İki temel değer vardır: Madde ve mana. Ya da somut nesneler dünyası ve soyut değerler. Buna biz maddi ve manevi değerler de diyoruz. Ayrıca 2 dünya var: Bu dünya ve ahiret. Bu dünyadaki hayatımız belirli ve sınırlı. Ahiretteki hayatımız ise sonsuz. Ahirette nasıl bir hayat yaşayacağımız bu dünyada duyup düşündüklerimize, inanıp inanmadıklarımıza ve bunların doğrultusunda yapıp ettiklerimize bağlıdır.
Bazı insanlar, ahiretin varlığına inanmıyorlar ve hayat olarak sadece bu dünya hayatını kabul ediyorlar. Dolayısıyla bunlar, bu dünyanın sınırlı ömründe ne yaşayabilirlerse onunla yetinmek zorunda olduklarına, bu dünyadan sonra bir hayatın olmadığına inanmışlar.
O yüzden bunların büyük bir bölümü, bu dünyanın maddi değerlerini, bedensel hazlarını, iyi yeyip içmeyi, güzel giyinmeyi, lüks imkânlar içinde yaşamayı, gezip tozmayı, rahat, eğlenceli bir bedensel hayatı tercih ediyorlar, Allah’ın isteği doğrultusunda Müslümanca bir yaşantıya yer vermiyorlar.
Bunlara “dünyacı” ya da “ehl-i dünya” diyoruz.
Bazı insanlar da bu dünyayı İslam’ın belirlediği ölçüler içinde 2 yönlü yaşıyorlar. Hem bu dünyanın helal ve meşru dairesinde iyi yaşamaya çalışıyorlar, hem de ahirette cenneti kazanmak için gerekli hazırlıkları yapıyorlar.
Bu bağlamda dünyanın maddi imkânlarından helal çerçevede yararlanmayı ihmal etmiyorlar ama dünyalık maddi değerlere ve nesnelere de tapmıyorlar ya da olduklarından ve ihtiyaçtan fazlasına önem ve değer yüklemiyorlar. Maddi anlamda zengin olsalar bile gönüllerini dünyanın mal varlığına bağlamıyorlar. Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya hayatı için, yarın ölecekmiş gibi de ahiret için yaşıyorlar. Manevi, ilahi, insani, İslamî değerlere önem veriyorlar.
Bugün geldiğimiz noktada Türk toplumunda manevi değerlerden çok maddi değerlerin, dünyacı bir yaşantının ön plana çıktığını görüyoruz. Tanzimat’tan bu yana hızla devam eden batılılaşma, alafrangalaşma, asrileşme, çağdaşlaşma, Avrupaileşme hareketleri sonucu insanlarımızın yoğun olarak dinden, İslam’dan, manevi, soyut değerlerden uzaklaştırıldığını görüyoruz.
Salt dünyanın madde hayatına, tensel hazlara, bedenin biyolojik taleplerine yöneldiler. Yani insanlarımız büyük ölçüde “dünyacı” oldular. Bir başka tabirle ehl-i dünya oldular. Bunda nefsin, şeytanın, dışarıdan batılıların ve içerden de batıcıların yönlendirmesi ve itmesi etkili oldu.
İnsanın kâmil insan olması, ya da insanın insan olarak var oluşunun gereklerini hakkıyla yerine getirmesi ancak madde ve mana dengesini korumasıyla mümkündür. Yani insan hem bedendir hem ruh, hem maddedir hem mana. Somut ve soyut 2 temel unsurun bileşimidir. Manevi değerleri ihmal eden bir hayat, yarım olduğu kadar anlamsızlaştırılmış, bu kısa dünya ile sınırlandırılıp daraltılmış ve tehlikeye atılmış demektir.
