sky

TOKAT… Güzel şehir!… Gülen Şehir!…

Coğrafî konum olarak Karadeniz Bölgesinin İçanadolu’ya geçiş kapısıdır. Her iki bölgenin de özelliklerinden, güzelliklerinden nasibini alan bu güzel şehir Tokat, yeşilliği bağ ve bahçe safâları, fıskiyeli havuzlarıyla asırlar öncesi Evliya Çelebi’nin gönlünde ve kaleminde yer tutmuştur.
Günümüzde ise bağlarımıza, bahçelerimize, bağ kültürümüze, bağ bozumu geleneklerimize sahip çıkamadığımız gibi, zamanında da türkülerimize sahip çıkamamanın sıkıntılarını yaşamaktayız.
O Tokat bağları ki; dertlilere deva, hastalara şifa sunarken, temiz havası, suyu, zerzevatıyla yıllarca insanlarını sırtında taşıdı. Üçüncü, dördüncü nesilleri doyuran bu güzelliklere ne yazıktır ki son nesil sahip çıkamadı. Buna sebep de insanların yaşam felsefelerinin zaman içerisinde değişime uğraması diye düşünüyorum.
“Doğduğun yer değil, doyduğun yer…” zihniyetinin yaşam koşullarına özel, önem kazandığı zaman diliminde kaderlerine terk edilen güzel bağlarımız, inşaat sektörünün de talanına uğramış, uğratılmıştır.
Tokat Bağları!… O doyumsuz güzellikleriyle artık türkülerde, ezgilerde, şiirlerde, hayallerde ve hatıralarda kalan cennet bağlar.
Evliya Çelebi’nin övgü dolu sözlerle anlattığı o bağlar ki; yeşilin en güzelini sergileyen, meyvelerin en lezzetlisini, sebzelerin en bereketlisini, çiçeklerin en güzel kokanlarını sunan, kuşların en güzel ötenlerini barındıran Tokat Bağları… Malkayası, Kaşıkçı, Beybağları, Doğancı, Kemer, Soğucak, Kışla ve Çay Bağları…
“Tokat’ın etrafı al yeşil dağlar/ Lale sümbül dolu bahçeler bağlar” diyen diller ne güzel anlatmış o güzellikleri. Lâkin o güzellikler ki ona sahip çıktığın, yaşattığın müddetçe senin olur ve güzel kalır. Aksi durumda o güzellikler çirkinliğe, yozlaşmaya dönüşür ki o vakit canlar acır, yürekler acır… Böyle olunca da bizler ata mirası bağlarımızın güzellikleriyle birlikte yok oluşuna seyirci kalmaktan öte yol alamıyoruz. Yüreğimiz acılar içinde kıvranırken hep suçlu arıyoruz. Ama o suçluların aramızda yaşadıklarının düşünemiyoruz. Kim bunlar? Biz, siz, onlar… Birileri tabiî ki. O birileri ki tutunduğumuz dalları kesen bizler değil miyiz?
Tokat bağları yok oluyor!. Yok olurken de çevrede ekolojik denge yok oluyor. Baharı görmeden gelen yaz mevsimi çöl sıcaklarını taşıyor. Sonbaharı yaşamadan ayaz kapımıza dayanıyor. Leylekler bile şaşkın ve kararsız, göç zamanına uyum sağlayamıyor ve ölüyorlar. Yağmurlarımızı davet eden ev sahibinin yok oluşu yağmurlarımıza da ambargo koydu tabii ki. Dört bir yanı bağ ve bahçe olan Tokat’ın birkaç yıl önceye kadar ayakta kalmaya çalışan son bağ evlerinin de yok oluşunu görmek yüreğimi sızlattı. Sahip çıkamayan son nesle söylendim durdum.
O bağ evleri ki; içinde nice umutların yeşerdiği, öbek öbek sevgilerin paylaşıldığı, acıların ortak yaşandığı, ahşap, kerpiç evler. Beyaz badanalarıyla, tahta merdivenleri, cumbalı çatıları, tahta kepenkleriyle kucak açardı insanlarına. Hele yaz gecelerinin ay ışığı ile efsunlaşan cırgıt sesleri. Ayrı bir dünyaya taşırdı seni. Gemici fenerleri ve gaz lambalarının ışığındaki eğlence ve sohbetlere tanık olan tahta köşkler. Tokat bağlarının vazgeçilmeyen özellikleri ve güzellikleriydi bütün bunlar. Öte yandan elma, ayva, armut, tarhana kokan odalarıyla, tahta kepenklerin yarı kapattığı pencereleriyle yaşayanların gönül sarayı olmuştur yıllarca. Bu bağ evlerini artık tanıtmaya, anlatmaya gerek de yok. Ne yazık ki onlar anılarımızda, yüreklerimizde yaşanmış hasretlik hikâyeleri olarak özlemle yâd edilecektir bundan böyle.
