Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

USARE DERGİSİ 6. SAYIDA ÇIKAN HİKAYE

Sıcak hava nefes almayı zorlaştırıyor. Âvâreler ve okullu olanlar dışında herkes işinde gücünde. Yaz tatilinde kente dönen üniversiteliler ortalıkta göze çarpsa da yakacak ve ekmek parası kazanmak için Çukurova’ya çalışmaya gidenler, mahalle nüfusunu aşağıya doğru dalgalandırıyor. Ortalık suyu çekilmiş değirmen gibi!
Kent henüz klimanın adını bile bilmiyor. Öğle yemeği için evlerine gidenler, tez kendisini, mahallenin tek nefes alacak yeri durumundaki küçücük parka atıyor.
Kentte su sıkıntısı had safhada, mahalleye su, gece yarısından sonra sadece birkaç saatliğine akıyor!
Parkın orta yerine kara betondan yapılmış, estetikten yoksun havuzun fıskiyesi kireç tutmuş. Kullanıma yetmediğinden, hiçbir zaman havuzda su biriktirilemiyor.
Kentlerini su kenarlarına kurmaya alışmış nesillerin torunları, haliyle susuz havuzun etrafına da oturmuyor! Dipte kalan sudan içebilmek için, havuzun kenarlarında nafile çırpınışlarla ve süratle gezinip duran kuşlar, çevredekilerin varlığına bile aldırış etmiyorlar. O zavallıların halini düşünen zaten yok. Karışık ve sık dikilmiş çam ağaçlarıyla çınarların, ışığı yakalamak hevesiyle göğe doğru seğirten dallarında yapraklar sararmaya başlamış, bu da kimsenin umurunda değil! Yaşananlar, çaresizlik, yokluk ve kader olarak kanıksanmış. Küçük kıyamet yaşanıyor!
Bu parkın kapısından içeri adımını atan her kişi önce alanı tarassut ediyor, beraber oturabileceği kafa dengi kişilerin olup olmadığını araştırıyor, ona göre kendisine bir yer seçiyor. Genç adam da öyle yaptı, fakat kendi arkadaş grubundan ortalıkta henüz kimse yoktu. Biraz olgun yaştakiler, saygınlıkla bönlük arası davranışları sebebiyle yeni yetişen gençlere karşı yakın durmaktan kaçınmayı tercih ediyorlardı. Düşünceleri, giyim tarzları, sohbetleri, hatta kılık ve kıyafetleri bile bu iki yaş grubunu bariz bir şekilde birbirinden ayırıyor, aralarındaki mesafe de gitgide açılıyordu. Zaten aynı kuşaktan olmayanların bir arada oturmaları, önceki kuşağın geleneklerine göre uygun görülmüyordu. Aralarındaki bu farklılaşmadan dolayı bu iki yaş grubu, kendi ayrı dünyalarını yaşamayı tercih ediyorlardı. O da bu ayrışmadan nasibini almış birisi olarak, kendince seçtiği masaya gitti, yalnız başına oturdu.
Genç adamı gören işletmeci, bir isteğinin olup olmadığını sordurmaya gerek bile duymadan, hemen bir çay gönderdi. Bu durumda olanların işi para kazanmak olduğu için o da öyle yapıyordu.
Genç adam, çaydan bir yudum aldı sonra bardağı masaya bıraktı, aradan dakikalar geçtiği halde çaya bir daha elini uzatmadı.
İşletmeci, genç adamı uzaktan takip ediyordu; çünkü yaptığı işi biliyordu.
O, yanında getirdiği kitabı okumaya devam ediyor ama çaydan içmiyordu. İşletmecinin içine bir kurt düşmüştü! Bir süre daha dikkatlice onu gözlemledi. El koyması gereken bir iş olduğuna karar vermiş olacak ki, kabadayılığın alâmetlerinden sayılan ökçesi basık ayakkabısı ayağında, aheste yürüyüşü ile bir sağa bir sola salınarak, bardağı alma bahanesiyle bizzat kendisi genç adamın masasına kadar geldi. Geldiğini haber vermek için yapmacıktan öksürerek ses çıkardı, fakat o aldırmadı, okumasına devam ediyordu. İşletmeci, masanın üzerinde duran çay dolu bardağa elini uzatırken, harfleri çiğnercesine genzinden çıkardığı kabadayı bir ses tonuyla: ”Çayı içmemişsin !” dedi.
