Çamaşır iplerine asılı ömrüme, ekleyecek mandalım kalmadı. Ki pek de mahir sayılmam yenilmekte. Rüzgar yitirmiş kuvvetini, Kar da yağmıyor ki bu memlekete.
Geçtiğim yolları unuttum Tanıdığım insanlar da pek kalmadı artık. Kış her zamanki gibi acımasız Sokaklarda, evlerde ölü insanlar Ruhunu kaybedenler de ölmüş sayılmaz mi?
“APOSTROF-A” nəşriyyatı tərəfindən Azərbaycan Dövlət Pedaqoji Universitetinin “Ədəbiyyat” kafedrasının professoru, “Türk odası”nın və Türkoloji Mərkəzin Türk ədəbiyyatı bölməsinin müdiri, Azərbaycan Yazıçılar Birliyinin üzvü Görkəmli alim Elman Quliyevin “Türk Xalqları Ədəbiyyatı” adlı yeni kitabı işıq üzü görüb.
Kitabın elmi redaktoru Azərbaycan Milli Elmlər Akademiyasının prezidenti, filologiya elmləi doktoru, professor, Əməkdar elm xadimi İsa HƏBİBƏYLİ, Rəy müəllifləri akademik, GÖVHƏR BAXŞƏLİYEVA filologiya elmləri doktoru, professor QƏZƏNFƏR PAŞAYEV, Azərbaycanda ATATÜRK MƏRKƏZİnin direktoru, filologiya elmləri doktoru, professor, akademik NİZAMİ CƏFƏROV, filologiya elmləri doktoru, professor ƏSGƏR RƏSULOV, filologiya elmləri doktoru, professor MAHİRƏ HÜSEYNOVA, filologiya elmləri doktoru, professor NİZAMİ TAĞISOYdur.
Dərslik tədris proqramına uyğun yazılmışdır. Kitabda türk xalqları ədəbiyyatının (Türkiyə türk, özbək, türkmən, qazax, qırğız, tatar, İraq-türkman) yaradıcılıq mərhələləri, ayrı-ayrı görkəmli sənətkarlarının həyat və yaradıcılıqları geniş şəkildə tədqiq və təhlil olunmuşdur. Əvvəlki nəşrlərdən fərqli olaraq dərslikdə milli ədəbiyyatlara aid icmallar yazılmış, təsəvvüf cərəyanı və onun əsas xüsusiyyətləri haqqında geniş məlumat verilmiş, Krım-tatar ədəbiyyatının görkəmli nümayəndəsi C.Dağcıya və İraq-türkman ədəbiyyatının tanınmış şairləri Ə.Bəndəroğlu, N.Ərbil, S.Növrəs və M.Bayata ayrıca yer ayrılmış, C.Rumi, A.Kunanbayev, Z.Paşa, N.Kamal, M.A.Ərsoy, T.Fikrət, İ.Qaspiralı, Ö.Seyfəddin, N.Hikmət, C.Aytmatov, M.Cəlil və s. sənətkarların həyat və yaradıcılıqlarına müəyyən əlavələr edilmişdir. Kitab mütəxəssislər və filologiya fakültələrinin tələbələri üçün nəzərdə tutulmuşdur.
MURAT YURDAKUL, Adana’da doğdu (1983). Anadolu Üniversitesi İngilizce İşletme Bölümü’nü tamamladı. Çeşitli dergilerde şiir, öykü, çevirileri yayımlandı. Britanya’da Modern Poetry Translation Dergisi’nde en iyi çevirmen seçildi (2018). İtalya’da XIII uluslararası Premio Vitruvio Şiir Ödülü’ne (2018), İtalya’da VI uluslararası Città Del Galateo Edebiyat Öykü Ödülü’ne değer görüldü (2018). İtalya’da Casa Editrice Cento Verba öykü derlemesine katıldı (2019). Homeros Edebiyat Ödülleri Tarık Dursun K. Hikâye Ödülü 3.lük Ödülü’ne değer görüldü (2020). Çin’de Uluslararası Şiir Çeviri ve Araştırma Merkezi şiir antolojisine katıldı (2020). Çin Halk Cumhuriyeti’nde Şiir Tercüme ve Araştırma Merkezi IPTRC Uluslararası İcra Kurulu [Rendition of International Poetry Quarterly Dergisi] tarafından uluslararası Yılın Şairi Ödülü’ne değer görüldü (2021). Uluslararası Asya PEN [Mısır] “İpek Yolu Edebiyat” şiir seçkisinde yer aldı (2022). Çin Halk Cumhuriyeti’nde Şiir Tercüme ve Araştırma Merkezi IPTRC Uluslararası İcra Kurulu [Rendition of International Poetry Quarterly Dergisi] tarafından Uluslararası Yılın Çevirmeni Ödülü’ne değer görüldü (2022).
Kış
Camlara yazıyorum kuşların sesini Bir müsvettede kaldı kış, raylar geceyi deliyor
Balkonda kuruyan fesleğen sesi Böyle özledim bıraktığın avluyu
Melekler şehri unuttu yas tuttum ikimize Görünür bir sabah soğuk duvarlardan o mavi koruluk, eski park
İçime düşer yorgun göğü savuran kuşun sesi Akşamdan geciken bir sıkıntı yüzümde
Hayat bir kuşüzümü Çıplağız, gövden kum, ağzın harf, avcun veda
Bir kesikten akan yaranın gölgesindeyim Bileklerimde kanar kış Akşam son renklerini de bıraktı dağınık saçlarına
Bağıracak kuyular kalmamıştı Yüzümde birikir başı boş köpek sesleri!
Yağmuru izlerken unutmadığım şeyler var Cama çarpıyorken damlalar, bir kıpırtı…
Murat Yurdakul
Mürekkep Uykusu
gökyüzüne kuşları yeniden oku! şimdi keder açıyor tüm yolları yenilen her kadın üşüyen birer karaca gözlerimdeki kil değil senin sessizliğin
dışarıdan açılır bir pencere içimizdeki geceye bir güle kapanıp kalırız şimdi kiraz çiçekleri sesimi büyütüyor
her ölen kuşla biraz daha çöle eğilir gökyüzü çocuklar çoktan birer rüyasız uyku tren yolları… gitmek!.. bir kedinin en son istediği
güz’de ağrılı kalbim utanmasın yarasından bir kuş gözyaşı çizer içimin gecesine
Murat Yurdakul
Mumlar, Çocukluğum
unutmaya çalıştığım ne varsa bende durmasın içimde öyle çok ki, her gidenden biriken melekler kör kurşunla vurulup düştüğüm yalnızlıktan sancılı dağlarda kendime dökülüyorum, içime sana sonsuz sarıldığımda isimsiz köy mezarlığında olsun rüzgârın umarım bağışlarsınız hüzünlerimi
kediler sahipsiz… güvercinler telaşlı… ömrüm ince kum!
durma hadi! siyah bir engerek içimin kuşlarını çağırsın unutma yaslı çiçekte biriken kana rehin kalbim sudaki suretimden bir sancı aradım. unuttuğum ne vardı; bunu hatırlıyordu yüzümün bir yeri… bir çiçeğe tutundum düşerken, ordayım hâlâ
Murat Yurdakul
Masumiyet
trenden hızlı rüzgârdan eski tanımadığım kentlerde bulmuştum hüznünü yüzünde bir tanrı ölür sıkıntıdan o sıkıntıyı alıp yanıma gömer annem kuşlar yüzünü kapatıyor, kayboluyorum! içimde dünyanın bütün akşamları uzakları yaksam mektuplarla bütün kimi terk edebilirim ki şimdi
huzur sana dokunmak gibi narin, gözlerine dalmak kadar sonsuz sesini biriktirdiğim şarkılar vardı notaları kaybolan umarsız bir çift güvercini havalandırıyorum bakışlarından ağaçlarda ölü kuşların sesleri terli bir gökyüzünün kan uykularına vardım güzü bir gövdeden doğuran dünya çocuk seslerinden dökülür
zaman kuşlardı… mevsimsiz çiçekleri beklerken…
ah âşk! göz yaşın damlıyor kalbime … eğil de gözlerimde biriken yaraya bak!
Murat Yurdakul
Keder
kalp ağrısı uzun bir yoldan geliyoruz seninle omuzlarından gözyaşları dağlayarak geçer dilimizde rengarenk binbir çöl masalları rahmimden dökülür acıları suya değen sabahlarım
güz gülümsemelerinin serin sessizliğine gömün âşkı anlaşılır belki yalnızlık bir yaz yağmurunun en kuytu çeşmelerinde
duydum, kırıldı içimde gözyaşların sesi ölü kuş gölgelerinin izini sürdüm külde dağıma çıkan patikada dökülür yazım çektiğimiz çocukluk düşünün ağrısı dinsin hâlbuki çocukluk dediğin pişmanlıkları boşluğa düşüren bir sığınak insan da bir avuç toprak ve bitimsiz açlık kalbim alış artık içimde biriken keder gecenin çölü
Murat Yurdakul
Suyun İntiharı
âşk kalır kuytularda suyun intiharla terbiyesi artık zaman ağrıyla, soğukla sustum, dünyanın onca acısı benden yırtılmış bu kente bir sinema daha gelse paramparça yalnızlıklar uzak rüzgârları kuşanır, orman yanar
her çiçeğe bir sessizlik işlenir ağıtlardaki kalbim küle döner, kokusuna is bulaşır gün saymak tahliyesi ölüm
annesizlik çocukların saçlarından okunur senin de saçlarına annesizliği yazdılar
gece çınlarken içimde su kabarır kalbim ölümle mühürlenir gölgesine yürüyen ağacın yaprağından geliyorum sana kaybettiğim akşamlar, içim kırık âşktı, arardım; orada tek başıma… çocukların kalbinde tutsak bahçelerin anısıydık o kışta
Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temsilcisi
Slav dillerinde Sarajevo, Osmanlı Türkçesi’nde Bosna Sarayı, bizim dilimizde sevdalinkalarında ağıtları susmayan, boynu bükük, sinesi yaralı, gözü yaşlı Saraybosna.
Hüznü dağlara taşlara sığmayan, yıllar geçse de unutulmayan utancın adı Saraybosna. Öyle bir acı ki, kimi zaman heybetli Bjelašnica’nın, kimi zaman yemyeşil Igma’nın,kimi zaman başı dumanlı Trebevič’in bağrından bir çığ gibi düşer. Sonra kendini nazlı Miljacka (Milyatska) ırmağının serin sularına atar da, soğumaz yangını. Her dem yanan, her dem kavrulan yürektir Saraybosna…
Tarihin kanla yazılmış sayfalarından silinse hafızalardan silinir mi üç koca utanç yılı. Keşke silinse, keşke acılar unutulsa, Adım atılan her yerde mezarlar olmasa keşke. Bilmesem daha yirmisini görmemiş gencecik fidanların bir gecede katledildiğini, kadınların çocuksuz, evlerin erkeksiz kaldığını.
Bu nasıl bir öfke, nasıl bir intikam!
Tepelere mevzilenip birkaç Müslüman öldür, pazartesi tekrar mesaiye dön! Müslümanlara duyduğun kinde boğulasın Avrupa!
Ya Umut Tüneli… Sırp, şehri tamamen sarmış; ne ekmek, ne su… Bütün yardımları kesmiş. Canını dişine takmış Bosna, Elli altmış metrelik bir tünel kazmışlar keskin nişancılara görünmeden. Görünenler vurulmuş, gizlenmeyi başaranlar taşıyabildikleri kadar erzak taşımışlar yardım uçaklarından. Bir lokma ekmek, bir damla su için, ölmemek için. Savaşın en soğuk halinin utanç kanıtlarından sadece biri olan bu yer, bir nebze olsun umut vaat ettiği için Umut Tüneli denmiş adına.
Savaştan sonra yaraları sarılmamış Bosna’yı bir anda kırmızı güller sarmış. Nasıl mı? Tüm dünyaya sözde medeniyet götürdüğünü savunan vahşi Avrupa’nın attığı her topun düştüğü yere kırmızı reçineler dökülmüş. Yaraları kapatamayınca yollardaki, binalardaki ayıbı kapatmaya çalışmışlar. Güllerden daha kırmızı gözyaşı döken Bosna, adına Saray Bosna Gülleri demiş ölenlerinin anısına bu çukurlara. Her biri anne, her biri kardeş, her biri kavuşulamayan sevgiliymiş Saraybosna Gülleri…
Geceydi. Rüyaydı. Rüyadan öte gerçekti. Acıyla inleyen bir kadın sesiydi duyduğum. Gel diyordu, gel. Durgundu, yorgundu, bitkindi sesi. Belli ki anlatacakları vardı. Şehrin ışıklarının en güzel göründüğü yerdeydi, Seyir Tepesi’ndeydi. Dalga dalga yayılıyordu fısıldayan sesi.
Savaşta duyuramadığı çığlıklarını en dingin haliyle Anavatan’a duyurabilmişti nihayet. Yahudisi, Katoliği, Ortodoksu…Bir yaren diledi belli ki yüreği, bu kadar ecnebinin içinde derdini dökecek.
Sadece GEL dedi. O ‘gel’ her şeyi anlatmaya yetti.
İnsanoğlu merak ederse öğrenir, öğrenirse kendini donatır ya, donandım kendimce lakin duyduklarımdan dinlediklerimden gönenmedim gönlümce. Yüreğimin sesiyle yollara düştüm bir gece vakti. Güneşi ertesi günün sabahı hüzün topraklarında doğdurursam belki dinerdi göz yaşım.
Müstəqillik! Dünənki ataların xəyalı, Çoxdan gözlənilən günəşli səhər. Bugünkü və sabahkı nəsillərə hörmət et, Sizə lazım olan yalnız sirri anlamaqdır.
Müstəqillik! Hər kəsin bilməsi əyləncəli deyil, Günlərimizi qiymətləndirin. Həyata yolsuz baxmayaq, Düşmən qarşınıza çıxmaq istəyirsə – bir nəfəsdə.
Müstəqillik! Minnətdar ol, Əsas vəzifə kədər gətirməməkdir. “Otan” tək yaşayır, Xoşbəxtlik verin, evinizə baxın.
Müstəqillik! O, sizin Ocağınız, Vətəniniz, Ölkəniz, Atəşin yanmasına icazə verməyin. Dəniz və Ayın cazibəsi, Bulaqların və çayların tükənməsi.
Müstəqillik! Əbədi dəyərli, filizin, xəzinən, Birliyin çoxu azdan yaxşıdır. Bir daha heç vaxt qürur duymayacağam, ya Rəbb Fərq baharda !!!
Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temsilcisi
Nasıl tarif Edebilirim ki Bu güzelliği Tenime hiç Değmeseydi Bakir koyun Ilık meltemi
Mavi masa Gün batımı Beyaz boyalı Balıkçı evi
Dinlemeseydim Rüzgarda Deniz kabuklarının Büyülü sesini
Ya yosun kokusu Genzimi yakan! Martıların dans edişi
Nerde duysam tanırım Ayak sesinden ZARAFETİ
Kimi yalan kimi ziyan kimi esrar muamma Yalancı kâhin kalbim sevmeyi bilemedi Kırk parçaya bölündü ayna misali amma Sûrete kandı durdu asl’a yol bulamadı Kimi yalan kimi ziyan kimi esrar muamma
ATEŞİN AŞKI
Sönmeye yüz tutar bir kara kandil Duvarda titreyen yorgun gölgesin Dil versin ucunu yaktığım mendil Adını her nakış ayrı söylesin
Gözlerim anbean ararken seni Sedefli aynada sır olur tenin Dudağım tadınca katil buseni Farkına varmadım olan bitenin
Dört mevsim kara kış baharım kayıp Bahçemde bir daha güller açar mı? Gönlüme zehirli oklar saplayıp Açtığın yaralar bir gün geçer mi?
