Category: “Kümbet” dergisi

  • KÜMBET DERGİSİ 17. YILINDA 60. SAYISI İLE YAYINDA

    AŞIK VEYSEL’İN DİZELERİNDE OLDUĞU GİBİ ” UZUN İNCE BİR YOLDAYIZ GİDİYORUZ GÜNDÜZ GECE” 1999 YILINDAN BUGÜNE ANADOLU’DAN TÜM DÜNYAYA AÇILAN KÜLTÜR- SANAT PENCERENİZİ KAPATMAMAK İÇİN VAR GÜCÜMÜZLE MÜCADELEMİZE DEVAM EDİYORUZ…

    DEĞERLİ OKURLARIMIZ
    1999 yılından beri kültür- sanat alanında Anadolu’dan bütün dünyaya açılan KÜMBET Dergisi 60. sayısı ile T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı ve sizlerin desteği ile yoluna devam ediyor.2023 yılının bu son sayısında çok değerli yazarlar ve şairler dağarcıklarında biriktirdiklerini gün yüzüne çıkardılar.
    Millî Mücadele sonrası 29 Ekim 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin 100.yılını millet olarak büyük bir coşkuyla kutlarken, Cumhuriyetimizin banisi Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ü de aramızdan ayrılışının 85.yılında rahmetle anıyoruz.
    Bundan 50 yıl önce Büyük Ozan Aşık Veysel’i (1894-1973) kaybetmiştik. Bu yılda Türk Dünyasının bilgesi, Azerbaycan Milli Meclisi Kültür Komisyonu Başkanı Ganire Paşayeva (1975-2023) aramızdan ayrıldı. Dergimizde bu değerlere ayrı bir yer ayırdık.
    Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği’nin 6.yayını olarak Yeşilyurt İçe Milli Eğitim Müdürü, Şair- Yazar Nihat Aymak’ın “Fessiz Kız “adlı eseri Ekim 2023’te okurlarıyla buluştu. Kültür- sanat dünyamıza hayırlı olsun.
    Gazze’de bütün dünyanın seyirci kaldığı özellikle İsrailli askerlerin çocuklara ve kadınlara yaptığı katliamlar büyük acımızdır. Biliyor ve inanıyoruz ki mazlumun ahı yerde kalmayacaktır.
    Prof. Dr. Abdi Yaşar Serin, M. Halistin Kukul, M. Ali Kalkan, Bedrettin Keleştimur, Hami Karslı, M. Necati Güneş, Cengiz Numanoğlu, Hasan Akar, Remzi Zengin, Talat Ülker, Nihat Aymak, Fuat Oskay, Gürel Sürücü, Zeynep Boynudelik, Abdülkadir Türk, Burhan Kurddan, Kumrugül Türkmen Akın, Ömer Özçoban, Merve Nur Maden, Ayla Bağ, Eda Tosun, Fuat Oskay, Ahmet Urfalı, Ulviye Küccük, Murat Tapar, Hasan Basri Atay makale ve araştırmalarını;
    Fazıl Hüsnü Dağlarca, Ganire Paşayeva, M. Akif İnan, Bekir Yeğnidemir, Esra Erdoğan, Mahmut Hasgül, Ahmet Divriklioğlu, A. Turan Erdoğan, Karaoğlan, Sündüs Arslan Akça, Orhan Oyanık, Rasim Yılmaz, Filiz Yüksel, Aşık Obalı, Musa Kabadayı, Hayrettin Yazıcı, Kemal Uslu, Deniz Garipcan, Hava Avcı Köseoğlu, Nihat Tuna, Nevzat Gündoğdu duygu dolu yüreklerinde açan rengarenk çiçeklerini sizlere sundular.
    Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği ve KÜMBET Dergisi Ailesi olarak, 2024 yılının tüm dünyaya ve ülkemize esenlikler getirmesi dileğiyle saygılar sunuyoruz.
    Hasan AKAR
    Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği Başkanı

  • Kumrugül Türkmen Akın.”YAŞAR METİN AKSOY İLE RÖPORTAJ”

