Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi
Gözleri çakılıp kaldı; Berit’e. Çenesi avuçlarında öylece. Bir gölge gibi geçtim önüne. Seslenmedi. Günlerce ağlamaktan kızarmış gözlerini yere dikti. Bu kez baş örtüsünü kaşlarına kadar indirip yeniden bağladı. “Nasılsın Gülderen Ana?.. Gözlerinin yarısını kaldırdı yerden. Yüzündeki o derin çizgiler biraz gevşemişti. Bakışlarına ürkeklik koyarak baktı yüzüme: “Hoş geldin oğlum, sen nasılsın bakayım? Kusura kalmayasın önce tanıyamadım, otur, otur hele şuraya.” “Seni hep bu avluda Berit Dağları’na bakıp, ağlar görürüm. Yetmez mi be Gülderen Ana, kendini harap edersin. Bak kimsen de yok, hasta olsan ne yaparsın?” Gözleri tekrar yaşardı. Kenarı mor iplikle işlenmiş mendiliyle sildi onları. “İbrahim evladım, sen de benim bir evladım sayılırsın. Ananla nice günlerimiz var geçmişte; acısıyla, tatlısıyla nice yaşanmış günler…Sen ananı hiç aramaz mısın ha? Bir noktaya takılıp, böyle benim gibi düşünmez misin onu hiç?” “Gülderen Ana senin durumun benden başka ama…” “Neresi başka bunun oğlum, ikisi de aynı bence. Ayrılık değil mi sonları ha? Biricik evladım yedi aydır askerde ve hiçbir haber alamıyom.” Tekrara ağlamaya, dizlerine vurmaya başladı. Yüzündeki çizgiler tekrar belirmişti; fırsatçı insanlar gibi. “Gülderen Ana, o geri gelecek, askerliği sürekli değil ki…” “Ahh! Oğul, keşke sürekli olup da gözel bir yerde yapaydı vatan görevini, orası Hakkari be yavrum, gidip de geri dönülmeyen yerlerden…” “Geri gelecek, o geri gelecek Gülderen Ana… Aha şu içim varya, çok derinden geliyor sesi bak, gelecek diyor inan.” “ İçin gözel söylüyor da oğul, sen bir de benim içime bir sorsan ya…” “Bak göreceksin, bir haftaya kalmaz sana ondan haberi ben getireceğim. Sen yeter ki dindir şu acılarını, ağıtlarını.” Yerinden yavaşça kalktı. Gülderen Ana da kalkacaktı ki elleriyle durdurdu geri. “Sen rahatsız olma ana, ben yolu biliyorum, kapıyı iyice örter giderim. Bir gereksinimin olursa söyle bana, kesinlikle söyle…” Bu kez bakışlarının tamamını kaldırıp baktı yüzüme: Sağ olasın, muhtar getiriyor ufak tefek, sen heç zahmat etme oğul.” “Olur mu hiç Gülderen Ana, ben yabancın değilim, çok emeklerin var üstümde.” “Sen yanıma böyle gel be oğul, yalnızlığımı paylaş yeter. O yalnızlık var ya, ben ondan korkarım, açlıktan, yokluktan değil oğul.” Yutkundu, öylece duraksadı bir süre. “Gecelerden korkarım. Yüreğime ağrılar düştüğünde kalkamayacağımdan, bir bardak su bile alıp içemeyeceğimden korkarım. Onun için avluda oturmayı seviyorum. Aydınlık ve kuşlar, onlara sarılıyorum çoğu kez. Berit bakışlarım, onunla söyleşiyoruz be oğul. Senin gibi karşımda işte, seninle nasıl konuşuyorsak öyle…” Bu kez kendi gözleri yaşarmıştı. Bir zamanlar ne şendi bu ev, şu kadın. Şimdi ise yalnızlığını yalnızlığıyla kucaklayan bir yaşlı kadın. “Hoşça kal Gülderen Ana