Azərbaycan və Yazıçılar Birliklərinin üzvü, Prezident təqaüdçüsü, Dünya Gənc Türk Yazar Birliyi (DGTYB) Məsləhət Şurasının üzvü, filologiya üzrə fəlsəfə doktoru, dosent, şair, tənqidçi, ədəbiyyatşünas

Hava yeni kararmıştı. Avluda sessizlik vardı. Ninem kümese bakıp tavukları-civcivleri yokladı, hepsinin tünekte büzüşüp yattığını görünce kümesin kapısını kapattı. Parmaklıktan tutup her zamanki gibi yavaş adımlarla iki katlı evin ikinci katına çıkan merdivenlerden yukarı çıkıyordu ki, avlu kapısı açıldı. (Avlu kapısını kapatmayı unuttuğunu da şimdi anladı.) Avlu kapısı önünde komşu Ruhsare göründü. O, «buraya gel, burasıdır» diye avluya davet ettiği yaşlı kadınla açık kapıdan içeri girdi. Ninem bu vakitsiz misafirlerin gelişine şaşırsa da bunu belli etmedi. Ruhsare kapı komşusu idi, avlu kapıları birbirine bakıyordu. Lakin konu-komşuya gidip-gelmezdi, nadiren birisinin kapısını açardı. Üstelik, avludan el-ayağın çekildiği karanlık düşen bir vakitte. Ninem hemen bu vakitsiz gelişin Ruhsare’nin önüne düşüp yol gösterdiği bu yaşlı kadınla ilgili olduğunu anladı. Gelenlerle selamlaşıp rahatsız bakışlarını onlara dikti. Ruhsare de onu beklemede bırakmayıp çabucak konuya girdi. Güzel haberi çabuk verme telaşıyla meraklı bir üslupla nineme sordu:
– Tavat, iyi bak bakalım, kim olduğunu biliyor musun?
Ninem 65 – 70 yaşlarında görünen, uzun boylu, beyaz tenli, ela gözlerinin bebekleri heyecandan titreyen bu garip kadını dikkatlice süzdü. Kadının aşağı sarkmış örtüsünün altında görülen düz saçları da, mucize bekliyor gibi düğümlediği kaşları da bembeyaz idi. Bu beyazlık onun aydınlık çehresine özel bir güzellik veriyor, simasını daha da nurlu gösteriyordu. Tahminen aynı yaşta görünen bu iki kadın uzun bir süre bakıştılar. Birden ninemin bakışları kadının gözlerinin derinliğine takılıp kaldı. «Meryem» sözünün dilinden düşmesi ile onların biri birilerine sarılması, gözyaşlarının biri birine karışması aynı anda gerçekleşti. Bu sahne, izlemeye duran çoluk-çocuğu da, komşu Ruhsare’yi de hüzünlendirdi.
Ninem, «Allah-Allah! Kamboy’umun can-ciğeri» diye diye adı Meryem olan bu kadını öpüp kucaklamaya doymuyordu. Artık evdekiler de bu adı işittiklerinde misafirin kimliğini anlamışlardı. Hepsi şaşkınlıkla Meryem’e bakıyordu. Efsanenin gerçekleşmesi imkânsız göründüğü gibi Meryem’in uzak geçmişteki hatıralardan gelişi de masal kahramanının gerçek hayatta görünmesi gibi inanılmaz şaşkınlık doğurmuştu. Çocuk yaşlarından ninemin mutlu genç kızlık çağları, bey konağındaki bolluk günleri, daha sonra babası Dadaş Bey’in sürgün edilmesi, yeni evlenmiş, henüz çoluk-çocuk sahibi olmayan kardeşi Kamboy’un ahretliği Meryem’in sevgili erkeğinden zorla koparılıp sürgüne gönderilmesi, sonra Kamboy’un savaşta yitik düşmesi, anası Zabite Hanım’ın üzüntüden azap çekerek ölmesi… Bütün bu hatıraları döne döne dinlemiştim.