    İnsan… Unutan varlık insan… Doğası gereği albenili, farklı, renkli cisimlere dikkat eden varlık. Genellikle, gözünün önünde olan çoğu şeyi fark etmez insan. Tıpkı her gün üzerinden geçip gittiği yolları, toprakları fark etmeyişi gibi. Bilemez oysa bu toprakların altında nice hazineler yatar. Toprağa dokunursun, anlamak için. Yaklaşırsan, kazarsan içinden ne zenginlikleri çıkar. Yapaylığın karışmadığı doğal güzellikler sunar sana. Çünkü kutsaldır toprak. Doğallığını kaybetmemiş nice değerlere sahip bu topraklardan, kültürel değerlerden beslenen ve bu güzellikleri bünyesinde bulunduran mümtaz bir şahsiyet Yaşar Metin Aksoy ile bir röportaj yaptık. Yaptığımız bu çalışmadan büyük bir kıvanç duyduğumu söylemeliyim. Çünkü sorulara verilen cevaplar son derece bilgi doluydu. İnsana bilmediklerini, merak ettiklerini öğrenmek kadar mutluluk verici başka bir şey olabilir mi?
    Soru: Bize kendinizden bahseder misiniz?
    1967 yılında Niksarlı bir ailenin Ankara Hacettepe Tıp Fakültesinde dünyaya gelen ilk çocuğuyum. Benden öncekiler sebepsiz ölünce annem beni Ankara’da doğurmaya karar vermiş. Nüfus cüzdanımda Ankara yazar ama ben kendimi hep Niksarlı olarak gördüm. Niksar’da büyüdüm ve lise son sınıfına kadar okudum. İzmir İnönü Lisesinden mezun oldum. Ankara Ünv. Tıp Fakültesinden 1989 yılında mezun oldum. Sonra sırayla Kars, Ankara, Sivas ve sonra da Tokat’ta çalıştım. 22 yıldır Tokatta Kalp ve Damar Cerrahı olarak çalışıyorum. Bir süre başhekimlik ve Sağlık Müdürlüğü görevlerinde de bulundum. Tıp Fakültesinin yanında İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü mezunuyum. Hobi olarak müzik, ok ve yay yapımı, spor olarak atlı okçuluk yapıyorum. Bestelerim ve romanlarım var.
    Niksar’daki evimiz Türkiye’nin Diyarbakır’dan sonra en büyük kalesi olan kalenin orta surlarına sırtını yaslamıştı. Evin hemen yanı başında tolas adı verilen depolar ve tüneller olduğundan tarihin içerisinde yaşıyorduk. Tüm bunları tamamlayan şey ise mahalle çocuklarını büyüsü altına almış olan okçuluk kültürüydü. Bu kültür ise Cüneyt Arkın’ın Battal Gazili filmlerindeki müthiş okçuluk gösterilerinden besleniyordu kuşkusuz. Basit ok ve yaylar yapar bunlarla oynardık. Dedem marangozluk yapıyordu. Kültürel midir genetik midir bilemem ağaca karşı ilgim hiç eksilmezdi. Bir gün “Gerçek bir yay nasıl yapılır” diye düşünmeye başladım. Merakıma mahalleden hiç bir çocuğun iştirak etmediğini belirteyim. Araştırmacı bir ruhum vardı benim. Niksar Kütüphanesinde zorlukla ulaştığım bir ansiklopedi maddesinde şu kadarcık bir bilgi vardı “Türk yayı kemik, ağaç, sinir ve balık tutkalından yapılıyordu”. İş karışmıştı. Beni kat be kat aşardı. Ortaokul vakti de gelmişti. Mahallede Battalgazilerin birbirine karşı savaştığı oyunlar artık mazide kalıyordu. Maalesef büyümüştük. İlkokuldan sonra gelen bu okul zorluğu nedeniyle birçok eğlencemizin tarihe karışmasına sebep oldu. Tek güzel şey cuma günleri öğleden sonrasındaki dört saatlik ağaç işleri dersi idi. Cuma günlerini iple çekerdim. İskarpela ile bir şeyler oymak, sıkıcı derslerin arasında ilaç gibi geliyordu. Okçulukla bağlantısız gibi görünse de yıllar sonra tuhaf bir şekilde birbirlerine bağlanmıştır.
    2000 yılında Tokat’a taşındık ve muayenehane açtım. Fazladan bir odam vardı küçük bir atölye için. İskarpela takımları dizdim. Tokat’ın eski evlerindeki oyma tavan göbeklerinin kopyalarını yapıyordum. Bu konuda iyi bir yere gelmiştim. Ve 2005’de her şey değişti. Eylül ayıydı. Askeri müzeyi geziyordum. Yaylar vitrininin önünde. Yaylara uzun uzun bakarken vitrinin altında bir A4 sayfasında yayların nasıl kurulacağını gösterir şemayı gördüm. Çocukluğumdaki zorluğu hatırlayıp O eski Türk yayını tekrar yapmaya karar verdim. Kolay mı oldu, hayır… Yerli kaynak yoktu. Osmanlıcadan çeviri yaptık, yurtdışından kitaplar getirttik, çalıştık