okuyan yaşlı möhre duvarlarını, dalları ve sürgünleriyle süsleyen çiçekli mor salkımları aradı. Kerpiç duvarlar üzerinde gelişigüzel açan nergisleri, aslanağzı çiçeklerini aradı. Tokat bağlarının kendine özgü kokusuyla şebboylar, kadife çiçekleri hiç birinden eser yoktu.
    Boğazım kurumuştu. Elimde taşıdığım suyumdan yudumlarken ağlamaklıydım. Derinden bir iç geçirdim. Çocukluğumu, ayak izlerimi aradım. Güneş kızdırmaya başlamıştı. Yürümeye devam ettim. Tepemin yandığını hissettim. Hiç gölgelik yoktu ki sığınayım.
    Bağ yollarının vefakâr kadim dostları, gölgelikleri akasya ağaçlarını, kendine özgü çiçeklerini ve kokularını aradım. Meyvelerini yiyerek çekirdeklerini “püf”leyip fırlattığımız heybetli lülüt ağaçları da yok olmuşlardı.
    Havuz başlarının herkese göz kırpan hovarda çiçekleri hokka güller. Bağların vazgeçilmezleri, bülbüllerin sevdalıları, güzellerin adaşı hokka güller. Neredeydiler?…
    Bağ evlerine uzanan cılga yolların tek hâkimi, sevgili halamın ve annemin özenle topladıkları kokusu çok farklı reçellik, şurupluk dikenli has güller!… Ne bir dal, ne bir kök kalmış. Dikenlerinin elime batarak canımı acıttığı o günlere dönmeyi hiç bu kadar çok istememiştim.
    Komşu bağlarla arada sınır oluşturan pembe, beyaz renkleriyle sağlık deposu hatmiler. Hiçbir ortamı yadırgamayan, insanlarla barışık gülhatmi de dediğimiz bu güzelliklere de rastlayamadım.
    Maşala sularken oluşan küçük su harklarının kenarlarındaki su nanelerinin kokularını aradım. Ne bir iz, ne bir kök…
    İhtiyar bağ duvarlarının böğrüne yaslanarak onları koruma altında tutan sarı kanaryalar, kartopu çiçekleri… Bu bağların olmazsa olmazları leylaklar!… Yıpranmış yorgun görüntüleriyle fırtına sonrası sessizliğe, terk edilmişliğe, sahipsizliğe boyun eğmiş, yok oluşun ezikliğini ve ısdırabını yaşıyorlardı belli ki.
    Tokat Bağlarının asil ve tescilli çiçeklerinden beyaz zambaklar. Ne güzel yakışıyordu havuz boylarına. Onlar da tükenmişlerdi.
    Yaz gecelerinin ay ışığı ile birlikte etrafa yayılan ıhlamur ağacı çiçeklerinin baygın kokusunu aradım derin nefes çekerek… Küçük su birikintilerinden yükselen kurbağa vırraklarını ve tembel tembel gece gündüz öten cırgıtların seslerini duymak istedim.
    Yoktu!… Yok olmuşlardı hepsi de…
    Ancak molozların üzerinde yem arayan kargaların “gak”larını kulaklarımda hissediyordum.
    Estetik güzelliğinin adı ile çok güzel örtüşen hanımeli çiçekleri. Onlar da renklerini yitirmişler, tozlu yolların kenarlarında yağmur bekliyorlar aklanıp paklanmak için. Arılar, kelebekler konamıyorlar o nadide çiçeklere. Çamur çökmüş tümüne.
    Biraz ilerde bir başka katliam yaşanmıştı. Bir biri üstüne devrilmiş kesik ağaçlar. Hepsi meyveli, hepsi henüz canlılar. Belli ki yeni kesilmişler. Yüreğimin sızladığını, ayaklarımın beni çekemediğini hissettim. Bir taşın üzerine oturdum. İnsanlara, insanlığa isyan ederek kendimi de, hayatın acımasızlığını da sorgulayarak serzenişte bulundum. Yıllar önce yaşanan deprem, ölen insanlar, onlarca can ve cananın yok oluşu canlandı gözlerimin önünde. Bu görüntülerin de o görüntülerden farkı yoktu.
    Off’layarak kalktım yerimden Geksi Deresi boyunda yürümeye başladım. Derede çok az bir su akıyor görünüyordu. Çağıl çağıl akan derede su yoktu. Hayıflandım. Bir yandan da pozitif düşünme mücadelesi veriyordum. Tokat kentleşiyor, büyüyor, gelişiyordu. Gelişiyordu lâkin birçok güzellikleri de yok ediliyordu. Her güzellik bir bedelle yaşanırdı tabii ki. Ama o bedel gelecek nesillere çok ağır yaptırımlarla dönecekti. Bu son, görünen köye kılavuz istenmemesi kadar net bir sondu.
    Tokat’ımızda güllerimiz, çiçeklerimiz yine açıyor. Çeşit çeşit açılıyorlar ama şairin dediği gibi “Bu dağlar o dağlar değil/ Rüzgârında kekik kokusu yok!…” dizelerini yüreğimin derinlerinde hissediyorum. Ve ben de diyorum ki “Bu bağlar benim bağlarım değil/ Rüyalarında leylak kokusu, ıhlamur kokusu yok!..” Şu bir gerçek ki;
    Tokat’ta sosyal yaşam değişirken ekolojik denge de değişime uğradı. Böyle olunca da hiçbir şey artık eskisi gibi olamayacaktır. Yol boyu aynı görüntüler, aynı resimler vücut kimyamı bozdu. Başım şiddetle ağrıyordu.
    Bağ evlerinin yerinde otoparkları, dutların, kirazların, göğsulu armutlarının, karadutların, çavuş üzümü deveklerinin yerinde iş makineleri görmek ve böğürtülerini duymak ruhumda fırtınalar yarattı.
    Ahh!… Tokat Bağları!… Can çekişen güzel bağlar. Anılarla, hatıralarla boğuşarak yürüyordum ki eski bir su kuyusu “ ben de buradayım” dercesine karşıma çıktı. Yıpranmış, kanadı yok olmuş çıkrığı, kırılmış taşları, bozuk çatısı, onca talana rağmen ayakta kalabilmişti. Belki de talana meydan okuyuştu bu.
    Çocukluğumuzda hepimize korku salan su kuyusu… Kuyular!.. Yanına asla yaklaşamadığımız ama buz gibi sularıyla büyüdüğümüz su kuyusu… Harap olmuş tavanına serçe kuşları yuva yapmışlar. Suyu da çekilmiş, kör kuyu olmuş artık.
    Çevrede tek bir su kaynağı kalmamış. Bağ havuzlarını geceler boyu tatlı şırıltıları ile dolduran aksular, pöhrenklerden taşarcasına bahçelere akan karasular… Hepsi yerin derinliklerine dönmüşler sitem edercesine.
    Tahta yalaklarından gözün gözün taştığı pınarın suları da tükenmiş bitmiş belli ki.
    Eee!… Sen!… İnsanoğlu. Bu yeşilliği acımasızca katledersen, asırlardır gürül gürül akan Geksi Deresi, şehre serinlik veren Behzat Deresi, hatta Anadolu’nun gerdanlığı Yeşilırmak da sizlere, bizlere bir bedel ödetecektir mutlaka.
    Düşlerim, düşüncelerim, geçmişim birbirine karışmıştı. Yürüdüm. Yürüdüm. Yürüdüm. Yürürken de geçmişe özlem, geleceğe sitem dolu yüreğimin sesini dinledim…
    “Tokat bağ evlerimiz, bağ bozumu kültürümüz, türkülerimiz hepimizin ortak sevdası, kültür mozaiğimizdir. Onlara sahip çıkmak, yaşanmış tüm güzellikleri anılarda, hatıralarda yaşatmak asli görevimiz olmalıdır.” diyerek kendimi rahatlattım.
    Eve döndüm ve notlarıma aynen yazdım:
    Tokat!… Gülen Şehir!… Güzel Şehir!…
    Mevsimler gelip geçse de, nesiller değişse de elbette ki o güllerin hep açacak, açılacak!…
    Ama gönlüm… Ahh!… Bu gönlüm ki geçmişe özlemle hep mahzun kalacak!…

  • Rıfat ARAZ.”Vuslat için bu öz yeter!..”

    ra

    Gönül, açma her efkârı;
    Aşk oduna bu köz yeter!..
    Son menzilde duy ikrârı;
    Kor yüreğe bu haz yeter!..

    Dön, ibret al, dünya fâni;
    Halîl nerde, Nemrût hani?..
    Tefekkür et, nefsi tanı;
    Yedi nefse bu iz yeter!..

    Yol aç bu Hak aşığına;
    Baş koy himmet eşiğine!..
    Sal ma’rifet ışığına;
    Hak katına bu yüz yeter!..

    Devrân döner, sebep benim;
    Dost çağırır her düzenim!..
    Bir ‘emanet’ yüklü tenim;
    Görmek için bu göz yeter!..

    Aşk derdiyle hoştur başım;
    Ömür işler bu gözyaşım!..
    Gör, baharı saklar kışım;
    Ehl-i hâle bu söz yeter!..

    Eğ başını koy mihrâba;
    Can seyrini sor kitaba!..
    Selâm olsun dost, ahbaba;
    Vuslat için bu öz yeter!..

