Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temsilcisi

Slav dillerinde Sarajevo, Osmanlı Türkçesi’nde Bosna Sarayı, bizim dilimizde sevdalinkalarında ağıtları susmayan, boynu bükük, sinesi yaralı, gözü yaşlı Saraybosna.

Hüznü dağlara taşlara sığmayan, yıllar geçse de unutulmayan utancın adı Saraybosna.
Öyle bir acı ki, kimi zaman heybetli Bjelašnica’nın, kimi zaman yemyeşil Igma’nın,kimi zaman başı dumanlı Trebevič’in bağrından bir çığ gibi düşer. Sonra kendini nazlı Miljacka (Milyatska) ırmağının serin sularına atar da, soğumaz yangını. Her dem yanan, her dem kavrulan yürektir Saraybosna…

Tarihin kanla yazılmış sayfalarından silinse hafızalardan silinir mi üç koca utanç yılı. Keşke silinse, keşke acılar unutulsa, Adım atılan her yerde mezarlar olmasa keşke. Bilmesem daha yirmisini görmemiş gencecik fidanların bir gecede katledildiğini, kadınların çocuksuz, evlerin erkeksiz kaldığını.

Bu nasıl bir öfke, nasıl bir intikam!

Tepelere mevzilenip birkaç Müslüman öldür, pazartesi tekrar mesaiye dön! Müslümanlara duyduğun kinde boğulasın Avrupa!

Ya Umut Tüneli…
Sırp, şehri tamamen sarmış; ne ekmek, ne su… Bütün yardımları kesmiş. Canını dişine takmış Bosna, Elli altmış metrelik bir tünel kazmışlar keskin nişancılara görünmeden. Görünenler vurulmuş, gizlenmeyi başaranlar taşıyabildikleri kadar erzak taşımışlar yardım uçaklarından. Bir lokma ekmek, bir damla su için, ölmemek için. Savaşın en soğuk halinin utanç kanıtlarından sadece biri olan bu yer, bir nebze olsun umut vaat ettiği için Umut Tüneli denmiş adına.

Savaştan sonra yaraları sarılmamış Bosna’yı bir anda kırmızı güller sarmış. Nasıl mı?
Tüm dünyaya sözde medeniyet götürdüğünü savunan vahşi Avrupa’nın attığı her topun düştüğü yere kırmızı reçineler dökülmüş. Yaraları kapatamayınca yollardaki, binalardaki ayıbı kapatmaya çalışmışlar. Güllerden daha kırmızı gözyaşı döken Bosna, adına Saray Bosna Gülleri demiş ölenlerinin anısına bu çukurlara. Her biri anne, her biri kardeş, her biri kavuşulamayan sevgiliymiş Saraybosna Gülleri…

Geceydi. Rüyaydı. Rüyadan öte gerçekti. Acıyla inleyen bir kadın sesiydi duyduğum. Gel diyordu, gel. Durgundu, yorgundu, bitkindi sesi. Belli ki anlatacakları vardı. Şehrin ışıklarının en güzel göründüğü yerdeydi, Seyir Tepesi’ndeydi. Dalga dalga yayılıyordu fısıldayan sesi.

Savaşta duyuramadığı çığlıklarını en dingin haliyle Anavatan’a duyurabilmişti nihayet. Yahudisi, Katoliği, Ortodoksu…Bir yaren diledi belli ki yüreği, bu kadar ecnebinin içinde derdini dökecek.

Sadece GEL dedi. O ‘gel’ her şeyi anlatmaya yetti.

İnsanoğlu merak ederse öğrenir, öğrenirse kendini donatır ya, donandım kendimce lakin duyduklarımdan dinlediklerimden gönenmedim gönlümce. Yüreğimin sesiyle yollara düştüm bir gece vakti. Güneşi ertesi günün sabahı hüzün topraklarında doğdurursam belki dinerdi göz yaşım.