çabaladık. Adeta bir ölüyü diriltiyorduk. Yay yapımı unutulalı elliye yakın yıl geçmişti. Boynuz, akçaağaç bulmak çok zordu. Mandanın neredeyse nesli tükenmişti. Akçaağacın kesimi yasaktı. Ve balık tutkalı Almanya’dan ithal geliyordu. Bulabildiğimiz kısıtlı bilgiler tatmin edici değildi. Kafayı müzedeki yaya takmıştım. Acaba nasıl bir yapısı vardı. Boynuz ağaç ve sinir hangi oranlarda kullanılıyordu? MR veya tomografi ile incelemek mümkün olur muydu? Yayı izin alıp önce MR’a soktuk lakin görüntüler çok kötü idi. Şansımızı tomografi ile denemeye karar verdik. Tomografiyi çekince elde ettiğim görüntüler inanılmaz derecede bilgi verici olmuştu. Bu konuyu Kore’de 2007’de Dünya Geleneksel Okçuluk Festivali Kongresinde seminer olarak sundum. Zamanla bu tür okçuluk patlama yaptı. Federasyonu dahi kuruldu. Sadece biz değil dünyadaki tüm ilgililer Türklerin bu konudaki uyanışını takip etmeye başladılar. Tokat’ta öğrenciler yetiştirdim. Çin’den, Güney Kore’den Macaristan’a kadar birçok ülkede okçuluk kültürümüzü temsil ettik. On yıl önce de bir at alıp atlı okçuluk sporu yapmaya başladım. Şu an Danişment Gazi Atlı Okçuluk Kulübünün başkanlığını yapıyorum.
    Soru: Tıp ve edebiyat çok farklı alanlar. İkisini ortak nokta olarak hayatınıza almanız nasıl gerçekleşti?
    Roman yazmam tesadüfen oldu. Bir arkadaşım roman yazıyordu. İncelemem için bana verdi. Konu pek güzeldi ama eksik yönler buldum ve kendisinden tamamlamak için izin aldım. Oturup romanın girişine ilaveler yaptım. Sonra da kendi yazdığımı beğendim. Roman yazabileceğimi fark ettim. Bir süre sonra Evliya Çelebi Seyahatnamesinde “Varvar Ali Paşanın İsyanı” hadisesini okurken bir arkadaşım Mahperi Hatun Kervansarayının restorasyonunda bulduğu çok yıpranmış iki ok ucu getirerek onların kervansarayda ne işi olabileceğini sordu. Bu konuya bir cevap vermenin imkânı yoktu. Her şey mümkün idi. Ok uçları duvara saplı halde bulunmuş. Demek ki bir çatışma olmuştu. Bu çatışma ile Varvar Ali Paşa’nın isyanı hakkında bir ilgi kurmaya başladım. Bundan iyi bir film çıkar diye düşünmeye başladım. Oturup senaryo nasıl yazılır diye bir araştırma yaptım ve yazmaya başladım. Ama yazdıkça yazıyordum. Yazdıklarımın hacmi bir senaryoyu kat kat aşınca bunu romana çevirmeye başladım ve ilk romanım olan “Sipahi” böylece ortaya çıkmış oldu.
    Soru: Edebiyata olan ilginizi nasıl, ne zaman fark ettiniz? Etkilendiğiniz şahsiyetler oldu mu?
    Muhtemelen rahmetli öğretmen annemin sayesindedir. Beni okumaya daima teşvik etmiştir. Evde hikâye kitabı hiç eksik olmazdı. Doğum günümde bana ansiklopedi bile hediye etmiştir. Altı cilt ansiklopediyi tamamen okumuştum. 1976’ya kadar televizyonumuz olmadı. Yeni şeyler keşfetmenin tek yolu okumaktı. Ben de okumaya karşı sürekli bir açlık çekerdim. Seçici de değil, ne bulursam okurdum. Sonradan Kemalettin Tuğcu ve Enid Blyton’ın hemen bütün romanlarını, ardından Jules Verne’nin romanlarını okudum. Okul çıkışında halk kütüphanesine uğrar ve kitap okurdum. Kışları hava kararır ben farkına bile varmazdım. Genellikle babam gelir ve beni eve götürürdü. Annem ve babam bana kitap yetiştirmekte zorlanırlardı. Sanıyorum onların öğretmen arkadaşlarının bütün kitapları bizim evden geçmiştir. Ben üç kuruş harçlığını da okumaya yatıran bir öğrenciydim.
    Romanlara karşı olan ilgimi hep muhafaza ettim. Üniversitenin ilk yılında bir kırtasiye dükkânının ardiyesinde birkaç ay kalmak zorunda kalmıştım. Kırtasiyenin sahibi bir edebiyat öğretmeni olan Hami Karslı idi. Allah selamet versin ardiyenin duvarları baştanbaşa kitaplıktı. Burada Fakir Baykurt, Orhan Kemal ve Orhan Pamuk ile tanıştım. Yaşar Kemal ile zaten liseden tanışıyorduk. Böylece Türk Klasiklerine de bir giriş yapmış oldum. Üniversitede iken “Av” dergisinde küçük av hikâyeleri yazarak yazın hayatına giriş yaptım. Ayrıca çeviriler de yapıyordum. Ama Tıp Fakültesi böyle yan uğraşları birlikte yürütebilmek için çok da uygun bir yer değil. Bunları devam ettiremedim. Bütün büyük yazarlardan bir miktar etkilenmişliğim vardır. Ama bana tek bir tane diye sorarsanız “Mehmet Eroğlu” derim. O da “Yarım Kalan Yürüyüş” kitabı sebebiyle.