Divan şairleri rindane ve kalenderane bir eğilimi sıklıkla dile getirmiş olsalar da zaman zaman hakimane bir yaklaşımla maddeye önem veren dünya hayatını, dünyacı bir hayatı, sadece bedensel, tensel hazlara önem veren bir anlayışı sorgulamışlar ve bunu reddetmişler.
Uyarıcı metinlerle dünyanın maddi yapısının geçiciliğine; manevî, ilahî, İslamî, imanî değerlerin kalıcılığına ve önemine vurgu yapmışlardır. Yani dünya ve ahiret bütünlüğüne dayalı tamamlanmış bir hayat tasavvurunu hep gündemde tutmuşlardır.
Bu metinler özellikle günümüz Türk gençliğinin hayat tasavvurlarında, dünya, hayat, madde, mana, zaman, mekân, ölüm, ahiret, yaratıcı, yaratılış gibi evrensel temel konuları doğru anlama, algılama ve ona göre yaşamalarında, gelecek planlamalarında yardımcı olacak çok önemli felsefi bir yaklaşım içerir. Seçilen bazı beyitlerin ışığında bu meseleyi irdelemeye çalışacağız.
Önce büyük Türk şairi Fuzulî’den bazı beyitlere bakalım:
*”Fakr mülki taht u âlem terki efserdür mana
Şükr lillah devlet-i bâkî müyesserdür mana”
(Fakirlik mülkü bana taht ve dünyayı terk etmek de taçtır. Allah’a şükürler olsun ki sonsuz devlet bana nasip olmuştur.)
Fakirlik İslam tasavvufunda maldan, paradan yoksunluk değil, kişi zengin bile olsa kendisini o mal varlığının asıl sahibi bilmemesidir. Her şeyin Allah’a ait olduğunu, kendisinin ise onlara emanetçi olduğunu idrak etmesi demektir. Dünyalık varlıklara gönül bağlamamak, onlara tapmamak, onlara aşırı değer vermemektir.
Bu anlamda bir fakirlik algısı Müslüman için bir tahttır. Yani fakirlik, maddeye önem ve değer vermeme ülkesinin padişahı olmuştur. Dünyanın maddi varlıklarını terk etmek, ya da önem vermemek de onun gerçek sultan oluşunun bir sembolü olan taçtır. Bunun için, böyle bir idrak seviyesine geldiği için Müslüman Allah’a şükreder. Yoksa mal varlığına güvenip gururlansa, onları kendinden bilse o zaman Karunluk ve Firavunluk taslayacaktır ve bu onu felakete sürükleyecektir.
Dünyalık mal varlığı bakımından zengin olduğu halde kendisini fakir bilmesi, büyük bir ruh halidir, olgunluk ve ileri bir hayat algısıdır. Bu yüzden Allah’a şükreder. Kişi sonsuz devleti, huzur ve mutluluğu, kazancı işte bu algılayışla kazanmıştır. Dervişler fakirlik sembolü olan bir başlık takarlar, ona da taç derler. Onlar için dünyayı, ahireti ve terk ettiğini de unutmak asıl terktir. İşte o zaman asıl sultanlık tacı giyilmiş ve asıl devlete ulaşılmış olur.
*”Işka tâ düştün Fuzulî çekmedün dünyâ gamın
Bil ki kayd-ı ışk imiş dâm-ı taalluktan necât”
(Ey Fuzulî gerçek aşka, ilahî aşka düştükten sonra dünyalık değerler, maddi varlıklar ve hayat için gam çekmedin. Şunu iyi bil ki dünyanın maddi varlıklarına bağlanmak, onlara aşırı değer vermek, dünya hayatına boğulmak insan için bir tuzaktır ve bu tuzaktan kurtulmanın yolu da aşka yani manevi, ilahî, soyut değerlere bağlanmaktır.)