Çayın içilmemesi işletmeci açısından bir sorundu, ne de olsa adam işletmecilik yapıyordu. İşin mahiyetini bizzat öğrenmeliydi! Biliyordu, genç adamın arkadaş çevresi genişti, mahallenin gençleri onu ve davranışlarını önemsiyorlardı, aslında kendisi de önemsiyordu, zaten bu yüzden bardağı almak için bizzat gelmişti.
Genç adam başını kaldırmadan sakin ve yumuşak bir ses tonuyla: ”Çay bayatmış!” dedi. Kabadayı dünyasında bu söz, bir işletmeciye söylenebilecek en ağır sözlerden biriydi, üstelik bu söz, racona da onun yaşına da uygun değildi.
İşletmeci umursanmadığının farkındaydı ama karşıdaki de müşteri idi, ancak tepki vermezse de olmazdı, kazara bir gören olsa karizma çizilmiş olurdu! Sesli olarak derin bir nefes aldı ve aynı şiddette nefesini geri verdi, öfkesini içine hapsetmeye çalıştığı belli oluyordu. O, başını kaldırıp kedisine bakmadığı halde kaşlarını eğdirip dudak bükmek suretiyle tepki verdi. Böyle bir caka satılmalıydı, o görmese de başkaları görebilirdi.
Genç adamı kendisi de özgüveni ile tanıyor, hatta saygı duyuyordu. O da bu yüzden bu hareketini tınmamış olabilirdi. Kabadayı dünyası her işi tadında bırakmayı bilirdi! O da öyle yaptı. Çay dolu bardağı aldı, efelenişli yürüyüş tarzını hiç bozmadan çay ocağına doğru yürüdü.
Bütün bunları kendi kendine yapıyordu, yaptıklarını çevreden kimse görmüyordu. Fakat o, herkes kendisini izliyor gibi davranıyordu! Ne de olsa bu işlerin içerisinden gelen bir alaylıydı!
Biraz sonra işletmeci bizzat, çay dolu bardak elinde, o meşhur sağa sola yamularak yürüyüş edasıyla geldi ve hiç terk etmediği üslubuyla, kelimelerin üstüne basarak: ”Tamam, öğrendim ki deminki çay bayatmış, çocuklar hata yapmış, şimdi sana iyi bir çay getirdim!” dedi. Genç adam ses çıkarmadı. O, çay dolu bardağı masaya bırakıp çay ocağına doğru yürüdü. Aheste adımlarla uzaklaşırken arkasına dönüp bakmıyor, belki de bakmamak için kendini tutuyordu ama göz ucuyla takip etmeye çalıştığı belli oluyordu.
O uzaklaştıktan sonra genç adam çaydan bir yudum aldı, sonra bardağı masaya bıraktı, kalanını yine içmedi.
Kulübenin önünde, elleri arkada, kısa adımlarla dolaşmaya başlayan işletmeci, etrafa belli etmeden, uzaktan onu takip ediyordu. Bir müddet bekledi, belli ki sabırsızlanmıştı, davranışları huysuzlandığını açığa vuruyordu. Bir taraftan geziniyor, bir taraftan da başını sağa sola çevirerek kızgınlık gösterisi hareketler yapıyordu. Daha fazla dayanamadı, garsona genci işaret ederek bir şeyler söyledi. Onların bu hareketi genç adamın gözüne takıldı, o da göz ucuyla onları takibe başladı, kısa bir takipten sonra vazgeçti, işi seyrine bıraktı.
Çok geçmedi, bu sefer genç adamın masasına garson geldi. Belli ki o da patronuna öykünüyordu, kelimelerin üstüne çökerek; ”Çayı içmemişsin ahbap!” dedi. Genç adam kitaptan gözünü ayırmadan: ”Sonraki çay öncekinin devamı, biraz daha fazla dem çekilmişi!” dedi. Garson yüzünü ekşiterek başını birkaç kez hızlıca salladı. Cümle ona biraz karışık gelmişti, sağ işaret parmağının ucunu bastırdığı başını sağa sola sallayarak tekrar ettikten sonra cümleyi çözdü. Sesini çıkarmadı, yaptıkları işi o da biliyordu. Onlar, sadece alacakları parayı bilirlerdi, galiba bugün durum farklıydı!
O sırada Abdullah öğretmen parka girdi, etrafa hiç bakmadan, su şırıltısından yoksun havuza doğru yürüdü. Sadece havuzun etrafını trotuar gibi çevreleyen tek sıra oturumluk yer beton, diğer yerler topraktı. Toz, topraktan korunmak isteyenler daha çok burayı tercih ediyorlardı. O da orayı tercih etmişti, engin iskemlelerden birini kendisine doğru çekti, oturur oturmaz genç adamla göz göze geldi, her ikisi de başlarını eğerek önce selamlaştılar. Sonra öğretmen, el işaretiyle onu yanına buyur etti.
