175054_178868168822977_4360000_o

Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

Ölüm, en korktuğumuz şey mi? Kişiye göre değişiyor bu görüş. Kimimiz ölümden daha çok korkarken, kimimiz sevgi yokluğundan, çürümüş düşünceden, buzlaşmış duygulardan korkuyor. Bir de ölümü kucaklamak isteyenler var. Acılar içerisinde kıvranan, çaresiz derde düşenler ölümü kurtuluş görüyor. Hasta yakınları da öyle. Ölümü bir gül bahçesi olarak görenlerde var. Korkmuyor gibi görünse de, bu kişilerin içleriyle çelişki yaşadığını fark edebilirsiniz. Gömütler hangimizi ürkütmez, keyfimizi kaçırmaz ki? Oysa tüm canlılar, doğada ki her şey, bir görüntünün içindedirler. Ne görüntüsü derseniz, iki yanı var bunun: Bir yanı yaşam görüntüsü, öbür yanı ise ölüm…
Zamanı durdurmanın bir yolu yok. Geçip gidecek hep, durmayacak bir yerde. Çocukluktan yaşlılığa, değiştirecek sürekli bizi. Çoğu kez kendimizi tanımakta bile güçlük çeker olacağız. Bu süreçte biri bizi bir yerlerde bekleyecek. Nerede derseniz, belli değil. Bunun için yaşlı olmakta gerekmiyor. Beklenen olmak yetiyor ölüme. Zenginlik, yoksulluk herkes için değil. Ama ölüm hepimiz için var. Kimsenin kimseye ayrıcalığı da yok. Bu yüzden midir ki yalnızlık korkutur hep. Belki de ölümden kaçmak, korkumuzu azaltmak için sokulmuşuz birbirimize.
Her ölüm, tanıdığımız birinin yitip gitmesi, bizi ölüm düşüncesi ile karşı karşıya bırakır. Önce kendimiz için korku yaşarız. Sonra sevdiklerimiz, değer verdiklerimiz için gelir duygular. O an yaşam tüm ağırlığını duyurur bize. Yaşamın sevinçleri, yaşam savaşımlarımız bir bir gelip geçer yanı başımızdan. En son geldiğimiz noktada tek bir gerçek kalır ortada: Ölüm tedirginliği… Bir gün nasıl olsa herkes ölecek. Geride derin izler bırakanlar hariç, hepsi unutulacak zamanla. Zaman bunun için akıp gider diyorum hep. Bir nehir gibi sürükleyip götürür, anılarla birlikte. Bir gün hiç olmak, böyle çıkar ortaya. Çok daha ötelerde, bir iki nesil sonra kim bilebilir ki, buralarda yaşam sürdüğünüzü? Gömüt diye sesleneceksiniz belki de. Yıllar hangi gömütleri bırakmış ki bize, seninki kalacak. Belki bir alışveriş merkezi, belki de bir park olacak üstünde. Üstünde diyorum yine, bir yanılgıya düşerek. Acaba sen o gömütte olacak mısın? Bir uyku gibi işte, uyuyup uyanmadığını düşün; ölüme benziyor sanki? Toprak olacağımız söyleniyor. İçimize köklerini yayarak, üstümüzden uzanan ağaçların olması usumuza bu kez bir başka soru bırakıyor: Ağaç sizinle mi yaşayacak, bakacak çevreye, yoksa siz mi ağaç olacaksınız?
Sevgiyi tüm yüreklere yayan Yunus Emre ölüm konusunu şiirlerine yansıtırken insanoğluna da bir açıda seslenişte bulunur : “Bir gün ol Hazrete karşı/Varam ağlayu ağlayu/Azraile hem canımı/Verem ağlayu ağlayu/Çün Azrail ala canım/Geçe benim ömrüm günüm/Kefen ola cümle donum/Geyem ağlayu ağlayu/Ben yürüyem yana yana/Gözüm yaşım döne kana/Bir gün şol karanlık sine/Girem ağlayu ağlayu/Mühür uralar dilime/Zincir uralar koluma/Amel defterim elime/Alam ağlayu ağlayu/Aşık Yunus budur işi/Yoluna fedadır başı/İman et bize yoldaşı/Deyem ağlayu ağlayu” Şiire ilk bakışta Yunus’un ölümden korktuğu, yaşamının son bulmasından üzüntü duyduğu usunuza takılabilir. Oysa Yunus’ta ki derinsel düşünce ve duygu güzelliği bunun tersini ortaya koyar. Ağlayışı, yaratana ulaşacağı için sevincidir aslında. Bir başka şiirinde öbür dünyanın güzelliğinden söz ederken her güzelliğin oluşumundaki gerçek gizeminse Allah’tan kaynaklandığını belirtir. Yine bir şiirinin son bölümünde de asıl sevginin, sevgilinin Hak yolunda çizilen bir ömrün sonunda karşımıza çıkacağını bir Yunus Emre anlayışıyla satırlarına aktarır. “Yunus ver canını Hak yoluna/Can vermeyince canan bulunmaz” Elbet ki, bu yalan dünya, ortaya koyduğumuz güzellikler ve çirkinliklerle bizleri asıl yaşama, her şeyin yaratıcısı Allah’ a ulaştıracaktır. Yaratıldığımız gibi güzel kalabilmişsek ne mutlu o zaman.