Bunu günümüze uyarladığımızda şunu görüyoruz: İnsanların birçoğu maddeci, menfaatçi, dünyacı, hazcı bir hayat tuzağına tutulmuştur. Böyle bir yaşantı kişiyi mutlu etmez. Tam tersine sürekli daha fazla para, daha fazla mal, daha fazla eğlence ve israf isteği artar. Tatminsizlik had safhaya ulaşır ve kişi, sürekli dünya gamı çeker. Bu tuzaktan kurtuluşun yolu, sonsuz, saf, temiz, halis, ilahî duygu, düşünce ve yaşantılara yönelmek, Allah aşkıyla yanıp tutuşan bir tavırla imanî, İslamî değerlere bağlı bir hayat kurmaktır.
Bir başka büyük Divan şairi Bakî de bu konuda şu beyitleri söylemiş:
*”Reşk itme ömr-i devlet-i dünyâya Bâkîyâ
Kim hâb-ı gaflet içre hemân bir hayâldür.”
(Ey Bakî, dünya devletinin, dünyanın maddeci hayatının ömrünü kıskanma, ona gıpta etme. Ki böylesine maddeci, dünyacı bir hayat, aslında gaflet uykusu içinde geçip gitmiş ve kısa zamanda yok oluvermiş bir hayaldir.)
Dünyanın gündelik yaşantısı, yeyip içme, gezip tozma, eğlenme, tüketmeye dayalı kabukta yaşanan hayatı hızla geçip gidiyor. Ama kalıcı olan manevi yaşantıdır, İslamî, insanî, kalbî, ruhî yaşantılardır.
*”Mağrûr olma pâdişehüm hüsn-i sûrete
Bir âfitâbdur ki serîü’z-zevâldür”
(Ey padişahım, suretin yani görünen maddi değerlerin güzelliğine gururlanma. Bu çabucak batan bir güneştir.)
Kişinin yüz güzelliğine, yakışıklılığa, maddi anlamda zengin oluşuna, yüksek makam mevkilerde bulunmasına, gülüp eğlenmesine, güzel elbiseler sahibi olmasına, saraylarda oturmasına gururlanması insanî bir durum değildir.
Zira kabukta kalan bu maddi nesne ve değerlerin kalıcılığı yoktur, sonsuza dek var olmazlar, belirli bir süre sonra elden çıkarlar, hiç olmazsa kişi ölerek bunlardan ayrılmış olur. Dolayısıyla sonradan elde edilmiş ya da Allah vergisi olan maddi değerlerle gururlanmak insanî bir davranış değildir.
*”Abdâllaruz neyleyelüm tâc u kabâyı
Dervişlerin tâcı fenâ başı kabâdur”
(Biz dervişiz. Sultanların giysisi olan tac ve kaftanı biz ne yapalım? Dervişlerin tacı dünyanın fani, geçici olduğunun farkına varması, başı da kabadır.)
Gerçek özgürlük, dünyalık görünen somut değer ve nesnelerden uzaklaşmak, onlara çok aşırı değer vermemektir. Mal, para, mevki, şan şöhret, gösteriş, aşırı tüketme tutkusu kişiyi esir eder, özgürlüğü elinden alır. Bu da mutsuzluk verir. Gerçek mutluluk ise maddenin esaretinden kurtulmaktır.
*”Çarhun ey dil umma bu sırça sarayından sebât
Kim nice mîrâsa girmiş hâne-i virânedür”
(Ey gönül, gökyüzünün, talihin, bu dünyanın sırçadan yapılma sarayının sabit, kalıcı, devamlı olacağını zannetme, böyle bir beklentin olmasın. Ki bu madde dünyası, bu fizik dünya nesiller boyu elden ele devredile devredile, miras olarak aktarıla aktarıla gelmiş, virane, yıkılmış, harab olmuş bir ev gibidir.)