Ninem ansızın karşılaşmanın heyecanından yerinde donup kalmıştı. Meryem’e baktıkça baktı, baktı… Sanki birden ayılıp aziz misafirini geldiğinden beri ayakta beklettiğinin farkına vardı: – Uzak yoldan geliyorsun, yorgunsun. – dedi. Bir birinin beline sarılmış halde basamakları çıktılar. Ninemin sevincinin de, kederinin de haddi hududu yoktu. Tanrı’nın izni ile hepi topu altı aycık aziz kardeşi Kamboy’a zevcelik, babası Dadaş Bey’e gelinlik eden Meryem – anası Zabite Hanım’ın sevimli büyük gelininin sürgünde ölüp gitmediğine, Sibirya’nın vahşetinden sağ salim çıkıp bu karşılaşmaya gelebildiğine seviniyordu. (Sibirya vahşetlerini ise bir süre sonra Meryem’in konuşmalarından daha açık şekilde anlayacak, saçının tüyleri dik dik olacaktı.) Dadaş Bey’in sürgün edildiği, aslında izinin kesin kaybedildiği, üç katlı bey konağından – dede-baba ocaklarından zorla göçürüldükleri, kardeşlerinin birbirinden ayrı düştüğü, anasının üzüntüden ateşlere düştüğü, kendisinin türlü türlü belalara düçar olduğu günler yeniden gözlerinin önünde canlandığı için de kederleniyordu.
O, Meryem’i lafa tutmazdan önce çay-çörek sofrasını hazırladı. Dolabı açıp oradaki emanet kutusundan ikiye katlanmış, sararmış bir defter yaprağı çıkarıp Meryem’e uzattı: Bak bakalım ne mektubu?
Okuma – yazma bilmeyen ninem kırmızı kalemle alel-acele yazılmış olan bu mektuptaki metni önceleri oğluna, sonraları ise torunlarına o kadar çok okutmuştu ki, orada yazılanları birebir ezberden biliyordu. Mektubu açar açmaz Meryem’in iri ela gözleri buğulandı. Yanaklarından aşağı doğru yuvarlanan bir damla yaş kâğıttaki «daha» sözcüğünün üzerine düştü. Ondan önceki satırda yazılı olan «belki» sözünün üzerindeki gözyaşı hangi vakit düşmüştü. Meryem, bu mektubu yazdığı sırada, sürgüne gönderildikleri o gam yüklü katardaki uğursuz gecelerden birinde akıttığı bu gözyaşını tanıdı. O acı hatıraları anınca her iki eli ile yüzünü kapatarak yürek yakan hıçkırık ile ağladı. Evde bulunanların hiçbiri, bu anda, dünyadaki bütün haksızlıklar nedeniyle, bütün dünyanın yerine, dünyadaki bütün dertlilerin gözyaşıyla ağlamak isteyen bu yaşlı kadına teselli vermek istemedi. Çünkü bu gözyaşlarını hiçbir teselli avutamazdı. Ninem de onunla birlikte bu gözyaşlarına katılıp bütün bir neslin asilzadeliği yüzünden düştüğü durumlara ağladı.
Meryem gözyaşlarını dindirip bir süredir eğleştiği odanın duvarlarında göz gezdirdiğinde ilk olarak Kamboy’un fotoğrafını gördü. Ninem Tavat Hanım’ın Kamboy’un yanında durduğu bu fotoğraf aslında ayrı ayrı çekilmişti. Kamboy savaşta kaybolduktan sonra ninem her iki sureti birleştirip büyütmeyi fotoğrafçıdan istemişti. Fotoğrafçının ustalıkla birleştirip büyüttüğü bu fotoğraf o zamandan evde en mukaddes bir hatıraya dönüşmüştü. Meryem öne çıkıp fotoğrafın karşısında durdu. Geçen yıllar boyunca hayalinde yaşattığı, halen de gençlik şevki ile sevdiği sevgilisinin gözlerine baktı, baktı… Babası Elbrus Bey’in evinden gelin çıktığı günü, büyüklerin hayır duasını, Dadaş Bey’in büyük oğlu Kamboy’a kavuşacağı anı gizli hasretle beklediğini, o anın anlatılamaz güzelliğini… Daha neleri, neleri hatırladı. Sanki Kamboy’un kendisi ile yüz yüze duruyormuş gibi söze başladı: – 70 yaşı devirdim, Kamboy! Sensiz neler gördüm, bilsen… Sibirya, işkence, hakaret, açlık, susuzluk, hastalık… Ölümden döndüm, yollar beni çok yordu. İnsanlar gördüm, merdi de oldu, namerdi de. Ancak senin gibisini görmedim Kamboy!