  • Harika UFUK.”Gökkuşağı”

    huh

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Gönlümün köşesinde
    Renkli bir dünya çizdim,
    O dünyanın içinde
    Sanki hayaldim, gizdim.
    Sevenlerin gözünde
    Gökkuşağından izdim.
    Acılarıma
    Yorgan yaptım gülüşlerimi,
    Yaş odunda iz bırakmamışım,
    Geçmişi geleceğe katarak
    Yaşadığım tatsızlıklara
    Tuz yapmışım
    Umutlarımı…
    Mezarlık bekçisiyim,
    İçimde doğmadan ölen hayallerim var.
    Boşluğa tutunmuşum,
    Salıncak kurmuşum üstelik
    Sallanıp duruyorum
    Güzel günlere kavuşma dileğiyle…
    Sesim tuğlaların arasına hapsolmuş,
    Dilim sıkışmış demir kapının mandalına
    Başımı her kaldırmamda
    Bir balyoz iniyor kafama…
    Çizdiğim pembe dünyamı
    Kapkaraya boyuyor bir el…
    Renklerim diye inliyorum.
    Heyhat!
    Bu şehir eninde sonunda yanacak
    Gök kuşağımı elimden alırsanız!
    HARİKA UFUK

  • Harika UFUK.”Bozgün”

    huh

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Deprem yaşamışım,
    Umutlarım hedef tahtası,
    Kurşun yarası düşlerim!
    Ölüm Demokles’ in kılıcı,
    Tepemde gel-gitler,
    Duygularım harman yeri,
    Göçebe miymiş yüreğimdeki aşk?
    İçimdeki boşlukta
    Şafağı örüyor örümcek
    Katran karası kaderime inat,
    Gökkuşağı oluşturmuş rengârenk!
    HARİKA UFUK
    ADANA

  • Yalçın YÜCEL.”GEÇEN YILLAR”

    175054_178868168822977_4360000_o

    Bir yıl daha eskidik
    Bir parça daha koptu yaşamımızdan
    Geride bir dolu anılarla
    Hüzünler sarkıtarak
    Belki biraz da sevinçler mi desem
    Ama o kadar azlar ki
    Çocuklar gibi ürkek bakışlar
    Bir yıl daha kocadık
    Bir nehir gibi kollarını salmış şu yüzümüzdeki çizgiler
    Aynalara bakmaktan korkar olduk artık
    Beyazlar, beyazlar
    Kar taneleri gibi
    Dökülmüş yüreğimin yaprakları
    Sararmış umutlar
    Bir yıl daha
    Sonra
    Defter yaprakları gibi çevrilecek günler yine
    Çizilecek üzerleri de tek tek
    Bilinmeyen bir yolcu gibiyiz şu göğün altında işte
    Ve kendi elimize tutuşarak
    Yalnızlığı paylaşarak içimizde
    Nerede duracağımızı bilmeden
    Bir yıl daha…

  • Yalçın YÜCEL.”ÇANAKKALE’NİN GÖZLERİ”

    175054_178868168822977_4360000_o

    Unutmadık, unutamayız
    Çanakkale
    Uğrunda akıttığımız
    Kanımızdı, vatanımız
    Kim bilir
    Ne kıskanmıştır
    Çin Seddi, kurşunlara karşı koyan
    0 korkusuz göğüsleri
    Ayaklar çıplak olsa da
    Üstler yırtık
    Şu akıl almaz sevdasıyla
    Koca bir tarih olmuştur yine Mehmetçik
    Unutulur mu hiç
    Özgürlük gülümsemişse yeniden
    Toprak okşamışsa tenleri sevinçle
    Çanakkale bir büyük gururdur
    Bugün
    Her yürek Seyit Ali sanki
    Her yürek Nusret Mayın Gemisi
    Ve Çanakkale içinde yatarken, nice canlar
    Çanakkale ki
    Bakar durur şimdilerde aynı yere
    Güneş ışıldarken boğazın sularında
    Gözleri takılır maviye, derinleşir düşünce.

  • Насиба Егембердиева

    HE

    С Новым годом вас, дорогие друзья! Желаю вам бодрости и удачи. Будьте молоды душой и телом, красивы и счастливы.И помните -красиво не то, что красиво, а то,что нравится! Желаю вам побольше радости в судьбе, желаю вам всего того, что вы желаете себе! И как сказал один остроумный человек :”Да здравствует всё то, благодаря чему мы несмотря ни на что”!

    * * *

    Белою метелью землю замело,
    Как в волшебной сказке всё белым-бело!
    Кружатся снежинки, словно мотыльки,
    Как узор прекрасный, словно пух легки!
    Пусть любовь и радость в каждый дом войдут!
    Чудеса, как в сказке, вдруг произойдут!

    * * *

    Күнə қылдым,- деп қыйналар пенде,
    Сайтан азғырса, алданып қалма.
    Тынышым кетті,-деп жан менен тəнде,
    Сұрадың:”шығудың еш жолы бар ма”?

    Тынышың кетсе , болып шарасыз,
    Жағдайсыз қалсаң, жоғалып ерік.
    Есіктер жабық!-дер, “қайда барасың”?
    Тоба есігі!.. Тоба есігін аш! болады серік.

    * * *

    Разымын деме өмірге ешқашан,
    Сөйлесең сөйле шөл менен тауға.
    Себебі сені тыңдап тұрған жан,
    Неден разысың,- деп тұтар сұрауға.

    Болсаңда өмірден наразы егер,
    Сабыр ет,шыдап біл азапқа, қорлыққа.
    Себебі сені тыңдап тұрған жан,
    Неге,- деп əрине тұтар сұраққа.

    Өмірдің ісіне болма сен еш қайран,
    Шүкір де, атқан əрбір ақ таңға.
    Ұзын кештерде қалғанда айнам,
    Тілегіңді айт тек жаратқанға.

  • Yalçın YÜCEL.”SÖYLEYECEKLERİM VAR”

    175054_178868168822977_4360000_o

    Çocuklar
    Hele bir toplanın yanıma şöyle
    Söyleyeceklerim var
    Dinleyin bir, konuşmadan
    Kocadım biliyorsunuz
    Karlı tepelere dönen saçlarıma
    Pantolon gibi kırışmış şu yüze
    Beni artık taşımak istemeyen ayaklarıma, sözüm geçmiyor
    İnsanız
    Çok değil, hemen şuracıkta ölüm bekleşir durur
    Kucaklar sonunda
    Hepimizi de bir mezar
    Yolda giderken
    Ya da beklerken birilerini
    Düşmeyeceğiniz belli midir ki?
    Nerede, ne zaman?
    Ve düştüğünüzde kalkamayacağınız
    Öylece kapanır işte sayfanız
    Bir el bile sallayamazsınız sevdiklerinize
    Sizinle birlikte gider, söylemek istediğiniz birkaç sözcük de
    Hele bir gelin şu yanıma
    İyice bakayım şöyle size
    Diyeceklerim, hepsini koymak istiyorum önünüze
    Sonra duyamazsınız belki de
    Şimdiden yaşarmasın, silin hele o gözyaşlarını
    Silin hele, daha henüz buradayım
    İsterim ki, hiç üzüntü duymasın yüreğiniz
    Hep güle oynaya taşısın sizi
    O gün gelecek elbet, o bir gün
    Değişmez bir sonuçtur bu, yaratan ister yarattığını yanına
    Hepimiz için de aynıdır bu
    Yan yana yatacağız, şu bastığımız toprakta
    Yalçın Yücel(Döş Cebim adlı yapıtından)

  • Harika UFUK.”Kimseye kul olmam Allah’tan başka”

    huh

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Günaydın. Mevlit Kandilimiz kutlu olsun.

    Dünyaya gelmişim Hakk’ın izniyle
    Kimseye kul olmam Allah’tan başka.
    Atamı bilmişim Hakk’ın izniyle
    Peygamber yolunda düşmüşüm aşka,
    Kimseye kul olmam Allah’tan başka.

    Gençlik yıllarımda deli bir taydım,
    Bazen çılgın bir ok, bazen de yaydım,
    Küçükleri sevdim, büyüğü saydım,
    Peygamber yolunda düşmüşüm aşka,
    Kimseye kul olmam Allah’tan başka.

    Hayat denen sahne çok garip yermiş,
    Erenler ömürden himmetler dermiş,
    Bazı insanlar da ipe un sermiş,
    Peygamber yolunda düşmüşüm aşka,
    Kimseye kul olmam Allah’tan başka.

    Güzellik nedir ki bir anda biter,
    Gün gelir hanende baykuşlar öter,
    Ocağın dumanı sensiz de tüter,
    Peygamber yolunda düşmüşüm aşka,
    Kimseye kul olmam Allah’tan başka.

    Harika der:Kapılma dünya malına,
    Aldanma arının tatlı balına,
    Yapışır dört adam yarın salına,
    Peygamber yolunda düşmüşüm aşka,
    Kimseye kul olmam Allah’tan başka.

    HARİKA UFUK
    ADANA
    27. 12. 2011.Saat: 14.15

  • Remzi ZENGİN Hocamızın doğum gününü kutluyoruz!

    10498648_1088017144548624_2375876398071380324_o

    Dilerim yüce mevlâdan
    Gözlerin yaş,
    Tekerin taş,
    Memleketin savaş görmesin.