Sokaklar kör sağır dinsiz sokaklar Ölümün camlarda gezer soluğu Sokaklar lal olur sensiz sokaklar Bir güvercin düşer içer yokluğu
Gamzende çağlayan nehir yok şimdi Kuruyan gözlere umman neylesin Bülbülün figanı âhı çok şimdi Gülzarlar virâne bağban neylesin
Yandıkça harınla can verir közün Ateşin aşkıyla bahtiyarım ben Sanmasın sultanım kulunu üzgün Acılar tahtında şehriyarım ben
Bahara döner hazân nergise siner nazın İnce ince çalınır yürek telinde sazın Ne kıymeti olur ki seni demeyen sözün Sen güldükçe dalıma cennet kuşları konar
Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temsilcisi
İyilik, insanın içinden gelerek “Karşılığı ne olacak?” diye düşünülmeden, menfaat ummadan, getirisi planlanmadan yapılmalıdır. Aksi halde hiçbir anlamı kalmaz ve yapılanlar iyilik olmaktan çıkar. “İyilik alış- veriş değildir. İyilik eden mükâfat beklediği an tefecidir.” demiş Cemil Meriç. Ne kadar doğru söylemiş. Tefecilik bana göre biraz ağır kaçan bir söylem olsa bile bazı fikirlerimizi keskin sözlerle ifade ederek daha iyi anlatabiliriz. “İyilik yap, denize at. Balık bilmezse Halik bilir.” Türk atasözü hepimizin bildiği ve benim de sıkça kullandığım bir sözdür.
Sizce iyilik nedir? Bence insanları birbirlerine bağlayan güzelliktir. Çelikten bile güçlü bir bağdır. Gönülden gönüle kurulan yıkılmaz köprüdür. Yaşamımız boyunca ne kadar çok gönül köprüsü kurarsak o kadar güçlü oluruz. İnsanları mutlu ederek mutlu olmaktan daha büyük bir haz olur mu hiç!
Bir fıkra anlatmak istiyorum: Yağmurlu bir günde elinde şemsiyesi olan bir adam şemsiyesi olmadığı için ıslanan komşusunu görür. Komşusunun ıslanmasına gönlü razı olmaz, onu yanına çağırır. Şemsiyeyi ortaklaşa kullanarak evlerine varırlar. Islanmaktan kurtulan adam komşusunu çok teşekkür eder. Komşusunun çok iyi biri olduğunu düşünür. Ona karşı sevgisi artar. Ancak komşusu onu her gördüğünde ona o yağmurlu günü hatırlatır. “Arkadaş, ne yağmurdu o! Seni şemsiyemin altına almasaydım sırılsıklam olacaktın.” der. Önceleri teşekkür eden komşu bu cümle her görüştüklerinde tekrarlanınca içten içe kızmaya başlar. Yine birgün köprü üzerinde karşılaşırlar. Komşu yine aynı cümleyi kullanınca adam çok bozulur. Kendini köprüden aşağı atar. Yüzerek kıyıya çıkar. Arkadaşının karşısına çıkar:“O gün şemsiyeyi başıma tutmasaydın bundan da beter olmazdım ya!” der.
Vefa duygusu yoğun olan insanlar, kendileri için yapılan iyilikleri asla unutmazlar. Ancak başa kalkma da yapılan iyiliklerin değerini düşürür. Vaktiyle iyilikte bulunduğunuz kişiden ömür boyu minnet beklemek de hoşa gitmez. Biz yine atalarımızın sözlerinde birleşelim: “Kötülük yapmak her kişiye, iyilik yapmak er kişiye mahsustur.” “Ne doğrarsan tabağına, o gelir kaşığına!” İyilik yapıp denize atmaya devam edelim öyleyse…
Allah hepimizi iyilerle karşılaştırsın. Sağlıcakla kalın.
Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temsilcisi Can dostumuz Zeytin 15 yaşında melez bir köpek. Border collie ve terrier karışımı, atalarında kurtluk da var. Kulakları da kurt kulağı, atalarından miras… Şu anda çok hasta… Epeydir tedavi görüyor. Maalesef düzelmedi. Bugün de serum bağlandı. Üç gündür gözlerim çağlayanlara döndü. Güya kızımı teselli edecektim. Onu can dostumuzun gidişine hazırlamaya çalışıyordum. Oysa ben hiç de hazır değilmişim. “Güçlü, dirençli” derler benim için. Öyle değilmişim veya değişmişim. Beş ay önce 2 Kasım 2020’de geçirdiğim yüz felcinden sonra bağışıklığımla beraber gücümü, direncimi de kaybetmiş olmalıyım. 5 Aralık 2006 doğumlu köpeğimiz Zeytin, henüz iki haftalık iken evimize gelip geçici bir konuk olarak adım atmıştı. Kızım Sena onu birkaç gün sevip sahibine geri götürecekti. Köpeğin sahibi Zeytin’in kardeşlerini satmıştı. Zeytin onlara göre çok çirkin olduğu için ona alıcı çıkmamıştı. Komşu çocuklarının elinde oyuncak olmuştu. Kızım da sırt çantasına koyarak bir iki günlüğüne gizlice eve getirmişti. Onu istemeyeceğimi biliyordu. Ertesi gün salonda dolaşan henüz dişleri bile çıkmamış kapkara varlığı görünce çığlığı basmıştım. Az sonra koltuğun üstünde panik içindeydim. Yavaş yavaş ona dokunmaya başladım. Boncuk boncuk bakan gözleriyle bana baktığında içimde bir sevgi yumağı oluştu. Yine de “Bu köpek gidecek!” dedim. Kızlarım Sena ve Seda “Üç gün kalsın ne olur anne!” diye yalvardılar. Üç gün dolunca bir hafta, bir hafta dolunca 15 gün kalması için yalvardılar. Sonuçta 15 yıldır bizde… Karşı çıkmamın birçok nedeni vardı. Temizliği ve bakımı zor olacaktı. Tüye ve toza alerjim, üstelik bir de köpek fobim en büyük sorunlardandı. Fobim ne zaman başlamıştı bilmiyorum. Çengelköy İlkokuluna giderken yol arkadaşım olan Sabahat birgün erkek kardeşinin kekeme olduğunu söylemişti. Kekemeliğinin sebebi ise onu bir köpeğin kovalamasıymış. Belki de köpek fobimde Sabahat’in kardeşinin kekemeliği etkendi. Belki de bu yüzden köpeklerden kaçmaya başlamıştım. Oysa çocukluğumda evimizde kedi, köpek hatta sincap ve keklik bile beslerdik. Annem çok merhametli bir kadındı. Çocuklara da hayvanlara da sonsuz sevgi ve şefkat duyardı. “Köpeğin adı ne?” dedim. “Mahalledeki çocuklar ‘Şirin’ koymuşlar adını.”dedi kızım. Ben de “Adı ‘Zeytin’ olsun. Simsiyah zeytin gibi…”Ona ‘Zeytin’ adını koydum. Evimizin bir ferdi oldu dile kolay on beş yıl! Dört beş aydır hasta… İki haftadır hemen her gün veterinere götürüyoruz. Bugün de serum bağlandı. İyileşmesi için elimizden geleni yapıyoruz. Dualarımızı da eksik etmiyoruz. Sizler de dua edin, olumlu enerjiler gönderin lütfen. Bugün Zeytin’e serum bağlanırken Veteriner Mete Betin’in muayenehanesinin duvarında asılı olan bir resimli ileti dikkatimi çekti. Köpeğin dilinden yazılmıştı: “Beni terk etme.” O anda Zeytin’e döndüm. “Lütfen sen beni terk etme!” diye fısıldadım. Biz onları terk edemeyiz asla! Yeter ki can dostlarımız bizi terk etmesinler! ÖNEMLİ NOT: Başta Adana Büyükşehir Belediye Başkanından, Seyhan Belediye Başkanından, Yüreğir Belediye Başkanından ricam hayvan hastaneleri ve hayvan mezarlıkları açmalarıdır. HARİKA UFUK ADANA 29 MART 2021 SAAT:17.00 Yazı bittiğinde fotoğraf aynı saatlerde çekildi.
Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temsilcisi
Selim TUNÇBİLEK TYB Kayseri Şb. Bşk.
Zaman zaman düşünürüm ne çok yanılgılarım var diye. Sizlerin yok mu? Herkes tarafından doğru kabul edilen tanım ve tasniflere karşı içimde hep bir kuşku duyarım. Her tasnifin kapsayıcı ve kuşatıcı olmaktan uzak, ayrıştırıcı olmasının getirdiği tedirginlik midir bu durum bilemiyorum.
Şehirlerle edebiyatımızın tarihi gelişimi arasında ciddi bir ilişki var mıdır bilemiyorum. Edebiyat tarihçilerimizin buna gerektiği kadar kafa yormadıklarını düşünüyorum. Daha açıkçası edebiyat tarihimizin bile yeterince kendimize has metotlarla kaleme alındığı görüşünde değilim. Edebiyat bir dilin macerası ise edebiyat tarihindeki durakların ve tasniflerin de ilgili dilin kendi macerasını doğru aksettirmesi gerekli değil mi? Bu konuda siyasal tasniflerin daha belirleyici faktör olduğunu görmek beni rahatsız ediyor. Edebiyatımıza bu çerçevede yaklaşımın anlatım tekniği açısından ortaya çıkan önceki farklılıkların göz ardı edildiği kaygısını kafamdan atamıyorum. Fuat Köprülü’nün oturttuğu genel hatların daha siyasal zeminin dışına çıkarılması lüzumlu imiş gibi gözüküyor bana.
Düşünceden hayata gidişi, hayattan düşünceye gidişe tercihi neden anlamakta zorlanıyorum. Bu düşüncemi nasıl ifade edeceğim konusunda açıkçası çok zorlanıyorum. Şunu söylemek belki mümkün; İslamiyet öncesi Türk edebiyatı denildiği döneme ilişkin eserlere özü itibariyle metin açısından bakıldığında İstanbul’un etkisine kadar köklü bir farklılık görebilmek neredeyse zor. Dilin ve düşüncenin tabii macerası, sanki belirli coğrafi mekânlarla daha özdeş hale gelmiş hissi veriyor insana. İstanbul deyince sarayı, saray deyince aruzu hatırlamak kaçınılmaz hale geliyor. Ankara şehir olarak da tam bir hece çağrışımı doğuruyor. Oysa Ankara daha köksüz hece ise bizim edebiyatımızda daha bozulmamış daha eski bir geleneği yansıtır. Belki halk geleneği Ankara’ya böyle bir yansımayı da aktarıyor olabilir. Aslında bana sorarsanız Ankara serbestliği ve dağınıklığı sembolize eden bir şehir gibi gözükür benim gözüme. Bursa duru bir hecedir. Konya Mesnevi ruhudur. Kerkük Hoyrattır. Taşkent, Buhara, Semerkant bilgeliktir, erdemdir kendini anlamadır. Turfan ilktir, yeniliktir. Ötüken varoluştur, anıttır, destandır. Ahlat, Malazgirt yorgunluğudur; duraktır, kapıdır, çıkıştır.
Milletler şehirlere birikimlerini yansıttıkları gibi şehirler de birikimlerini üzerlerinde yaşayan dillere, kültürlere, toplumlara yansıtıyorlar. Şehirlerimizin bize kattıklarını tespit etmeden birikimlerimizi tam olarak ortaya koyabileceğimiz inancında değilim. Bu yüzden edebiyat tarihçilerimizin biraz da dil coğrafya ilişkilerine yoğunlaşan dikkatlerinin ne denli hayatiyet taşıdığını söylemenin gereği var.
Çağatay lehçesi bana hep suların hayatımızı daha da canlı, diri, iri kıldığı bir coğrafyanın ve iklimin mirası gibi gelir. Aral, Hazar gölleri ile sayısız ırmakların akışını da içinde barındırır. Orada her dem yıkanmayı arınmak, dirilmek olarak görürüm. Bizim yapmamız gereken tek bir şey olduğu gerçeği çıkıyor ortaya kuşatıcı olmak. Bütüncül bir dünya hayatı ve dili ile herkesi bütün güzellikleri ve farklılıkları ile kuşatmak ve kucaklamak. Yanılgılarımı sizlerle paylaşmak sizlerin yanılmazlığına kapı aralamaz mı? Ne dersiniz?
Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temsilcisi
Bak yavrum! Deseler ki yeniden geleceksin Cehaletin izini tamamen sileceksin Ne olmak istediğin yine sen bileceksin Benden sana nasihat gönüllere dol yavrum Bu vatana millete kutlu evlat ol yavrum
Bak yavrum! Dağ gibi ol asla bükme ha boyun Diş geçirmesin sana katiyen kirli oyun Bir dünyaya bedelsin asildir senin soyun Benden sana nasihat gönüllere dol yavrum Bu vatana millete kutlu evlat ol yavrum
Bak yavrum! Güzel vatan senden özveri bekler Sen çaba gösterirsen boşa gitmez emekler Seni örnek alacak kundaktaki bebekler Benden sana nasihat gönüllere dol yavrum Bu vatana millete kutlu evlat ol yavrum
Bak yavrum! Güneş gibi aydınlat dört bir yanı Geleceğe yürürken geçmişi iyi tanı En zorlu zamanlarda rehber eyle Ata’nı Benden sana nasihat gönüllere dol yavrum Bu vatana millete kutlu evlat ol yavrum
Bak yavrum! Ay yıldızı göğsüne iyi kazı Senin için inlesin ozanların gür sazı İlmin ile ateş ol korksun kışın ayazı Benden sana nasihat gönüllere dol yavrum Bu vatana millete kutlu evlat ol yavrum
Bak yavrum! Sakın ola saygıda kusur etme Sevgiden bir deniz ol kini nefreti gütme Eğer dostun düşerse asla bırakıp gitme Benden sana nasihat gönüllere dol yavrum Bu vatana millete kutlu evlat ol yavrum
Bak yavrum! İstikbalde vatan sana emanet Bu aşk ile çabala asla duyma nedamet Sana en güzel miras Ata’ndaki metanet Benden sana nasihat gönüllere dol yavrum Bu vatana millete kutlu evlat ol yavrum
Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temsilcisi
Turgut Uyar Şiiri
Turgut Uyar sadece şiirin dilini değil formunu da değiştiren, dilini imgesel bağlamda yeni çağrışımlara, duyuş tarzlarına ulaşacak yeni kapılara imkân aralayan ve kendisinden sonra gelecek olan şiiri de etkileyecek aynı zamanda yönlendirecek bir hareketin içerisinde yer alan şairlerimizdendir. Bu hareket İkinci Yeni’dir. Bütün bu oluşumlar toplum ile beraber ortaya çıkmaktadır ki, İkinci Yeni topluluğunun ortaya çıktığı zemin çok hareketli bir zemin olmuştur. İkinci Yeni, Birbirlerinden haberdar fakat bağımsız biçimde aynı noktaya bakarak ve aynı hayata maruz kaldıklarını fark ederek kendiliğinden oluşan bir topluluğu temsil eden bir harekettir. Turgut Uyar bu topluluğun mihenk taşlarındandır ilk kitabı 1950 Arz-ı Hâl ile 1952 Türkiyem’deki şiirlerinin dışına çıkan bir şiir anlayışına ulaşarak devam eder. Böylece İkinci Yeni topluluğunu ayakta tutan şairler arasında yerini alır. 1970 yılında Divan’ı yayımlar. Gazel formunda şiirini ortaya çıkarması ile Turgut Uyar gelenek ile kurduğu bu bağı güçlendirir ve şiirin dilindeki sıradanlığı bozmak ister.
Turgut Uyar’ın şiire duyuş tarzı, Anadolu insanını şiirin meselesi haline getirir. Örnek vermek gerekirse 1950 yılında Arz-ı Hâl ile yayımladığı Bir Gün Sabah Sabah şiirinde bu duyarlılık görülmektedir;
Şarkılar söylemişim pencereden, Uyanıp uyanıp yine dalmışım. Biletim üçüncü mevki, Fakirlik hali. Lületaşından gerdanlığa gücüm yetmemiş, Sana Sapanca’dan bir sepet elma almışım…
1958 yılına geldiğimizde sosyal şartların değişmesi ile toplumsallığın modern dünya ile entegre olma şaşkınlığını insan üzerinden anlatıyor olması çok önemli bir noktadır. İşte modern şehrin ortasında kalakalan bir adamın şiiri tam da örnekteki gibidir;
‘’Bu şehri nasıl yapmışlar böyle üst üste/ ne gökyüzü koymuşlar/ ne günaydın/ ne buldularsa getirmişler dağların ovaların dışında/ hele o sabahların akşamların bungunluğu/ o eski kışlalarda güz öğleleri’’.