Tarla, ev, araba, para gibi ne kadar somut dünyalık nesne varsa hiçbirisi sahibinin ölümüyle birlikte öbür dünyaya gitmiyor. Kişi öldükten sonra hepsi bu dünyada mirasçılara kalıyor. O yüzden bunlara gönül bağlamanın, çok önem ve değer vermenin, dünyalık mal varlığı için Allah’ı, ahreti unutmanın bir manası yoktur. İnsanın ölümüyle birlikte giden kalıcı malı amelleri, imanı, İslamı, yaptığı iyilikler, kazandığı sevaplardır.
*“Hânümânı neylerüz bu günbed-i mînâda biz
Âlemün sultânıyuz sırça saraya mâliküz”
(Bu gök kubbesinde, bu dünyada biz evi barkı ne yapalım? Biz âlemin sultanıyız, sırçadan saraya sahibiz.)
Şairin ortaya koyduğu hayat ve dünya felsefesi şöyle: Biz manevî, kalbî, ruhî, ilahî değerlerle zenginiz. Bizim insanî ve İslamî manada soyut ve kalıcı değerlerden oluşan sırça saraylarımız var. Bu bakımdan manevi anlamda biz bu dünyanın sultanıyız. Ayrıca tamamen geçici, uçup gidici maddî değerlerden oluşan bu fani dünya malını ne yapalım?
*Âkil oldur gelmeye dünyâ metâından gurûr
Müddet-i devr-i felek bir demdür âdem bir nefes”
(Akıllı insan, dünyanın maddi varlığına çokça sahip olduğu için gururlanmaz. Gökyüzünün, dünyanın dönüş süresi yani hayat ve ömür, bir anlık bir süredir. İnsan da bir nefestir.)
Madem dünyanın ömrü çok kısadır, hemen gelip geçicidir, insan ömrü bir nefes alıp verme kadar kısadır.
O halde böylesine kısa ve geçici olan dünyanın eğreti değerleri olan mal, para varlığından dolayı gururlanmanın, bu eğreti değerlerden dolayı başka insanlar üzerinde üstünlük taslamanın insanî bir anlamı yoktur. Değmez.
*Merd isen dehr-i denî mekrine meftûn olma
Er odur kim vire bu pîre-zen-i dehre talâk”
(Erkeksen, adamsan bu alçak dünyanın hile ve tuzaklarına kapılıp tutulma, onlara âşık olma. Er dediğin bu dünya kocakarısını boşar.)
Aslında bir sabun köpüğü gibi olan bu dünyanın parası pulu, malı mülkü, görünüşteki zevki, eğlencesi, rahatlığı, cazibesi insanı kendisine âşık eder. Ama aslında bunlar birer tuzaktır. Çünkü dünya malı eğer kontrol edilmezse, kişi kendisini bunlara kaptırırsa yoldan çıkarır, azgınlaştırır, insanlıktan çıkarır, taşkınlık kötülükler yapmaya sevkeder.
Ayrıca dünyanın maddi değerlerine taparcasına bağlılık insanın manevi, kalbî, ilahî, insanî boyutlarını yok eder, ahiretini de kaybetmesine sebep olabilir. O yüzden tuzaktır. Gerçek er yani tam insan olmuş, manevi değerlerle hayatını doğru bir istikamette tanzim etmiş olan kişi, adeta kocakarıya benzeyen bu dünyayı boşar, yani ona aşırı şekilde tapınırcasına bağlanmaz.
*Devlet-i dünyâ hayâl-i hâba benzer nesnedür
Baht-ı bî-dâr isteyenler terk-i hâb itmek gerek”
(Dünya malı mülkü, makamı mevkii, mutluluğu aslında hayal uykusuna, hayale dalıp görülen bir rüyaya benzeyen bir şeydir. Uyanık bir baht ve talih isteyenlerin uykuyu terk etmesi gerekir.)
Dünyanın maddi varlıklarına dayalı bir zenginlik âleminde âdeta sarhoşçasına gezinenler, hayatı sadece lüks tüketim ve eğlence içinde yaşamak, gezip tozmak yeyip içip eğlenmek olarak algılayanlar, manevî, insanî ve İslamî değerlere önem vermeyenler, aslında geçici, uçup gidici ve çok kısa süren bir hayal âleminde tatlı bir rüya hiçinde yaşarlar.