    Cebinde bitmesin para
    Başın düşmesin hiç dara
    Dırdırı çok bir kaynana
    Başından eksik olmasın.

    Altında bir arap atı
    Gezesin hep memleketi,
    Malının bet bereketi
    Azalmasın, daim artsın.

    Duaların kabul olsun
    Mutluluğun bâki kalsın,
    Beklediğin yolcu gelsin
    Gözlerin yolda kalmasın

    Dilerim hiç çekme tasa
    Düşmeyesin derin yasa;
    Bir kel ile bir de köse
    Düğününde davul çalsın.

    Rüyaların gerçek olsun
    Dilerim hep yüzün gülsün,
    Seni sevmeyenler ölsün
    Yüz yirmi yıl yaşayasın.

    Remzi’den sana nasihat
    Adımını dikkatli at,
    Her şeye eyleme inat,
    DOĞUM GÜNÜN KUTLU OLSUN

    Ömür treni

    Uzun, kara bir katar
    Altmış vagonlu kadar
    Büyük bir hızla akar
    Geçti ömür treni

    Nice dağları aştı
    Nice tünelden geçti
    Sonunda düze erdi
    Geçti ömür treni

    Çok hızlı gidiyordu
    Makinistini yordu
    Şimdiyse artık durdu
    Göçtü ömür treni

    Artık gelmez islimi
    Düşünüyor teslimi
    As duvara resmini
    Geçti ömür treni

    Nice yolcular bindi
    Nice yolcular indi
    Düşün, son inen kimdi
    Geçti ömür treni

    Rengi sarardı soldu
    Şimdi miadı doldu
    Artık jiletlik oldu
    Geçti ömür treni

    (Tokat/17.8.2012)

  • Kemale ABDULLAYEVA.”Sevgi Her Yerde”

    kemalexanim

    Dostluk, kardeşlik bağı tek,
    Yayılsın sevgi her yerde!!!
    Asıl şifa kaynağı tek,
    Sayılsın sevgi her yerde!!!

    Sevgi bir mutluluk hebi;
    Sagaltıyor ruhu, kalbi…
    Sevinçli bir çığlık gibi,
    Duyulsun sevgi her yerde!!!

    Mesajlarla, name’lerle
    Yayılsın sevgi her yerde!!!
    Güzel-güzel nagmelerle
    Duyulsun sevgi her yerde!!!

  • Kemale ABDULLAYEVA.”Sevgi Kalitedir”

    kemalexanim

    Sevgi dinçleştirir,
    Sevgi gençleştirir.
    Sevgi güzel edir…
    Sevgi guzelliktir,
    Güzellik sevgidir…

    En zevkli hayattır…
    Nadide sanattır…
    Sevgi saltanattır;
    Sevgi Kalitedir,
    Kalite sevgidir

    Sevgi ruha candır,
    Şevkdir, heyecandır,
    Kurup, yaratandır;
    Sevgi tamir edir,
    Tamirci sevgidir…

  • Sündüs Arslan Akça.”BESTAMİ YAZGAN İLE SÖYLEŞİ”

    saa

    Sevmekten geri kalma,
    Yapan ol, yıkan olma,
    Sevene diken olma,
    Gülü incitme gönül.

    Söyleşimize sizden de dinlemiş olduğum GÜLÜ İNCİTME GÖNÜL adlı şiirinizden bir dörtlükle “Merhaba” demek istiyorum.
    Şunu da demeden geçemeyeceğim sizinle aynı sahnede şiir okumak ayrı bir heyecan ve mutluluktu.
    Biz şiir yolculuğuna çıkmış kalemler; sizin gibi değerli üstatlarımızın çalışmalarından, hayata ve şiire bakışlarından, edebiyat alanındaki başarılarından feyiz alarak yol almaya çalışıyoruz.
    -Türkiye’de tanınan ve okunan bir yazarsınız. Kısa da olsa okurlarımıza kendinizi tanıtabilir misiniz?
    -1957 yılında Osmaniye’nin Toprakkale ilçesinde doğdum. İlköğrenimimi Toprakkale’de, orta ve lise öğrenimimi Osmaniye İmam Hatip Lisesinde tamamladım. 1978 yılında Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesinden mezun oldum. Osmaniye’de on yedi yıl yayınlanan Güneysu Kültür Sanat ve Edebiyat dergisinin genel yayın yönetmenliğini yaptım. Halen Özel Bahçelievler İhlâs Kolejinde edebiyat öğretmeni olarak görev yapmaktayım.
    Şiir, masal ve hikâye türlerinde seksen eserim yayınlandı. 1994 yılında Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Çocuk Edebiyatı dalında “Yılın Yazarı”, 1997 yılında Türkiye Çocuk Dergisi tarafından “Yılın Öğretmeni”, 2003 yılında Çocuk Edebiyatçıları ve Yayıncıları Birliği tarafından “Yılın Şairi”, 2011 yılında İLESAM tarafından Çocuk Edebiyatı dalında “Yılın Yazarı” seçildim. 2012 yılında İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından “Yazarlar Okullarda” projesinde Esenler ilçe yazarı olarak görevlendirildim. 2013 yılında Kars Kafkas Üniversitesi tarafından eserlerimle ilgili yüksek lisans tezi hazırlandı. 2013 yılında Edebiyat ve Sanat Araştırmaları Derneği (ESKADER) tarafından Çocuk Edebiyatı dalında “Yılın Yazarı” seçildim. Şiir dalında yurt içi ve yurt dışında birçok ödül aldım. Eserlerimin bir kısmı bestelendi; bir kısmı da ders kitaplarına girdi. ESKADER Kurucu Üyesi, İLESAM İstanbul Şb. Danışma Kurulu Üyesi, MESAM ve Türkiye Yazarlar Birliği üyesiyim.
    Evli olan şair dört çocuk babasıyım.
    -Hem âcizane kendim ve de okurlarımız için edebiyat yaşamı başarılarla dolu Bestami YAZGAN’ın bu yolculuğa nasıl çıktığını öğrenebilir miyiz?
    -Edebiyat öğretmeni olmam sebebiyle zaten edebiyatla iç içeydim. Hoşuma giden şiirleri ezberlerdim. Edebiyat dergilerini takip ederdim. 1985 yılında Osmaniye’de rahmetli şair A. Neşet Dinçer’le tanıştım. Beni yazmaya teşvik etti. Böylece yazarlığa hızlı bir giriş yapmış oldum.
    -Bir şaire elbette ki şiire ve şaire bakışı sorulur. Ülkemizde şiirin bulunduğu yer nedir? Şiire ve şiir kitaplarına gösterilen rağbet yeterli midir?
    -Yazar ve şairler genel olarak eserlerine gösterilen ilgisizlikten şikâyet ederler. Bardağın dolu tarafından baktığım için okuyucularımdan memnunum. Allah onlardan razı olsun. Seksen eserim var, bunlardan on beş tanesi şiir kitabı. Bu eserler, yedinci baskıyı yapmaya başladı. Yani şiir okunmuyor, diyorsak biraz da kendimize bakmalıyız…

    Gülşen eder de çölleri
    Mekân tutar gönülleri.
    Yunus Emre bülbülleri
    Şakır sevgiyle sevgiyle.

    Bir gül çağında uyandık,
    Vefâlı dosta dayandık,
    Aşkın rengine boyandık,
    Şükür sevgiyle sevgiyle…