Şair, doğduğu coğrafyayı ve kültürü anlamaya çalışan bir zihindir. Onun hakkında tam olarak yerli bir bilinç demek mümkündür. Bu bilincin modern dünya ile etkileşime girdiğinde 1963 yılında Çıkmazın Güzelliği şiiri ile okurunu şaşırtır. ‘’İnsan ve şiir çıkmazdadır ama bu iyi bir şeydir çünkü insan bu çıkmazdan çıkmak için sürekli arayıştadır’’ der ve böylece bu çıkmaza dair bilinç geliştirir.
Turgut Uyar bir söyleşide; ‘’mesele bir şiir meselesi değildir, yaşama meselesidir. Zaten ben hiçbir zaman şiiri hayattan ayrı düşünmedim. Hayatımda olmayan mesele şiirimde de olamaz diye düşünüyorum’’ demiştir.
Bizler hayatımıza şiiri katmadan ne insanı ne de bu coğrafyayı anlayamayız. Şairin de dediği gibi ;
-her şeyden biraz kalır- diyor birileri, çoğulluk haklılıktır. kavanozda biraz kahve, kutu da biraz ekmek, insanda biraz acı. insanda biraz mutluluk ama en geçerli söz insan en çok sabahları arar sevdiği kadını Türkiye’de ve dünyada…
Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temsilcisi
İncir Kuşları Üzerine
07/11/2020 Savaş…Çığlık çığlığa insanlar …Yıl 1992 …Yer Avrupa’nın göbeği…Başkent Saray Bosna viran, harabe…Yüzbinlerce Boşnak açlık ile imtihan ediliyor. Ortada bir din savaşı, katliam, tecavüz, açlık, işkence… Bunların hiçbirinden habersiz merminin nereden gelip nereye isabet edeceğinden bir haber her gün ölüm ile burun buruna ebelemece oynayan İncir Kuşları… Boşnak çocukları… Canım çocuklar…Bazı kitaplar vardır ki ne felsefi ne de edebi alanda bir iddiası olsun. İncir kuşları işte tam böyle bir eser. Bir Balkan kadını olarak yapılan zulümleri okurken yutkunmakta zorlandığım anlara şahidim. Bitirince ise yüreğimin balkanlarda kalan yarısı bölündükçe bölündü… İnsanın bu kitabı okuduktan sonra yüreğinin bölünmesi için illa ki kendi memleketi olması gerekmiyor en azından içinde insanlık namına vasıflar taşıyanların… Boşnakların nelere göğüs germek zorunda kaldıklarını bunca acıya nasıl dayandıklarını sorgulatarak okutan bir kitaptır. Bunların hepsi bir yana insanı asıl sorgulatan şey ise Yirminci yüzyılda dünyanın bir kıyama bu denli nasıl olur da kayıtsız kalmış olmasıdır …Sokaklarda, caddelerde, parklarda özgürce dolaşamayan Boşnaklar cenaze törenlerinde dahi huzurla ölülerini toprağa veremiyorlar çünkü sakin başlayan tören kanlı bir şekilde sona eriyor. Bırakın bu insanların canlılarını ölülerinden bile nefret edilen bir savaştır bu…Savaşın başlarında Boşnaklar bölgenin yüzde altmışına hakimken şimdilerde sadece ellerinde yüzde otuzu kalmıştır. Avrupa’nın göbeğindeki bu vahşete sessiz kalanların yanı sıra elbette sessiz kalmayan insanlarda oldu. Dilini bile bilmedikleri Boşnaklara yardım etmek için giden onca insan ya kendi memleketine dönemedi ya dönse bile gazi olarak döndü tıpkı kitabın içerisinde yer alan Suada’nın biricik aşkı Tarık gibi… Tarık konservatuvar öğrencisi iken bir avuç toprak parçası dahi olsa vatanını ve yüreğindeki vatanın sahibi olan Suada’yı bir daha hiç göremeyecek, saçlarını koklayamayacak, kollarıyla onu saramayacak pahasına vatanını müdafaa eden Boşnak askerlerinden birisi olmuştur.Suada … Canım Suada… Gözlerinin önünde annesi öldürülen, kız kardeşlerine tecavüz edilen, babası ile ayrı esir kamplarına düşen sonra ansızın babasını karşısında görüp korkudan sadece bakışlarıyla sarılan, sevdiğinden kopartılan, Yıkanamadığı için beline kadar olan sırma saçları kesilen, dayaktan işkenceden ve tecavüzden ruhuna ilmek ilmek yaralar dokunan Suada’m …Kitapta altını çizdiğim yerleri sizlerle paylaşmak istiyorum. ‘’ Sırplar yüreğimi ateşe tuttular Ben hiç yanmadım. Geceleri soyunup koynuma girdiler Ben hiç sevişmedim. Atalarıma küfürler savurdular Ben hiç duymadım En sonunda beni hamile bıraktılar Ben hiç doğurmadım’’…
‘’Aşk ne yazık ki duyarlı bir his değil. Öyle kaba, öyle hoyrattır ki eline diken batması gibi yüreğini acıtır’’.‘’Kim bilir yarınlar bize neler getirecek, bizden neleri alıp götürecek’’.‘’Sevdiğin her insan giderken bir parçanı götürür’’.‘’Düşünceleri dilsiz iki insandık, ama yüreklerimiz çığlık çığlığaydı’’.‘’Ne yazık ki tarih yeniden tekerrür edecek. -Tekerrür edecek olan şey ne? – Savaş, kan, gözyaşı’’… ‘’Evet, gerçeği itiraf etmek gerekirse bu bir savaş değildi. Kadınlar hiçbir savaşta bu kadar mağdur edilmemişti. Bu bir soykırımdı ve bu soykırımla Müslüman Boşnakların soyları tecavüzlerle dönüştürülmeye çalışılıyordu. Bu savaşın ne yazık ki en acı tarafı da buydu’’…‘’Çok uzun zamandan beri ben de hayatı ve ölümü düşünüyordum. Daha çok ölümü düşünüyordum da denebilirdi. Kendimi nedense ölüme daha yakın hissediyordum. Aslında hepimiz öldürülmüştük. Sadece bedenlerimiz henüz toprağa gömülü değildi. Artık kalbimde aşık olduğum adama bile yer yoktu. O anda, ‘’Aşk nedir?’’ diye düşündüm. Aşk bir zamanlar Tarık’tı. Tarık bir zamanlar kısa süre yaşadığım mutluluktu. Mutluluk bir zamanlar çok sevdiğim ailemdi…’’Sevgili okur;Bazen okuduğum kitaplardaki karakterlerin her ne kadar hayal ürünü olduğunu bilsem de yaşanılanlar sahte olamayacak kadar acı ve gerçek. İşte o zaman kitaptaki karakterleri oturtup karşıma ‘’Sana bunu neden yaptılar?’’ diye hüngür hüngür ağlayasım geliyor içimden. Bunu gerçekleştiremeyecek olduğumu fark ettiğim zaman ise yazıyorum işte… Kendime bir sözüm var asla zulme karşı boyun eğmeyeceğim … Yazacağım hep yazacağım daha çok yazacağım… Parmaklarım kanayana dek yazacağım. Canım okur ne olursa olsun zulmün karşısında boyun eğme n’olur. Şairin de dediği gibi; ‘’Dayan kitap ile Dayan iş ile. Tırnak ile, diş ile. Umut ile, sevda ile, düş ile Dayan rüsva etme beni’’. Cefakeş Boşnak kadınlarının yaralarından öperim, Saygıyla… Hilal Kutlu
Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temsilcisi
Turgut Uyar Şiiri
Turgut Uyar sadece şiirin dilini değil formunu da değiştiren, dilini imgesel bağlamda yeni çağrışımlara, duyuş tarzlarına ulaşacak yeni kapılara imkân aralayan ve kendisinden sonra gelecek olan şiiri de etkileyecek aynı zamanda yönlendirecek bir hareketin içerisinde yer alan şairlerimizdendir. Bu hareket İkinci Yeni’dir. Bütün bu oluşumlar toplum ile beraber ortaya çıkmaktadır ki, İkinci Yeni topluluğunun ortaya çıktığı zemin çok hareketli bir zemin olmuştur. İkinci Yeni, Birbirlerinden haberdar fakat bağımsız biçimde aynı noktaya bakarak ve aynı hayata maruz kaldıklarını fark ederek kendiliğinden oluşan bir topluluğu temsil eden bir harekettir. Turgut Uyar bu topluluğun mihenk taşlarındandır ilk kitabı 1950 Arz-ı Hâl ile 1952 Türkiyem’deki şiirlerinin dışına çıkan bir şiir anlayışına ulaşarak devam eder. Böylece İkinci Yeni topluluğunu ayakta tutan şairler arasında yerini alır. 1970 yılında Divan’ı yayımlar. Gazel formunda şiirini ortaya çıkarması ile Turgut Uyar gelenek ile kurduğu bu bağı güçlendirir ve şiirin dilindeki sıradanlığı bozmak ister.
Turgut Uyar’ın şiire duyuş tarzı, Anadolu insanını şiirin meselesi haline getirir. Örnek vermek gerekirse 1950 yılında Arz-ı Hâl ile yayımladığı Bir Gün Sabah Sabah şiirinde bu duyarlılık görülmektedir;
Şarkılar söylemişim pencereden, Uyanıp uyanıp yine dalmışım. Biletim üçüncü mevki, Fakirlik hali. Lületaşından gerdanlığa gücüm yetmemiş, Sana Sapanca’dan bir sepet elma almışım…
1958 yılına geldiğimizde sosyal şartların değişmesi ile toplumsallığın modern dünya ile entegre olma şaşkınlığını insan üzerinden anlatıyor olması çok önemli bir noktadır. İşte modern şehrin ortasında kalakalan bir adamın şiiri tam da örnekteki gibidir;
‘’Bu şehri nasıl yapmışlar böyle üst üste/ ne gökyüzü koymuşlar/ ne günaydın/ ne buldularsa getirmişler dağların ovaların dışında/ hele o sabahların akşamların bungunluğu/ o eski kışlalarda güz öğleleri’’.
Şair, doğduğu coğrafyayı ve kültürü anlamaya çalışan bir zihindir. Onun hakkında tam olarak yerli bir bilinç demek mümkündür. Bu bilincin modern dünya ile etkileşime girdiğinde 1963 yılında Çıkmazın Güzelliği şiiri ile okurunu şaşırtır. ‘’İnsan ve şiir çıkmazdadır ama bu iyi bir şeydir çünkü insan bu çıkmazdan çıkmak için sürekli arayıştadır’’ der ve böylece bu çıkmaza dair bilinç geliştirir.
Turgut Uyar bir söyleşide; ‘’mesele bir şiir meselesi değildir, yaşama meselesidir. Zaten ben hiçbir zaman şiiri hayattan ayrı düşünmedim. Hayatımda olmayan mesele şiirimde de olamaz diye düşünüyorum’’ demiştir.
Bizler hayatımıza şiiri katmadan ne insanı ne de bu coğrafyayı anlayamayız. Şairin de dediği gibi ;
-her şeyden biraz kalır- diyor birileri, çoğulluk haklılıktır. kavanozda biraz kahve, kutu da biraz ekmek, insanda biraz acı. insanda biraz mutluluk ama en geçerli söz insan en çok sabahları arar sevdiği kadını Türkiye’de ve dünyada…
Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temsilcisi
Herakleitos’un düşünce ile davranışlarını özleştiren bir düşünür olduğu kabul edilir. İşte Ünlü düşünür Herakleitos belki bu nedenle insanın “anlamak” üzer yaratıldığını söyler. Aslında bu ifade Kutsal kitapta “Bilmek üzere yaratılmış olduğumuz” ikazının değişik bir söyleyiş biçimidir. Yaratıcı bilinmek üzere yarattıklarını elbette bilmekten ve anlamaktan uzak tutamazdı. Yaratıklarını bilmek ve anlamak yetisiyle donatmış olmadır. İnsanın bilgiyi edinme biçimleri üzerine sözler kaleme almış olan ünlü düşünür; bilgiyi, başkasından öğrenebileceğimizi, kişisel deneyimleme yoluyla edinebileceğimizi veya kendi içimizden devşirebileceğimizi ifade eder. Bu nedenle bilginin kaynağının otorite yoluyla, duyular yoluyla, içe yönelme yoluyla vs öğrenebileceğimizi vazeder. Otorite ise bize bilmemizi ve anlamamızı sürekli isteyen ve vah yeden tanrıdır. Çünkü kâinat sürekli değişim ve gelişim içindedir. Herakleitos, İnsanoğlunun bunu; en büyük kitabım dediği kâinatı gözlemleyerek, okuyarak, anlayarak, sırrını çözerek kavramasını ister. Doğanın insanla konuştuğunu iddia eden ilk çağ düşünürü düşünceleri ile günümüzde bile tartışılan anlaşılmaya çalışılan iz bırakmış bir şahsiyet.
Doğanın insanla konuştuğu iddiasını hayatla ilişkilendirerek görmemizi sağlayan önemli bir eserde Herman Hesse’nin klasik olmuş Siddhartha isimli romanıdır. O romanda bilmenin ve anlamanın yöntemleri konusunda sayısız nakil örnekler verilirken sonuç olarak ırmak en büyük öğretmen olarak işaret edilir. Sanki bu yönüyle roman hem kutsal kitaplarda işaret edilen en büyük kitabın doğru okunmasını ve hem de bu düşünürün sözlerini hayatla şerh eden kıymetli bir eser olarak gözükür bana.
Tabiatta denge ve tutarlılığın ürettiği anlamı tartışmanın yersiz olduğunu düşünüyorum. Tutarlılık yalnızla canlılar için değil tüm yaratılmışlar için varlığın önemli bir göstergesidir. Bizler varlıkları tanımlarken işte bu süreklilik içindeki denge ve tutarlılıklarına bakarak anlamlandırırız. Mesela toprak kendi özelliğini bozmadan toprak olarak varlığını süreklilik içinde koruyarak sürdürdüğü sürece onu toprak olarak tanımlarız. Eğer toprak, toprak olma özelliğini tutarlılıkla korumayarak sürdüremez havada uçmaya kalkarsa onu artık toprak olarak değerlendirmeyerek “toz” diye isimlendiririz.
Biz Türkler canlılar âleminin yapı taşlarının esası “Gen” tanımından önce “Maya” ve “Süt”le ilişkilendirerek insanoğlunun mayası ve sütü (helal beslenme de diyebilirsiniz buna) bir bozukluk yoksa adam gibi adam olarak görerek onu takdir eder saygı duyarız. Şayet kişioğlunun hayatında dengesizlik ve tutarsızlıklar görürsek onun sebepleri üzerine kafa yorar onu anlamaya çalışarak sebeplere atıfta yaparak soydan geliyorsa “mayası bozuk” veya kanında bir değişme olmuşsa “kanı bozuk” beslenme kaynaklarından dengesizliğin doğduğunu düşünürsek “sütü bozuk” diye niteleriz. Böylelerini çeşitli davranışlarından ötürü ölçüsüz, tutarsız, dengesiz bulduğumuzdan adam ve insan olarak görmediğimizi ifade ederek eski Türkçenin ‘çaşıt[1]’ın günümüz söyleşiyle tanımlayarak “Bir çeşit adam” diye farklılığına, denge ve tutarsızlığına dikkat çekeriz.
Tutarlı, Dengeli davranışlar sergileyen kişileri adam, insan tanımlaması yaparken dengeden sapanlara farklı tanımlamalar yaparız. İnsanın fıtratı itibariyle iyiliği emretmek, kötülüğü nehyetmek (emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i anil münker) üzere yaratıldığını düşündüğümüzden kötülükten yana düşünce ve fiil ortaya koyanlara dengeden sapma olarak görerek sapkın olarak tanımlarız. Sapık kelimesi dengeli davranış sergilemeyenler için kullandığımız böyle bir kelimedir. İnsan, hayvan veya herhangi bir canlıyı sebepsiz yere ortadan kaldıranlara adam, insan demeyiz “Katil”, “Cani”, “Cellat”, “Gaddar” deriz.
Bazı ağaçlar havalar soğuyunca yapraklarını dökerler ve kendilerini korumaya alırlar. Kış yaklaşınca eğer bir kaysı ağacı yapraklarını dökmüyorsa onun fıtratına aykırı bir davranış tutarsızlık ve dengesizlik örneği olduğu için ona kaysı ağacı diyemeyiz. Bu özellikler işte onları bir sınıfa dâhil etmemize yarayan veriler sunar bize.