    Soru: Türk edebiyatına olan katlılarınızı anlatabilir misiniz?
    Belki tarih romanları hususunda mütevazı bir katkım olmuştur. Okumuş olduğum tarihi romanlarda gördüğüm kuru hamaset, tarih yanılgısı, döneme uygunsuzluk, detaysızlık gibi beni rahatsız eden tüm noktaların romanlarımda olmamasına çalıştım. Hikâyeden önce, tarihin bir dönemini okuyucuya aktarmaya ve onun ilgisini daha çok tarihe yöneltmesine gayret ettim. Hiç yaşanmamış şeyleri anlatmak yerine yaşanmış olayları anlatıp bu olaylar arasındaki boşlukları yaşanmış olabilecek hikâyeler ile doldurmaya çalıştım. Tarihe dair öğrendiğim şeyleri de okuyucu ile paylaşmaya çalıştım.
    Soru: Doktorluk gibi bir meslek yaparken edebiyat dünyasına iki roman kazandırmak çok takdire şayan bir tutum. Romanlarınızı hayata geçirmede etkilendiğiniz şahsiyetler mutlaka vardır. Bize bu kişilerden bahseder misiniz?
    Çocukken aklımda iz bırakan büyüklerden, öğrenciliğimde etrafta olan arkadaşlarımdan, hocalarımdan ve sonradan meslektaşlarımdan olumlu veya olumsuz olarak beni etkileyen birçok husus olmuştur. Kafamda bir roman kahramanı tasarlarken bu özellikleri kahramanlara aktarıyorum. Bu kişilerin başında üniversite hocalarımdan birisi var. İsim vermeyeceğim. İlk romanım olan Sipahi’yi yazarken romanın kahramanı olan Süleyman Bey’in mükemmeliyetçiliği hususunu hocamızın bize karşı olan tavırlarından esinlendim Hocamız yaptığımız işi hiç beğenmez ve bunu yüzümüze karşı söylerdi. Kırk yılın başı bir işimizi beğenirse de bunu öyle bir ifade ederdi ki seviyor mu dövüyor mu anlamazdık. Ama işinin erbabı denilen bir hocaydı. Sanırım Süleyman Bey de onun bu yönüne çekmiş.
    Soru: Roman yazarken mutlaka bir ön çalışma yapıyorsunuzdur. Romanlarınızı nasıl oluşturduğunuzu, nelerden etkilendiğinizi, hangi zaman ve olaylardan yola çıkarak yazdığınızı bize anlatabilir misiniz?
    Ben tamamen kurgudan oluşan kitaplar yazmadım. Yazabileceğimi de sanmıyorum. Her iki kitapta da beni onları yazmaya zorlayan ipuçları vardı. Sipahi’de bu ipucu kervansarayın duvarına saplı bulunan iki ok ucu ve geçmişte yaşanan bir isyandı. İkinci kitap olan Yeniçeri de ise daha farklı bir şey oldu. Mora Yarımadasında bir kale var: adı Moton. Osmanlı- Venedik Savaşları sırasında bu kalenin 1500 yılında zaptı esnasında kalede bir kitap bulunmuş. Bu bir tıp kitabı olup içerisinde ok yaralanmalarının nasıl tedavi edileceği konusunda kısa bir bölüm var. Bu kitap saray baş cerrahı tarafından tercüme edilerek Sultan 2. Bayezid Han’a sunulmuş. Bu kitap bir doktora tezi olarak çalışılmış. Ben de o tezi bulup okuduğumda anlatılan tedavi usullerini görünce birden ilham geldi. Kale kuşatmasını, öncesini, çevresinde olan bitenleri ve bu kitabın kaleye nereden ve nasıl geldiğini ve oradan sultana sunulmasına kadar olan bir yolculuğunu yazdım. O sırada Sultanın almak istediği başka kalelerde var iken neden Moton Kalesinde karar kılmıştı? Acaba bu kitabın o kalenin tabibinde olması Moton’un kuşatılıp alınması için bir sebep miydi? Eğer öyleyse bu kitap binlerce yeniçerinin ölmesine değer bir kitap mıydı? Peki, Sultan neden ısrarla bu kitabı ele geçirmek istiyordu? Bunlar benim hayal kurarken kendime sorduğum sorular. Bu soruların cevabını da ikinci kitapta verdim.
    Soru: Roman kahramanlarınızla kendinizi ve yakınlarınızı özdeşleştirdiğiniz oluyor mu?
    Olmaz mı? Kendimin beğendiğim yanlarım kadar beğenmediğim yanlarımı da kahramanlara yapıştırıyorum. Misal benim çok fazla at ile yıkılmışlığım vardır. Sipahi Süleyman’da bir savaşın en önemli anında at ile yıkıldı. Yeniçerinin ikinci kahramanı olan saray cerrahı’da tıpkı benim gibi çok latifeci bir şahıs. Süvari alayının belli başlı askerleri hep benim okçu arkadaşlarım.