    -Sizin şiirleri okurken içimden size ‘’21. yüzyılın Yunus’u’’ demek geliyor. Şiirlerinizde işlediğiniz konular ve akıcı lirik üslubunuz haliyle hatırlatıyor Yunus’u…
    -Siz ne düşünüyorsunuz? Yunus Emre’ye benzetilmek nasıl bir duygu?
    -Biraz önce bahsettiğim A. Neşet Dinçer dünyevî üstadım, Yunus Emre ise manevî üstadımdır. Şiire ilk başladığımda “Eserlerim nasıl olur da zamanın elinden tutabilir?” diye bir soru sordum kendime. Cevabı, Yunus Emre oldu. Yedi yüz yıldan beri yaşıyor Yunus. O zaman ben de onun gibi yazayım, dedim. Bazı eserlerim Yunus’un sanılıyor. Bu, bir çırağa verilecek en güzel makamdır.
    -Günümüzde milli değerlere duyarlı, tarihinin, geleneklerinin, memleketinin ve insanının güzelliklerini, kıvancını, tasasını yürekten yaşayan ve bunu mısralarında yansıtan Bestami YAZGAN, bize eserlerinden bahsedebilir mi? Bugüne kadar kaç kitabınız çıktı?
    -Seksen tane eserim yayınlandı. Bu eserlerden dört tanesi büyüklere yönelik, diğerleri sevgi çiçeğimiz olan çocuklarla ilgili. Sorunuzda bahsettiğiniz gibi eserlerimde millî ve manevî değerleri öne çıkarıyorum. Eserlerimin bir sadaka-i cariye olmasını istiyorum. Fıtrat olarak iyi ve güzel olan çocuklarımızın bu yönlerini çoğaltmaya gayret ediyorum.
    -Günümüzde sosyal medya aracılığıyla birçok şiir yazan görüyoruz. Her şiir yazana ‘’şair‘’ demek istemiyorum. Çünkü şiir uzun soluklu bir yolculuktur. Emek, zahmet ve zamanla olgunlaşır. Sizin, şiir yazanlar hakkındaki düşüncelerinizi almak isterim hocam. Şair adaylarına neler önerirsiniz?
    -İnsanların dünyevileştiği bir dönemde şiirle ilgilenenlere saygı duyuyorum. Şairim, diyenlerin de şiire saygı duymasını, emek vermesini arzularım. Şiir, kuyumcu titizliği isteyen ince bir iştir. Kelimeleri dantel gibi işlemek gerekir. Ayrıca şiir, yazarak öğrenilir. Usta-çırak ilişkisinin de faydalı olduğunu söyleyebilirim. Bu konuya ilgi duyan gençlere başarılar dilerim.
    -Sizi çocuk öyküleri ve şiirlerinde de çok başarılı bir çizgide görüyoruz. Birçok ödüle layık görüldünüz. Kısaca ‘’Neden çocuk ?’’diyorum. Sizi bu dala iten neydi?
    -Yazmaya ilk başladığımda kendimi millî ve dinî konularda yazan bir şair olarak görüyordum. Geriye dönüp baktığımda ‘çocuk edebiyatı’nın öne geçtiğini görüyorum. Evet, seksen eserimden yetmiş altı tanesi çocuklarla ilgili. Bunun sebebini şöyle izah edebiliriz: İnsan, güzel bir manzara gördüğünde gözünü ondan alamaz. Çocukların saf ve temiz hâli bizi kendine çekmiş olabilir. Sanki kutu kutu pense oynayan çocuklar, söyledikleri tekerlemeyi biraz değiştirip beni davet ettiler: “Kutu kutu pense/Elmamı yense/Bestami amca/Aramıza gelse.” Ben de bu çağrıya uydum ve çocukların arasından bir daha çık(a)madım. Doğrusu onlarla olmaktan, onları anlatmaktan çok mutluyum. Dünya bir ağaç olsaydı, çiçeği çocuklar olurdu. Onlarla ilgili yazarken kendimi bir çiçek bahçesinde hissediyorum.
    -Çeşitli illerde okuyucuları ile buluşan Bestami Yazgan, hem Anadolu’ya hem de çocuk kalbine yolculuk ediyor. Bize bu buluşmalarınızdan bahsetmek ister misiniz?
    -Biz, Anadolu’da yetişip 2000 yılında İstanbul’a geldik. Bazı yazarlar Anadolu’ya “taşra” diyor. Ben de oraya borcumu ödemeye gidiyorum. Herhangi bir çocuğun gönlünde okuma ve yazma ateşini yakabilirsem ne mutlu bana. Ayrıca ülkenin her şehrinde çocukları gördükçe ruhumun renklendiğini hissediyorum.
    -Aynı zamanda edebiyat öğretmenisiniz. Biz eğitimcilere tavsiyeleriniz nelerdir?
    -Öğrencilerimize yazmaları ve okumaları konusunda örnek olmalıyız. İyi bir öğretmen, bir öğrencinin dünyada karşılaşacağı en güzel şanstır.
    -Son olarak geleceğimizin teminatı minik okuyucularınıza ve de gençlerimize neler söylemek istersiniz?

    BİR ÇİÇEKTİR ÖĞRENCİLER

    Bilgi bahçesinin gülü,
    Bir çiçektir öğrenciler.
    Gönülleri sevgi dolu,
    Bir çiçektir öğrenciler.

    Öğretmenin eli, kolu,
    Kimi kızı, kimi oğlu.
    Okuluna candan bağlı,
    Bir çiçektir öğrenciler.

    Sıra sıra ve peş peşe
    Kalbe dolan bin bir neşe.
    Kimi Ali, kimi Ayşe,
    Bir çiçektir öğrenciler.

    “Gözler yıldız, dilleri bal”,
    Al bayrakta beyaz hilal;
    Okul ağaç, öğretmen dal,
    Bir çiçektir öğrenciler.

    Onlar benim varım yoğum,
    Onlar benim azım çoğum,
    Onlar benim tomurcuğum,
    Bir çiçektir öğrenciler.

    Türkçenin gül hecesinde,
    Şanlı yurdun yücesinde,
    Anadolu bahçesinde,
    Bir çiçektir öğrenciler.
    Yüce Mevlâ’dan niyazım odur ki: Yuvalarımızdaki sevgi çiçekleri, okullarımızdaki bilgi çiçekleri hiç solmasınlar. Burcu burcu kokmaya, rengârenk açmaya devam etsinler…
    -Bu güzel söyleşi için teşekkür ediyorum. Başarılarınızın devamını ve daha önemlisi sağlık diliyorum.
    -Ben de gayretlerinizden dolayı teşekkür ediyor, başarılar diliyorum.

  • Ayhan NASUHBEYOĞLU.”Dokunma”

    an

    Dokunma toprağa elin kirliyse,
    Andan gelir bütün yiyip içtiğin.
    Gölgesine oturduğun ağacın,
    Kirli elle gövdesine dokunma.

    Yarınlara giden bir yolcusun sen,
    Uçan kuşun kanadına dokunma.
    Hayatın anlamı budur bilirsen,
    Başkasının yuvasına dokunma.

    Kötülük edeni çevir yolundan,
    İyilik yapana sakın dokunma.
    Hayat ağacının meyvesi tatlı,
    Bu meyveyi ölçülü ye, dokunma.

    Gördüğün her şeyde bir hikmet ara,
    Haksızlık dediğin etmez bir para.
    Edersin de olur yüzün kapkara,
    Kara kirli, buna dahi dokunma.

    Acıma duygusu manaca derin,
    Lütuf kervanında bulunsun yerin.
    Değil isen bir damlası kevserin,
    Bu kevserin damlasına dokunma.

    El sürme ki bu dünyanın malına,
    Aldırma hiç şekerine balına.
    Gireceksen gir ki Hakk’ın yoluna,
    Sonrasında yanlışlara dokunma.

    16 Aralık 2013

  • Âşık SARICAKIZ.”HALK ŞİİRİNDE KADINLAR “

    Antalya

    Âşıklık geleneği; geleneksel sanatların içinde yer alan ve çok önemli olan bir sanat dalıdır.
    Bu konuyla ilgili birkaç söz söylemeden önce, yakın ve uzak geçmişte, bu alanda emek veren geçmişlerimizi rahmetle, yaşayanlarımızı da sevgi ile saygı ile anmak gönül borcumuzdur.
    Leylasız Mecnun, Aslısız Kerem olamaz diyen, her türlü olanaksızlıklara karşı varoluş mücadelesi veren kadın âşıklarımız, sayıları neredeyse yok denecek kadar az da olsa, varlıklarını sürdürmektedirler.
    Halk şiirine sımsıcak, zarif duygularıyla, mücevher pırıltısı katan kadın âşıklarımız, şiirlerindeki şah beyitlere mahlaslarını mühürleyerek, eserlerini toplumun beğenisine sunmaktalar.
    Kabul gördükleri ortamlarda sazlarını bağırlarına basıp deyişlerini sunabiliyorlar. Ancak “işleyen demir ışıldar” sözünden yola çıkarsak, bu güzelim geleneği ayakta tutup, devamını sağlamak, devletin de toplumun da görevidir diye düşünüyorum.
    2010 Ekiminde Azerbaycan’ın tüm reyonlarında, büyük bir coşku ile kutlanan “SAZ SÖZ ÂŞIKLAR BAYRAMI”na Türkiye’den bir grup âşıkla birlikte katılmış olmam, âşıklık yaşamımın en önemli olayıydı diyebilirim.
    Gördüklerimiz, yaşadıklarımız, araştırmalarımız sonucunda edindiğimiz bazı önemli notlara özetle değinmek istiyorum.
    Azerbaycanlıların, âşıklık sanatına çok büyük önem verdiklerini, yaşamın her alanında görüp hissedebilirsiniz. Bu sanata gönül verenleri, yatkın olanları, çocukluktan itibaren âşık mekteplerinde eğitmeye başlıyorlar. Seslerini ve sazlarını, Azerbaycan âşık havalarına namelerine uygun bir şekilde kullanmayı, giysi, diksiyon, etkileme, çalgı tanımı, bakımı ve kullanımı ve hatta sahneye çıkışta “nasıl yürürlerse daha etkili olur”un gereğini, grup ve solo söylemelerdeki incelikler ve benzeri eğitimler ciddi bir disiplinle veriliyor. Ve sonuçta tam bir artist- âşık diyebileceğimiz sanat icracısı çıkıyor ortaya. Bu nedenle Azerbaycan âşıklarını gıpta ile beğeniyle izlemekteyiz.
    Azerbaycan’ın hemen her bölgesinde rastladığımız Âşık müzelerinden, daha bir tane bile açamadık ülkemizde.
    Âşıklık geleneğinin güçlenmesi için, devletimizin yapması gereken çok şey olduğuna olan inancımı yıllardır sürdürüyorum ama herhalde ben göremeyeceğim.
    1971 yılında katıldığım ilk Âşıklar Bayramı’nda Âşık Nevcivan ÖZMERİÇle daha sonra da Âşık ŞAH TURNA ve Âşık Şahsenem bacı ile tanıştım. İlk tanıdığım kadın âşık ise, ilkokul yıllarımda tesadüfen rastlayıp hayran olduğum Âşık GÜLLÜŞAH BACI idi.
    Onlardan önce de “kadın âşıklar mutlaka olmalıydı ama bunlar kimlerdi ve hangi konularda, neler yazmışlardı çok merak ettim. Bu konu ile ilgili kitap aradım, bulamadım. Araştırmaya, soruşturmaya başladım. İlk olmak, hem de kitapsızlıktan bir an önce kurtulmak için 1983 yılında içime çok da sinmemiş olan bir kitap “HALK ŞİİRİNDE ANA SESİ – KADIN ÂŞIKLAR ANTOLOJİSİ” çıktı ortaya. Bu konuda bana destek veren merhum Tahir Kutsi MAKAL’ı saygı ile anıyorum.
    Bir kadın âşık olarak; bu alanda yaşadığım bunca talihsizliklere zorluklara rağmen, bazı şanslı yanlarım olduğunu da düşünmüyor değilim. Dizlerinin dibine oturup, sohbetlerini dinlediğim, birlikte turnelere, festivallere katıldığım ama şimdi mumla arasam da bulamayacağım âşık ustalarımı pek çok özleyerek rahmetle anıyorum.