Arı bal yapmak için yaratılmış olan ucan böceğe verdiğimiz bir isimdir. Her uçan böceğe arı demeyiz. Bal yapma ilmi sırrı ona verilmiştir. Her çiçekten usareler toplayıp bal yapamıyorsa ona arı demeyiz, diyemeyiz. Zira arı bal yapar. Arıların bal yapabilmesi için kovandaki her birey arının aynı vasıf üzere dengeli, tutarlı, ölçülü davranışlar sergilemelerini beklerler. Ortak çabayı bala çevirebilmek ancak bu ölçü, denge ve tutarlılıkla mümkündür. Arı kovanına her ne gaye ile girerseniz girin bal yapmak zorundasınız. Bal yapamıyorsanız kovanı terk etmek zorunda kalırsınız. Arı kovanında sinek olmak size itibar sağlamaz.
İnsan anlamaya, bilmeye ve tanımaya odaklı olarak bu fıtrat üzere yaratılmıştır. Lakin âlemi kendinden ibaret sananlar kimseyi anlamaz, bilmez ve tanımazlar.
Köpekte canlı yaratılmışların içinde dengeli, tutarlı ve ölçülü davranışı ve alışkanlıkları olan bir hayvandır. İnsanlara da çok yakın dururlar. Hatta onları bazı durumlarda korurlar. Ama insandaki özelliklerin hiçbir köpekte yine köpekteki özelliklerin hiçbirisi de insanda yoktur. Sanırım sadakat dışında.
Tanımadıklarına havlayanların köpekler olduğunu da söyleyen yine Herakleitos’tur. Biz demiyoruz çağlar öncesinden önemli bir düşünür söylüyor.
Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temsilcisi
İnsanlık her geçen gün daha kötü ve aslında insanın arzu etmediği bir noktaya doğru sürüklenmekte. Oysa insanlığın ortak birikimleri olan eserler insanın daha mutlu, huzurlu, dingin, başarılı ve gerçekçi bir hayat sürmesi için yazılmış. Hatta insanın içinde bulunduğu “kötü”, “çirkin”, “karanlık” durumdan çıkabilmesi için ona ümit aşılamış, telkin ve tavsiyelerde bulunmuştur.
Peki, faydası olmuş mudur?
Tamamen faydasız diyemeyiz. Bir taraftan Oblomov gibi tiplerle tembelliğin ne denli kötü bir şey olduğunu söylerken, tembellikten kurtulamadığı gibi sevgilisi Olga için her şeyini vereceğini söylemesine rağmen değişimi ve dönüşümü göremediğinden ötürü, Olga’sını Stoltz’a kaptırmaktan da kurtulamamıştır. Yani insanlığın hedeflediği güzelliklere erişemediği bir yana uçurumunun kenarında ve yaşamak istemediği vahşetin kapısı önünde titreyerek beklemektedir.
Deneyim ve birikimi yok sayarak, umursamayarak nereye varacağımızı ümit ediyorduk ki? Elbisemizi bile Zahar giydiriyorsa onun bize neyi giydirdiğinden şikâyet etme hakkımız niçin olacak. Kendimiz seçerek ve isteyerek bir elbisemizi giymekten acizsek kıyafetimizden şikâyet etme hakkımız olabilir mi?
Oblomov gibi saçlarımızı bile başkalarının taradığı bir hayatta görüntümüzden şikâyet etmek bizim için çözüm mü?
İnsanlığın içinde bulunduğu durum hep böyle olmuştur.
İnsan içinde yaşadığı durumdan asla memnun olmamış hep şikâyet etmiştir.
Dün de böyleydi bu bugün de böyle.
Çağından, zamanından şikâyeti olmayan eser yok gibi. Kendi yarattığımız görüntümüzden rahatsızlık nasıl bir ruh halini yansıtır? Bu yalnızca birkaç iyi insanın kendi yaratmadıkları duruma katlanmak istememelerinin bir yansıması mı, yoksa aslında yolun başında hedefledikleriyle geldiğimiz nokta arasındaki uçurumdan mı kaynaklı?
Oblomov’un hedeflediği hayatla yaşadığı hayat arasındaki uçurum ne kadar yüksekse İncil’in, Tevrat’ın, Zubur’un ve Kur’an’ın insana layık gördüğü hayatla insanın içinde bulunduğu durum içler acısı halde.
İncil “sev” dediği halde nasıl oldu da bugün bütün bir insanlık nefrete boğuldu? Kendinden başkasını sevemez oldu?
Tevrat “öldürme” dediği halde insanlık nüfusu içinde en az nüfusla en çok öldürenler Tevrat’a inandıklarını söyleyenler oldu.
Kur’an “oku” derken nasıl oldu da Müslümanlar kâinat kitabını hiç okumayan topluma dönüştüler?
Zebur her türlüğü kötülüğü men ederken nasıl oldu da dünya bu denli kötü bir yer haline geldi?
Benim kişisel ıstırabım bunları düşünmekle geçiyor.
İşte yazmak ve okumak birazda bu ıstırabı bölüşmek gibi acı bir şey. Ötesi var mı?
“Bayraktar TB2” pilotsuz uçuş aparatının yaradıcısı, Türkiyə Prezidenti Rəcəb Tayyib Ərdoğanın kürəkəni Səlcuq Bayraktar Azərbaycana həsr edilmiş şeir yazıb.
O, “Twitter” hesabında paylaşdığı şeirini “Cansan can, Azərbaycan” sözləri ilə bitirib.
Səlcuq Bayraktar həmçinin azərbaycanlı gəncin ixtirasını səhifəsində paylaşıb.
Şu yeryüzü er meydanı Gönül sevmez her meydanı Yüreksize yorgan döşek Koç yiğite ver meydanı … Yetişsin Asım’ın nesli Etsin sana dar meydanı! Geldiği gün kutlu çağrı Bas, titresin yerin bağrı Doğu’dan batıya doğru Bir yay gibi ger meydanı.”
Yunus Əmrə (d.1238 Sarayköy, Milhalıççıq, Əskişəhər – ö.1321 Sarayköy, Milhalıççıq, Əskişəhər) — Anadoluda türkcə şeirin banilərindən biri[7]; sufi; İslam filosofu; təsəvvüf və xalq şairi; Türk-İslam mütəfəkkiri. 1991-ci ildə UNESCO tərəfindən Yunus Əmrənin 750 illik yubileyi qeyd olunmuşdur.
Həyatı
Tapdıq Əmrə ilə tanış olması
Həyatı və özü haqqında çox az şey məlum olan Yunus Əmrə, Rum sultanlığının dağılmağa və Anadolunun[10] müxtəlif yerlərində bəyliklərin yaranmağa başladığı 13-cü əsrin ortalarından[11]Osmanlı bəyliyinin yaranmağa başlandığı 14-cü əsrin ilk rübünə qədər Mərkəzi Anadolu hövzəsində dünyaya gəlmiş və yaşamış şair və ərəndir. Yunus Əmrə, Hacı Bəktaş Vəli Dərgahında[12] oldusa da[13], onu “Bizim Yunus” edən mənəvi yüksəlişini Hacı Bəktaş Vəlinin özünün göndərdiyi Tapdıq Əmrə Dərgahında yaşamış və dərgahda xidmət göstərmişdir.[14] Yunus Əmrə uzun müddət dərgahda odunçuluq fəaliyytilə də məşğul olmuşdur.[4][15]
Yunusun yaşadığı illər, Anadolunun Monqol axın və yağmaları, daxili müharibə və çəkişmələrlə, siyasi nüfuz zəifliyi, habelə qıtlıq və quraqlıqla pərişan olduğu illərdir.[10] 13-cü əsrin ikinci yarısı, yalnız siyasi çəkişmələrin deyil, müxtəlif məzhəb və inancların, batini və mötəzili nəzərlərin də yayılmağa başladığı vaxtdır.[10] Belə bir şəraitdə, Mövlanə Cəlaləddin Rumi[4], Hacı Bəktaş Vəli, Ahi Əvran Vəli kimi elm və irfan əhli ilə birlikdə Yunus Əmrə, Allah sevgisi[16], məhəbbət və gözəl əxlaqla bağlı fikirləri, İslam təsəvvüfü və s. mövzuları mənimsəmişdir.
Yunus Əmrə, “Risalətun-Nushiyyə” adlı məsnəvisinin sonunda belə bir cümlə yazmışdır:“Sözə tarix yeddi yüz yeddi idi, Yunus canı bu yolda fidiidi.[17]“
Bu cümləyə əsasən iddia olunur ki, Yunus Əmrə H. 707 (M.1307/8) tarixlərində həyatda olmuşdur. Adnan Ərzi tərəfindən Bəyazid Dövlət Kitabxanasında tapılmış 7912 nömrəli əlyazmada belə qeyd edilmişdir:
“Vəfatı Yunus Əmrə Müddəti-Ömür 82 İl 720[17][18]“
Bu sənədə əsasən, Yunus Əmrənin H. 720-ci ildə (M. 1320-1) vəfat etdiyi və bu tarixdən 82 il əvvəl H. 648-ci ildə (M. 1240/41) doğulmuş olduğu iddia olunur.[7]
Yunus Əmrənin məzarı olduğu iddia edilən[3] bir çox türbə və məzar vardır: Türkiyədə: Əskişəhər ilinin Mihalıççıq ilçəsinin Sarıköy kəndi (indiki Yunus Əmrə bəldəsi); Qaraman ilindəki Yunus Əmrə məscidinin həyəti; Bursa; Ağsaray ilinin Ortaköy ilçəsinin Rəşadiyə kəndi; Ünyə; Manisanın Kula ilinin Əmrə kəndi; Ərzurum ilinin Dutçu (Dutçu[19], Tuzcu[20] və ya Düzcü[21]) kəndi; Sparta ilinin Gönən və ya Keçiborlu ilçəsi; Afyonkarahisar ilinin Sandıqlı ilçəsi[22]; Sivas yaxınlığında bir yolun üstü, Toqatın Niksar ilçəsi və Azərbaycanda Qax rayonununOncallı kəndindəki Oğuz qəbiristanlığı.[23]
Səyyah Övliya ÇələbininSəyahətnamə əsərində Qaraman ilə əlaqədar olaraq “Kirişçi Ata Məscidi həyətində Yunus Əmrə Həzrətlərinin məzarı vardır.”[24] deyə yazır. Əskişəhərin Sarıköy (indiki Yunus Əmrə) kəndində Yunus Əmrənin türbəsi olduğu iddia edilən sahədəki türbə Türkiyə İstiqlaliyyət Müyaribəsi zamanı yunanlar tərəfindən uçurlsa da, 1948-ci ildə ərazidə yenidən türbə tikilməsi məqsədilə hökumətə müraciət edilmişdir.[4]1949-cu ildə türbə tikilməsi məqsədi ilə aparılan qazıntılarda, 15 nəfərə aid skeletlər tapılmışdı.[24] Qazıntı aparılan sahədə skeletlərin səthə çox yaxın bir nöqtədə olması, ərazinin qədim bir qəbir yeri olduğu barədə ciddi şübhələr doğurmuşdur. Müəyyən bərpa işlərindən sonra 6 may 1949-cu ildə türbənin açılışı olmuşdur.[4]
Bəzi tədqiqatçılar Yunus Əmrənin şeirlərində bəhs edilən 23 yaşayış məntəqəsi adından 20 dənəsinin hazırda Qaraman rayonu sərhədləri içərisində yerləşən kənd, qəsəbə, abidə adları ilə eyni olmasını Yunus Əmrənin hal-hazırda Qaraman olaraq adlandırılan ilin sərhədləri daxilindəki bölgədə yaşayıb və ölmüş ola biləcəyi iddiasını irəli sürürlər.[24]
İşlədiyi mövzularla Anadoluda inkişaf edən Türk ədəbiyyatının nümayəndələrindən sayılan Yunus Əmrə, yalnız xalq və təkkə poeziyasına deyil, divan şeirinə də təsir etmişdir.[16]Heca və əruz vəznlərində yazdığı şeirlərində məhəbbəti əsas tutmuşdur.[17] Təsəvvüflə, İslam ilə əlaqədar misralarında insanın özü, əşyalarla, Allahla olan münasibətlərini mövzusunda yazmış, ölüm, doğum, həyata bağlılıq, İlahi ədalət, insan sevgisi kimi məsələləri müzakirə etmişdir.[17]
Əsərləri
Əsərlərinin bir neçə nüsxəsi mövcuddur: Fateh, Nuru-Osmaniyə, Yəhya Əfəndi, Qərəman, Balıqəsir, Niyazi Mısri və Bursa nüsxələri.[25]
Divan
Yunus Əmrənin şeirləri bir Divanda toplanmışdır.[10][17] Şeirlər əruz və heca vəznlərində yazılmışdır.[11]
Adının mənası “Nəsihətlər kitabı”dır. Didaktik əsərdir.[25] Əmrə əsərin sonunda belə bir cümlə yazmışdır:“Sözə tarix yeddi yüz yeddi idi, Yunus canı bu yolda fidiidi.[17]“
Bu cümləyə əsasən müəllifin əsəri H. 707-ci ildə (M.1307/8) yazmış olduğu iddia olunur.[7][26][27] Əsər, məsnəvi tərzində yazılmış və 573 beytdən ibarətdir. Dini, təsəvvüfi və əxlaqi məzmunludur.[28]
Əmrə sözünün mənası
Anadoluda müxtəlif ozanların, aşıq və dərvişin adında olan Əmrə sözü türkcədə “Aşiq” mənasını verir. Bu sözün İmrə anlayışı ilə əlaqəli olduğu qəbul edilir. Türk-monqol dillərində dərman, ağız, qadınlıq, işarə bildirən (Am/Əm/Em/İm) kökündən törəyən Amramaq/Əmrəməq/İmrəməq felləri “aşiq olmaq” deməkdir. Əmrə sözü də aşiq mənası daşıyır.[29] Amrağ/Amra/Əmrə çevrilməsinə məruz qalmışdır. Anadoluda “imrəmək” və “imrənmək” feilləri bir şeyi çox sevmək, qibtə etmək, həddindən artıq istəmək mənaları daşıyır.[30]
Əsl adı Muhamməd Cəlaləddindir. Xudavəndiyar, Sultanul-Aşiqin (aşiqlər sultanı), Sultanul-Muhibbin (sevgililər sultanı) ləqəbləri ilə də tanınmışdır. Mövlana ləqəbi isə ona hələ gənc yaşlarında ikən Konyada dərs verməyə başladığı zamanlarda verilmişdir. Mövlana ləqəbini ilk dəfə ona Şeyx Sədrəddin Konyəvi vermişdir.
Mövlana Cəlaləddin Rumi (Rumi adı ona Anadoluya (o vaxtlar Anadolu “Diyari Rum” adlanırdı) yerləşib orada yaşadığı üçün, “Əfəndimiz” mənasına gələn Mövlana isə özünə qarşı duyulan böyük hörmətin əlaməti olaraq verilmişdir) indiki ƏfqanıstanınBəlx şəhərində anadan olmuşdur. Rumi o dövrün İslam mədəniyyəti mərkəzlərindən biri sayılan Bəlx qəsəbəsində müəllimlik edən və Sultan-ül Üləma (alimlər sultanı) ləqəbi ilə tanınan Bəhaəddin Vələdin oğlu idi.
Babası Əhməd Xətibi – nin oğlu Hüseyn Xətibidir. Anası əsil-nəcabətli bir ailəyə mənsub olan Möminə xatun, nənəsi Xarəzmşahlar xanədanından türk şahzadəsi Məlaikəi-Cahan Əmətullah Sultandır.
Bəhaəddin Vələd 1214–1217-ci illər arasında ailəsi ilə birgə Anadoluya köçür. Mövlana bütün ömrünü o vaxt Səlcuqların paytaxtı olan Konya şəhərində keçirir, orada da dəfn edilir. Atası Bəhaəddin Vələdin ölümündən bir il sonra, 1232-ci ildə Konyaya gələn Seyyid Bürhanəddin Mövlananın tərbiyəsi ilə məşğul olmuş və Mövlana doqquz il ona xidmət etmişdir. Rumi 38 yaşında olarkən 60 yaşlı İslam piri, dərviş Şəmsəddin (Şəms) Təbrizi ilə tanış olur. Bu tanışlıq Cəlaləddinin dünyagörüşünə dərin təsir göstərir, onun fikir dünyasını kökündən dəyişdirir. Şəmsə qeyri-adi bir məhəbbətlə bağlanmış Cəlaləddin onu tanrı səviyyəsində ilahiləşdirir. Bir gün Şəms sirli şəkildə qeyb olarkən, Cəlaləddin sarsılmış və müəlliminə olan məhəbbətini, onun itməsindən doğan kədər və həsrətini bədii əsərlərində – məsnəvilərdə, rübai və qəzəllərində ifadə etmişdir. Əslən Xorasandan olan Rumi şeirlərini ana dili olab fars dilində yazmışdır, türk dilində yalnız bir neçə şeri və farsca-türkcə müxəmməsi qalmışdır.