Şark – İslam tefekkür tarihinin en değerli temsilcisi Mevlana ise “Tabutum Yürüyünce” şiirinde ölüm gerçeğini olağanüstü bir anlayışla dile getirir: “Öldüğüm gün, tabutum yürüyünce, bende bu dünya derdi var sanma/Bana ağlama, yazıklar olsun, vah vah deme. Şeytanın tuzağına düşersin işte vah vahın sırası, o zamandır, o zaman yazıklar olsun denir. Cenazemi gördüğün zaman, ayrılık deme. Benim buluşmam, görüşmem o zamandır/Beni mezara koyunca elveda elveda demeye kalkışma. Mezar, cennet topluluğunun perdesidir/Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret. Güneşle aya, batmadan ne vakit bir ziyan gelir ki?/Sana batma görünür ama o, doğmadır, parlamadır. Mezar, hapishane görünür ama, canın hapisten kurtulmasıdır/Yere hangi tohum ekildi de bitmedi, yetişmedi? Niçin insan tohumuna gelince bitmeyecek, yetişmeyecek zannına düşüyorsun?” Mevlana’nın toprak ve tohum üzerindeki düşüncesine bir başka şairimiz Karacaoğlan şu dizeleriyle katılır: “Yürü bire yalan dünya/Sana konan göçer bir gün/İnsan bir ekin misali/Seni eken biçer bir gün” Karacaoğlan bir başka şiirinde ise şu görünen yaşamın bir teraziden ibaret olduğunu anlatır bizlere; sevaplar ve günahlar kefesi. “Üryan geldim gene üryan giderim/Ölmemeğe elde fermanım mı var/Ezrail gelmişte can talep eyler/Benim can vermeğe dermanım mı var/Dirilirler dirilirler gelirler/Huzur-ı mahşerde divan dururlar/Haramı var diye korku verirler/Benim ipek yüklü kervanım mı var”
Giz dolu bir kelime bu ölüm sözcüğü… İçi bir okyanus gibi gittikçe derinleşen, gittikçe bulanıklaşan… Bir tek ortak nokta ise toprak. Aşık Veysel’in dediği gibi, “ Bizim sadık dostumuz yalnızca topraktır.” Bizi kucağına alıp, tekrar kavuşma sevinci ile kendine dönüştürecek toprak. İnsan kendini saran çemberin içinde dönüp duruyor gibi sanki. Bizden önce geçmiş zamanlara gidecek olursak, bizim için onlar hiç yaşamamış gibidirler. “İnsanlar yaşatarak yaşar birbirini ve hayat meşalesini birbirine devreder koşucular gibi.” Lucretius’un bu sözü insanoğlunun kısacık olan yaşamını nasılda özetleyivermiş.
Yaşamımızı ölüm kaygısıyla, ölüm düşüncemizi de yaşama sarılabilmek kaygısıyla bulandırıp durmuşuz hep. Dünyaya geldiğimiz günden beri bir yandan yaşamaya, bir yandan ölmeye başladığımız gerçeğine inanmak istememişiz bir türlü. Kolumuzda sürekli taşıdığımız o saatin, yaşamımızı kemiren bir ağaçkakandan farkı ne sizce? Yaşamımızın bir mum gibi eridiğini görmek bazılarımızı mutlu kılıyor ki, altınla, elmasla süslüyorlar o zaman göstergecini. Belki de varlıklı görünmekle kurtaracaklarını sanıyorlardır. Bilmezler ki yaşamın gittiği yolun, yol çalışması, levhası takılmayan çukurları da vardır. Oralarda artık yokuzdur. Kısa ya da uzun, önemli olan yaşamın değerini bilebilmektir. Yaşamı doya, doya yaşamak, onu gökçek kılanda asıl budur. Nasıl olsa bir gün herkes ölecek deriz, gün bugün, saat bu saat… Oysa yaşamın içinde yapılması gerekli görevlerimiz de vardır. Dünyanın tadını, tuzunu, acısını duymalıyız. Biz insanoğluna sunulmuş bu güzellikler içinde zamanı boşuna tüketmeden harcamalıyız. Değersiz çekişmelerle, saçma sapan çıkarcı hesaplarla, yaşamı kendimize zehir etmek bizi çok daha tez tüketir. Bir ot kendisinden çok daha uzun ve kalın kökler arasına incecik kökleriyle uzanır. Oralarda bir parça toprak, birkaç damla su yeter ona. Sonrasını güneşe bırakır. Dev bir çınar kadar mutludur o küçücük dünyasında. Sonunda ot da ölecektir, çınarda. Bakınız bu konuda büyük düşünür Lucretius ne diyor: “Nasıl doğuşumuz bizim için her şeyin doğuşu olduysa, ölümümüz de her şeyin ölümü olacak. Öyle ise, yüz sene daha yaşamayacağız diye ağlamak, yüz sene önce yaşamadığımıza ağlamak kadar deliliktir.”