    Âşık Veysel, Âşık Ali İzzet, Kul Ahmet, Sefil Selimî, Âşık Dursun Cevlanî, Âşık İlhami Demir, Rüstem Alyansoğlu, Âşık Hüdaî, Âşık Daimî, Murat Çobanoğlu, Âşık Reyhanî, Mevlüt İhsanî, Ruhi Su, Nimri Dede, Âşık Şeref Taşlıova, Talip Özkan, Ali Ekber Çiçek, Âşık Selmanî, Âşık Kul Semaî gibi ustaları tanımak bana büyük onur verdi.
    Âşıklık geleneğinin gereği olan gezginci olma ve âşık kahvelerinde çalıp söyleme işini ifa ettiğimi kanıtlayan belgelere (gazete kupürlerine) sahibim. Bu nedenle de diğer kadın âşıklardan bir adım önde olduğumu biliyorum.
    Ayrıca, Âşık Fikret ÜNAL, Âşık İsmail AZERÎ, 71, 72, 73’lü yıllarda çeşitli illerde, ilçe ve köy kahvelerinde, başka ülkelerde birlikte çalıp söylediğimiz âşıklar içersinde sağ kalanlardır.
    Kayıtlara geçeceği için söylemem gerekiyor; 1971 yılından itibaren yakın zamana kadar geçen süreçte, birlikte etkinliklere gittiğimiz, gurbet arkadaşlığı yaptığımız, acı tatlı ekmeğimizi paylaştığımız ve hala arada bir arayıp hatırımı soran tüm erkek âşıklara, yüksek huzurunuzda minnet ve teşekkürlerimi ifade etmek isterim.
    Kadın âşıklar olarak, 27 Mayıs 2011 yılında Kocaeli Üniversitesi ile Körfez Belediyesinin düzenlediği KADIN ÂŞIKLAR ŞÖLENİ’ne imzasını atan Prof. Dr. Işıl ALTUN ile Doç. Dr. Sevilay ÇINAR’a bizlere bir ilki yaşattıkları için şükran borçluyuz.
    Ayrıca Prof. Işıl ALTUN hocamıza, geçtiğimiz yıllarda öğrencilerine bizi tanıtıp tez ile birlikte bazı çalışmalar yaptırdığı için çok, pek çok teşekkür ederim.
    Daha sonra ise Kadın Âşıklar Şölenini Gaziantep Üniversitesinde gerçekleştiren başta Dr. Behiye KÖKSEL hocamız olmak üzere Gaziantep Üniversitesi’ne ve Gaziantep Belediyesine, İLESAM yetkililerine, bu güzel buluşmayı gerçekleştirmede emeği geçen tüm görevlilere, kadın âşıklar adına sonsuz minnet ve şükranlarımızı sunuyorum.
    1972’li yıllarda Âşık Reyhanî’nin düzenlemiş olduğu turne kapsamında Tokat ve ilçelerinde (Zile, Niksar, Almus (festivale de katılmıştık) Âşık Reyhanî, Âşık Sefil Selimî, Âşık İsmail Azeri, Âşık Vahap Kocaman ile birlikte çalıp söylemiştik.
    Ayrıca Niksar’da Erzurumlu Âşık Emrah’ın mezarını ziyaret etmiştik.
    Ben Almus’a gittiğimde Âşık Kul Semai’nin evine giderek, her zaman selam alıp gönderdiğim Nevruza Bacı ile tanışma olanağı bulmuştum.
    Siz saygıdeğer “KÜMBET” dergisi okuyanlarına, Âşık Nevruza Bacı’nın yazmış olduğu bir şiirini taktim etmek isterim,

    VAR MIDIR?

    Ey âşık pirine sıtkeyle sarıl
    Telli kitap olan sazın var mıdır?
    Ariflerin nutku kelamı ağır
    Hakkı hakikatta gözün var mıdır?

    Hakkı hakikata erebildin mi?
    Aşkın badesini alabildin mi?
    Cenneti alaya varabildin mi?
    Elinde fermanın, yazın var mıdır?

    NEVRUZU’yim der ki pişmeyen çiğdir
    Aşkın badesini içmeyen çiğdir
    Can ile serinden geçmeyen çiğdir
    Yenecek lokmada tuzun var mıdır?

    Bilindiği üzere Nevruza Bacımız, 1997 yılında, çok sevdiklerini yakından bildiğim değerli eşi Âşık Kul Semaî ile beraber, bir trafik kazasında hakka yürümüşlerdi. Şimdi o iki sevgilinin cennet bahçelerinde el ele dolaştıklarına tüm kalbimle inanıyorum.
    Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği’nin, Eğitim, Kültür, Sanat ve Edebiyat alanındaki yayın organı olan “KÜMBET” adlı sanat dergisinin çok değerli okurlarına bir şiirimi takdim ederek yazımı sonlandırmak istiyorum.

    ARADIM

    Bulamadım hiçbir yerde izini
    Çayır, çimen, bağda, gülde aradım
    Boşa yuttum gurbet elin tozunu
    Dağ, taş, dere, tepe, yolda aradım

    Başım aldım gurbet gurbet götürdüm
    Ben canımı boşa yedim bitirdim
    Leyla oldum, Mecnun’umu yitirdim
    Stepte, sahrada, çölde aradım

    Aşığın yüreği dardadır darda
    Sözden caymak var mı er oğlu erde
    Aslı için yanıp tutuşan nerde
    Ateşte, narlarda, külde aradım

    Dinleyin sesimi, duyun ahımı
    Bir bilen olmadı benim ruhumu
    Selbi’ye imrendim, yar Emrah’ımı
    Van ile Erdiş’te, gölde aradım

    Durup bir kararda kalamadım ki
    Yerde, gökte, nerde bilemedim ki
    SARICA aradım bulamadım ki
    Yazık ki boşuna elde aradım

    En son baktım da gönülde aradım. Buldum.
    En derin sevgi ve saygılarımla, tüm canlara sağlık ve huzur dolu günler dilerim.

  • Ahmet OTMAN.”SEVDA KOYDUK ADINI”

    Sevda yollarından geçtik
    Sevda şehrinin ışıklı caddelerinden
    Sevda bankasından çektik mutluluğu
    Limitsiz ve kefilsiz
    Sevda bahçesinde içtik
    “Yudum yudum sevda”yı
    Sevda vitrinlerinde beğendik
    En güzel giysileri
    Giydik
    Çıkardık
    Aldık
    Yükledik
    “Sevda yüklü kervanlar”a
    Çoğaldıkça çoğaldı sevdamız
    Sevda ben
    Sevda sen
    Sevda o…
    Sevda biz,
    Sevda hepimiz…

    Sevda dağlarından topladık
    Sevda kokulu aşk çiçeklerini
    Sevda ağaçlarının altında,
    Söyledik en güzel Sevda türkülerini
    Adını sevda koyduk
    Kır çiçeklerinin
    Başımızın üstünde esen
    Kavak yelleri
    Ardından geldi
    Sevda yağmurları
    Islandık iliklerimize kadar
    Coşmuştu sevda bulutları
    Yağdıkça yağıyordu
    Sevda yağmurları…

    Sevda şehrinin ışıklı caddelerinde
    Bir sevda konumuz var
    Sevda sokak
    Sevda apartmanı
    Bir sevda şarkısı dudaklarımda
    “Öyle bir kara sevda
    Kara toprak gibi…”

  • 9.Uluslararası Mübadele ve Balkan Türk Kültürü Araştırmaları kongresi’

    5-6 Aralık 2015 tarihleri arasinda Samsun’da düzenlenen 9.Uluslararası Mübadele ve Balkan Türk Kültürü Araştırmaları kongresi’nde:
    “Niksar ve Mübadele” konulu bildirimi sunacağım. Özellikle samsun’da yaşayan niksarlıları beklerim efendim.