Bu güzellikleri bildiğim, yaşadığım için yok edilen Tokat Bağları ve bağ evleri gözümü rahatsız ederken, gönlümü de incitip rahatsız ediyor. Çünkü gözü rahatsız eden her şey gönlümüzü de rahatsız etmektedir.
Moloz yığınına dönmüş bağ evleri. Acı veren bir görünüm. Asırlardır süregelen, temeli sevgi ve özveri üzerine kurulmuş komşuluk, dostluk, arkadaşlık ilişkilerinin yardımlaşma, dayanışma ve saygı duygularının tükenişiydi bu görüntüler.
Bir Pazar günü yürüyüş sırasında moloz yığınlarına dönüşmüş bir bağ evinin tozlu yollarından geçip ana yola çıkmak istedim. Gördüğüm manzara içimi acıttı. Bildiğim en güzel bağlardan biriydi bir zamanlar. Kerpiç ve kalas artıklarından, yeşili kirlenmiş tümseklerden atlıyordum ki ışığa ulaşmak için yol arayan iki dal sarmaşıkla, orayı terk etmekte olan bir çift kaplumbağa takıldı gözlerime. Biri ışık arıyor, diğerleri ise terk ediyordular orayı. Haklıydılar da. Bülbüllerin ötmediği, ibibiklerin, bıldırcınların konacak, leyleklerin yuva yapak tek bir dal, tek bir baca bulamadıkları bu bağlarda işleri de yoktu zaten.
Gözüm, bu bağların hiç kapanmayan tahta kapılarını ve üzerlerinde sallanan zerzelerini aradı. Yıllara meydan okuyan yaşlı möhre duvarlarını, dalları ve sürgünleriyle süsleyen çiçekli mor salkımları aradı. Kerpiç duvarlar üzerinde gelişigüzel açan nergisleri, aslanağzı çiçeklerini aradı. Tokat bağlarının kendine özgü kokusuyla şebboylar, kadife çiçekleri hiç birinden eser yoktu.
Boğazım kurumuştu. Elimde taşıdığım suyumdan yudumlarken ağlamaklıydım. Derinden bir iç geçirdim. Çocukluğumu, ayak izlerimi aradım. Güneş kızdırmaya başlamıştı. Yürümeye devam ettim. Tepemin yandığını hissettim. Hiç gölgelik yoktu ki sığınayım.
Bağ yollarının vefakâr kadim dostları, gölgelikleri akasya ağaçlarını, kendine özgü çiçeklerini ve kokularını aradım. Meyvelerini yiyerek çekirdeklerini “püf”leyip fırlattığımız heybetli lülüt ağaçları da yok olmuşlardı.
Havuz başlarının herkese göz kırpan hovarda çiçekleri hokka güller. Bağların vazgeçilmezleri, bülbüllerin sevdalıları, güzellerin adaşı hokka güller. Neredeydiler?…
Bağ evlerine uzanan cılga yolların tek hâkimi, sevgili halamın ve annemin özenle topladıkları kokusu çok farklı reçellik, şurupluk dikenli has güller!… Ne bir dal, ne bir kök kalmış. Dikenlerinin elime batarak canımı acıttığı o günlere dönmeyi hiç bu kadar çok istememiştim.
Komşu bağlarla arada sınır oluşturan pembe, beyaz renkleriyle sağlık deposu hatmiler. Hiçbir ortamı yadırgamayan, insanlarla barışık gülhatmi de dediğimiz bu güzelliklere de rastlayamadım.
Maşala sularken oluşan küçük su harklarının kenarlarındaki su nanelerinin kokularını aradım. Ne bir iz, ne bir kök…
İhtiyar bağ duvarlarının böğrüne yaslanarak onları koruma altında tutan sarı kanaryalar, kartopu çiçekleri… Bu bağların olmazsa olmazları leylaklar!… Yıpranmış yorgun görüntüleriyle fırtına sonrası sessizliğe, terk edilmişliğe, sahipsizliğe boyun eğmiş, yok oluşun ezikliğini ve ısdırabını yaşıyorlardı belli ki.
Tokat Bağlarının asil ve tescilli çiçeklerinden beyaz zambaklar. Ne güzel yakışıyordu havuz boylarına. Onlar da tükenmişlerdi.
Yaz gecelerinin ay ışığı ile birlikte etrafa yayılan ıhlamur ağacı çiçeklerinin baygın kokusunu aradım derin nefes çekerek… Küçük su birikintilerinden yükselen kurbağa vırraklarını ve tembel tembel gece gündüz öten cırgıtların seslerini duymak istedim.
Yoktu!… Yok olmuşlardı hepsi de…
Ancak molozların üzerinde yem arayan kargaların “gak”larını kulaklarımda hissediyordum.
Estetik güzelliğinin adı ile çok güzel örtüşen hanımeli çiçekleri. Onlar da renklerini yitirmişler, tozlu yolların kenarlarında yağmur bekliyorlar aklanıp paklanmak için. Arılar, kelebekler konamıyorlar o nadide çiçeklere. Çamur çökmüş tümüne.
