İyi yetişmiş iki öğretmendi onlar. Tecrübeleri de yeterliydi. Her konuda iyi anlaşıyorlardı. Tartışmazlardı. Sadece avlanmaktan söz açılınca tartışırlardı.
Cengiz, çocukluk yıllarından av tutkunuydu. Sapan taşıya bir yerleri nişan alır, taş atardı. Bir köpeğin tavuk kovalamasını zevkle izlerdi. Gülerek izlerdi. Avlanmayı çok severdi. Köyde avcılar vardı. Mahalle baskısı buna engel oluyordu. Bu kadar tutkun olan cengiz, arkadaşını ikna edemiyordu. “Av günahtır.” diyordu Bahattin.
Kan döküyorsun. Cana kıyıyorsun. Günah olmaz mı? Bunları köy kahvesinde konuşuyorlardı. Çaycıdan başka kimse yoktu kahvede.
Molla Dayı içeri girdi. Onların masasına oturdu. Çay söylediler. Molla Dayı yetmiş yaşlarındaydı. Uzun boylu, sarı sakallıydı. Başında, beyaz üstüne sarı işlemesi olan fesi vardı. O, köyün mektebi yapılırken” gâvur mektebi” diye karşı çıkmıştı. Kendince dindardı. Cengiz, Molla Dayı’ya:
-Senin dinî bilgilerine güvenerek bir soru soracağım. Bana anlatır mısın? Hocam, avlanmak günah mı?
-Bana niye sordun?
-Bahattin hocam günah olduğunu söylüyor.
-Peki, sen ne diyorsun? diye sordu Molla Dayı.
-Ben günah olmadığını söylüyorum.
Molla Dayı, çayından bir yudum çekti. Sandalyenin arkasına yaslandı. Ayaklarını ileriye uzattı. Bastonu ile yere bir şey yazar gibi yaparak konuştu:
-İkiniz de yanlış söylüyorsunuz.
-O nasıl oluyor hocam? dedi Cengiz. Doğrusu ne?
-Av dediğin mubahtır. O da gâh-ı gâhtır.
Bahattin:
-O ne demek Molla Dayı?
-Her gün ava gidersen, her gün cana kıyarsan günahtır. Çok seyrek gitmek demektir. Daha fazla cana kıymamaktır. Rast gelirse avlanırsın, aramakla bulamazsın.
Bu sözleri hiç unutmadılar. Bilhassa Cengiz’in kulaklarına küpe oldu. Sonbahar soğukları başlamış, kış yaklaşmıştı. Köylüler pancar sökmeye başlamıştı.
İki öğretmen birlikte kasabaya gidiyorlardı. Cengiz cebindeki sapanla sağa sola taş atıyordu. Bundan zevk alıyordu.
Ağaçlara, taşlara, kuşlara nişan alıyordu. Vuramayınca Bahattin gülüyor, onu kızdırıyordu.
Cengiz:
-Aha rast geldi bak, gördün mü tilkiyi? Rast gelecek demişti Molla Dayı. Rast geldi işte.
-Ne tilkisi, ben görmedim. Nerde?
-Bak, sağ şarampolde sürülmüş tarlanın kenarında gidiyor.
-Aha, aha. Gördüm. Gidiyor, gördüm.
Araları yakındı. Yavaşladılar. Tilki bunları görmemişti. Kendi halinde gidiyordu. Dikkatle takip ettiler. Sessizlik bozulmasın diye çalışanlara selam da vermiyorlardı. Herkes tarlalarda çalışıyordu.
Yolu dere suyundan korumak için yapılan menfezin içine girdi tilki. Menfezde su yoktu. İkisi menfezin iki tarafını kestiler. Ellerinde birer sopa da vardı. Çıkarken vurup öldürmek kolaydı. Bunu yapmadılar. Canlı yakalayacaklardı.
Cengiz kemerini çıkardı. İlmek yaptı. Kendini menfezin altından görünmeyecek şekilde sakladı.
Menfezin ucundan dışarıyı görmeye çalışan tilkinin kafasına, kemerin çemberini geçirdi. Çekti. Çember küçüldü. Tilki yakalandı. Hemen teslim oldu. Çabalayıp onları yormadı. Onu sevdiler. Sırtını sıvazladılar. Streslerinden kurtardılar. Yanlarında tasmalı köpek gibi beraber yürüdüler. Arkalarından gidiyordu. Tarlalarda çalışanlar işlerini bıraktı, onlara bakıyordu. Her tarladan seslenenler oluyordu. Birlikte gülüyorlardı.
Cengiz başarılı avcı olduğunu kanıtlamıştı.
Kör İsmailler, pancar söküyordu. Oğlu (U) şeklindeki pancar /çatalıyla söküyor, kızı söküleni toplayıp yığın yapıyordu. İsmail’le karısı yaprağını kesiyordu.
İki öğretmen, bir tilki yanlarına uğradılar. Oturdu sohbete başladılar.
Kemerin ucunu cengiz tutuyordu. Zavallı hayvan yorulmuş. Hemen uykuya daldı. Uyuyordu. Belki de onları dinliyordu.
Hiç birisi:
-Bu tilki uykusu olabilir. diye düşünmediler.
Konuşma hararetlendi. Bir konuda tartışmaya döndü. Tilki unutuldu. Demek ki bu ara kemer gevşek tutuldu. Tilki fırladı. Öyle kaçıyor ki kurşun atsan ulaşmazdı. Beklenmeyen bir olaydı. Yapacak bir şey yoktu. Oradakiler gülerken Cengiz, iki elini dizlerine vurarak:
-Aha baban anan, kemerim güzeldi. Yeni almıştım. Diye feryat ediyordu. (04.03.2018)