  • NİKSAR KÜLTÜR VE SANATINA SUNULAN DEĞERLİ BİR ESER

    Niksar’ın Sevdası başkadır.Bunu ,bir tarih,tabiat,kültür şehri olan Niksar’ın derinliğinde yaşayabilen ve ruhlarında yaşatabilenler anlar.
    Emekli Edebiyat Öğretmeni,bizim de bazı çalışmalarımızın aydınlatıcısı olan Hami KARSLI Ağabeyimiz yıllardır üzerinde çalıştığı eserini kendi imkanlarıyla gün yüzüne çıkarmayı başardı.
    Tebrik ve teşekkürlerimi sunuyorum.Yüreğinizden Niksar sevgisi azalmasın.Kaleminiz daima güçlü olsun.
    Hasan Akar 01.12.2015

  • Harika UFUK.Muhteşem şiirler

    huh

    KÜSKÜN DÜNYA

    Nehirler yataklarına küsmüş,
    Nicedir güneşle kavgalı yıldızlar,
    Biri “gece” der,
    Diğeri “gündüz”
    İlkbahar bitmezken yüreklerde;
    Sonbahar yaprakları gibi
    Hüzün yüklü, sarışın;
    Takvimden düşen yapraklar!
    Adı ayet olmuş dillerde,
    Küsler onu bekler hasretle,
    Kuşlar “özgürlük” diye öter.
    Çivisinden ayrılmış tablo gibi harita,
    Herkes bir parçasını koparır,
    Doğmamış bebekler ağlaşır,
    Kara/bağlı
    Analarının gözyaşlarını çalarak…
    Gün biter, gece biter,
    Kavgalar da biter sonunda!
    Yeter ki kalmasın geriye
    Kirletilmiş, küskün bir dünya!

    Adana.24 Mart 2009.Saat: 08.30

    ÇINAR YAPRAĞI

    Çınardan ödünç aldım yaprağını
    Ömür yazdım kendime
    Oysa
    Asırlar öncesinden
    Yazılmıştı yazgım!
    Düşlerimi ben boyadım.
    Umutlarımı, beklentilerimi,
    Acılarımı
    Molasız
    Katıksız ve katışıksız!
    Çınar yaprağını suya attım;
    Üşüyen ellerimle…
    Gözyaşı nehrinden uzaklaşarak
    Özgürlüğe, sonsuzluğa
    Yol alsın diye!

    Adana.16 OCAK 2008

  • M. Tahir TURAN.”KURULUŞUN TOPRAĞI DOMANİÇ, YİĞİT “ANA” DOLU… “

    sn

    sn2

    tahir@tahirturan.net
    ”Oğul… Anayurttan ayrılalı yıllar geçti. Deli rüzgârlar önünde oradan oraya savrulduk. Beylik otağını kurduğumuz şu yaylalar, artık son durağımız, son konağımız olsun. Oğuz’un yurtlarına diktiğimiz ağaçların kökleri kara yerin derinliklerine, dalları gökyüzünün yüceliklerine uzansın. Ak-boz atlara binip yağı üstüne yel gibi vardıkta Kadir Tanrı gözü pek yiğitlerimizi korusun. Göğsü kaba yerli kara dağlar gibi duran erlerimiz ile kır çiçekleri gibi saf ve temiz, ak yüzlü, ala gözlü kızlarımız kutlu Kayı Boyumuza gürbüz evlatlar versinler. Altın başlı otağlarımız Domaniç yaylasını bürüsün.”
    Böyle dua eder Hayme Ana, oğlu Ertuğrul’a… Devlet Ana’dır O… Cihan devletinin anası, yiğit Türk kadınının sembolü… Göçebe hayata noktayı koymuş, heybetli bir çınarın tohumlarını ekmiş Domaniç’te. Bu sebepledir ki Domaniç, ulu ağaçları ve kahraman kadınları ile anılır tarihte…
    Osmanlı Devlet Yönetiminde Kadının Rolü, Domaniç’te Başlar…
    Osmanlı’da kadına verilen önem, bilindik kaynaklarda Hayme Ana’ya kadar uzanır. Öyle ki; Orta Asya çöllerinden Anadolu topraklarına kadar uzanan göç hareketine son vermeyi dilemiştir Devlet Ana… Eski Türkçede “Çadır” anlamına gelen “Hayme”, dört yüz çadırlık bir beyliğin önderliğini ifade eder.
    Ankara’nın batısındaki son obalarında eşi Gündüz Alp’i (bazı kaynaklarda Süleyman Şah olarak geçer) kaybettikten sonra, Selçuklu Sultanı Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından Söğüt ve Domaniç’in tahsis edilmesiyle bu bölgeye son göçü organize etmiş, “ana” içgüdüsü ile yerleşik hayata bu gölgede geçme konusunda etkili olmuştur. Bu durum, kadının anaç yapısı ile doğrudan etkili olup, “yuvayı dişi kuş yapar” atasözünü doğrular bir nitelik de kazanmıştır. Nitekim Osmanlı payitahtı süresince valide sultanların devlet üzerindeki etkisi Hayme Ana kaynaklı olmakla beraber, Osmanlı tarihi boyunca kadına verilen değerin de ciddi bir yansıması olmuştur.
    Domaniç yöresi bugün bile bu hassasiyeti taşır haldedir. Zira bölge ekonomisinde kadınların katkıları yadsınamayacak düzeyde…
    Domaniç’in Bağrından Çıkan Çınardan, Cihan Devletine…
    Osmanoğulları Söğüt ve Domaniç’i mekân edinip obalarını burada kurduktan sonra bereketli toprakları tarım ve hayvancılıkta etkin kullanmış, atlı-oklu savaş teknikleri üzerine ciddi talimleri bu coğrafyada gerçekleştirmiş, dörtsüz çadırlık bir obadan cihan devletine uzanan yolun taşlarını burada döşemişlerdir.
    Osman Bey’in, Şeyh Edebali tarafından devlet kurmakla müjdelenen o bilindik rüyasındaki gibi; heybetli ağaçları ile de bilinir Domaniç… Yeşil Domaniç derler yöreye. Sayılabilen kısmıyla 1200 yaşında karaçamlar görürsünüz florasında. Aynı ortamda üç farklı ağacın (Çam, Senaver, Kayın) yetiştiği ender coğrafyalardan olan Domaniç’te kuruluşa şahitlik etmiş canlıların varlığını hala hissedebilirsiniz… Korur, kollar yöre insanı bu ağaçları. Hürmet eder geçmişine ve hatırasına…
    Domurköy’deki “Mızıkçamı” da bu ağaçlardan bir tanesi… Hayme Ana’nın torunu Osman’ı, bu ağaca kurduğu beşikte büyüttüğü rivayet edilir. Osman Bey’in rüyasındaki göğsünden çıkan ağaca benzetilir bu çam… Osmanlı’nın büyümesini temsilen doğup, büyüyüp, olgunlaşıp, ömrünü tamamladığında yıkılıvermiştir olduğu yere. Doğanın gücüne dayanamamıştır belki ama doğanın yıpratıcı etkilerinden korumak adına sahip çıkılmıştır ulu gövdesine… Osmanlı’ya sahip çıkma içgüdüsünün bir yansımasıdır bu. Kim bilir? Belki de Hayme Ana’ya ve Osman Bey’e sahip çıkma duygusundandır…
    Tarihine ve Değerlerine Sahip Çıkar Domaniç’li…
    Fatih Sultan Mehmed Han İstanbul’u aldıktan sonra şehrin Müslüman nüfusunu arttırmak amacıyla ata toprağına bir haber salar. Der ki; “…gelin, size toprak vereyim, mülk edinin buradan. Yerleşin İstanbul’a, ne isterseniz Osmanlı’dan…” Meclisi toplar yörenin ileri gelenleri… Nazikçe reddederler padişahın talebini; “Biz dağda doğduk, darda ölemeyiz…”
    Tarihine ve değerlerine sahip çıkma bilincidir bu. Bugün bile aynıdır bakış açısı; dev sanayicilere, hayvanlarını otlattıkları meraları vermez, o arazilere fabrika kurdurmaz yöre insanı.
    Kuruluştan Kurtuluşa, Domaniç’li Yiğit Türk Kadını…
    Hayme Ana’nın yiğitliği tarih boyunca Domaniç’te hâkim olmuştur… Ulu ağaçları kadar, yiğit kadınları ile de anılır Domaniç…
    Kurtuluş savaşı sırasında İnegöl’de askerlik yapan oğlunun Yunan askerine yardım ve yataklık ettiğini öğrendikten sonra, kocasının beylik silahını kuşanıp, atına atladığı gibi soluğu İnegöl’de alan, oğlunu sorgusuz sualsiz tek kurşunla yere serdikten sonra arkasına bakmadan geri dönen Domaniç’li Habibe, yiğit Türk kadınının benzersiz bir efsanesidir.
    Bir başka kahraman Türk kadını Şukufe Nihal, 1940’lı yıllarda bu efsaneyi duyar duymaz Domaniç’li Habibe’yi bulmak için yollara koyulmuş, yaşadığı bu serüveni de “Domaniç Dağlarının Yolcusu” adıyla kaleme almıştır. 2006 yılında “Yüz temel eser” listesine alınan bu kitap, 1946 yılında “Unutulan Sır/Domaniç Yolcusu” adıyla filmleştirilerek Türk sinemasının ilkleri arasına girmiştir.
    Hayme Ana’dan Habibe Hatun’a, kahraman analar tükenmez kuruluşun toprağında.