O da engin iskemlelerden bir tane alarak karşısına oturdu.
Kuşların her kovukta bulduğu, birkaç damlacıktan ibaret suyu değerlendirmelerini dalgın bir şekilde süzdükten sonra: ”Suyunuz çekiliverse, söyleyin bakalım, size kim bir akarsu getirebilir?” beyanını hatırlayan bile yok dedi demesine de garsonun bir hareketiyle söz orada kesiliverdi.
İşletmenin, belirli aralıklarla çay dağıtma adetleri vardı. Kışın kapalı olan çay ocağı, baharda açılmasına rağmen sadece yaz aylarında iş yapılabiliyordu. Tam da bu mevsim iş zamanı idi. Onların hasadı da bu aylarda oluyordu. Garson, az önce çay dağıtma faslına başlamıştı. Parkın etrafına serpilerek oturanlara çay vermek için hızlı adımlarla masaları bir, bir dolaşmıştı. Çaydan kimisi alıyor, kimisi almıyordu. Parkta bulunanların çoğu ya öğrenci ya da zar zor geçinen, iş yapmaktan takati kesilmiş adamlardı. Her çay dağıtıldığında çay içmeye kiminin kesesi, kiminin de ne kesesi, ne de sağlığı elvermezdi. Bu yüzden garson, bir tepsi dolusu çayı bitirememişti. Hızlı adımlarla geldiği havuz başında, ani firen yapan arabalar gibi topuklarını yere sürterek durdu, çark edip geldiği hızla gitti. Ayakları yalındı. Genellikle öyle dolaşırdı, onun bu halinden hoşlanmayanlar olsa da o kendince böyle bir stil tutturmuştu.
Anlayamadıkları duruma, tepside iki çayla tekrar gelen garson; ”Demin çaylar soğumuştu, onun için size sıcak çay getirdim.” sözüyle açıklık getirdi.
Daha çok, okumuş ve okullu olanlar içerisinden itiraz edenler olmasına rağmen bu parkta çaylar genellikle tabaksız getiriliyordu. Çaylar tabaklarda verildiğinde ise bu kişiler, kahveci tabağı denilen kırmızı çizgili tabakların yivlerinde oluşan kararmadan dolayı tabakların temiz olmadığından yakınıyorlardı. Çoğunluk ise, başkaları tarafından, kendileri için uygun görüldüğü şekilde yaşamaya alıştırılmışlardı, parası ile de olsa verilen her hizmeti onlar bir nimet biliyorlardı!
Garson, devamlı müşterilerinin, çayı kaç şekerle içtiğini biliyor ve ona göre çaylara şekeri kendisi atıyordu. Şayet tanımadığı kişiler olursa: ”Kaç şeker?” diye soruyor, şekerleri çıplak parmakları ile tutarak yine kendisi atıyordu. Garsonu bir türlü maşa kullanmaya kimse alıştıramamıştı. Genç adam, garsonun atmasına rıza göstermediği için şekerleri her zaman kendi eliyle atıyordu. Garson, şekeri atılmış çayı onun almadığını bildiği halde sesini kalınlaştırarak ve hızlı bir şekilde: ”Kaç şeker?” dedi. Genç adam yandan bir bakış yaptı, tepki vermek üzereyken dudakları hareketsiz kaldı, sözünü yuttu. Sonra kaşları ile şaşkınlığını sergiledi; belli ki gördüğüne inanamamıştı.
Garsonun elinde, maşa ile tuttuğu çay dolu bir bardak vardı! Bardağı yavaşça sehpanın üzerine bıraktı, sonra da maşa ile şeker attı. Öğretmen de genç adam da bu gelişmeye çok şaşırmışlardı. Garsondan cevap gecikmedi; parmağı ile genç adamı göstererek: ”Bugün, bu adam için maşa aldım. Bundan böyle bunun bardağını da maşa ile tutacağım, elimizin dediğini yemez, içmez bu, bizim elimizde ne varsa!” dedi. Ayağına ayakkabısını da giymişti, keyfi yerindeydi.
Genç adam: ” Düzeltmek için yanlışlara karşı durmak gerekir!” dedi. Öğretmen: ”Yoksa doğrular hayatta yer edinemez.” diyerek gencin sözünü onayladı.