2007-ci ildə Mövlananın anadan olmasının 800 illiyi YUNESKO tərəfindən Dünya Mövlana İli elan edilmişdir.
↑ ^ C.E. Bosworth/B.G. Fragner, “Tādjīk”, in Encyclopaedia of Islam, Online Edition: “… In Islamic usage, eventually came to designate the Persians, as opposed to Turks […] the oldest citation for it which Schaeder could find was in verses of Djalāl al-Dīn Rūmī …”
↑ ^ Ritter, H.; Bausani, A. “ḎJ̲alāl al- Dīn Rūmī b. Bahāʾ al-Dīn Sulṭān al-ʿulamāʾ Walad b. Ḥusayn b. Aḥmad Ḵh̲aṭībī .” Encyclopaedia of Islam. Edited by: P. Bearman , Th. Bianquis , C.E. Bosworth , E. van Donzel and W.P. Heinrichs. Brill, 2007. Brill Online. Excerpt: “known by the sobriquet Mawlānā (Mevlânâ), Persian poet and founder of the Mawlawiyya order of dervishes
Kahramanmaraş’ta 1947 yılında doğdu. İlk ve orta öğrenimini Kahramanmaraş’ta tamamladı. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinden 1974 yılında mezun oldu. Mezuniyet sonrası Kahramanmaraş’ta pratisyen doktor olarak meslek hayatına başladı. Askerlik görevi sonrasında Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesinde biyokimya bölümünde ihtisas yaptı. Mecburi hizmetini Çorum, Elbistan ve Kahramanmaraş Devlet Hastanelerinde tamamladı. 1984’ten sonra Kahramanmaraş’ta özel laboratuvar çalıştırmaya başladı. Bu görevi 2008 yılının Eylül ayına kadar devam etti. Bu tarihten sonra Kahramanmaraş’ta bir özel hastanede çalışmaya başladı. O günden beri aynı hastanede laboratuvar sorumlu doktoru ve baştabip olarak görev yapmaktadır. Oğuz Paköz evli, dört çocuk babasıdır. İki yıl (bir dönem) Türk Ocağı başkanlığında bulundu. Rauf Denktaş’ın Kahramanmaraş’ı ziyareti onun başkanlığı dönemindedir. Dört defa Tabip Odası başkanı seçildi. Kahramanmaraş Meslek Odaları Birliğinin kurucuları arasında yer aldı ve uzun süre başkanlığını yaptı. Yine aynı dönemde Güney İlleri Tabip Odaları Birliği’nin kurucu üyeleri arasında yer aldı. Oğuz Paköz 2002 yılında kurulanKahramanmaraş Kültür ve Sanat Evi (KÜSEV)Derneğinin kurucularındandır ve bu derneğin kurulduğu günden beri başkanıdır. Bu derneğin yayın organı olan sanat ve edebiyat dergisi Alkış Dergisinin dernek adına sahipliğini ve başyazarlığını on sekiz yıldıryapmaktadır.
Yayınlanmış Eserleri: Kılgı (Deneme), Var Varanın (Deneme), Sür Sürenin (Manzum Hikaye), Bombalar Öldürmez Sevgiyi (Hikaye), Türkülerle giden İlbey (Hikaye), (İlk Çıngı İlk Çılgınlık) Maraş Destanı (Destan), Ahırdağı Destanı (Destan), Maraş Senin Nazın Var (anı ve İnceleme), Kurtlar Köyünün Görkemlisi (Roman)
Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Irak temsilcisi
Anne Sevgisi
ŞİİR : Esat ERBİL
NOT : Nekadarda Annem Vefat etmiş ve Allahın rahmetine kavuşmuştur, hayattayken ona bu Şiiri yazdım ve Müzisyet arkadaşlarımda güfteye bir güzel beste yaptılar, Anneler günü münasebetiyle Tüm Türk Dünyasının annelerine armağan ediyorum. Derin sevgi ve saygılarımla.
Uzun gecelerde bana bakardın,
O, şirin uykudan yatmaz kalkardın,
Ninniler okurken üstüm örterdın,
Nakarat … Anne, anne can anne
Ben sana kurban anne
Yüreğim çırpınıyor
Adında her an anne.
Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Irak temsilcisi
Ağ Olmaz Kara Bahtım
Ezelden yazılıptır ağ olmaz kara bahtım
Aşk gögünde yıldızken ey vah ne erken aktım
Bir daha geri dönmez geçen mutlu günlerim
Felekte acımadan yıktı sultanlık tahtım
Ağlama sen gözlerim feryad etme ay gönül
İhtiyar oldun ama kalmıştır hale vaktım
Neşeli Aşk
Bir kaş altı bakışla aşkına daldırdı yar
Bu zavallı gönlümü figana saldırdı yar
Yerimde rahat iken sevdaya kandırdı yar
Bırakmaz gönlüm seni aşkımın tek varısın
Gülüşün hayalimde geceler getmez oldu
Zaman anı saymaktan saatler bitmez oldu
Bir teselli aradım gözlerim yatmaz oldu
Bırakmaz gönlüm seni kalbimin tek yarısın
Seni seveni günden kalbim öyle yanırı
Seni değil bir insan belki melek sanırı
Yalanıda söylesen gönül sana kanırı
Bırakmaz gönlüm seni ömrümün baharısın
Bir çılgına dönmüşüm yar sevdanın yüzünden
Yolumdan çıkmam amma sevda yolun düzünden
İçim umut doludur neşeside gözünden
Bırakmaz gönlüm seni bağımın tek berisin
Sağlıkla Yaşa
20-27 Ocak 2006 tarihinde Ankara’da
düzenlenecek olan “Şairler Vicdanında DOĞRAMACI”
konulu şiir şöleni münasebeti ile
Irak Türkmenlerinin önderi sayılan
prof.Dr.Sayın İhsan DOĞRAMACI
olan bu büyük adam için yazılmıştır.
Her yerde duyulur bilginin sesi
Bilkenti yaptırdı aslan yuvası
Bunlara şahittir Erbil kalesi
Doğdu doğuşunda bir parlak yıldız
Dünya biliminde yansıtıyor iz
Sensin Türkmenlerin parlak çırağı
Sensin milletimin şansı, yüz ağı
Elinde yükseldi Türkmen bayrağı
Seninle her zaman gurur duyarız
Düşmanların gözün her an oyarız
Doğramacı bin yıl sağlıkla yaşa
Dünyaca bellidir Türkmensin paşa
Yardımın çıkmıştır Erbil’de başa
Sen yücelttin bizi bu duruşunla
Ezdik düşmanları kılıc, kurşunla
Demircioğlunun sözleri düzdü
Çaresiz gönlüne dertleri yüzdü
Hangi kalem kara şansımı çizdi
Kaftan kafa çıkmış adı hocamın
Sonsuz ışığıdır zülmet gecemin.
Sen Her Zaman Ulusun
Sen her zeman olusun
Senindir çöl minaresi
Nesrin erbilde senindir
Senindir fuat şeh mustafa
Cercis ali bahçeçide senindir
Senindir kemal letif
Senindir ömer akbas
Adnan terzi de senindir
Kale gibi yüce minare gibi
Herzaman başın yüksektir
İçten yaralı yüzün güler
İlhanlı serçuklu atebegler
Kara koyunlu ak koyunlu ve
Celairiler nesliyiz
Yılmaz evladıyız bizler.
Sən məni unutdun xeyrin olsun,
mən səni unuda bilmədim gülüm!
Yazıram sevənlər oxusun bilsin,
mən səni unuda bilmədim gülüm!
Hələ yadımdadı ilk baharıdı,
Əl çatmaz zirvələr tala qarıdı,
Səni ilk gördüyüm birgün varıdı
O günü unuda bilmdim gülüm!
mən səni unuda bilmədim gülüm!
Duymadım baharı, itirdim yayı,
Keçdi ömrüm günüm keçdi havayı!
Unutdum hər şeyi səndən savayı,
Tək səni unuda bilmədim gülüm!
Ey mənim ömrümün amanın kəsən!
Mənim günlərimə şəriksən nəsən?
Gecədə gündüzdə ürəyimdəsən,
mən səni unuda bilmədim gülüm!
İçim için-için qaynayır mənım,
Həsrətin içimdə oynayır mənim,
Bir misirə dilimdə göynəyir mənim-
«Mən səni unuda bilmədim gülüm»
Sevgilim ömrü, günü unutdum,
Səhəri, axşamı, danı unutdum,
Belə fikr eləmə səni unudum,
Mən səni unuda bilmədim gülüm!
ANAMIN ƏLLƏRİ
Üzümə toxandı bir gül yarpağı
Ay ana əllərin yadıma düşdü
Yarpaqlar bəzədi bağçanı, bağı
Ay ana əllərin yadıma düşdü
Saldığın ağacın gülü danişdi
Çaldığın laylanın dili danişdi
O alma naqqışlı xali danişdi
Ay ana əllərin yadıma düşdü
Anasız bu dünya ahdı, azardı
Nə yaxşı dünyada analar vardı
Qızım qollarını buynuma sardı
Ay ana əllərin yadıma düşdü
Enişlər, yoxuşlar üzümə durdu
Ağrılar, acılar ömrümü yurdu
Sənsiz keçən ömür ağır ömürdü
Ay ana əllərin yadıma düşdü
Alışan ocağam, qovrulan sacam
Yüx olan varlığam dağılan gücəm
Əlin ver əlimə sənə möhtacam
Ay ana əllərin yadıma düşdü
KƏSMƏ ŞİKƏSTƏ
Yox əzzim çağırıb yox əzzim deyib
Mənimlə ağladı kəsmə şikəstə
Bəlkə də, mənimlə köhnə tanışdı
Məni qucaqladı kəsmə şikəstə
Əzzim deyə-deyə ketdi əzizlər
Qurtardı tükəndi bitdi əzizlər
Onun nəvasiylə yatdı əzizlər
Yenə də çağladı kəsmə şikəstə
Yordu ilim ayım günüm könlümü
Dərdlərə, ğəmlərə ğənim könlümü
“Əndəlib” yenədə mənim könlümü
Özünə bağladı kəsmə şikəstə
Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temsilcisi
Ne Güzel Şehirsin Konya
Sanayiyle, tarımıyla öndesin
Ne güzel şehirsin sen böyle Konya.
Mevlâna’nın gösterdiği yöndesin
Ne güzel şehirsin sen böyle Konya.
Meram bağın huzur verir insana
Alaaddin Tepesi’nden baksana
Yapay Göl’e dere olup aksana
Ne güzel şehirsin sen böyle Konya.
Selçukludan beri ismin dillerde
Sendeki güzellik yok hiç illerde
Taht kurmuşsun bütün her illerde
Ne güzel şehirsin sen böyle Konya.
Hazreti Mevlâna büyük bir dahi
Binlerce yetişmiş burada ahi
Sevgiyle kırılmış toprağın sahi
Ne güzel şehirsin sen böyle Konya.
Münevver’de geldi gezdi her yanı
Hem güneşi gördü hem doğan tanı
Unutamam inan artık bu anı
Ne güzel şehirsin sen böyle Konya.
Münevver Düver
Wie schöne Stadt Konya
Mit der Industrie, der Landwirtschaft
bist du, schöne Stadt Konya.
Die Richtung des Mevlana
bist du, schöne Stadt Konya.
Eine Person mit dem Band des Friedens, namens Meram
Schauen Sie sich Aladdin an
Fleiß wie ein Künstlicher See mit dem Akzent
bist du, schöne Stadt Konya.
die Sprachen der Name der Seltschuken
Innerhalb derer keine Schönheit in den Provinzen ist
Hab den Thron von allen Provinzen gebaut
Das bist du, schöne Stadt Konya.
Selbst Mevlana, eine großer Mann
schulte Tausende hier erwachsen
Die wahre Liebe des Bodens ist gebrochen
Das bist du, schöne Stadt Konya.
Münevver’ kam und tourte auf allen Seiten,
Die sich aus sowohl der Sonne und die Natur verbunden fühlt
Ich glaube, ich kann diesen Moment jetzt nicht vergessen
Dich, du schöne Stadt Konya.
Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temsilcisi
Her şeyin içinin boşaltıldığı bir zaman tünelinden geçiyoruz.
22 hece taşları 5. yıl 50. sayı on5nisan2019
wuw
wuw
dışta tutarsak, genel olarak özsüz bir şiir. İnsanlığın ortak değerlere ilişkin düşünsel bir altyapıdan yoksun ne yazık ki. Bu da şairlerin yeterince okumadıklarını, geçmiş kültürden, özellikle şiir birikiminden
yeterince beslenmediklerini gösteriyor: Dolayısıyla formunu ve özünü kaybetmiş bir şiir, şiir olmaktan
öte bir söz yığınından ibaret kalıyor. Okura bir estetik tat vermiyor. Okurun hayalini harekete geçirecek,
okurla şiir arasında ünsiyet oluşturacak bir yapıya sahip değil günümüz şiiri. Hayatla bağı zayfı. Şair ne
kendi içine ne de dışına yolculuk yapıyor. Böyle bir yolculuğa çıkmış olsa mutlaka birimizin kapısının
önünden geçecektir.
Dünya dilleri arasında Arapça, Farsça ve Fransızca ile birlikte Türkçe de şiir diline en yakın dillerden
biri olduğu hâlde, günümüz şiirinde âdeta kekeme bir dil haline sokuldu Türkçe. Bir Yahya Kemal’in, bir
Necip Fazıl’ın, bir Nazım Hikmet’in, bir Cahit Sıtkı Tarancı’nın, bir Ziya Osman Saba’nın, bir Behçet Necatigil’in şiirindeki Türkçenin tadına günümüz şiirinde de varma hakkı yok mu şiir okurunun?
Görüldüğü gibi konu, bir yıllığın sınırlı sayfalarda sığmayacak boyutta; enine boyuna tartışılması, izlenmesi gereken bir konu. Yukarıda kısaca değindiğimiz hususları daha bir somutlaştırmak ve örnekleme
açısından 2018’de bazı dergilerde yayımlanan şiirlerden bölümler alacağım.
“Masada makas mor/ Kerpetenle manipülasyon/ Malulen kısır kusursuz kısıt/ Korkak marjinal/ Tutmadan sakal tıraşına/ Cinsiyetleri hadım etmek gibiyim”
“Beni kör bir bıçaktan oydular/ sona eleştiriler sana/ keskin keskin soluklarla/ bir kervan göçmüş de/
boynundaki uçmaktan/ aşağıyyyya sarkan dünyaya/ hayretimi mazur gör/ öksürüp ökşurup kendi dileyen/
bir veremliyim belleğinden gizlenen/ ölüm kafa yorulacak bir şey değil/ değil ölüm kafa yorul: ancak şey bir/
ölüm: kafa karış tr an bir şey” (Arif Ay’a katılmıyorum.)
“Annem dua ederken gözlerini kapatıyordu/ Dünyaya/ Dara düşünce Allah’a sarılıyordu/ Nur üstüne
nur/ Pırıl pırıl inci mercan/ Ziyadesiyle temizdi/ Göğsünde Allah sevgisi” (Arif Ay’a burada katılmadım.)
“Rabbim, ben bir musalla gördüm babamın yüzünde/dua etmiyordu, sövüyordu elinde sigarası/ kimsesi
yok babamın ama insan olarak o yüzden/insan olarak kimsesi olmaz babaların biliyorum/biliyorum Rabbim, babam da biliyor çok günah/kendi kendine konuşuyor, sövüyor bu da günah/ama sen, Rabbim yine de
kimsesi olmayan/ babaları lütfen koru.” (Arif Ay’a kısmen katılmıyorum. Son iki dize dokundu.)
“Çayın kandırma kuvvetini bulduğumuz doğrudur hakim/ bey/ Şekerli ve demli içtiğimizde/ Bozuk
bir pusula olsak da/ Allah’ı bulduğumuz da/ Sahi Allah demişken/ Sen hiç Allahsız bir dilenci gördün mü
hakim bey?”