Sonra gözlerini fotoğraftan ayırmadan: –Bir bilebilseniz o nasıl bir insan idi… Allah onu tek yaratmıştı. Kamboy gibi yiğit o vakit de yok idi, şimdi de yoktur– dedi.
Gece sabaha kadar uyumadılar. Ninem, Bakü asilzadelerinden olan meşhur Ağacanlılar soyunun en yakışıklı, Petersburg’da yüksek eğitim görmüş oğlu Mehdi ile düğünlerinden, gelin gittiği faytonun Bolşevikler tarafından alıkonulmasından, sevgili nişanlısından zorla koparılmasından, Bolşevik İsrafil’le (babamla) ailesinin kalan üyelerini kurtarmak maksadıyla evliliğe razı olduğundan, kocasın düzenlediği, on altı yaşındaki genç kızın mağduriyeti pahasına gerçekleşen sahte boşanma belgesi nedeniyle anasının, kardeşlerinin ve kendisinin Sibirya’ya sürğün edilmemesinden, 1941 yılında savaş başladığı zaman Meryem’siz kendine bir yer bulamayan Kamboy’un kendini ölümün ağuşuna atıp ön cepheye yollanmasından, kaybolmasından… ve birçok başka meselelerden bahsetti.
Meryem de kendi başına gelenleri anlattı. Sibirya’ya giden trende nasıl hakarete uğradıklarından, yol boyunca askerlerin onları alçaltmasından, fırsat bulan kimi asilzadelerin intihar etmesinden, kendinin başarıya ulaşmayan intihar girişiminden, yer altı maden ocağındaki ağır çalışma şartlarından…
–Saçımızı da kesmişlerdi, Tavat. Aylarca banyo yapamıyorduk, herkesin başı bit-sirkeyle dolu idi. Hem de öyle ağır çalışmadan sonra saç örgüsü de başa ağırlık ediyordu. Saçımızı keseceklerini biliyordum. O nedenle önceden saç örgülerimi kesip saklamıştım. Kamboy’un elinin sıcaklığı vardı onlarda, kıyıp da atamazdım…– sözünü tamamlayamadı, birden yaşça kendinden büyük baldızı ile (aralarında beş yaş fark vardı) konuştuğunu hatırlayıp utancından yanakları kızardı. Tıpkı gençliğindeki gibi…
Ninem Meryem’in yüzünde bundan elli yıl önceki kızarıklığı gördü. Deminden beri onu meraklandıran soruyu sordu; – Nasıl oldu da kaçabildiniz?
– Yer altı maden ocağında iş çok ağır idi. Bir yandan da açlık, hastalık. Açlık olan yerde hastalık da eksik olmuyor. Kızamık, verem, astım… Hemen hemen her gün ölen var idi. Cenazeleri defnetme işlemini de bize yaptırıyorlardı. Bize hayvandan da kötü muamele ediyorlardı. Havasızlıktan herkesin rengi sapsarı olmuştu. Sadece cenaze defnederken hava yüzü görüyorduk. Cenaze defnetmek sana kolay gelmesin. Sibirya’nın kışını anlayamazsın. Erkeklerin tükürüğü havada donup sakalından sallanıyordu. Yer, ayazdan nasıl donup taşa dönüşüyorsa, orda en hünerli erkek bile mezar kazamazdı. Her seferinde mezar kazma görevini üç kişiye veriyorlardı. Bu üç kişi de ellerine balta alıp buz tutmuş, ayazdan taşa dönüşmüş toprağı yarmaya başlıyordu. Öyle oluyordu ki, sabahtan bu minval üzere mezar kazmaya başlıyor gece yarısı ancak bitirebiliyorduk. Bir deyişle, mezar kazmak madende yaptığımız en ağır işten de ağır idi.