Bu hayal ve rüya süresi dünya hayatıdır, kısacık ömür süresidir. Ölüm gelince bu kısa tatlı rüya ve hayal dünyası hemencecik sönüverir ve kişi ölümden sonraki ahiretin sonsuzluğu karşısında ne yapacağını şaşırıverir. Yani cenneti kazanmak adına hazırlık yapmadığı için sonsuz ve kalıcı olan ahiret hayatı elinden gitmiş, perişan olmuş olur. Onun talih ve baht yani iyi bir gelecek, sonsuz bir cennette gerçek anlamda mutlu bir hayat isteyenler bir uyku, hayal ve rüyadan ibaret olan bu dünyanın salt maddeci, materyalist hayatını terk etmelidir.
*Zîr-i hâk olsa gerek menzilün âhir nidelüm
Mâline mâlik imişsin tutalum Karun’un”
(Ey insan tutalım, varsayalım ki Karun’un malına sahipsin. Ama ne yapalım ki senin en sonunda varacağın yer toprağın altıdır.)
İnsan bu dünyada Karun kadar çok zengin olsa, çok fazla mal mülk, para pul sahibi olsa bile bunların hepsini yiyemez, kullanmaz ve en önemlisi bu mal varlığını ölünce kendisiyle birlikte yanında götüremez. Kendisi toprağın altına girer ve hepsini bu dünyada bırakır gider.
O halde insan bu durumun farkında olmalı, bilinçlenmeli, dünyaya tapar derecede bağlanmamalıdır. Sahip olduğu parayı pulu sarfedilmesi gereken yere sarfetmeli, başkalarının hakkını yememeli, zekâtını, sadakasını vermeli, muhtaçlara yardım etmeli, paylaşmayı bilmelidir. Ahirette cenneti kazanmak için Allah’ın istediği şekilde, tam Müslümanca bir hayat yaşamalıdır. Gerçek mutluluk ve huzur budur. En büyük kazanç, en büyük zenginlik de kazanılan Allah’ın rızası ve bunun mükâfatı olan cennettir.
Yine bir büyük Divan şairi Nabi de salt dünyacı, maddeci bir hayat anlayışına karşı bilgece yaklaşımlarını ortaya koyan beyitler söylemiştir.
*”Âlem didügin bu nüsha-i pür-ham u pîc
Kimdür acabâ meâlin itmiş tahrîc
Ben anladugum budur ki her harfinde
Bin sırrı var ammâ yine hîc ender hîc”
(Âlem dediğin kıvrım kıvrım, büklüm büklüm karmakarışık bir kitap ya da muskadır. Kimse bunun anlamını, içeriğini, mesajını tam olarak ortaya çıkaramamıştır. Benim anladığım şey ise şudur: Bu âlem kitabının her harfinde binlerce sır var amma yine de hiçlik içinde bir hiçtir ve değersizdir.)
*”Cihânı anlayanun çeşm-i itibârında
Gubâr-ı kûy-ı fenâ tûtiyâ degül de nedür”
(Dünyanın ne olduğunu gerçek manada anlayan kişinin değerlendirme gözünde fanilik köyünün tozu sürme değil de nedir?)
*”Olmış bu kârgâh-ı harîd ü fürûhtde
Maşûk-ı çeşm hırs-ı cemâl-i nîgû-yı zer”
(Alım satım işyeri olan bu dünyada gözün âşık olduğu şey, maddi varlıkları temsil eden altının güzel yüzüne duyulan hırstır. Manevi gözü kapalı olanlar sadece maddi gözleriyle bu dünyanın maddi varlıklarına âşık olurlar. Bu da hayatı ve dünyayı yanlış anlamak demektir.)