“Şair aşka yaya yürür/ Kaldırım taşlarına gölgesi düşen esrik saçları şehrin/ Dudaklarından şair ipliği
getirir tebessüm/ Yoğurt lafa tutulunca olur ayran/ Kız istemeye giden şaire/ Kelimelere değip yere düşen çiçekler şahit/ Hukuk kuralları doldurmaz batarya/ Kadınlar şiirden anlayınca anne olurlar/ Bunu anlamaz
gözleri yarı yolda kalan/ Kafka’nın sırtında uyuyan kifayetsiz kafiye” (Arif Ay’a katılıyorum.)
Bunlar Arif Ay’ın inceledikleri dergiler ve şiir kitaplarındaki şairlerin karın gurultularından bazıları.
Şiir Yıllığını baştan sona okuduğumda buna benzer yüzlerce artçı gurultunun altını çizmiştim ama sözü
uzatmanın bir manası olmaz düşüncesiyle alıntılamaktan vazgeçtim. Bunun yerine Arif Ay’ın “Seçilen
Şiirler”inden bize dokunan “Dize Seçki”leri ile yazımızı sürdürelim istedim.
“Kırgınlık mı yorgunluk mu/ Hangisi daha ağır” Abdulkadir Budak, “Unut kalbim her şeyi, bundan
böyle,/ Sînede yarım bırakılmış bir heyecan kalır.” Abdurrahman Alkan, “zaman kargaşasında eriyip gidiyoruz/ kara bulutların soluğuna karışıyor sesimiz” Arzu K. Ayçiçek, “aşk da eskidir işte kumların tarihi
kadar/ taş parça parça yumuşar/ kalp damla damla erir” Bahtiyar Aslan, “bu karamsar imge yakışır mı bu
şiire?” Celâl Soycan, “Dayandık duvarına nihayet karanlığın/ Kılıçları göz görmüyor artık/ Ne zor söylemek
bunu biliyorum” Cengizhan Orakçı, “Biz onu dilsiz cerenlere dil veren sesinden duymuştuk” Cevat Çapan,
“Damla damla bir türkü yayıldı ilkin/ İlkin bir gül kokusu düştü evlere” Emrehan Parlak, “Dertlerimi
söylesem birinin ruhu acır” Enis Akın, “Gerçi bütün çekmeceler dolu olsa da/ Ali’yi anlatmaya yeter mi
hurufat” Faruk Uysal, “Ölümden sonraya hazırla beni” Fatma Şengil Süzer, “Ninem daha gelinken düşürmüş saç bağını/ Hangi türküyü söylese sözleri hep kırışık” Gökhan Akçiçek, “Şiir senin kırlarında toplanır!”
Haydar Ergülen, “Kopar gider can bedenden ve yavru kuş yuvadan/ Senden öyle bir ayrılışla ayrılacağım”
Hicabi Kırlangıç, “hep aynı kırık camdan baktık sokağa/ hep aynı yerden kanadı dizimiz” Hülya Sezen,
“Nice yokuşu inip çıka yoruldu gölgem,/ usandırdı hergünü kopyalayıp yaşamak.” Hüseyin Atabaş, “Ölünce
tam öleceksin yaşayacaksan tek nefes/ Yarım dünya olmaz yeni içindeki çekirdekten” Hüseyin Atlansoy,
“Gözünü toprak doyuracak şimdi gözü açık gidenin/ Göze toprak, yüze toprak tadına doyumsuz toprak”
Hüseyin Karaca, “Gecenin kolları gibi ağaçlar, Karanlığı renklendirir yapraklar… /Sensizlik bitimsiz şarkıdır…/Sensizlik çözümsüz sorudur…/ Sensizlik sonsuz med cezirdir.” İbrahim Eryiğit, “Geceden gelmişsin,
yıldız gibisin” İbrahim Tenekeci, “dağın arkası dağ/ ötesi herkesin şehri” İbrahim Yolalan, “Doğdum bay-
on5nisan2019 hece taşları 5. yıl 50. sayı 23
wuw
wuw
rak asmılşar kerpiçten damımıza/ Anam geçindi bildim yurt dediğin mezardır” İsmail Kılıçarslan, “ayrılığı
taşıdım nereye gitsem/ susarak bekleyen iki ele benzedim/ birbirine yabancı iki ele…” İzzet Göldeli, “Yine de
bir dağ doğuruyor içinde gökyüzü/ Sulardan aynalardan saklasan da yüzünü!” Mehmet Aycı, “Bu kış uzun
sürecek diyor balkona konan serçe/ uzundüşler kur, dizeler örtmez üstünü” M. Mahzun Doğan, “dağıttım
kırdım döktüm/dökülen bir içim var demek ki” Mehmet S. Fidancı, “belki seküler aşklardan biri çarpar/
rüyalarında bile incinen bana” Mehmet Narlı, “ölümü yaklaştırıyor bütün yollar/ yollar yollara çıkıyor yollar hep ölüme” Mehmet Solak, “Köy kabristanına defnettiler kalbimi” Mehmet Yıldız, “Bir kuzey ülkesine
gitmek istiyorum/ Oturup bir ulu ağacın gölgesinde/ Uzak rüzgârları anlamak için” Metin Celâl, “Her aşk
kendi toprağının rengini alır” Metin Fındıkçı, “Zahmet sarmadan, tutmuyor yeryüzünde rahmet.” Metin
Erol, “Ölüm böyle bir şey işte/ Giremez ölü odasına çocuklar” Mustafa Özçelik, “Yağmuru seven/ Yağmurla
konuşan Allah’ım/ Bulutlar gönder bize” Mustafa Ruhi Şirin, “Kuşlar göçüp gidince yalnız kaldı gökyüzü”
Nihat Hayri Azamat, “Çok sevmişken ölelim olsun hayat güzel” Nurettin Durman, “Göğsümü ateşle dolduran bu çağ/ Yıkılsın, yıkılsın artık bir akşam/ Bir çöplüğün sonsuz karanlığına” Nurullah Genç, “yüzüm
artık toprağa benziyor… /yüzüğün taşı nedensiz kırılınca anladım/dünyanın ilk gününün bahar olduğunu”
Orhan Tepebaş, “Sanki kuşların içinde kuşlar koşuyor/ Sanki kanatların içinde kanatlar” Osman Serhat
Erkekli, “Yaprak ölse de ağaç ölmüyor” Osman Serhat, “Şimdi sen sustuğun için/ Sustuğunu sanıyorsun her
şeyin” Özcan Ünlü, “Bulutlar dağlardan öte yük taşır” Recep Garip, “tanrım, söylenmemiş sözlerimiz için
vaktimiz var mı biraz” Selçuk Küpçük, “Sahipsiz mısralarda unutulan zarif bir imgeyim ben/ Satır aralarına gömdüm kimsesizliğimi” Semra Kızmaz, “Hangi yana seslensen sus’ta bir çığlık kopar…/ Son gülüşüm
lütfen zarif olsun Allah’ım” Serap Kadıoğlu, “içimden susuyorum kana kana” Serdar Kacır, “unutmanın
kardeşi, bir sözün eskimesi” Şadi Kocabaş, “karnı çiçek tozu dolu bahar” Şakir Kurtulmuş, “Düpedüz
ustasını yere gömerler/üstünü örterler yalnızlığının” Şemsettin Ünlü, “Bunca sevgini son ânı mıydı burası”
Turgay Fişekçi, “martıların çığlıklarıyla uyanıyorum/ elimle itip alnıma düşen bulutu/ bana kalan günlerimi sayıyorum” Tuğrul Tanyol, “gel gülümseyen bir adam yap bu kırgın yüreklerden” Vefa Taşdelen, “Söylemiştin yalnız yatanın yalnız öleceğini/ sadece bunu yazdım solduran günlüğüme.” Veysel Çolak, “Acele iç
acele çalış acele yaşa/ Öl acele” Vural Kaya, “elimde bir tek/ yokluğun kaldı” Yusuf Çotuksöken.
Sadece bana dokunan dizeleri almaya çalıştım. Arif Ay’ın seçmiş olduğu şiirlerden bana dokunmayanları elbette bir başkasına dokunabilir. Şayet bir başkasına da dokunmazsa acıyalım o şairin haline.
Gelelim tekrar tekrar okuyup şiir budur dediğim hem gönlümü her ruhumu dinginleştiren şiirlere:
“ben yoksam/ sinede bu ateş neyin nesi/ ellerimi yakan ne/ ben varsam eğer/ senin yanışın niye” Arif
Ay, “Bir yanımız dağ, bir yanımız deniz/ Deriz ve devam ederiz yürümeye/ Geçmez aklımızın ucundan yaşamak telaşı/ Eksilerek azalarak yarılarız yolu/ Eksilerek azalarak yol yarılar bizi/ Yerimiz yok atlaslarda,
ismimiz gelip geçici/ Kalbimiz ne çok mülteci….” Burhan Sakallı, “Börek açan ev süpüren saksılara çiçek
eken/ Bir tetiği en güzel yerinden çeken de sensin/ Bir söküğü en güzel yerinde diken de/ Kara çığırtıları susturuyor senin sesin” Cengizhan Genç, “Üç kere öptüm sözcükleri/ Terledim, yine öptüm/ Bir içerden bir dışardan öptüm… Kim sever kış sürgününü/ Günlerin azabı yığıldıkça birbiri üstüne/ Allı turnalar geçmiyor
çoktandır türkülerden/ Dünya! Ne kadar da benzettin kendine beni” İsmail Karakurt, “Denizin üstü gemi/
dümeninde dolunay/ geminin altı deniz/ ambar dolu mülteci/ Ay çalındı geceden/ Denizin üstü karanlık/
beşi bebek, yetmiş çocuk/ karanlığın altı dehliz/ arkadaşları kara balık/ Ay çalındı gemiden/ Denizin üstü
soğuk/ sınırı dikenli tel/ denizin altı oyuk/ alın yazıları ecel/ Ay çalındı denizden” Refik Durbaş, “Ninova
tabletleri okunmaz demeyin kolay okunur/ Anlatır görene yok oluşunu asurun ya da nemrut ateşlerinin/
Eskici pazarında satılır gibi tarih çöplüğünde kalakalırlar öyle/ Yazılır çizilir derlenir toparlanır dünya halini öğüten eski değirmen….. Seninse bombaların var, mermilerin çok, silahların var oğlu var/ Ama çınlar
bir söz gelip dayanınca bıçağın dayandığı yere/ Çınlar dünyanın en ince uğultusu, görürsün sen yaklaşıp
geleni/ Biz çok inandık göğün orduları var ve Allah mülkü her yanda/ Ve Allah bizimle, varsın şeytan seninle olsun; amerika seninle/ Tamam anladık kıyamete kadar mühlet aldın, bağır hiç durma/ Şarlatanlık yap
takla at, çoğalt insanlık pazarında ölmümün kappazanını/ Ya biz ne yapalım dünya garipliğinde ne gelsin
elimizden…” Seyfettin Ünlü.
Bir şiirin sancısı, bir kitabın doğumu elbette birden bire olmuyor. Bir “Molla Kasım” sizin gönül teri
döktüğünüz şiirleri şiirden saymıyor, nefsinizi okşamıyor olabilir ama kıssadan hisse çıkarmanıza vesile
olabilir. Eğer bir Molla Kasım’a ihtiyaç duyarsanız Arif Ay’ın bunu nefsine yontmadan hakkıyla yapar.
Öncelikle böyle bir yıllığın hazırlanması biraz da tohumdan mutfağa, mutfaktan sofraya doğru uzun
bir emek gerektiren bir çalışma. Arif Ay’ın bu titiz çalışmasıyla birlikte bir yaraya neşter vurması biraz da
şairlerin iç hesaplaşmalarına bir vesile olur düşüncesindeyim. Bu vesile ile bir yılın dökümü sayabileceğim bir şiir seçkisi okumuş oldum. Selam olsun kalbimize ve ruhumuza dokunan şairlere…
Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temsilcisi
Derinsel bir kişiliğe sahip şair Arif Eren’in ilk kitabı, “Bu Kent Sende Kalsın (1965) “ dışındaki dört şiir kitabını onu
tanıdıktan sonra okudum.Konuşurken şiirsel bir anlatısı var Eren’in.İçindeki edebiyat sevgisinin büyüklüğü sanki bakışlarına
yansımış gibi. Zaman zaman sizi bırakıp gidiyor bakışları. Sonrasında çok daha dirilikle geliyor karşınıza. Umut ettiği ortamı
bulamamışlığın verdiği bir de tedirginlik var üzerinde. Hep bir özlem olup büyümüş gittikçe. Okumayı sevmiş, kendi
dünyasında bir çevreyi çok istemiş durmuş hep. Çoğu kez yalnızlığının bir köşesinde kurmuş o dünyayı.
Eren dostlarını seçerken çok ölçülü hareket ediyor.Kendisini daha da büyük yalnızlıklara götürmeyecek dostluklar kurmak
istiyor bu yüzden.Dostluğumuzun ilk başlangıcında hep tedirgin gördüm onu.Sonrasında rahatladı,genişletti dostluk
sofrasını.Haksız da bulamadım onu bu konuda.Yazarlar kendi dünyalarını ortaya koyarken, kuralcıdırlar
seçimlerinde.Bunu,dünyalarını hep dingin tutmak için yaparlar.Arif Eren’in yapıtlarını onu tanıdıktan sonra okudum desem
yanlış olmaz sanırım.
Yurt Tespihi, şairin ikinci yapıtı.Mayıs 1975’te basımı yapılmış. İlk sayfayı çevirdiğinizde “Sevgi Yürekte Büyür “ adlı şiiri
çıkıyor karşınıza. Şiirde özdeki sevginin anlamı yansıdığınca,derinselliği kendi gördüğünce çıkıyor yuvasından.
“Karanlığın tanı sevgidir/ Işık diyenler çirkinleştiriyor dünyayı /Yüreklere işlemiş renk körlüğü /Güzellik kanda değil,güldedir.
“Bu dizelerde oluşturduğu sevginin
Dörtlüğünde Türkçenin güzelliğini, kalıcılığını, akıcılığını son derece anlamlı bir anlatımla ortaya koyuyor. Aynı zamanda
şiirlerindeki dil yenileşmesi de sıcacıktır Eren’in.Yürek Sıkıntısı adlı şiirinde:
“Gurub daldan düşecek bir nar/ Birazdan aralanır kapısı akşamın /Yürekte sıkıntı, dalda isak, gölde kurbağa /O bitmez
feryada tekrar başlarlar /Üç sesten söylenir hüzün”
Sıkıntısını doğayla paylaşır.İçindeki hüznü seriverir doğanın kucağına.Böylece sıkıntısının büyüklüğünü, derinlerden geldiğini
koyar önünüze. İkinci kitabında serbest olan seslenişi, üçüncü kitabında biraz daha ölçüye, uyuma yönlenmiştir.Kişiliğindeki
ağırlık ve kuralcılık sanki şiirlerine de yansımıştır Eren’in.
Dördüncü kitabı Görkemli Denge’de daha bir genişlik, daha bir özgürce anlayış ortaya çıkar.Özlemleri vardır ; hem
koşullarının yoksunluğunu, hem tutkularının sınırını bilmek için.Bir arının balını yapmak için, binlerce kez çiçeklere konuşu
gibidir Eren’in şiirsel yanı.Şiirinin kozasını örerken içinde kalmayı düşünmez.Onca,kozanın her yönüyle seçkin olması
önemlidir.