Garson gözlerini hızlı bir şekilde iki yana hareket ettirdikten sonra onlara baktı; ”Pek bir şey anlamadım ama!” diyerek boynunu büktü. Dönüp giderken hızla tekrar onlara dönerek: ”Tamam şimdi çözdüm.” demesiyle ”Benimle dünyayı düzeltirsiniz, ne yaparım!” demesi bir oldu. Sonra da: ”Ben garibanım ya, ancak bana ve benim gibilere gücünüz yeter!” dedi. Garson hızını alamamıştı, genç adama döndü, sağ elinin işaret parmağıyla parkın hemen karşısındaki okulun sur gibi yüksek duvarını göstererek: ”Senin karşı duruşlar da biraz fazla dik arkadaş, tıpkı şu okulun duvarı gibi !” dedi ve kahkahayı bastı. Espri onların da hoşuna gitmişti, kahkaha sesleri parkın her tarafından duyuldu, herkes merakla sesin geldiği yöne baktı.
Garsonun bu denli pervasızlığına işletmecinin rıza göstermediği zilin sesinden anlaşılıyordu. Bu tür yerlerde hep olduğu gibi burada da garson çağırılırken zile basılıyordu.
Çay ocağı, parkın hemen giriş kapısının solunda, bir çınar ağacının himayesinde, küçücük bir kulübeden ibaretti. Herhalde giriş çıkışları daha rahat kontrol etmek için böyle bir yer seçilmişti, özellikle de gidenlerden para tahsil etmenin en iyi yolunun bu olduğu düşünülmüş olabilirdi.
İşletmeci, kentte su sıkıntısı olmasına aldırmıyor, plastik bidonlara önceden doldurduğu su ile kulübenin etrafını belirli aralıklarla yavaşça sularken çınar ağacını da ihmal etmiyordu. Bunu öncelikle kendisi için yapıyordu; hem tozdan korunuyor, hem de kısmen de olsa serinlik oluyordu.
Bazı avare kişiler de bu yüzden çay ocağının hemen yan tarafında oturmayı tercih ediyorlardı. Bunların içinde öyle birisi vardı ki; yapıştırırcasına ağacın gövdesine sırtını yaslıyor, yaz kış, üzerinden hiç çıkarmadığı avcı yeleğinin hırpalanmasına aldırış bile etmiyordu. Engin iskemlede bacak, bacak üstüne atarak sabitlenmiş gibi hemen her gün, aynı yerde, aynı şekilde oturuyordu. Okuma yazması yoktu ama oturduğu yerden, giren çıkanların çetelesini verebilirdi. Her türlü fesada açık bakış ve davranışlarından dolayı mahallede herkes, onun şerrinden uzak durmaya gayret ediyordu. Kimileri de onun bu fesat halinden dolayı biraz da “eyvallah “ ediyordu, işletmeci de bunlardan biriydi, onun için, müşteriden akacak paralar kadar hakkında menfi söz söylenmemesi de önemliydi.
Garson, çay ocağının önüne vardığında adam, tespihini takla attırıp şakırdattıktan sonra bıyık altından keh, keh gülerek “Ne oldu?” der gibi mânâlı bir şekilde ona baktı. Genç adam, daha fazla şımartmamak için gözlerini adamın üzerinden hemen çekiverdi. Onları kendi halleriyle baş başa bıraktı.
Her tarafta fikri akımların hız kazandığı günler yaşanıyordu. Burada da masaların, sehpaların üzerine, kimler tarafından yazıldığı belli olmayan, bir kısım atasözleri ve vecizeler, bazen de siyasi içerikli cümlelerle çevreye mesajlar verilmiş olunuyordu.
Öğretmenle genç adam, önlerindeki sehpanın üzerine, yeni yazıldığı belli olan bir sözün kritiğini yapıyorlardı. Öğretmen: ”Kültür, işte buralara indi, yaşanması gerekenler, sadece laf olsun diye alelâde yerlere yazılmaya, kitap okunmayınca da birilerinin eli ile kişiler işte böyle yönlendirilmeye çalışılıyor.” dedi.
Genç adam, öğretmenin sözlerini başını sallayarak onayladı, sonra da; ” Kişi, siyasi düşüncesini, başta kendisi yaşamak yerine, başkalarını muhatap alarak, rasgele yerlere yazdıkları fikirlerini tartışmaya açınca, toplumda kargaşa yaşanıyor, yükselen seslerden de haliyle herkes rahatsız oluyor! İnsanlar: ’Niçin yapmayacaklarınızı söylüyorsunuz?’ ikazını ya düşünmüyorlar, ya da haberleri dahi yok!” diyerek, bu şekilde siyasi söylemlerin sağa sola yazılmasını uygun bulmadığını belirtti.