diyerek ayrıldı titreyen sesi oradan. Tahta merdivenlerin basamaklarından hızla indi. Yola çıktığında içinde gittikçe büyüyen bir acı vardı artık. Yanından havlayıp geçen köpeğe öfkeyle baktı. Gün kararmak üzereydi neredeyse. Kahveye girip, köşedeki masaya oturdu. Kahveci Mümin şaşırmıştı onun bu haline. “Hayırdır İbrahim Bey, bu nice haldır böyle? Selamsız sabahsız daldın içeriye.” “Canım sıkkın biraz, bir sıcak çay ver hele.” Mümin ocaktan demlice bir çay doldurup getirdi masaya. Bir şey demeden yüzüne baktı İbrahim Bey’in. Söylemese olmayacaktı. Mümin kaygılının biriydi. Üstüne üstüne giderdi, biliyordu. “Gülderen Ana’dan geliyorum Mümin. Durumu iyi değil. Köylü çok yalnız bırakıyor onu. Allah başa vermesin, çok kötü bir durum bu. Üzülmekte, ağlamakta haklı o yaşlı kadın.” “Herkes de askere gönderiyor oğlunu.. “ diye karşılık verdi Mümin. “Bak Mümin kardeş, bu herkesinkine benzemiyor. Herkes dediğin yalnız mı onun gibi? Sonra ondan gayrısı haber alıyor askerinden. Yedi ay olmuş be, bir küçük haber bile yok. Bir sesini duysa , bir ulağını okusa o da kaygılanmayacak. Ama yok! O haber yok Mümin.” Mümin hatalı konuştuğunu anlamıştı. “Yok be İbrahim Bey, ben öyle demek istememiştim.” “Ne demek istemiştin Mümin? Hangi gün halini sordun fıkaranın? Oysa kocası az mı dinlemişti seni, az mı çayını içmişti ha?” “Haklısın, dağlar kadar haklısın. İnan bak, yarından başlayıp yanına gideceğim Gülderen ananın. Sen biraz gevşe hele.” Mümin aslında kötü biri değildi. Yeter ki doğrular ona anlatılsın. Köylü de öyleydi. Cehaletin ortaya koyduğu konu desem, nice cahiller vardı ki insan gibi insan. Çayını bitirdikten sonra kalktı. Mümin hemen koşuverdi yanına. “Acele kalktın, tavşan kanı bir çay daha getirecektim sana. Yeni de dem vermiştim.” Gitmem gerek Mümin, çocuklar kaygılanır sonra..”
Ertesi gün her yeri ağrır durumda kalktı yatağından. Hazırlanıp ilçeye gitmeliydi. Jandarmadan soracaktı Gülderen Ana’nın oğlu Halil’i. Giyindi. Çayını yudumlayıp çıktı evden. Bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla uzanan yol daha da uzattı minibüsün yolunu. “Hayırlısı bakalım” diyerek girdi jandarmaya. Bir yetkilinin yanına götürdüler önce. Sonra bir başka yetkili…Bütün olanları anlattı karşısındakine. Adam bir dosya çıkardı dolaptan. Gülderen Ana’nın oğlu Halil Boynubükük’ün bilgilerini gösteren kağıdı aldı eline. “Oturun lütfen” dedi adam. Sonra telefona uzandı. Hakkari’nin Çukurca ilçesi karşısında olmalıydı. Benim anlattıklarımı oraya aktardı. Bir süre sonra bir sessizlik oldu adamın yüzünde. Telefonu kapatırken elleri titriyordu. “Hayırdır beyefendi, haber kötü mü yoksa?” Bir an yanıt veremedi. Sonra: “Başınız sağ olsun, vatan sağ olsun; dün geceki çatışmada şehit düşmüş Halil.” Ne diyeceğini bilemedi. Tüm umutları boğazına tıkanıp kalmıştı. Teşekkür ederek çıktı oradan .