    Her yıl Eylül ayının ilk haftasında, Çarşamba köyündeki türbesinde “Hayme Ana’yı Anma ve Göç Şenlikleri” düzenlenmektedir. Yöre insanı Ana’sına dua eder, ruhuna etli pilav dağıtır tam 730 yıldır. Atlı okçular Kayı’yı canlandırır, ata sporları icra edilir, Kayı’nın çadır kurduğu çayırlarda…
    Eğer yolunuz bir gün Domaniç dağlarına düşerse, bereketli kuruluş toprağında mutlaka mola verin, bir soluklanın. Hayme Ana’nın ayranını, Habibe Hatun’un gözlemesini mutlaka tadın. Anadolu’nun bağrında yiğit “Ana” dolu yöre sizleri bekliyor…

  • M.Hâlistin Kukul.”TÜRK YURTLARI’NIN HÂFIZASI: TÜRKÇE”

    1130

    mhalistinkukul@hotmail.com

    Yahya Kemal Beyatlı, bizde, vatan fikri ile, dil münâsebetini keşfeden ve görüş ileri süren belki de ilk şâirdir.
    Diyor ki; “Vatan fikri bizde daima vardı; fakat Namık Kemal’in, bu fikri kalbimizde yeni bir nefesle uyandırdığı günden beri uyanığız. Onun vatan fikrini uyandırdığı gibi, bir diğer Türk şâiri çıkıp da lisan fikrinin kutsîliğini uyandırsaydı, bize gösterseydi ki bizi ezelden ebede kadar bir millet hâlinde koruyan, birbirimize bağlayan bu Türkçedir, bu bağ öyle metin bir bağdır ki vatanın hudutları koptuğu zaman bile kopmaz, hudutlar aşırı yine bizi birbirimize bağlı tutar; Türkçenin çekilmediği yerler vatandır, ancak çekildiği yerler vatanlıktan çıkar, vatanın gövde ve rûhu Türkçedir.”(1)
    İşin özü: Dilini kaybeden bir millet, hâfızasını da kaybeder.
    Burada, birkaç husus üzerinde durulabilir. Çünkü; söylenenler, sâdece tecrübelerin değil, ilmin de gereğidir ve hepsi de çok önemlidir. Fakat, bunlardan birine dikkat çekmek istiyorum. Bu; “lisan fikrinin kutsîliği” ve onu “uyandır”ma düşüncesidir.
    Nasıl ki, “Vatan sevgisi îmândandır”, dili korumamız ve geliştirmemiz de, bize, hem millî ve hem de dînî bir emirdir. Çünkü; Allahü Teâlâ, Rûm Sûresinin 22. âyetinde, -meâlen- şöyle buyurmaktadır: “Gökleri ve yeri yaratması ve dillerinizin çeşit çeşit, renginizin türlü türlü oluşu da yine o delâilden (delillerden)dir.”(2)
    Böyle mühim bir mes’elede, bugüne kadar, câmilerimizde vaaz ve hutbelerde, bir defa olsun “dilin / lisânın” korunması geliştirilmesi hususunda bir söz söylendiğini duymadım.
    Kaldı ki; ‘dil’in korunması, bir başka yönden, onun yabancı lisanlara ve uydurma kelimelere karşı da mücâdelesini gerektirir. Elbette ki, bu kadar da değil; dil, argolaşıp müstehcenleşirse millî kültürde de heyelan başlar. Bu da; hem dînî ve hem de millî tavır ve heyecanda bozulmayı, gerilemeyi ve çökmeyi hazırlar.
    “Aynı dili konuşan insanlar “millet” denilen sosyal varlığın temelini teşkil ederler. Dil, duygu ve düşünceyi insana aktaran bir vasıta olduğu için, insan topluluklarını bir yığın veya kitle olmaktan kurtararak, aralarında “duygu ve düşünce birliği” olan bir cemiyet, yani “millet” hâline getirir.”(3)
    “Her yeni nesil ile birlikte, milletler, millî kültür ve medeniyetler, millî müesseseler, kendilerini hem devam ettirirler, hem güçlendirirler, hem de yenilerler.
    “Millî dil” de öyledir. O da nesilden nesle intikal ederken hem kendini korur, hem kendini geliştirir, hem de yeniler. Bir taraftan kendi iç tekâmüle ile, bir taraftan kültür temasları ile, bir taraftan ilim ve sanat kadrolarının gayretleri ile zenginleşen ve güçlenen “millî dil”, gerçekten de bir milletin “dünü” ile “yarını” arasında tam bir mânevî köprü vazifesi yapar; “millî” ve “beşerî” tecrübeleri, gelecek asırlara intikal ettirir.
    Millî dil, sadece yaşayan nesillerin dili değildir. O, geçmiş ve geleceği ile bir milleti kucaklar.”(4)
    Bu da gösteriyor ki, dil, milletimizin bütün maddî ve mânevî kültür değerlerini ‘barındırır” ve nesillere nakleder. Hâliyle; târihî seyir içinde, onda, millî, dînî ve beşerî bütün değerleri kayıt altına alınmış buluruz.
    Bir dilde; bir kelime veya bir tâbir ne kadar çoksa ve bunlar, ne kadar çok mânâyı ifadelendirip iş görüyorsa, o dil o kadar zengin ve kıvraktır.
    Meselâ; Türkçemizde “kişi, zat, fert ve şahıs” kelimelerimiz, çoklukları îtibâriyle; “gül” kelimemiz mânâ fazlalığı îtibâriyle zenginlik arzeder.
    Bunlar, atasözlerimizde, tekerlemelerimizde, mânîlerimizde, deyimlerimizde, gönüllerimizi süsleyen tarihten süzülüp gelen millî emânetlerimizdir.
    “Bir milletin dili, birinin yerine diğeri konulacak şekilde, bir kelime ve tâbir yığını değildir. Dil, asırlar içinde ve nesilden nesillerin hâfızasında dövüle yoğrula yerleşmiş bir mânâ, his ve hayâldir.
    (…) Dil, kelime ve tâbir olarak maddîdir. Fakat mânâ, maksat, his ve hayâl tesisine vâsıta olarak milletin mânevî hayâtının başta gelen elemanıdır. Dilin her kelimesi ve tâbiri arkasında bir târih yaşar. Millet ise, târihin yapıp yoğurduğu bir birliktir.”(5)
    Öyleyse; buradan, milletin “mânâ, his ve hayâli”yle, “târihi”yle ve bu münâsebetle de ‘milletin birliği’ ile oynamak düşüncesine varabiliriz. Şu ânda; ‘uydurma” kelimeler ile ‘yabancı’ kelimelerin Türkçemizi istilâ etmesinin ne kadar tehlikeli olduğunu göstermeye kâfidir.
    Bizim, Türk Milleti olarak, atalarımızın mânâ kazandırdığı, hislerinden ve hayâllerinde unsurlar kattığı bu güzel kelimelerimle, hiç kimsenin oynamasına fırsat vermememiz lâzımdır.
    Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 3. Maddesi’nde:”Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir”(6) yazmasına ve 62. Madde’sinde:”Devlet, tarih, kültür ve tabiat varlıklarının ve değerlerinin korunmasını sağlar, bu amaçla destekleyici ve teşvik edici tedbirleri alır.”(7) demesine ve 42. Maddesi’nde de. “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez”(8) denmesine rağmen, Türkçe’yi, “tarih” ve “kültür” değeri kabul edilmemiş olacak ki, bugün, Türkçe korunmaktan çok uzaklardadır ve bâzıları gaflet ve ihânetle Türkçenin “ana dil” olarak başka dil(ler) ilâve etmek peşindedirler.
    “Türkiye’deki dil zevksizliğinin, Türkçe yozlaşmasının önüne devletimiz geçmeliydi. Ama devletimiz, üzerine düşeni yapmıyor. Yapamıyor. Şimdi çok önemli bir hususa dikkatinizi çekmek istiyorum. Fransa’da bundan 365 yıl önce, bir dil akademisi kuruldu. Fransa’da 365 yıl sonra Fransız dilinin kullanılmasıyla ilgili olarak çok önemli bir kanun daha çıkarıldı. 665 sayılı Fransız kanununun bazı maddeleri şöyle (Ben, buraya sâdece birinci maddeyi alıyorum):
    “Madde – 1: Anayasada, cumhuriyetin dili olarak kabul edilmiş olan Fransız dili, Fransa’nın kişiliğini ve ata mirasını gösteren temel unsurdur. Eğitim, çalışma, kamu ilişkileri ve hizmetleri için kullanılacak dil, Fransızca’dır.”(9)
    Her şey bir yana; Fransızca’nın “Fransa’nın kişiliğini ve ata mirasını gösteren temel unsur” olarak takdîmi, bize örnek olacak bir durumdur.
    Bugün; “Türk Dünyâsı Türkçesi” hedefinde olması gereken fikir dünyâmız, güzel Türkçemizi, maalesef yalnızlığa itmiştir.
    Hem maddî ve hem de mânevî kıymetlerimizi barındıran Türk Dünyâsı Coğrafyası’nın, bir başka ifadeyle “Türk Dünyâsı Yurtları’nın Hâfızası”nın, doğrudan doğruya “Türkçe” olduğu asla unutulmamalıdır.