“Üşüyen çocukların,yaşlıların,hastaların/ Gözlerim üşüyor bakınca gözlerine”
“Gözlerimin uyku perdesini açtırdı tren düdüğü/ Pencereden birkaç ev ve raylar gözlerimin gördüğü/ Bulunduğum
kompartımanda herkes uyuyor/ Onlara veda etmek mümkün olmuyor/ İstasyonda inecekleri indirip gitti tren /Bu yolculardan
biriydi Arif Eren”
Arif Eren,yukarıdaki ayrı ayrı dizelerde de görüldüğü üzere söyleyeceklerini bir çırpıda ve herkes gibi söylemez.Dizelerinde
gördüğümüz bir başkalıktır.Olgunlaştırılmıştır anlatımlar.Ham bir sunu, onun da kaçtığı bir noktadır.Ele aldığı konularda yeni
açmış bir düşünce gibi gelir yanı başınıza.Sözcüklerin her biri kelebek kanadı olur sanki. “Renk yarışında görürsün çiçekleri/
Birbirinden taze,birbirinden alımlı/
Kırlarda seyrana çıkan güzellerin /Burcu burcu çiçek kokar elleri”
Yukarıdaki dizelerinde bu duygulan nasıl da yaşatır size.Bir anda o kırlarda bulursunuz kendinizi.Belki de bir çiçek merhaba
der yaklaşıp.Eren; her şeyin yerli yerine oturduğu, ölçülü,simetrik,sarsıntısız,doğal bir aydınlığa,aklın ve uygarlığın doğayla
pekiştirilen düzenine,yozlaşıp bozulan toplum yaşamındaki düzene öylesine içten uzanır ki,okudukça bütünleşir,kol kola
girersiniz sözcüklerinde.
Havuz şiirinde,doğal yaşamın düzen içerisindeki seyrini aktarırken yine o havuzda insanın bozukluğa uğrayışım,bir alabalık
örneklemesiyle doğadaki giz dolu yaşamı ustaca sergiler size.
“Bu havuzun berrak suyunda /Alabalıklar huzur içinde gezinir /Bir başkasına benzemekten çekinir/ Ayrı bir üslupta yüzer
/Hiçbirinin melezlik yok soyunda/
Havuzun suyu aynı,dağ gölü gözüyle /Gene de has yavrular üretmek /Bir köşeli hüzün demek/ Sevincin olur onları yüzerken
görmek /Dünya gözüyle/
Havuzlar yapılıyor büyüklü küçüklü /Rasgele sularla doluyor artık /Ustadan nasip almayan çıraklık /Her suda yaşamaz
alabalık/ Onun suyu saf köpüklü”
Kitabının sonunda yer verdiği Selimiye adlı şiirinde Selimiye’yi bir nesir anlatımıyla şiirleştirip,yansıtır bize. Şair bu şiirinde
aynı zamanda iç dünyasındaki inanç örüntüsünü de İslam’ın güzelliğinde adeta Selimiyeleştirir.Arif Eren’in şiirindeki değişimi
izlerken,dil beğenisinin bu değişime paralel gittiğine tanık oluyoruz.Kelimeler onun için yaşanmış durumların çağrışımları
olmaktan çok,yaşanmış durumların yansıyışlarıdır.Eren kelimeleri aklıyla kavradığı için,öztürkçeyi de korkusuzca kullanıyor.
Arif Eren’in son kitabı,“Zaman Yerinde Durmaz” 2006 yılında baskıdan çıkmış.Otuz yedi şiirden oluşan yapıtta,içinde
yaşamımızın sürüklenip gittiği “zaman” ilk konu olarak alınmış.Sonra yine “zaman” sürdürmüş etkisini.Dünyadaki
yaşam,ölümlerin ardındaki insan,insan yaşamındaki değer yargısı,anıların içinden seslenişler,insanca yapı,mutlu olabilmek,öz
değerlerin kaybı,yalnızlık,yürek yalnızlığı,dostluk,doğa aşkı,Kahramanmaraş üzerine, Afganlıların özgürlük savaşı,Eren’in bu
kitabındaki konularını oluşturmuş.Zaman geçtisi ile başlayıp,genelde yalnızlığı işledikten sonra ölüme uzanış gerçeği ile son
bulmuş.Yazın insanı,sanatçı denince çoğu kez yalnızlık akla gelir.Yazar bu yalnızlığında üretkendir.Bu yalnızlığında daha
ötelere taşır kendini,yılmadan. Sanatçı yalnızlığını büyütürken,o yalnızlıkta da büyür durmadan.Bakınız,Eren bir yalnızlık
şiirinde nasıl da etkili bir sesleniş yapıyor köşesinden.Ama öyle bir köşe ki orası,gün hep pırıl pırıl parlıyor.Gök ve yer
kucaklamış düşünceyi…
“Düşün ki şairsin yeni şiirlerin var/
13.05.2019 Yalçın Yücel – Biyografya
www.biyografya.com/biyografi/4960 4/5
İnsanları sağır bir yerde/ Kime okursun/
Yağmadıktan sonra neye yarar /Diyelim ki gökyüzünde bulutsun”
Şairin kendisini gizlemesine de karşıdır Eren.Mademki güzel sözleri,dizeleri döküyorsa şair,o zaman okunmalı,anlaşılmalı
diyor.Bulut yağmadıktan sonra bulut olmuş neye yarar elbet.Yazın insanı ve sanatçı da bir bulut gibi ürettikleri ile kucaklamalı
toplumu.Yazarı, sanatçıyı ölümsüzleştiren de geride kalan yazıları,resimleri değil midir?
“Harer,dilimde sıraya girdiler arkası arkasına /Sana bir hoş geldin demek için”
Sözcüğüyle şiir unutulur mu dersiniz?Belki yıllar ötesinde bir edebiyat dergisinde,belki de gelecekte yazılacak denemelerde
yer alacaktır bu sözcükler.Ses ipine asılan sözler belki de hep gülümseyecek Arif Eren’si bir bakışla ufkunuzdan.Bir şey var ki,
Eren’in son kitabının son sayfasındaki “Şimdiden Allahaısmarladık.”sözüne güle güle demeyeceğim, diyemeyeceğim
elbet.Güzel ve özlü şiirlerini sağlamca uzanan ipine daha nice yıllar asman dileğiyle,düşünce diline sağlıklar Arif Eren.
Yalçın YÜCEL
(İnceleme-Eleştiri, Arif Eren Hayatı Eserleri Şiirleri yapıtında yer aldı.)
Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temsilcisi
AFGAN GÜNEŞİ TEKRAR BÜYÜYECEK
Gökten Hindikuş dağlarına
Paraşütler gibi iniyor kar.
Bu dağlarda
Özgürlüğe musallat tırtılla
Özgürlüğü can-evinde saklayan
Afganlı mücahitlerin savaşı var.
Hindikuş dağlarının göklerinde
Ufaldı güneş,
Ay’a hasret kaldı gözler.
Napalm bombası, makineli sesi ve tank paletleri
Tedirgin etti kurdu-kuşu,
Tedirgin olmadı mücahitler.
Miramşah ve diğer gerilla kamplarında
Dalkılıç gibi yiğitler
Nöbet tutmaktan
Gözleri unutmuş uykuyu,
Düşman askerinin bir sesi duyulsa,
Ateş kusacak ellerindeki tüfekler.
Bu savaş ustaları, emperyalist düşmanı
Ganimet silahlarla vuruyorlar cephede.
Kışın
Kan dondurucu soğuğunda
Yürekleri ve tetik çeken parmakları
İmanla ısınıyor kardan siperlerde.
Bir gün Hindikuş dağlarının göklerinde
Yine büyüyecek güneş,
Görünecek dolunay
İnancıyla bileğli yiğitler,
Dağlardan vatan topraklarına
Seller gibi inecekler…
BİR KUŞTUR ZAMAN
Yüzde kaşlar nasıl yakışmışsa gözlere,
Dil konuşurken öyle olmalı kelimeler.
İnsan yüreği yufkadır,
Kırılır kötü sözlere.
Kökü derinde olan sabrın
Sonunda hep hayır vardır.
Zaman ufkundan güneş gibi
Bir gün doğar, beklenen yarın.
Aceleyle tanış olmak niye?
Belirli bir zaman sonra,
Yeşil ekin değirmende un olur,
Sabır en iyi sermaye.
Sorguya çekmeli insan kendini
Vicdanıyla baş başa kaldığı an.
Hatanın tekrarına izin yok,
Kafesten çıkan bir kuştur zaman…
BU KENT SENDE KALSIN
Sen, evinde olacaksın
Bir kış gecesi
İstasyonda tren
Kalkış saatini beklerken.
Gene yedi kat gökyüzü
Yırtılır gibi gürleyecek
Ve yağmur yağacak.
Biliyorum, bu kentten giderken
Gölgem bile
Yanımda olmayacak.
Bir geceleyin terk edeceğim
Bu kenti.
Arkamdan ne el sallanacak,
Ne de yanımda biri olacak.
Gelişim gibi
Yine yalnız gideceğim bu kentten.
Kendi kendinle
Bir başına kaldığın zaman,
Yüreğindeki sevda bulutu
Yağmur gibi çiseleyecek gözlerinden.
Aradan yıllar geçecek,
Çoluk-çocuğa karışacaksın.
Bir gün
O şarkı söylenirken,
Yüreğinde
Bir sızı duyacaksın,
İçinden
Bizim şarkımızdı bu diyeceksin.
Kiminle olursan ol
Kendini yalnız hissedeceksin…
DÜŞÜNCE YOLCUSU
Gözlerimin gölünde fırtına var
İki yana sallanır durur kirpiklerim
Bir şeyden ürken ceylanlar gibi
Uyku suyunu içmez gözbebeklerim.
Bitmek bilmeyen düşünce yolunda
Bir yolcuyum tan atana dek
Nice ovalar, dağlar aştım
Sevinç ve hüzün çiçekleri devşirerek.
Kimi ovalar şenlik içinde
Yüz görümü ister kozalar
Bir düğün sevinci yaşattı bana
Telli duvaklı pamuklar.
Kimi ovalarda bir hüzün sessizliği
Talihini ağartmamış kara toprak
Yağmur bulutlarından umut kesince
Mümkün olmaz buraları sulamak.
Kurak topraklar gibi dilim dilim
Dilimlendi yüreğimde duygular
Biliniz ki insanı insan değil
İnsanı vicdanı sorgular…
GÜZ DÜŞÜNCELERİ
Yaprakların sararınca benizleri,
Azalır damarlarında özsu,
Çözülmeye başlar kımıl kımıl.
Dalları sımsıkı tutan elleri
Boşlukta sallanırken tutunmak için,
Bulamazlar incecik bir dal,
Tanrı’sız insanlara benzer halleri.
Rüzgârın elinde dişli işkencelere
Acımasız sürüklenirken yapraklar,
Unutulmuştur dallar tarafından,
Bir seyir bile olmayacaklar serçelere.
Bu yapraklardan daha kötü
Bir ölüm ve diriliş var
Tanrı bilmezlere…
Şair ve yazar. 20 Kasım 1938’de Kahramanmaraş’ta doğdu. İlk ve ortaokulu burada okudu. İlköğretmen Okulu ve
Erzurum Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümünü bitirdikten (1963) sonra Karaman Lisesi, Bursa Kız Öğretmen Lisesi, Bursa
Anadolu Lisesi, Kahramanmaraş Kız Meslek Lisesi, Ticaret Lisesi ve Eğitim Enstitüsünde Türkçe ve edebiyat öğretmenliği
yaptı. Ocak 1993’de kendi isteği ile emekli oldu.
İlk şiiri 1964’de Konya’da Şair Feyzi HalIcı’nın çıkardığı ve yayımını daha sonra Ankara’da sürdürdüğü Çağrı dergisinde
yer aldı. Sonra; Hisar, Varlık Yıllığı, Türk Edebiyatı, Millî Kültür, Dolunay, Yeni Edebiyat Yaprağı, Defne, Ilgaz, Elif, Toprak, Tepe
Edebiyatı, Seviye, Kültür ve Sanat, Doğuş Edebiyat, Palandöken, Harman, Çınar, Genç Kardelen, Alkış, Güneysu, Kırağı gibi
çeşitli kir ve sanat dergilerinde şiir ve yazıları yayımlandı.
Ocak 2016 yılında iki aylık olarak yayına başlayan Mevsimler e-dergisinin sahibi ve genel yayın yönetmeni olan Arif
Eren’in şiir ve yazıları Mevsimler dergisinde yayımlıyor.
2005 yılında Antalya Şair, Ozan, Yazar ve Ressamlar Kültür Derneği (ANŞOYAD) tarafından 2. Şairler Buluşması’nda
“Yılın Akdeniz Büyük Şiir Ödülü”ne layık görüldü.
2014’de Sütçü İmam Üniversitesi tarafından Türk edebiyatına, Kahramanmaraş kültür ve sanatına yaptığı katkılardan
dolayı ” Takdir Ödülü” ile ödüllendirildi.
“Ortada net bir fotoğraf var ve bu fotoğrafa göre Arif Eren şiire sadık bir şairdir. Az ama öz yazar, gündemdeki konu
şiir oldu mu antenlerine çarpan her sesi süzgeçlerden geçirir, kalıplara döker ve çok titiz çalışır. Şairin yalın bir dili var.
Toplumcu yanı, eğitimci yanı, her eserinde ön plana çıkar. Toplumun her kesimiyle ılık bir diyalog kurmaya yeterli bir
Türkçeyle şiiri kanatlandırır.” (Bahaeddin Karakoç)
“Şiirin yapısını derinlemesine incelediğimizde benzer sesli kelimelerle şiirde iç ahenk sağlandığını
görüyoruz. Aliterasyonlardan yararlanmak, şairin belirgin bir özelliği…” (Şevket Bulut)
Şiirlerinin Yer Aldığı Antolojiler:
Ajans Türk Şiir Antolojisi (Haz. Necdet Evliyagil, 1966, Değişik yıllar), Resimli Malazgirt Şiirleri Antolojisi (Haz. M. Göktürk
Uytun, 1971), Şiir Burcunda Çocuk Antolojisi (Haz. H. Özbay, B. Karakoç, M. Taşcı, 1993), Dolunay Şiir Güldestesi (Haz.
Bahaettin Karakoç, 1993), Kahramanlık Destanları ve Türküleri Antolojisi (Haz. Cevdet Alperen, 1993), Dolunay Sevda Şiirleri
Antolojisi (Haz. Ramazan Avcı, Mine Tuygun, 1997), Şiirlerle Öğretmen Antolojisi (Haz. Cevdet Alperen), Maraşlı Şairler,
Yazarlar, Alimler (Haz. Cemil Çiftçi, 2000), Dünyanın Bütün Çiçekleri – Öğretmen Şiirleri Antolojisi (Haz. Mustafa Özçelik,
2006), Kahramanmaraşlı Şairler Antolojisi, (Haz. Ramazan Avcı, 2008), Şiirlerle Kahramanmaraş Antolojisi (Haz. Ramazan
Avcı, 2008), Türk Edebiyatında Maraşlılar (Haz. Yaşar Alparslan – Yrd. Dr. Lüt Alıcı – Serdar Yakar, 2009), Dilimiz Yunus Söyler
(Haz. Mustafa Özçelik, 2012), Şairlerin Dilinden Kahramanmaraş (Haz. Ramazan Avcı, 2013), Akdeniz’in Altın Kenti
Kahramanmaraş (2014), Karacaoğlan’dan Günümüze Kahramanmaraşlı Şairler (Haz. Ramazan Avcı, 2015).
ESERLERİ (Şiir):
Bu Kent Sende Kalsın (1965), Yurt Tesbihi (1975, 2. Baskı 1977, MEB tarafından tavsiye edildi), Hayatı Huzura
Ayarlamak (1985), Görkemli Denge (1996), Zaman Yerinde Durmaz (2006), Arif Eren Hayatı-Sanatı- Şiirleri (2010).
KAYNAKÇA: İhsan lşık / Yazarlar Sözlüğü (2. Bas., 1998) – Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001) – Türkiye Edebiyatçılar ve
Kültür Adamları Ansiklopedisi (Cilt 3, 2006), İlhan Geçer / Bu Kent Sende Kalsın (Ilgaz dergisi, Mayıs 1996), İrfan Ünver
Nasrattinoğlu / Arif Eren’in Yurt Tesbihi (Arif Eren Hayatı- Sanatı- Şiirleri, 2010, s. 29), Şevket Bulut / “Arif Eren’in Mayın Gibi
Kuşattı Kar Şiiri” (Kırağı dergisi, 15.4.1996), Sevinç Çokum / Görkemli Denge (Türkiye gazetesi, 18.04.1996), Hasan Hüsrev /
Arif Eren Bey (Türk Edebiyatı, Ağustos 1996), Arif Eren Özel Sayısı: Bahahettin Karakoç / Görkemli Denge – Nuhuz Olcay Kılıç
/ “Kendini Bilmez Öze Uzak Olanlar”), Tebernüş / Arif Eren’le Şiir Üzerine – Yaşar Faruk İnal / Yurt Tesbihi, Ahmet Beyoğlu /
Arif Eren / (Kültür Dünyası, Eylül 1998), Abdülkadir Güler / Arif Eren ve Görkemli Denge (Çağrı dergisi, Ağustos 1998),
Ramazan Avcı / Selimiye’yi Abideleştiren Şiir Selimiye (Yeni Ortam gazetesi), Cevdet Alperen / Arif Eren Hakkında Genel Bilgi
(Bir Tebessüm dergisi, 2 Haziran 2002), Osman Aytekin / Nefesimiz Gül Bahçesi, 2010), Mustafa Özçelik / Görkemli Denge
(Arif Eren’in Hayatı – Sanatı – Şiirleri, 2010, s.80), Arif Eren Bilgi Teyidi (Kasım 2017).