Kıvrımlı yolları geçerken zaman da akıp gitti içinden. Köye ulaştığında yıkılmıştı tümden. Ne diyecekti şimdi Gülderen Ana’ya? Ona: “Gelecek oğlun” demişti üstünde dura dura. Şimdi karşısına geçip: “Oğlun Halil dün geceki çatışmada şehit düşmüş” diye nasıl söyleyecekti? Köyün yaşlı insanlarından birkaç kişi daha alıp düştüler yola. Akşam olmak üzereydi nerdeyse. Gülderen Ana’nın yüzünde ilk kez bir gülümseme vardı. Şaşkın durumda oturdular karşısına. “Hoş geldiniz, üşümezseniz burada, avluda oturalım. İçeriler sıkıyor, eziyor beni.” Bir yılan sessizliği gelip yapışmıştı dudaklarına. Hoş bulduk bile diyemediler. Sözcükler bir yabancı gibiydi sanki. Neden sonra: “Gülderen Ana , biz sana bir konu için gelmiştik.” Diyebildi. “Biliyorum, ne diyeceğinizi biliyorum hepinizin. Bana yalnızlığın artık sonsuza kadar seninle diyeceksiniz. Oğlun, biricik yavrun o dağların başında acımasız kurşunlara boyun bükmüş, kanı toprakla buluşmuş diyeceksiniz. Hepsini biliyorum dostlar. O, vurulmadan önce geldi yanıma, avluda oturduk bir süre. Bana sarılıp helalleşti. “Üzülme ana, sana sesleneceğim kapıdan. Allah izin verirse oturacağız birlikte bu avluda.” “Yedi aydır ne yaptıklarını anlattı bana. Dinledim, hepsini dinledim, ay ışıkları elime dokununcaya kadar. Şimdi içim rahat, hiç değilse ona ne olduğunu biliyorum. Vatan sağ olsun. Benim oğlum, senin oğlun, onun oğlu kötülüğe karşı, kurşunlara karşı yürümezse nice olurdu şimdi halımız? Şimdi sizden bir istediğim vardır. Sahte duygular koyan insanlar yanıma gelmesinler. Üzgünüz, yanındayız, kalanlara sabırlar, vatan sağ olsun sözcükleriyle hiç gelmesinler. Biliyorum ki bu vatana sahip çıkanlar, yine hor görülen şu yoksul ama saf, dürüst, mert insanlar bence. Para verip çocuklarına birkaç gün askerlik yaptıranlara yalnızca acırım ben. Devletin önemli noktalarında bulunup da çocuklarına askerlikte kolaylık tanıyanlara da. Ya, bizlerin suçu parasızlık mı ha? Ben şu yaşa geldim, denizi mavi olarak bilirim o kadar. Şehre bir kez gittim, bir kez gördüm o beton binaları. Yürekleri betonlaşmış insanların da o binalardan farkı var mıdır? Onu da siz söyleyin.” Artık gözyaşı dökmüyordu. Gözleri bir genç kızın gözleri gibi pırıl pırıldı. Bir süre sonra tekrar başladı sözlerine: “Bu vatan yalanlarla, dolanlarla, kul hakkı yemelerle kurtulmadı beyler. O günleri düşünceye geri koymak ne kadar zor bilseniz. Bir lokma yemekten yoksun, ayaklarında yırtık potinlerle, üstleri parçalanmış şekilde koştular cepheye. Onlar yürekleriyle çizdiler o kurtuluşu. Aç kaldılar ve de susuz. Ama asla vazgeçmediler vatan sevgisinden. Yüzüm gülecek artık, ağıtta yakmayacağım bu avluda. Yalnızlığım varsa vatanımdayım, yeter ki unutulmasın oğullar.” Hepimiz bu durum karşısında hayretlere düşmüştük. Karşımızda ne bulacağımızı, neler olacağını tahmin edip üzülürken, bizi utandıran ama düşündüren bir dinginlik çıkmıştı ortaya. Birkaç gün ya da daha uzun yanında olacaktık belki de. Ya sonra?…