    Soru: Yazmayı istediğiniz bir dönem ve anlatmak istediğiniz bir şahsiyet mutlaka vardır. Gelecekte yapacağınız çalışmalarla ilgili bize bilgi verir misiniz?
    En fazla ilgimi çeken dönem 17. Yüzyıl. Sebebi de Evliya Çelebi. O dönem yaşantısı ve askerlerin ortamları hakkında ilginç ayrıntılar veriyor. Muhtemelen yine bu dönemle ilgili bir şeyler yazarım. Sipahi iyi bir baskı sayısı yakaladı. Okurlardan devamının gelmesi yönünde talepler var. Lakin yayınevi Sipahi 2’yi istemiyor. Henüz karar vermedim. Ama muhtemelen tanınmış bir şahsiyet yerine ilk iki romanda olduğu gibi gölgede kalmışlardan bir kahraman veya kahramanlar seçerim.
    Soru: Okuyucularınızla günlük hayatta karşılaştığınız zaman yaşadıklarımızı anlatabilir misiniz?
    Genelde yeni kitap talebi geliyor. Bazen de ilk kitabın hüzünlü sonu konusunda da eleştiriler. İki defa da teknik hata uyarısı geldi ki çok değerliydiler. Böyle bilgili okuyucuların olması çok iyi bir şey. Kaç kişinin gözünden kaçmış bir şeyi bulup bana ulaştırmalarına minnettar oluyorum. Okuyucu ile kitabın sahnelerini konuşup tartışmak çok keyif veriyor.
    Soru: Ülkemizdeki edebiyat çalışmalarını, özellikle roman ve hikâyecilikteki çalışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
    Roman yazarı olmama rağmen edebiyattan oldukça uzak kaldım. Sebebi kırk parçaya bölünmüş olmak. Bu nedenle hataya düşersem affola. Türk romancılığının duraklama devrinde olduğunu düşünüyorum. Hikâyecilik ise takibimde değil. Bunları söylerken çok tedirginim. Sağdan soldan eleştiri okları yemem inşallah. İnternetin ve asri zaman yaşantısının darbe vurmadığı sanat dalı mı kaldı siz söyleyin?
    Soru: Edebiyata olan ilgi ile günlük ilgi gören ancak çok edebi değeri olmayan çalışmaları toplum genelinde incelediğimiz zaman nasıl sonuçlara ulaşıyorsunuz?
    On puanlık uzman sorusu oldu bu. Ben bu sınavdan kalırım ellağam. Şakanın yanı sıra ciddi bir araştırma konusu bu. Bir ürünün değerini yazılmasından yıllar sonra tartışmak lazım.
    Soru: Sizce kıymetli bir okuyucu nasıl olunabilir?
    Doktor Fatih Şua Tapar gibi olunabilir. Ayda birkaç kitap bitirip sonra bunları internet ortamında kendi okuyucularına değerlendiren, bu kitaplardan alıp seçtiği mottoları (vecize) veya hikâyeleri başka yazılarda kullanarak gerek kendi dünyasını gerekse okuyucusunun dünyasını renklendiren bir okuyucu kıymetli bir okuyucudur. Buradan Fatih Bey’e de selamlar.
    Soru: Ülkemiz gençlerinden beklentileriniz nelerdir?
    Tabi ki sosyal medyadan olabildiğince uzak dursunlar. Bir sporu düzenli yapsınlar. En az bir hobi edinsinler. Bir müzik aleti çalmak veya resim yapmak ile mutlaka ilgilensinler. İş sahibi olmak yerine meslek sahibi olmaya çalışsınlar. Kötü alışkanlıklardan uzak durup, kötü arkadaşlıklar kurmasınlar. Allah’ın verdiği devasa hard disklerini bolca yazılım ile doldursunlar ki bir gün işlerine yarar.
    Soru: Hayatı daha anlamlı hale getirebilmek için edebiyat dünyasında ve yaşadığımız toplumda neler yapılabilir?
    Hayata kulak vermemiz ve onu dinlememiz lazım. Hayattaki her varlığın bir dili ve bize anlattıkları şeyler var. Kulak vermiyoruz ve dinlemiyoruz. Çok şey kaçırıyoruz. Onu dinleyip başkalarına anlattıkça edebiyat dünyamız zenginleşiyor. Ben gariban bir doktorum. Edebiyat ilgili ne kadar az konuşursam o kadar iyi. Konuyu uzmanlara bırakıyor ve izzeti ikbal ile çekiliyorum. Teşekkür ederim.
    Sayın Yaşar Metin Aksoy, Kümbet dergisi olarak bize zaman ayırdığınız için çok mutlu olduk. Ayrıca dünyanızın kapılarını bize araladığınız için teşekkür ediyoruz. Edebiyat dünyasında fersah fersah yol almanızı diliyor, şükranlarımızı sunuyoruz.