Bir gün Karabağ beylerinden birinin güzel kızı kendini asmıştı. «Güzel» diyorum ama güzel olduğunu o kızın belki kendisi de unutmuştu, her gün yüzüne-gözüne kömür isi çalıp geziyordu.
– Neden?
– Orada namusumuzu korumak için çoğumuz böyle yapıyorduk. Kendimizi kasten çirkin göstermek için neler yapmıyorduk? Hatta kaşlarımızı da tamamen yolup dökmüştük… Ha! O kız da fırsat bulup kendini öldürmüştü. Sibirya’da bu başlı başına bir hüner idi. İntihar etmeye de bırakmıyorlardı. Biz sağ kalıp çalışmalı, açlık ve işkence görmeliydik. Çünkü biz, Sovyet hükümetini tanımak istemeyen adamların karıları, kızları idik. İnsanı yakan nedir bilir misin? Suçsuz cezalandırılmak. Bu nedenle biz durumumuzla uzlaşamıyorduk. Suçumuzun sadece asilzade olmamız olmasıyla, sadece bu suçla Sibirya’ya gönderilmemizle uzlaşmamız mümkün değildi. Ha! O kadının öldüğü gün hava her zamankinden daha soğuk idi. Mezar kazma görevini, anama, bana ve başka bir kadına vermişlerdi. Aslında bu taş kırmakla eşitti. Baltaları götürüp güçlükle işe başladık. Hava o kadar soğuktu ki, ayaz eldivenin içinden geçip insanın iliğine işliyordu. Büyük baltaların ağırlığı da insanı güçten düşürüyordu. Baltayı her kaldırıp indirişte taşa dönen topraktan küçük bir parça kopuyordu. Mezar kazılıp bitmek bilmiyordu. Aç-susuz akşamadek kazdık. Mezarı henüz yarı etmemiştik. Nöbetçiler söyleniyor, bize en kötü küfürleri ediyor, işin gecikmesinden dolayı sinirleniyorlardı. Artık hava kararmıştı. Eli silahlı nöbetçiler sigaralarını çeke-çeke karın üstünde dolaşmaktan bezmişlerdi. Onlar iki kişi idiler. Kendi aralarında fısıldaşıp bir şeyler konuşuyorlardı. Fırsattan istifade anam ve öbür kadın ellerinde balta ile onlara doğru saldırdılar. Anam elindeki baltayı şiddetle nöbetçilerden birinin başına indirdi. Öbür kadın ise baltayı hedefe vuramayıp diğer nöbetçiyi omzundan yaralamıştı. O, yere çöktüğü gibi kadın da onun göğsüne çöküp boğmaya başladı. Onları öldürmeleri o kadar ani oldu ki, yaşananlardan kendime gelemiyordum. Lakin artık kaçmak fırsatını geri tepmek olmazdı. Biz yakınlardaki meşeliğe yöneldik. Kaçıp sığındığımız köydeki ev sahibi çok iyi bir insan idi. O, bizi bir yıl evinde sakladı. Sonra… Çok köyler, çok evler gördük. Bir askere rastladık, o bize çok iyilikler etti, üçümüze de sahte kimlikler düzenledi, iş buldu. Tatar milletindendi, Albay idi, – Meryem’in sesi burada kesildi. Ninem heyecanla sordu: – Ya sonra?
–O, bizim bütün sıkıntılarımıza katlanmaya söz verdi. Bize öyle gönülden davranıyordu ki, anamın da takdirini kazanmıştı. Anamı ki, tanıyorsun… Böylece… – Meryem’in seni yine titredi, Kamboy’un duvardaki fotoğrafına baka-baka: – Şimdi o benim kocamdır. Emekli Albay Atabiyev.
– Ya çoluk–çocuktan neyiniz var? –Ninem bu soruyu özel merakla sordu.