Oysa çevrede karşılaştığımız onca konular vardır ki, yine çoğumuz görmezlikten geliriz. İnsancıl duygularımız sanki birdenbire bir serçe gibi kanatlanıverir. Daha da yetmez gibi ardına düşer kovalarız onu. Yüreğimiz taşlaşır bir anda. Bir kısmımız yakıştırmayız bu durumu. Hatta böylesi insanlıktan ırak kişilere yaşamı da çok görürüz. Böyle geçer içimizden. Eğer, kötülükleri kötüleri silerek gökçek bir dünya yaratmak istiyorsak, bu da bir noktada çıkış noktası sayılabilir. Çözüm müdür? Elbet ki böyle bir şey düşünülemez derim. Çünkü insan yok etmek için değil, var olanı güzel kılmayla yükümlüdür. İnsan olmak yardım etmek, acıları mutluluklara dönüştürmek için bir çaba değil midir? Doğanın görkemli yapısı karşısında hangimiz bir hayranlık duymayız ki? Duyarız da, neden bu güzellikleri koruma yerine ortadan kaldırmaya, köreltmeye çalışırız? Nedir bu kişide ki karmaşa? Bence her şeyin yüzünde kalan bakışlarımız kadar, derinlere inemeyen düşünce yapımız da suçluluk taşır. Bencilliğimiz, korkaklığımız ve doyumsuzluğumuz yaşamı çoğu yerde düşündürür. Hepimiz yaratanı sonsuz bir sevgiyle sever, ona bağlı yaşarız. Yaratanı severken yarattıkları karşısında nedense aynı özeni göstermekten uzak düşeriz. Güneş, penceremizi ışıtıp ısıtırken, kimin içindir, bir kısmımız düşünmeyiz bile. Doğada olan her şey bizimle konuşmak isterken, kaçımız o sese kulak veririz acaba? Beynimizde taşıdıklarımızla, ortaya koyduklarımız arasındaki bu farklar, düşünürsek ne kadar karşıtlık oluştururlar böyle? Sorular soruları oluşturur hep. Bu durumsa, insan yanımızı büyük ölçüde ortaya koyuverir.
“Son uyku mu? Hayır, ölüm son uyanıştır.” Diyor Scott. Acaba Scott’un dediği gibi ölüm son uyanış mıdır? Ölümle birlikte sanki çaresizliğimizde geliyor, insan olarak. Bu gerçeği yaşamı süresince anlayamayan insanlar ölümün fısıltısıyla kendi gerçeklerine dönseler de, zaman artık yanlarında değildir. Büyük gördükleri yapılarının içinde, öylece düşerler yere. Tüm varlıklarını da geride bırakarak. Ya dost sandıkları insanlara ne demeli? Hepsi bir gömülüşün ardından çekip gitmezler mi? Ya birde, iyilikten yana hiçbir iz bırakmamışlarsa.. .Orhan Veli bu konuya, “Ölüme Yakın” adlı şiiriyle nasılda yaklaşıvermiş: “Ölürüz diye mi üzülüyoruz/Ne ettik, ne gördük şu fani dünyada/Kötülükten gayri?/Ölünce kirlerimizden temizlenir,/Ölünce biz de iyi adam oluruz;/Şöhretmiş, kadınmış, para hırsıymış,/Hepsini unuturuz.”
Yaşam sürecini kısa bulanlar da, sanırım epeyce var aramızda. İnsana sonsuz bir yaşam verilmiş olsaydı, durmadan yaşayacağı için, yapısının değişmezliği ve zekasının darlığıyla, bir yerlerde tıkanıp kalacaktı. Bu tıkanıklıkta, öyle bir tiksinti ile bakacaktı ki çevresine, kendini bile tanıyamaz duruma gelecekti nerdeyse. Umut edilenler bir süre sonra mutsuzluk sofrasını da açacaktı ortaya. Yoksulluk ve acının olmadığı bir yerde zenginlikten, sevinçten ne tat alacak ki insan? Ne olursa olsun yaşam acı ve tatlı yönleriyle anlamlıdır. Sonunda ölüm de olsa. Bir gidiştir yalnızca ölüm. Geri dönüşü olmayan bir gidiş.
Gerçekten ölmeden önce, belki de binlerce kez ölürüz yaşamın derin çizgisinde. Ama her umut, her sevinç bir başka yaşamı koyar önümüze. Ölmeyi göze almak, kendi gerçeklerimizle karşı karşıya getirir bizi. Açan her gül gibi, sen de solarsın, geriden gelen tomurcuklara yer açmak için.