  • KÜMBET DERGİSİ 16. YILINDA 58. SAYISI İLE YAYINDA

    Tokat Şairler Ve Yazarlar Derneği yayın organı olan Kümbet Dergimizin 58. sayısının dağıtımına başlandı. Bu sayıda dernek başkanı Hasan Akar’ın okuyucuları ile hasbihali şöyle:
    EDİTÖRDEN
    Saygıdeğer okurlarımız Kümbet Dergisinin 2022 yılının ikinci yarısında 58. sayısı ile sizlerle birlikteyiz. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın ve siz değerli kültür-sanatseverlerin katkılarıyla ülkemizdeki ekonomik sıkıntılarının yaşandığı zor bir döneminde taşradan tüm dünyaya sesimizi duyurma gayreti içindeyiz.
    Bu sayımızda derginin kapağında da işaret edildiği gibi beş makale ve dört şiirden oluşan özel Atatürk Dosyasına yer verdik. Araştırmacı-Yazar M. Necati Güneş’in Atamızın na’şının Anıtkabir’e defni sırasında Türk Gençliğinin Temsilcisi olan Anayasa Mahkemesi Eski Başkanlarından Yekta Güngör Özden’le ve Eğitimci-Yazar Mahmut Hasgül’ün Anıtkabir inşaatında çalışan Veteriner Hekim Burhan Yamanoğlu ile (sağlığında) yaptıkları röportajlar;
    Tokat Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı Mehmet Ali Cinlioğlu’nun “10 Kasım 1953 te Atatürk’ün na’şının Etnografya Müzesi’nden Anıtkabir’e nakli törenlerine Tokat’tan katılanlar” ve Araştırmacı –Yazar Remzi Zengin’in “Atatürk’ün Vasiyeti” başlıklı makaleleri ile birlikte dosya içinde Orhan Seyfi Orhon’un “Gidiyor”, Âşık Veysel’in “Ağlayalım Atatürk’e” ve Şerare Kıvrak Yağcıoğlu’nun “Atatürk Yaşıyor” şiirleri;
    10 Kasım 1938’de aramızdan ayrılan Cumhuriyetimizin banisi Atatürk için 21 Kasım 1938’de Tokat ve ilçelerinde yapılan, TC. Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri’nden temin edilen Anma törenlerini yansıtan fotoğraflar yer aldı.
    Prof. Dr. Saim Sakaoğlu, Prof. Dr. Adnan Karaismailoğlu, Halistin Kukul, Sona Çerkez, Osman Ergüden, Sercan Ünsal, Ayfer Atay, Hasan Akar, Gökçen Divriklioğlu Aksoy, Enis Erol, Kumrugül Türkmen Akın, Nurdane Özdemir Sağkan, Sunay Akın, Zeynep Boynudelik, Soner Fiat, araştırma, yazı ve makaleleriyle;
    Hışır Osman Nebioğlu, Ayşe Benek Kaya, Yavuz Doğan, Talat Ülker, Buğra Bıçak, Ahmet Divriklioğlu, Aydın Uzkan, Hasan Fahri Tan, Abdulkadir Bostan, Güller Memmedkızı, İbrahim Seferli, Orhan Tamtürk, Gonca Yılmaz Hatunoğlu dağarcıklarında bulunan birbirinden değerli şiirleriyle dergimize renk kattılar.
    Ayrıca bu yıl Niksar Belediyesi ve Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği işbirliği ile 10.su yapılan “Erzurumlu Emrah’tan Cahit KÜLEBİ’ye Şiir Yarışması ve Niksar’ın Fidanları Şiir Gecesi“ etkinliği dosyasını, Eğitimci Rabia Şahin; Bayrak Şairi Arif Nihat ASYA Anısına 2. Yeşilırmak Şiir –Müzik Programı” dosyasını Eğitimci-yazar Sündüs Arslan Akça; “Niksar Gökçeli Bağ Bozumu Etkinlikleri“ dosyasını Gazeteci-Yazar Fatih Kılıç sizler için hazırladı.
    2023 yılının ülkemize esenlikler getirmesi ve 59. sayımızda buluşmak dileğiyle…
    Hasan Akar
    Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği Başkanı

  • Əməkdar mədəniyyət işçisi Musa NƏBİOĞLU.”“MƏN ELƏ TÜRKÜN RUHUYAM””

    Qovuşacaq bölünənlər, bölgələr,
    Nurlanacaq qaranlıqlar, kölgələr,
    Diriləcək Oğuz xanlar, Bilgələr,
    Türkə səcdə, Türkə təzim olacaq,
    Bugün-sabah dünya bizim olacaq.
    Zəlimxan YAQUB

    “Ruhlar məndə qərar tutub, mən elə Türkün ruhuyam” deyən Xalq şairi Zəlimxan Yaqub’un yaradıcılığında Türkçü¬lük, Türk dünyası mövzusu mühüm yer tutur. Əslində onun yaradıcılığını Türk dünyasından kənar təsəvvür etmək müm¬kün də deyil. Bunu professor Tofiq Hacıyevin dedikləri də bir daha təsdiq edir:
    “Zə¬lim¬xan, Türklük sənin qanına elə ho¬pub ki, sən “Türk” deməyəndə də onun dünyasından xəbər verirsən”. Tənqidçi Əsəd Cahangir deyir: “Zəlimxan Yaqub şeirə Yunus Əmrədən tutmuş Aşıq Ələs¬gərə qədər min illik türk-islam ədəbiyyatı üzərində gəlib. Bu¬na görə onun şeirləri son dərəcə milli olduğu qədər, həm də bə-şəridir. Türk¬lük onun şeirlərinə millilik, İslami düşüncə isə bə¬şə¬rilik gə¬tirir”. Ədəbiyyatşünas alim, Zəlimxan Yaqub yaradı¬cı¬lığından bəhs edən “Əzəl-axır dünya Türkün dünyası” kitabının mü¬əl¬lifi Azər Turan isə belə deyir: “Zəlimxan Yaqubun şeir¬lərində türkün genetik yaddaşı dipdiridir”.
    Böyük Türk dünyasını “bir canın içində min bir cahan” kimi dəyərləndirən, “bir yanda Yəsəvi, bir yanda Teymur – Ulu Səmərqəndəm, qədim Yəsiyəm” deyən Zəlimxan Yaqub yazır:

    Türküstan canımdı,
    Turan varlığım,
    Turanla Quranın
    qafiyəsiyəm!
    (“Qafiyə”)

    Müstəqilliyimizin ilk illərində, torpaqlarımızda qanlı döyüşlərin getdiyi bir vaxtda şair Türkiyəyə gedənlərdən nə istəyir: Türkiyə adlı bir kitab, yaralarımızı tikməyə “işığım, nurum” dediyi İstanbul’dan, Bursa’dan, Ərzurum’dan, Sivas’¬dan iynə, sap, bizi düşündürən dumanlı suallara aydın cavab, Türkün ürəyi boyda ürək gətir, – deyir:

    Bu ürək səndə yoxsa, o meydana girmə sən,
    Ömrünü hədər verib, vaxtını itirmə sən.
    Türkün ürəyi boyda Türkiyə gətirməsən,
    Nə özünə zəhmət ver, nə bizə əzab gətir!