– İki kızım var, – sonra ninemin merakını gidermek için ilave etti: –Oğlum olmadı, olsaydı Komboy’un adını koyacaktım. Kızlarıma da Kamboy’an bahsettim. Beni iyi anlıyorlar. O da iyi adamdır (kocasını aklına getiriyordu), ama çok asabidir. Lakin baldızının gözlerinde bir yığın soru görüp dedi: –Benim hayatım Kamboy’la sona erdi, bahtım–talihim onunla gitti. Şimdiki Meryem bir cisimdir, bir de hatıra yumağı. Ruhum çoktan uçup Kamboy’un yanına gitti. Öylece nefes alıp veriyorum… Sizden haber almak için uzun yıllardır kavruluyorum. O, korku, o hüzün henüz canımdan çıkmamıştı, o nedenle arzumu kimseye belli etmeye cesaret edemiyordum. Allah’ın merhameti büyüktü, geç de olsa gerçekleşti. Şükür ki, talihimde seni, bu toprağı bir daha görmek varmış.
Günün aydınlanması yaklaşıyordu. Yetmiş yaşında gelin, yetmiş beş yaşında baldız mutlu gençliğin, çok kısa süren mutlu günlerin birbirinden tatlı anılarını hatırladılar. Yıllardan beri yüreklerinde dolaştırdıkları en ulvi duygularla hafızalarındaki mukaddes hatıra sandığını «döküp-döküştürdüler». Birlikte yaşadıkları bey konağındaki günlerin en kötü hallerini de sevinçle yâd ettiler. Bu hatıraların varlığından aldıkları lezzet kalplerini öyle bir refahla doldurmuştu ki, sanki her ikisinin de bir ömürlük mutluluk payını saklayıp-saklayıp bir gecede onlara hediye etmişlerdi.
Sohbet esnasında ninem: –Meryem, İsfendiyar’ı görmek ister misin? – diye sordu. Meryem geldiğinden beri cevabını almak istediği, lakin kötü haber korkusundan sakındığı için sustuğu, biricik kaynının sağ–salim olduğunu duyunca düşüncelerini dile getirdi: –Sormaya cesaret bulamıyordum, Tavat! Senin kardeş acının bir değil iki olduğunu işitmekten korkuyordum.
–Allah’a şükür, İsfendiyar sağ–selamettedir. Önceki muzipliği, hazırcevaplığı da yerindedir. Mingeçevir’de yaşıyor. İstersen sabah gidebiliriz.
…Mingeçevir’den ayrılırken Meryem İsfendiyar’ı kucaklayıp: –Bu son görüşmemizdir gardaş – dedi, – çok kocadım, aslında ben kendi sıcak yurdumdan uzak düştüğümde kocadım.
Bu söz her üçünü de hüzünlendirdi. Gerçekten her üçü de kocamıştı. Ve her üçü Meryem’in dediği vakitte kocamıştı. Külfet, Dadaş Bey’in alındığı geceden başlamıştı, bey konağından kovulup kiralık eve taşındıkları günden. Bolşeviklerin okul binası yaptıkları evlerinin yanından geçtiklerinde gizli-gizli gözyaşı akıttıkları andan… Çoktan kocamışlardı, uzun zaman önce…
…Bakü’den Nalçik’e giden tren yavaş yavaş ilerliyordu. Tekerlerin sesi onu koynuna alıp aheste-aheste uzaklara götürüyordu. Bomboz çorak çöller de, tek-tük dikenlik dallarından başka dalı-budağı olmayan çıplak dağlar da, tren gelip geçtikçe tek-tük «əğilip-yıkılan» elektrik direkleri de onu bu ana yurdundan koparıp ayırıyordu. Bu ayrılıkta memnuniyetsizlik, üzüntü karışımı bir sükûnet vardı. Bu ayrılık bundan elli yıl önceki o dehşetli ayrılığa benzemiyordu. Bu tren de o tren gibi yedeğinde çekilmez dert yükü taşımıyordu.
Meryem’in içinde bir hafiflik vardı. Elli yıldan beri ilk defa kendini bu kadar rahat hissediyordu. Sanki dünyaya yeniden gelmiş gibiydi. Onu seven kalplerin sıcaklığını, ateşini buluyordu kendinde. Kamboy’un fotoğraftan bakan emin bakışları ona – kendi vefalı güzeline «İyi ki geldin!» diyordu.
Bakü, 2006
Türkçeye çeviri: Alpaslan Demir