Biraz ilerde bir başka katliam yaşanmıştı. Bir biri üstüne devrilmiş kesik ağaçlar. Hepsi meyveli, hepsi henüz canlılar. Belli ki yeni kesilmişler. Yüreğimin sızladığını, ayaklarımın beni çekemediğini hissettim. Bir taşın üzerine oturdum. İnsanlara, insanlığa isyan ederek kendimi de, hayatın acımasızlığını da sorgulayarak serzenişte bulundum. Yıllar önce yaşanan deprem, ölen insanlar, onlarca can ve cananın yok oluşu canlandı gözlerimin önünde. Bu görüntülerin de o görüntülerden farkı yoktu.
Off’layarak kalktım yerimden Geksi Deresi boyunda yürümeye başladım. Derede çok az bir su akıyor görünüyordu. Çağıl çağıl akan derede su yoktu. Hayıflandım. Bir yandan da pozitif düşünme mücadelesi veriyordum. Tokat kentleşiyor, büyüyor, gelişiyordu. Gelişiyordu lâkin birçok güzellikleri de yok ediliyordu. Her güzellik bir bedelle yaşanırdı tabii ki. Ama o bedel gelecek nesillere çok ağır yaptırımlarla dönecekti. Bu son, görünen köye kılavuz istenmemesi kadar net bir sondu.
Tokat’ımızda güllerimiz, çiçeklerimiz yine açıyor. Çeşit çeşit açılıyorlar ama şairin dediği gibi “Bu dağlar o dağlar değil/ Rüzgârında kekik kokusu yok!…” dizelerini yüreğimin derinlerinde hissediyorum. Ve ben de diyorum ki “Bu bağlar benim bağlarım değil/ Rüyalarında leylak kokusu, ıhlamur kokusu yok!..” Şu bir gerçek ki;
Tokat’ta sosyal yaşam değişirken ekolojik denge de değişime uğradı. Böyle olunca da hiçbir şey artık eskisi gibi olamayacaktır. Yol boyu aynı görüntüler, aynı resimler vücut kimyamı bozdu. Başım şiddetle ağrıyordu.
Bağ evlerinin yerinde otoparkları, dutların, kirazların, göğsulu armutlarının, karadutların, çavuş üzümü deveklerinin yerinde iş makineleri görmek ve böğürtülerini duymak ruhumda fırtınalar yarattı.
Ahh!… Tokat Bağları!… Can çekişen güzel bağlar. Anılarla, hatıralarla boğuşarak yürüyordum ki eski bir su kuyusu “ ben de buradayım” dercesine karşıma çıktı. Yıpranmış, kanadı yok olmuş çıkrığı, kırılmış taşları, bozuk çatısı, onca talana rağmen ayakta kalabilmişti. Belki de talana meydan okuyuştu bu.
Çocukluğumuzda hepimize korku salan su kuyusu… Kuyular!.. Yanına asla yaklaşamadığımız ama buz gibi sularıyla büyüdüğümüz su kuyusu… Harap olmuş tavanına serçe kuşları yuva yapmışlar. Suyu da çekilmiş, kör kuyu olmuş artık.
Çevrede tek bir su kaynağı kalmamış. Bağ havuzlarını geceler boyu tatlı şırıltıları ile dolduran aksular, pöhrenklerden taşarcasına bahçelere akan karasular… Hepsi yerin derinliklerine dönmüşler sitem edercesine.
Tahta yalaklarından gözün gözün taştığı pınarın suları da tükenmiş bitmiş belli ki.
Eee!… Sen!… İnsanoğlu. Bu yeşilliği acımasızca katledersen, asırlardır gürül gürül akan Geksi Deresi, şehre serinlik veren Behzat Deresi, hatta Anadolu’nun gerdanlığı Yeşilırmak da sizlere, bizlere bir bedel ödetecektir mutlaka.
Düşlerim, düşüncelerim, geçmişim birbirine karışmıştı. Yürüdüm. Yürüdüm. Yürüdüm. Yürürken de geçmişe özlem, geleceğe sitem dolu yüreğimin sesini dinledim…
“Tokat bağ evlerimiz, bağ bozumu kültürümüz, türkülerimiz hepimizin ortak sevdası, kültür mozaiğimizdir. Onlara sahip çıkmak, yaşanmış tüm güzellikleri anılarda, hatıralarda yaşatmak asli görevimiz olmalıdır.” diyerek kendimi rahatlattım.
Eve döndüm ve notlarıma aynen yazdım:
Tokat!… Gülen Şehir!… Güzel Şehir!…
Mevsimler gelip geçse de, nesiller değişse de elbette ki o güllerin hep açacak, açılacak!…
Ama gönlüm… Ahh!… Bu gönlüm ki geçmişe özlemle hep mahzun kalacak!…