    (“Tapşırıq”)
    İlk dəfə sərhəddi keçəndə keçirdiyi sevinc qarışıq həyə¬canı “Sarp Qapısı” şeirində ifadə edir, “Sarp qapısı, məni burda saxlama”, – deyir:

    Sarp qapısı, apardığım ərmağan,
    Bir ürəkdi, bir qələmdi, bir varaq.

    Türkiyəyə sonrakı səfərlərində isə “Qələmə qurban olum, qisməti qarsa yazdı”, – deyir, Mövlanası “nurlu cahan” olan Konya’nı, Qağızmanın almasını da tərif edir (“Qağızmanın alması”), Ərdəhanı, Ərzurumun yollarını da (“Gecə keçdim Ərzurumun içindən”), Gözəllər gözəli, dünyanın gözlərinin nuru adlandırdığı İstanbulu vəsf etməkdən doymur, “İstan¬bul’a baxırsansa, Çamlıca’dan bax” (“Çamlıca”), İstanbulu gəzməyə, gözəlliyini görməyə iki göz bəs etməz, iki min göz gərəkdir, İstanbulu duymaq üçün insanın qəlbi gərək dünyanın ən möhtəşəm sarayları kimi zəngin olsun, – deyir.

    Bir dəfə görən kimi,
    gördüm demək yaraşmaz!
    İstanbulu gəzməyə,
    Bir ömür bəs eləməz,
    ikinci ömür gərək,
    (“Gözəllər gözəli”)

    İstər Dadaloğlu’ndan yazsın, istərsə də Qaracoğlan’dan, Yunus Əmrə’dən – hamısında eyni məhəbətin şahidi oluruq. Mövlananı Allahdan aşağıda ucaların ucası, ustadlar ustadı, xocalar xocası, Şəms’in könül həmdəmi, “Şərqin ulu qocası” adlandırır (“Mövlana türbəsində”).
    “Sözü bütün dünyaya, səsi Tanrıya” çatan, adı hər bir nə¬silə əzizdən-əziz, atəşi sönməz olan, Türkün “İstiqlal mar¬şı”nı yazan, yaratdığı hər yazı “Haqqın bağrından qopan” şair Məhmət Akif Ərsoyu böyük məhəbbətlə yad edir (“Məh¬¬mət Akif Ərsoyun ev-muzeyində”). “Həsrəti gözünün içinə qədər yeriyən”, əriyə-əriyə bərkiyib, bərkiyə-bərkiyə əriyən, torpağına, kökünə bağlı, qəlbi vətən sarıdan yaralı Nazim Hikmətdən söz açır (“Oxuyuram Nazim Hikməti”).
    Məşhur türk aşığı Səbri Şimşəkoğluna üz tutur:

    Şimşəkoğlu, gəl, bir yazaq yazımızı,
    Şimşəkoğlu, gəl, bir çəkək nazımızı.
    Zəlimxanla qoşa çalaq sazımızı,
    Dünya görsün qalxan kimdi, enən kimdi?
    (“Kimdi”)

    Özünü, qeyrətinə arxalanıb, təmiz, sağlam niyyətlə əbədiy¬yə¬tə doğru yol gedən Türkün nəfəsi, Türkün nəvəsi sayan Zəlim¬xan Yaqub “Qurbanam, Türkə qurban”, – deyir. Başqa bir şeirində isə dünyanı Haqqın yolunda – Tür¬kün yolunda namaza çağırır:

    Dilimdə xeyir-dua, şeirimi yaza-yaza,
    Çağırıram dünyanı haqq yolunda namaza,
    Çağırıram dünyanı Türk yolunda namaza!!!
    (“Qocatəpə camisində”)

    Bakı səmasında Türk şahinlərini görməsindən qürur du¬yan şair bu şahinlərlə birgə torpağıma Ay ruhu, ulduz ruhu, “Azərbaycan” haykıran Atatürkün ruhu gəldi deyir:

    Şahinlərə, ulduzlara
    qucaq açdı,
    Bakı şəhəri –
    Türkün ruhu,
    Turkün ruhu,
    Türkün ruhu gəldi!
    (“Türkün ruhu”)

    Ürəyindəki ağrılarla bağlı Almaniya’ya müalicəyə gedər¬kən yolüstü bir neçə günlüyə İstanbul’da Atatürk köşkündə qalan şair, Atatürk köşkündə keçən günlərim “əlli il sürdü¬yüm bir ömrə dəydi”, – deyir:

    Min kitab yazsan da, demə bəsidi,
    Yaddaşın harayı, ruhun səsidi,
    Allahın şairə hədiyyəsidi,
    Atatürk köşkündə keçən günlərim.
    (“Atatürk köşkündə keçən günlərim”)