Şair. 1962, Topaktaş köyü / Afşin / Kahramanmaraş/ doğumlu. Osmaniye Ticaret Lisesi (1980) mezunu. Osmaniye’de
askerî bir komutanlıkta sivil memur olarak çalıştı.
İlk şiiri (Bir Söyleyebilsem), 1979 yılında Kelebek gazetesinde yer almıştı. Diğer ürünlerini Güneysu, Erciyes, Mina,
Dolunay, Palandöken, Karçiçeği, Kardelen, Türk Edebiyatı, Millî Kültür, Genç Dost, Tepe Edebiyat, Harman, Çınar,
Gündönümü, Çırağı dergileri ile Hergün, Millet, Ortadoğu, Bayrak, Türkiye, Zaman, Millî Gazete, Akit, Yeni Düşünce
gazetelerinde yayımladı.
ESERLERİ (Şiir):
Hüzünlerin Düğünü (1980), Külüngün Taşlara Çizdiği Nakış (1993).
KAYNAK: İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2007, 2009).
Şair ve yazar, dergi yönetmeni. 1 Kasım 1953, Kahramanmaraş doğumlu. Şair ve yazar Şevket Yücel (1930-2001)’in
oğludur. İlk, orta ve lise öğrenimini doğduğu kentte yaptı. 1973 Adana Eğitim Enstitüsü Matematik Bölümünde eğitimini
sürdürdü. 1977 yılında ise Kahramanmaraş MYO makine-motor bölümünden mezun oldu. 1978-79 Kahramanmaraş’ta ki
okullarda öğretmen olarak görev aldı. 1979-80 askerliğini yedek subay olarak İstanbul’da yaptı. Askerlik dönüşü Dokumacılar
Un Fabrikasında müdür olarak çalıştı. 1981 Devlet Su İşleri XX. Bölge Müdürlüğü’nde teknik personel olarak çalışmaya
başladı. Yirmi beş yıl makine işletme şe olarak çalıştıktan sonra, 2006 yılında kendi isteğiyle emekliye ayrıldı.
Yalçın Yücel, ortaokul öğrenciliği yıllarında başlayan yazma uğraşına, lise öğrenciliği yıllarında resim çalışmalarını da
ekledi. İlk yazıları 2002 yılında Adana’da çıkan Söylem dergisinde yayımlandı. Daha sonra aynı derginin yönetiminde de yer
aldı. Alkış, Zeytin Dalı, Edebiyat Yaprağı, Ekin Sanat, Öğretmen Dünyası, Sarı Zeybek ve Yorum Edebiyat Sanat Eki, Avrupa
Olay, Edik, Usare, Güzlek, Mevsimler gibi dergilerde ve Azerbaycan Kültür ve Edebiyat Portalı’nda şiir, deneme, öykü ve
eleştiri yazıları yer aldı.
2010 yılında, Kahramanmaraş Ekspres gazetesinin genel yayın yönetmenliğini yaparak; bu gazeteye kültür, sanat ve
edebiyat ağırlıklı bir nitelik kazandırdı. Bunun ardından birer yıl ara ile iki şiir kitabı yayımladı. 2013 yılında Yorum Gazetesi
edebiyat / sanat ekinin genel yayın yönetmenliğini yapmaya başladı. Bir dönem Kahramanmaraş Kültür Sanat Evi’nin ve Alkış
dergisinin yönetiminde de görev aldı. 2015 yılında Döş Cebim ve Çocuklar Bir Başka Güzel adlı iki şiir yapıtı daha yayımlandı.
2015 Usare dergisinin (Edebiyat-sanat) yayın yaşamını başlattı. 2016 Güzlek dergisini (Edebiyat-Sanat) çıkardı. Türkiye
Yazarlar Birliği üyesi olan Yücel halen bu iki derginin genel yayın yönetmenliğini de yürütmektedir.
Yalçın Yücel, Kahramanmaraş’ta ikamet etmekte olup, Selma Yücel ile evli; Pelin, Yeşim, Batur Kutay adlarında da üç
çocuk babasıdır.
ESERLERİ (Şiir):
Yaşamı Aralamak (2011),
İçimde Üşüyor Günlerim (2012),
Döş Cebim (2015),
Çocuklar Bir Başka Güzel (2015).
KAYNAKÇA: Adil Bozkurt / Çok Başlıklı Bir Irmak (Alkış Dergisi, Sayı: 64, 2012), Osman Nuri Poyrazoğlu (Şair Yalçın
Yücel’den İki Yapıt (Öğretmen Dünyası, Sayı: 2012), Bilgi Formu ve Teyidi (2014, 2017), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli
Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (C. 12, 2017).
Şair ve yazar. 23 Temmuz 1955, Adana doğumlu. Eserlerinde “Harika” mahlasını kullandı. Adana I. İnönü İlkokulu, Ziya
Paşa Ortaokulu ve Adana Kız Öğretmen Okulunu bitirdikten sonra İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümünde
yüksek öğrenimini tamamladı. Çeşitli okullarda sınıf öğretmenliği, Türk dili ve edebiyatı ve Türkçe öğretmenliği yaparak 2004
yılında emekli oldu. Sonraki yıllarda özel dershanede eğitimci olarak çalıştı. Şiir, resim, el sanatları, müzik, çocuk kitapları ve
senaryo yazımı ilgi alanları oldu. Çeşitli derneklerde çalışmalar yaptı. Özgür Pencere, Tema, İLESAM, Çukurova Halk Ozanları
Kültür ve Araştırma Derneği, Çukurova Edebiyatçılar Derneği, Adana Kültür Sanat Derneği üyesidir Bekâr, Sena Morkal, Seda
Morkal adında iki çocuk annesidir.
Yazı ve şiirleri Adana Milli Eğitim Bülteni, Yeni Adana, Adana Yenigün, Doruk gazeteleri ile Söylem, Aykırısanat,
İmgelem, Lâl, Ankara Ekin Sanat, Alternatif Sanat, Ardıç Kuşu, Çukurovadan Dünyaya Kadirli dergilerinde ve çeşitli
antolojilerde yayımlandı.
Pek çok şiiri bestelendi. Karslı Murat Çobanoğlu adına düzenlenen yarışmada şiir dalında Âşık Kahraman ödülünü
alarak Türkiye ikincisi oldu (2006), aynı aşık adına düzenlenen bir başka yarışmada Adanalı Kul Mustafa Onur Ödülünü aldı
(2007). Karslı Murat Çobanoğlu adına düzenlenen bir diğer yarışmada Âşık Şenlik ödülüne değer görüldü ve ‘Muamma’
dalında Türkiye birincisi oldu (2008).
ESERLERİ (Şiir):
Çiçek Açtı Yalnızlığım (2005), Canım Türkiyem (2008).
KAYNAKÇA: Turuncu Antoloji (2008), Ankara Rüzgârı Antolojisi (haz. Ahmet Eroğlu, 2008), İhsan Işık / Resimli ve Metin
Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (c. 11i 2009)
1-4 may 2019-cu il tarixlərində Bakı şəhərində Türk dünyasının iki böyük unudulmaz şairinin-“İstiqlal marşı” yazarı, şair Mehmet Akif Ersoyun və Milli, istiqlal şairimiz Bəxtiyar Vahabzadəyə həsr olunan “Akiften Vahabzadeye İki Şair Bir Şei” layihəsi çərçivəsində Çağdaş Azərbaycan ədəbiyyatının görkəmli nümayəndəsi, Azərbaycan Yazıçılar Birliyinin üzvü, “Mahmud Kaşqari Medalı” laureatı, Əli Kərim adına Sumqayıt şəhər Poeziya Klubunun sədri, Azərbaycan Respublikası Prezidentinin Təqaüd Fondunun təqaüdçüsü, Azərbaycan Jurnalistlər Birliyi Sumqayıt şəhər təşkilatının Gündəlik Analitik İnformasiya Agentliyinin və Azərbaycanın Mədəniyyət və Portalının Sumqayıt bürosunun rəhbəri, şair İbrahim İlyaslı Qardaş Türkiyə Cümhuriyyətinin “İstiqlal marşı”nın müəllifi Mehmet Akif Ərsoyun yadigarı “SEBİLÜRREŞAD” Dərgisi Yönetim Kurulu Başkanı sayın Fatih Bayhan və EkoAvrasiya Yönetim Kurulu Başkanı sayın Hikmet Erenin müvafiq qərarıyla Türk dünyasına xidmətlərinə görə mükafata layiq görülüb.
Qeyd edək ki, bundan öncə şair-publisist İbrahim İlyaslı Ümumtürk mədəniyyəti qarşısında göstərdiyi xidmətlərə görə “Mahmud Kaşqari Medalı”na və ədəbiyyat sahəsindəki fəaliyyətinə görə “Şahmar Ələkbərzadə adına Beynəlxalq Ədəbiyyat Mükafatı”na layiq görülmüşdü.
Azərbaycanın Mədəniyyət və Ədəbiyyat Portalının Mətbuat xidməti
Azerbaycan Gazeteçiler Birliği Sumqayıt şehir teşkilatının Günlük Analitik Haber Ajansı (gundelik.info) ve Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının (edebiyyat-azşcom) Türkiye temsilcisi Gülten ERTÜRK (Gülten SULTAN) ANNEMİZİN DOĞUM GÜNÜNÜ KUTLUYORUZ! DUDAKLARINDAN GÜLÜŞ, YANAKLARINDAN TEBESSÜM ESKİK OLMASIN! BAŞARILAR DİLİYORUZ! YÜCE ALLAH SİZİ KORUSUN! İnşAllah! AMİN!
HOCALI ŞEHİTLERİNE
Karabağ karalar bağladı bu gece
Analar, babalar, evlatlar
Bir başka ağladı bu gece
Kör kurşunlarla gelinlik kızların
Feryat, figanları yürekleri dağladı bu gece
Uyan Türk’üm uyan!
Hocalıda katliam var
Tüm dünya sağır ve dilsiz
Yok ki Türk’ümün Türk’ten başka sesini duyan
Körpe kuzularım ana rahminde
Dünya yüzünü görmeden
Semaya yükseldiler
Kefensiz mezarsız idiler
Uykuda uyanık rüya gibi
Yüzlerce can şehitlik mertebesine erdiler
Bir Türk’ün canı dünyaya değerdi
Dağlık Karabağ şu an nasıl bir yerdi?
Buz kesti dağ, taş
Yürekler buna dayanmaz
Vicdansız ermeni soyu
İnsanlıktan çıkmış anlamaz
Uyan Türk’üm uyan!
Hocalıda katliam var
Tüm dünya sağır ve dilsiz
Yok ki Türkümün Türk’ten başka sesini duyan
Altı yüz on üç Türk’üme kıydılar bu gece
Gözleri dönmüş soysuzlar
Yüzlerce canı diri diri yaktılar bu gece
Onlar ki İbrahim misali atılırken ateşe
Cennetteki ebedi evlerine baktılar bu gece
Uyan Türk’üm uyan!
Hocalıda katliam var
Tüm dünya sağır ve dilsiz
Yok ki Türkümün Türk’ten başka sesini duyan
Vahşetin bu kadarı da olmaz
Türk’üm ahın hiçbir zaman yerde kalmaz
Daha dün gibi içimizde sızın
Anan, bacın, kardeşin, gelinlik kızın
Unutmadık, unutmayacağız, unutturmayacağız
Katliamı yapan soysuzları nefretle
Hocalı şehitlerimizi milletçe her daim rahmetle anacağız
Göz Yaşartanım
Efkarlandı deli gönül daraldı
Sana daldım yine göz yaşartanım…
Aşkın kanununda bu bir kuraldı
Sende kaldım yine göz yaşartanım…
Neler geldi neler geçti gözümden
Pek çok yaşlar döktüm bu can özümden
Ne olursa olsun dönmem sözümden
Sende kaldım yine göz yaşartanım…
Sensiz dolaşmıyor damarda kanım
Dinmiyor nedense acır sol yanım
Göğüs kafesimde sen benim canımmm
Sende kaldım yine göz yaşartanım…
Sensizlik duygusu beni kemirir
Hüznün bile bana mutluluk verir
Buzlu dağım seni görünce erir
Sende kaldım yine göz yaşartanım…
Azrail geldi de gelemem dedim
Ben yari görmeden ölemem dedim
Onsuz hiç bir zaman gülemem dedim
Sende kaldım yine göz yaşartanım…
03 02 2007
Gözüm Dalıyor
Özlemler büyüdü kocaman oldu
Sevgi şelalemse hâlâ çağlıyor
Sensiz geçen günler hasretle doldu
Yoldamısın yoksa gözüm dalıyor
Mustafa Kemal Atatürk (19 Mayıs[Not 2] 1881, Selanik – 10 Kasım 1938, İstanbul), Türk ordu subayı, mareşal ve Türkiye’nin ilk cumhurbaşkanı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve önderidir. 1934’te Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kendisine ”Türklerin atası” anlamına gelen Atatürk soyadı verilmiştir.[1]
Atatürk, Birinci Dünya Savaşı sırasında bir ordu subayıydı. Savaş sonunda Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilgisini takiben Türk Kurtuluş Savaşı’ndaki Türk Ulusal Hareketi’ne önderlik etmiştir. Kurtuluş Savaşı sürecinde Ankara Hükûmeti’ni kurmuş, askeri eylemleriyle İtilaf Devletleri tarafından gönderilen askeri güçleri bozguna uğratmış ve Türkleri zafere götürmüştür. Atatürk daha sonra eski Osmanlı İmparatorluğu’nu modern ve seküler bir ulus devletine dönüştürmek için politik, ekonomik, toplumsal ve kültürel reformlar başlatmıştır. Liderliği altında binlerce yeni okul inşa edildi. İlköğretim ücretsiz ve zorunlu hale getirildi. Kadınlara sivil eşitlik ve politik haklar verildi. Köylülerin sırtına yüklenen ağır vergiler azaltıldı.[2][3]
Türk Orduları Başkomutanı olarak Sakarya Meydan Muharebesi’ndeki başarısından dolayı 19 Eylül 1921 tarihinde “Gazi” unvanını almış ve mareşalliğe yükselmiştir.[3] Cumhuriyet Halk Fırkası’ni kurmuş ve ilk genel başkanı olmuştur.[4] 1938 yılındaki vefatına kadar arka arkaya 4 kez cumhurbaşkanı seçilen Atatürk, bu görevi en uzun süre yürüten cumhurbaşkanı olmuştur.[3]
Atatürk tarihte oynadığı önemli rolden dolayı pek çok yazar ve tarihçi tarafından incelenmiş ve hakkında 379 eser yazılmıştır. Bu yönüyle hakkında en çok eser yazılan ilk 100 kişi arasında yer almaktadır. Ayrıca dünyada ilk kez ve tek örnek olmak üzere, Birleşmiş Milletler’in UNESCO örgütü tarafından, kendisinin 100. doğum yılı olması sebebiyle ve tüm ülkelerin oy birliğiyle 1981 “Atatürk Yılı” olarak kabul edilmiştir. Dergilerinin Kasım 1981 sayısında da, Atatürk ve Türkiye konusu ele alınmıştır. (daha&helliip;)
Kardeş Türkiye Cümhuriyetinin Taokat şehrinde yayınlanan TOŞAYAD (Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği) yayın organı “Kümbet” eğitim, kültür, sanat ve edebiyat dergisinin üyesi, Azerbaycan Gazeteçiler Birliği Sumqayıt şehir teşkilatının Günlük Analitik Haber Ajansı (gundelik.info) ve Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının (edebiyyat-az.com) Türkiye tümsilcisi Dr. Dos. Alpaslan DEMİR Hocamızın “Gece kitaplığı” basınlarında “Osmanlıda yaşamak” kitabı yayında.