Her ikisi de şiirimizin koçlarıydı. Abdürrahim Karakoç’tan sonra ağabeyi Bahaeddin Karakoç da yıllarca mektup yazdığı sevgiliye, Rahmet-i Rahman’a kavuştu. Ecel O’nu da aldı. Kara toprak bağrına bastı. Her iki ustadan geriye dilimize pelesenk ettiğimiz mısralar kaldı.
Abdurrahim Karakoç’u taa çocukluk yıllarımda tanıdım. “Hak Yol İslam Yazacağız” şiirini diğer şiirleri takip etti:
“Ben milletimin uğruna adamışım kendimi
Bir doğrunun imanı bin eğriyi düzeltir
Zulüm Azrail olsa ben Hakk’ı tutacağım
Mukaddes davalarda ölüm bile güzeldir”
Abdurrahim Karakoç bir şairdi ama hepsinin ötesinde bir dava adamı idi. Millet memleket davasını şiirlerinin ana teması haline getirdi. Sert mizacı, aldığı terbiye bunu gerektiriyordu. Fakat şiirlerinde sanatı hiç mi hiç ihmal etmedi. Hep şair kaldı. Geleneksel halk şiiri şekil özelliklerinden hiç taviz vermeden davasını, şiirlerinde ilmik ilmik ördü. Yeri geldi “Hasan’a mektup” yazdı, yeri geldi “Tohtur Bey”den derdine ucuz bir ilaç istedi, yeri geldi “Mihriban”a seslendi.
Biz de bu şiirlerle millet memleket davasına atıldık. “Vur Emri”ne uyduk. Bu mukaddes davada can ciğer arkadaşlarımızı ebediyete uğurladık.
Üniversite yıllarında dar mekânda yaptığımız edebiyat sohbetlerinde ağabey Karakoç’u tanıdım. Hamasetin yoğun yaşandığı yıllarda Bahaeddin Karakoç’un şiirleri önceleri ruhumuzda pek aks-i sadâ bıraktığını söyleyemem. Kavga günlerinde biraz fantazi gibi geldi. Sohbetler ilerledikçe : “Ihlamurlar Çiçek Açmaya” başladı.
“Geleceğim diyorum, takvim sorma bana
Ihlamurlar çiçek açtığı zaman”
Şiirinde üstad sevgiliye, ben bilmem, sen ne zaman çağırırsan o zaman geleceğini söylerken şiirimizde hiç kullanılmayan imgeleri en güzel şekilde kullanarak Türk şiirine sıcacık bir soluk getirmiş, içimizi ısıtmıştı. Canın cananla vuslatını Yunus gibi, Mevlana gibi mısralara dökmüş, çağımızın Yunus’u olmuştu. Hissiyat ve fikriyat gelenekten, dil ve üslup Şair’imiz dendi. Aşkı, vuslatı, gurbeti, ölümü bazen heceyle, bazen serbest tarzda yüreklerimize aktarmasını bilmişti.
“Türküm, Elbistanlıyım, adım Bahaddin…
Dinim İslam; imzam kan grubum gibi belli benim.” diyerek şiirlerine imzasını atmış; inancını, milletini, memleketini hamasetten uzak bir üslupla şiir âşıkların beğenisine sunmuştu.
“Sevdasının dumanıyla
Bir kitap,
Bir kılıç,
Bir bozkurt,
Bir ay-yıldızlı Türk bayrağı resmi çizer.” Mısralarında asıl sevdasının ne olduğunu anlatır.
“Sırlı bir gözeden bengisu içer gibi
Senin adınla başladım her işe Rabbim;
Sana sığınırım nefsimin zehirli oklarından
Ve albenisinden dünyanın arınır içim.”
Mısralarında da görüldüğü gibi hepimizin bildiği Besmele’yi, manasını ruhumuza sıcacık aktarma ustalığını gösterir.
Karakoç pek çok şiirinde, Necip Fazıl Üstad’ın dediği gibi ” Şiir Allah’ı aramakmış” anlayışına bağlı kalarak Yaradan’ı; Yaradan’ın verdiği dille, yetenekle, diğer varlıklarla tasavvufî bir anlayışla şiirinin merkezine koymuştur:
Nereye gidersen git, heybene gönül doldur.
Bir kovan parçalama bir acı bala,
Bir gönül şehri onar, kâinata sevgi sun.
Her ham söze sağır ol,
Azıksız yola çıkma….
Bu şiirde de görüldüğü üzere günlük dilde kullandığımız her kelimeyi şiirlerinde ustaca yeni bir imge haline getirmiş; her kelimeyi mecazla süsleyerek kendine has bir şiir dili oluşturmuştur. Bu yönüyle geleneksel halk şiirinden farkını ortaya koymuş olur. O’nun şiiri modern şiirden de farklıydı. O halde Bahaeddin Karakoç’u nereye koyacağız? sorusu hepimizin aklına gelebilir. Âcizane bana göre, Karakoç, bütün bu anlayışlardan istifade etmesini bilmiş, ancak her zaman kendine has şiiriyle orijinal olmuştur.
O, şiirimizin “Beyaz Kartal”ıydı. Hep yükseklerde uçtu. Bir çocuğa,
“Hangi yayla yeşil, nerde keklik çok
Gel seninle orda olalım çocuk.
Kayalar kayalar… Sırt sırta vermiş;
Kimi yeni mürit, kimisi ermiş
………
Doruklardan doruklara sekelim,
Bir elim göklerde, sende bir elim;
İkimizin yüreciği bir atsın.
Bizi gören bin katarak anlatsın” mısralarıyla seslenerek onu şahikalara götürmüş. Kartallarla yükseklerde uçurmuştur.
Yıllarca Maraş semalarında, mehtaplı gecelerde “Dolunay”ı parlatmasını bilmiştir. Bir Anadolu şehrinde “Dolunay” adlı edebiyat dergisini yayın hayatında tutmak kolay olmasa gerek. Bu ancak şiir, edebiyat, sanat aşkıyla izah edilebilir.
Abdurrahim Karakoç’u bütün Türk dünyası “Mihriban” şiiriyle tanırken Bahaeddin Karakoç’u bilenler bildi. Bilenler zevkle o şiirleri okudu. Şiirleri şiir gecelerinde yankılandı.
Bahaeddin Karakoç, şiirlerini “Seyran, Ihlamurlar Çiçek Açarken, Sevgiliye Mektup” adlı kitaplarda topladı. Bu şiirlerle gönlümüzde, şiir dünyamızda taht kurdu. Her fani gibi O da hüzün aylarından ekimde aramızdan ayrıldı. Sevenlerini hüzne boğdu. Bir ömür mektup yazdığı Canan’ına kavuştu. Geriye binlerce mısra kaldı. O mısralar “bizim gök kubbemizde” her zaman yankılanacak
Allah rahmet eylesin.