Derin derin baktı Medine ufuklara, derin derin… Sevdasına, umutlarına, acılarına, geçmişine geleceğine baktı. İki damla yaş döküldü kuruyan göz pınarlarından iki damla yaş. Bir ah etti bir ah, yandı yüreği yandı her yan…
Böyle bir yangın vururken kızılca kayayı, kavururken Karataş ardını doğmuştu Medine. Gün belli değil, ay şüpheli. Bilinen güneşin en har zamanıydı. Ve gırgat ağacı dibinde doğduğuydu.
Sanem’di anacığı; güneş karası yüzünde hayatın derin çizgilerini görürdünüz. Bir ayağı aksardı hep… Tarlada gölgelik arayan bir yılan sokmuştu… Kara lastiğini gölgelik sanan bir yılan. “Kızamadım.” derdi anacağı “kızamadım.” Bu sıcakta ne yapsındı hayvancağız. İşte böyle bir anayla yan yana büyüdü Medine. İki göz oda, 5 nüfus. Toprakları akan iki göz dam… Bir de hayallerini büyüttüğü koca bir ayvan.
Yıldızlı gecelerde ta uzak köylerin lambaları parlardı. Yanardı Medine’nin gözlerinde sevdalar, ulaşılmaz aşklar, heybetli kahramanlar…
Hep nineciğinden dinlemişti. “Dede Korkut’u”, “’Yedi başlı Canavar’ı”. Köylünün “Osmanlı Kadın” dediği nineciği Hacer’den. Onun tekerlemeleriyle uyumuştu.
“Gıcır gıcır çebiçler
Yavşanın başını dişler
Gider yaylada yaylar
Gelir ovada kışlar”

Gerçek miydi, hayal miydi bilemezdi Medine. Bildiği, anladığı, duyduğu ve hissettiği o zamanlardan taşıdıklarıydı yanına… Uzak ufuklardan, karlı dağlardan, toprak damlardan taşıdığıydı.
Tarladan eve, fırından çaya geçmişti günler. Medine en çok yaylaya çıkmayı sevdi, en çok yıldızlar altında uyumayı sevdi. Kana kana su içmeyi gözelerden…
Yoruldu tarla yollarında… Derme çatma fırında ekmek yapmayı bekledi, değirmende sıra, çeşmede sıra…
Beklemeyi, sabretmeyi öğrendi… Soğuk derede çamaşır yıkamak eğlenceli geldi ona. Taşlara sürterek hıncını, hırsını çamaşırlardan alır gibi… Moraran parmaklarını, kilden açılan avuçlarını, çiçek sohbetlerle ısıttı, dost gülüşlerini merhem yaptı.
Genç kız oldu, karşı mahalleye vermedi ailesi “uzak” diye. Bir avuç köyün uzağı nasıl olsundu. Yüreğindeki mesafeleri düşününce gülümsedi, Medine. Gidenleri, gelmeyenleri, bedenine yakın gönlüne uzak olanları düşündü, bir hüzün dalgalandı gözlerinde…
Bitişik eve verdiler, Mürsel’e. Öylesine yakın yan yana, can cana. Aynı ırmakta yıkandılar. Koyun kuzu peşinde aynı ekmeği paylaştılar. Ağaçlardan sapan yaptılar, kayalardan kına… Aynı kağnıya bindiler, aynı buluta… Umutları da rüyaları da aynıydı. Devam edecekti hayat, aynı gökyüzü altında. O kadar yakındı Mürsel’e… Ortada kerpiçten duvar. Ses verir, ses alır öksürsen… Ne pişti anlarsın yan odada, hangi hüzün, hangi neşe var bilirsin.
Sevindi anacağı Medine’nin… Kızı dizinin dibinde uyuyacaktı, uzansa saçını okşayacaktı. Esen yellerle kokusunu duyacaktı… Aynı bacadan ısınacaktı, kış geceleri.
Toy düğün kuruldu, sırt sırta verildi. Sırt sırta veren damlar gibi. Sofralar kuruldu. Karınca kararınca bir damdan öbür dama sini sini yemek taşındı.
Sevdalarını gecelere sakladılar. Kaçamak bakışlar atıldı, utandılar sevmekten, utandılar sevdalarını söylemekten. Yeni evine alıştı. Yeni demek alışkanlıktandı. Bildiği tanıdığı yan evdi orası. Ortak umuttu, aynı yazgıydı.
Bir bahar gününde “yüklüyüm” dedi, Mürsel’ine. Utana sıkıla… Tüm çiçekler açtı yazıda. Tüm kelebekler havalandı tarlalarda. Sevindi… Sevindi… Sevindiler…
Mürsel’i o geceden sonra uyuyamaz olmuştu. Medine “mutluluktan” dedi. Geniş ayvanda yakaladı onu. Yalnız ve sessiz uzaklara dalmışken. “Nen var ?” dedi, “Nen var kurban olduğum” Mürsel başındaki şapkayı düzeltti. Dik dursun diye söğüt dallarını önüne yay gibi geçirdi şapkasını… “Ben çocuğumun okumasını isterim” dedi, “Farklı büyümesini” askerde gördüğü büyük şehir çocukları gibi bisikleti olsun istedi. Denize soksun ayaklarını, rüzgârlarla dalgalansın saçları… Medine’de hüzünlendi. Kendi umutlarıydı bunlar, kendi düşleriydi. Ucunu açmadan bohçaladıklarıydı.
Hüseyin Dadaşın oğlunun sözleri yattı Mürsel’in aklına. Hat boylarına gidecekti o da. Telefon direkleri dikmeye. Para para demeyecekti. Yarına saklayacaktı, evladının yarınlarına…
Küçük bir heybeye koydu eşyalarını. Medine kalbini koydu, sevdasını koydu. Çocuğu için ördüğü bir patik koydu heybenin bir köşesine. Bacadan izledi kocasını ta yolun sonuna kadar. “Yazarım” demişti, Mürsel’i.
Yazdı da her ay. Mektuplar aldı ondan her ay, kokulu sevdalı mektuplar. Çadırda kalıyorlarmış. Koca koca direkler dikiyorlarmış yollara. Evlerinden büyük göğe merdiven dayıyorlarmış. Masal gibi, düş gibi…
O ay gelmedi mektup. Bekledi Medine bekledi… Hüseyin Dadaş’ın Veysel’in geldiğini duydu. Koştu koşabildiği kadar. Nenesi koştu, anası koştu, koştu karnında bebesi. Veysel Veysel değildi sanki kör kuyu, kara kaya, sal taştan duvar…
Duymadı Medine… Duymadı nenesi… Duymadı bebesi… Yankılandı sesler. Yankılandı. Çöktü tavan üstüne, çöktü hazan, çöktü duman. “Koca bir direk düştü üstüne” diyordu Veysel. Söylerken karısına. “Çok uğraştık ama nafile” diyordu. Sustu sesler, sustu karnındaki bebe, sustu göğsündeki kalp atışı. Buz kesti uzun ırmak, buz kesti gözyaşları.
O günden beridir o geniş ayvanda, uzaklara bakar Medine. Kocasını bekler, kucağına alamadığı bebesini bekler. Uzaklara bakar hala umutla, aşkla, uzaklara bakar derin derin…