    “Coğrafya Dili”; bütün bu “ata miras”larının hayat sürdüğü mekânlardır. Bu dil, öyle bir dildir ki, Yahya Kemal’in dediği gibi, hem “hudutlar koptuğu zaman bile kopmaz” ve hem de “hudut aşırı”dır ve zaman olarak da, mâzî ile, günü ve geleceği irtibatlandırır.
    Coğrafya Dili, kelimelerin “toprak” la kaynaşmasıdır. Böylece; milletin, yeryüzündeki mâl-ı mîrî ve tapu senedi hükmünde olur. Bu bakımdan, “Türk Yurtları’nın her toprak zerresini vatan hâline getiren canlı, hayat ifadeleri vardır. Bunların isimleri mevcut oldukça, hâlâ diridirler.
    Hayatın içinde bulunmayan dil, ömür süren / yaşayan bir dil olabilir mi?
    İnsan, hayvan ve bitkiden her çeşit cansıza kadar verilmiş isimler bugün hâlâ yaşıyorlarsa, onun mensubu olduğu millet de yaşıyor demektir. Caddelere, sokaklara, köylere, mahallelere, şehirlere, devletlere, câmilere, hamamlara, köprülere, dergâhlara, çeşmeler ve her türlü mîmârî eserlere, yemeklere, sayılara verilen isim ve sıfatlar canlı olduğu müddetçe o millet ayaktadır demektir.
    Hattâ; o milletin târihte kullandığı fiiller, bağlaçlar, zamirler, zarflar ve ünlemler, ifadeye çalıştığımız “yurtlar”dan intikal etmesi gereken büyük değerlerdir.
    Dağ, ova, tepe, nehir, deniz… isimleri de bu cümledendir.
    Malazgirt Ovası, Kosova ile, Çukur Ova veya Konya Ovası, bizde aynı hissi mi uyandırır? Altay ve Tanrı Dağları ile, Everest’e aynı gözle mi bakarız? Nerede Türk izi, sesi, heyecanı, kükreyiş veya sükûneti var, ona bakarız, değil mi?
    Şu ânda, birçok şehrimizde yeniden canlandırılan yabancı coğrafya isimleri, Anadolu’nun bir Türk Yurdu olarak hâfızasının silinmesi gayretinden başka bir şey değildir.
    “Gaspıralı İsmail Bey, İstanbul Türkçesinin yaygınlaşmasını istiyordu. Dolayısıyla Türk Dilini yabancı unsurlardan temizlemek, dilimizdeki Arapça ve Farsça tabirlerden vazgeçmek, mahallî tabirler yerine Osmanlıcadaki, yâni İstanbul Türkçesi’ndeki tabirleri kullanmak gerekir diyordu. Kırım’da, Azerbaycan’da ve Türkistan’da, Rusça, Türkçemize bulaşmasın istiyordu.
    (…) Gaspıralı İsmail Bey, Bahçesaray şehrinde bir süre belediye başkanlığı da yapmıştı. Vefat ettiği zaman Zincirli Medresesi’nin bahçesine gömüldüğünü biliyordum.
    Ruslar, kendi fikir ve sanat adamlarına çok büyük önem veriyor; onların evlerini müze haline getiriyor, büstlerini, heykellerini yapıyor, mezarlarını koruyorlar. Aynı uygulamayı Gaspıralı İsmail Bey için de yaptıklarını sanıyordum. Yanıldığıma dehşetle şahit oldum. Önce gördüm ki Gaspıralı’nın Bahçesaray’da yaşadığı iki katlı ev müze değildir. İçinde iki Rus aile oturmaktadır. Sonra Zincirli Medresesi’nin bahçesine girdiğim zaman bana anlattılar ki:
    Moskova, Gaspıralı İsmail Bey’in mezarını tamamen ortadan kaldırmış ve oraya kocaman bir domuz ahırı kondurmuştur. Peki niçin? Gaspıralı İsmail Bey, bütün Türk Dünyasında “Dilde, fikirde, iş’te birlik” sağlamaya çalıştığı için!”(10)
    “Sosyalist Rus idarecileri, Türkmenlere millî bir şahsiyet verdiği için, Türkmen yaşayışının ayrılmaz bir parçası olduğu için, dünyaca meşhur güzelim Ahalteke atlarını bile, her gün koyun keser gibi, tavuk keser gibi, üçer beşer keserek ortadan kaldırmak, o mübârek atların bile köklerini kazımak istediler. Ve siz biliyor musunuz ki; 1917 Sosyalist ihtilâlinde birkaç milyon olan güzelim Ahalteke atları, 1990 yılında Sovyet Rusya İmparatorluğu kendiliğinden yıkıldığında, sadece 5-6 yüz civarında kalmıştı. Ve Cumhurbaşkanı Sapar Murat Niyazov, yok edilmek istenen o çok zarif, o çok mahir, o çok koşan, o dünyanın en pahalı atları olan Ahalteke Türkmen atlarını yeniden çoğaltabilmek, koruyabilmek için, bir Atçılık Bakanlığı kurdurdu.”(11)
    Demek ki; mezarlıklar da, bizim tapu senetlerimizin birer parçasıdır. Yer üstündekilerin varlığının teminatları, yerin altında yatanlarımızdır.
    Türk birliğini sağlama emelinde bulunan bir Türk büyüğünün mezarının “domuz ahırı” yapılmasındaki insanlık dışı davranış bir yana, bize vereceği ibretler tekrar tekrar düşünülmelidir.
    Görülüyor ki; “Ahalteke Türkmen atları”, bir hayvan türünü değil de, burada, âdeta Türk milletini temsil ediyor. Onların nesillerini kesilmesi de, Türk adının, bir noktasından koparılması mânâsını taşıyor.
    Peki öyleyse; şu ânda, Türkiye’deki, Adana’da Kilikya, Diyarbakır’da Amed, İzmir’de Smyra, Samsun’da Amisos ve Amazon, Nevşehir ve çevresinde Kapadokya, Giresun’da Kerasus… furyası nedir dersiniz? “Atatürk’ün Şehri” denilen bir şehirde, yirmi beşi aşan Âmazon” ve otuza yakın da “Amisos” isimli kuruluş bulunursa, bu nasıl bir Atatürk Şehri’dir düşünmek lâzım gelmez mi?
    Çinliler; bütün Türklüğün ata yurdu olan Doğu Türkistan’a “Sinkiang / Şincang / yeniden kazanılmış toprak adını verirken, Batı T(ı)rakya’da Türkçe yer isimleri değiştirilirken, bizim hangi akla hizmet ettiğimiz elbette ki, sorgulanmalıdır.
    “Kömür, toprak altında elmas oluncaya kadar binlerce yıl pişiyor. Dildeki kelimeler de öyle… Milletin dilinde yıllarca pişecek ki, kalple dudak arasındaki elmas dizili nakili vücuda getirebilsin… Sonradan da zorla bu nakile dizilecek her madde, o milletin ruh ve idrâk temeline en korkunç bir suikasttır. Böyle bir lisanın adı da, Türkçe değil, uydurukça… Bir milletin öz dili, âlimlerin, aydınların, yabancı kültürlerle temasta olanların lisanı değil, çakkalın, hamalın, işçinin, dadının, babaannenin, köylünün, neferin dili… Bunların bilmediği hiçbir kelime Türkçe olamaz ve topyekûn bir tasfiye hareketi belirtmesi bakımından tedrici bir ıstıfâ (sâf hâle getirme) ile bir tutulamaz. Böyle bir hareket, olsa olsa, bir milletin ruh nakışlarını silmek ve onu mânâda cascavlak hâle getirmek olur. Sadece ihânet…”(12)
    Son bölümdeki üç tâbiri tekrar etmek istiyorum: “bir milletin ruh ve idrak temeline en korkunç bir suikast…”; “bir milletin ruh nakışlarını silmek…” ve “Sâdece ihânet…”
    Dil bahsi ihmâl edilince, bu kadar fecî netîceleri olur, bilinmesi gerekir!..
    * Ondokuz Mayıs Üniversitesi E. Öğretim Görevlisi, Şâir ve Yazar
    KAYNAKLAR
    1. Yahya Kemal, Edebiyata Dâir, Yahya Kemal Enstitüsü Yayını, İstanbul 1971, Sf. 83
    2. Kur’ân-ı Kerîm Meâli ve Tefsiri, Tibyan Tefsiri, Merhûm Ayıntabî Mehmed Efendi, Bugünkü Dile çeviren ve açıklayan: Süleyman Fâhir, Bütün Yayınevi, İstanbul 1957, Sf. 888
    3. Mehmet Kaplan (Prof. Dr.), Türk Milletinin Kültürel Değerleri, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1977, Sf.12
    4. S. Ahmet Arvasî, Siz Sesleniyorum-1, Model Yayınları, İstanbul 1989, Sf. 283
    5. Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil, Türkçe Meselesi, Yağmur Yayınevi, İstanbul 2006, Sf. 60-61)
    6. T.C. Anayasası, Yaylım Yayıncılık, İstanbul 2011, Sf. 4
    7. a.,g., Anayasa, Sf. 37
    8. a.,g., Anayasa, Sf. 27
    9. Yavuz Bülent Bâkiler, Sözün Doğrusu 2, Yakın Plan Yayınları, İstanbul Mayıs 2012, Sf. 69
    10. Yavuz Bülent Bâkiler, Sözün Doğrusu-1, Yakın Plan yayınları, İstanbul Mayıs 2012, Sf. 73
    11. a.,g.,e., Sf. 242
    12. Necip Fâzıl, İdeolocya Örgüsü, b.d. yayını, İstanbul 1976, Sf. 383