Tam da bu sırada yanlarından geçmekte olan birisi selam verdi. O da diğer öğrenciler gibi tatile gelmişti. Birbirlerine hâl hatır sorduktan hemen sonra, arkadaşı genç adamı, daha önce bir yerde sarf ettiği: ”Duvarlara yazı yazarak tebliğ yaptığını zannedenler bilmelidirler ki, bu marifet değildir. Etrafa saygılı olmak gerekir, çevreyi kirletmeye, estetiği bozmaya kimsenin hakkı yoktur.” cümlelerine göndermede bulanarak, alaylı bir şekilde kınadı ve: ”Yoksa birilerinden mi korkuyorsun?” dedi.
Genç adam bu söze çok sert tepki verdi. ”Düşünce ve inançlar yaşandıkları zaman itibar görmüş olurlar. Hele inançlar, yaşanmak içindirler. Duvarlara yazılıp da yaşanmayan inançlar, birileri tarafından sadece kullanılmış olur. O en mukaddes kelimenin üstüne abdestbozan sarhoşun yaptığı hareketten, o yazıyı oraya yazanın yaptığı iş daha ehven ve daha eşeddir. Sarhoş bir hata yapıyorsa ötekisi iki hata yapıyor, hem yazıda geçen ulvî kelimeye hakarete, hem de sarhoşun hakaretine sebep oluyor demektir. Uğrunda canlar verilen o ulvî kelimenin başına bir p harfi ilave edenin pislik hareketi kadar, onu oraya yazıp bu işlere sebep olanların hareketi de en az o şiddette bir pislik harekettir. ’Başkalarının taptıklarına sövmeyin. Sonra onlar da cahillik ederek Allah’a söverler!’ uyarısını, herkesten daha iyi bilmesi gerekenler, nasıl böyle bir gaflete düşebilirler? Eğer farkında olunarak bunlar yapılıyorsa, yazıklar olsun hepsine!” dedi.
Öğretmen, genç adamın hiddetini sakinleştirmeye çalıyordu, fakat o bir kere hiddetlenmişti. Tartışmayı başlatan adam gayet pişkin bir vaziyette: ”Tamam kardeşim kızma, sen Ebubekir hilminde ol, ben Ömer gazabında!” diyerek yeni bir tartışmanın kapısını aralamıştı ki; çay ocağı tarafından bir feryat sesi duyuldu.
Bu gelen ses mahallenin meczubunun sesiydi. Ne dediği, arada geçen konuşmalardan dolayı anlaşılamamıştı. Genç adam ve öğretmen önce ilgilenmediler. Park işletmecisi ve çalışanlarının, meczubu parka girdirmek istemediklerini biliyorlardı. Ne zaman o, parka gelse, patron ya da çalışanlar, bir iki sözle onu oradan uzaklaştırırlardı. Yine öyle olacak zannetmişlerdi. Fakat kısa bir süre sonra meczubun yürekleri dağlayan: ”Öldüm anam!” feryadı duyuldu. Yumurta topuklu ayakkabısı ayağında olan garson, meczubu yere yatırmış, ayakkabısının topuğu ile ağzının üstüne, üstüne darbeler indiriyordu. Zavallının ağzından kan adeta fışkırıyordu.
Sırtını çınar ağacına yaslayıp oturan adam ve etrafındakiler, horozcu kahvesinde, horozları kapıştırıp seyretmekten zevk alan acizler gibi, dayak faslını kahkahalarla seyrediyorlardı. Üstelik garsonun tarafını tutan sözler de söyleyip kavgayı kızıştırmaya çalışıyorlardı. Garson dayak atmaya kendisini iyice konsantre etmiş görünüyordu. Meczup feryat ettikçe garson daha bir iştahlı vuruyordu.
Hışımla yere saplanan bir yıldırım gibi yerinden fırlayan öğretmen, arenaya dönmüş yere bir solukta ulaştı. Onlara yetiştiğinde, meczup çok yara almış ve hırpalanmıştı.
Öğretmen, garsonun sağ elini kavradığı gibi savurmaya başladı, kollarında acı bir güç oluşmuştu. Garsonu o hızla iki tur çevirdi, sonra da savurarak fırlattı.
Âvâreler bu sefer de garsonun haline gülüyorlardı. Adamlar arena seyircileri gibiydi! Garson yere çakılınca aynı şiddette kahkahalar atanların sesi, öğretmenin: ”Yahu sizler insan mısınız?” sözüyle kesiliverdi.
Hiç kimseden çıt ses çıkmıyor, yerde yatan garson, ayağa kalkmaya bile cesaret edemiyordu, gelebilecek tepkiyi beklerken korkulu gözlerle öğretmene sadece bakıyordu!