*”Tecerrüdle olur âğûş-ı vasla pîrehen nâil
Kabâyı vasldan mahrûm iden kat kat alâyıkdur”
(Gömlek, kavuşma kucağına soyunarak ulaşabilir. Kaftanı, cübbeyi kavuşmaktan mahrum eden kat kat ilgiler, maddeler, katmanlardır.)
Allah’a, soyut manevi değerlerden oluşan sonsuz güzellik ve mutluluk diyarına, ilahî aşka ulaşabilmek için bu dünyanın somut, maddi ilgilerinden, alakalarından, madde kaydından soyutlanmak gerekiyor.
*”Kim ki mekr-i zen-i dünyâya zebûn olmaz ise
Rezmgâh-ı felege merd gelür merd gider”
(Kim dünya kadınının tuzağına kapılmazsa yani dünyanın maddi değerlerine tapınırcasına önem vermezse, adeta bir savaş meydanı olan bu dünyaya mert gelir, mert gider.)
Şeyhülislam Yahya’dan seçilen beyitlere bakalım:
*”Âkil cihândan el yusa ey dil aceb midür
Âlâyiş-i zamâneden ol vakt pâk olur”
(Ey gönül, akıllı kişi dünyadan elini yıkasa, uzaklaşsa bu tuhaf ve acayip değildir. Yani normaldir, olması gereken bir şeydir. Zira zamanın, hayatın, dünyanın görünen aldatıcı, maddi güzelliklerinden, eğlencelerinden, aşırı maddeci kirlerinden o zaman arınmış olur.)
*”Evrâk döner şevk ile fânûs-i hayâle
Seyr it ne suver zâhir olur devr-i zamândur”
(Yapraklar aşk ve şevkle hayal fanusuna dönerler. Talihtir, kaderdir, zamanın dönüşüdür, seyr et ne gibi şekiller, resimler, görüntüler eğlenceler ortaya çıkar.)
*”Gönlünde senün gayr ü sivâ sureti neyler
Lâyık mı bu kim Kâbe’ye büt-hâne disünler”
(Senin gönlünde, kalbinde Allah’ın dışındaki dünyalık maddi değerlerin, başka şeylerin ne işi var? Nitekim Kâbe’ye puthane demeleri hiç uygun mudur?)
Nasıl Kâbe’de put olmazsa, gönül Kâbesinde de dünya malı ve maddi değerler olan putlara yer vermemelidir. Yani gönlü dünyalık maddi varlıklara değil, Allah’a bağlamalıdır.
Hersekli Arif Hikmet de bu konuda çarpıcı beyitler söylemiş:
*Hikmet yeter âlâyiş-i çirkâbe-i dünyâ
Mihrinle Hudâ sînemi tenvîr-i ferâğ et”
(Ey Hikmet, bu dünyanın salt maddeye dayalı pis gösterişleri, kirli yaşantıları artık yeter. Ey Tanrım, şefkat ve merhametinle göğsümü nurlandır, aydınlat, maddi kirlerden, dünyalık değerlerden temizle, maneviyatınla doldur.)
*Vücûdu olsa da madûmdur eşyâ hakîkatte
Nukûş-ı simyânın mâsivâdan farkı var yoktur”
(Dünyanın maddi varlıklarının görünen vücudu olsa bile gerçekte onlar yok hükmündedir. Nitekim adi madenleri altına çevirme işinin nakışlarının, görüntülerinin, sonuçlarının Allah’tan başka olan maddi varlıklardan farkı vardır yoktur.)
“Tedkîk olunsa sûret-i mevhûmedir cihân
Yoktur vücûd-ı nakş-ı nümâyân serâbda”
(Bu dünya dikkatle incelense bunun kuruntu ürünü, hayalî şekillerden, görüntülerden ibaret olduğu anlaşılır. Nitekim serapta görünen nakışların varlığı gerçekte yoktur yani görülenler hayalden ibarettir. )