    Doğru yoldan azanların, Türkün düzünü tərsə, haqqı nahaqqa yozanların, Türk’ə quyu qazanların səfimizi pozmağa çalışdığı bir vaxtda Türkiyədə ermənilərdən üzristəmə kam¬pa-niyasına başla¬yan¬lara kəskin etirazını bildirir:

    Yaxşı bilir doğu, batı,
    Hardan gəlir Türkün zatı.
    Əldən verməz ehtiyatı,
    Türk yağıdan üzr istəməz.
    (“Türk yağıdan üzr istəməz”)

    Şeirləri ilə Türk dünyasının xəritəsini cızır, tarixi keçmi¬şimizi gözlərimiz önündə canlandırır. Bu məqamda özü də sanki tarixçi-alimə dönür gözlərimizdə.
    Dəmir qapı Dərbənddən danışanda yana-yana deyir ki, bir yerdə ki, sevinc dərdə qənim deyil, iz mənim, naxış mənim olsa da, “Vətən ətri verən gülü, Vətən dadan suyu” yoxdu, içi içimə, çölü çölümə oxşamırsa, “mənim dilimdə danışır, mənim dilimə oxşamır”sa, “məclisində ozanı, məscidində əzanı”, qalaq-qalaq dərdini olduğutək yazanı yoxdusa, Vətən qürbətə dönübsə, “Mənim olan mənim deyil”:

    Dərbənd dərdin yekəsiymiş,
    Yadın yağlı tikəsiymiş.
    Ağrıları parça-parça
    Ciyərimi sökəsiymiş,
    Bu mənim Vətənim deyil.

    “Mənim dərdim siyasətin küpəgirən qarısında”dır, dərdimiz təkcə Dərbəndlə bitmir deyir:

    Borçalı da bu gündədi,
    Təbriz də, Kərkük də belə.


    Kök mənim, budaq özgənin,
    Baş mənim, papaq özgənin.
    Çiçəyi çəmənim idi,
    Libası kəfənim idi,
    Torpağı vətənim idi.
    Dünənə bax, ay eloğlu,
    Sənin idi, mənim idi.
    Bu mənim Vətənim idi,
    Bu mənim Vətənim deyil!
    (“Dərdim – dəmirqapı Dərbəndim”)

    “Mən öləndə üzümü Borçalıya çevirin” deyən şair Bor¬çalı harda yerləşir deyənlərə cavab verir ki, Borçalı arzu¬muzun nübarında, könlümüzün qübarında, əlimizin qaba¬rında, alnımızın tərin¬dədir. Borçalı çiçəklərin zərində, yer üzündəki səkkiz cənnət¬dən birindədir və o hər “ağlı aza, kefi saza, dayaza” görünməz, çünki yeri şairin könlünün ən dərinindədir (“Borçalı harda yerlə-şir”). Və deyir ki:

    Kərkükü, Dərbəndi xatırlamazdım,
    Əgər Borçalıda doğulmasaydım.
    (“Dərbənddən gəlirəm”)

    Bir vaxtlar laylası çalınan, şeiri oxunan, cinası ilmə¬lənən, təcnisi toxunan, balı dodaqlardan süzülən, çeşməsi quru¬mayan, suyu bulanmayan, dünyaya Dədə Ələsgəri bəxş edən Göyçəni bir yay günündə gəzib taleyindən halı olan, “Köküm Borçalıda, özüm Göyçədə” deyən Zəlimxan Ya¬qubun “göyüm-göyüm göy¬nə¬yən”, sızıldayan yarasına çevrildi Göyçə XX əsrin sonlarında:

    Göyçə dərdi döndü coşqun sellərə,
    Bilən bilir, kim axıtdı, kim axdı.
    Hey fikirləş, sonu yoxdu bu dərdin,
    Zaman-zaman çözələnən yumaqdı!

    “Divar və çay” şeirində bir vaxtlar Alman xalqını iki yerə bölən Berlin divarları önündəki düşüncələrini ifadə edir və bu divarları millətimizi ikiyə bölən çayla müqayisə edir:

    Bir dövləti ikiyə
    bölən divar yıxıldı;
    Bir milləti ikiyə
    bölən çayı neyləyək?

    Bu gün dünyada baş verən proseslərə də biganə qalmır şair. Neçə il əvvəl yazılsa da, bu gün dünyada baş ve¬rən siyasi burul¬ğanlar zamanında da aktuallığını saxlayan “Bir kövrək havadı sazımda Kərkük” poemasında son illərdə İraqda cərəyan edən proseslərə diqqəti çəkir, burdakı Türk¬lərin taleyindən narahatlığını dilə gətirərək “Qarabağın dalınca gedən Kərkü¬küm” deyə haray çəkir. Şair yaxşı bilir ki, demokratiya pərdəsi altında qərbin dəstəyi ilə şərqdə cərəyan edən hadisələrin əsas hədəfi Türki¬yədir, türklərdir:

    Qürbət qəm gətirən qəmxanə sözdü,
    Vətən işıq sözdü, pərvanə sözdü.
    İran da, İraq da əfsanə sözdü,
    Türkün başındadı xatalar, lələ.

    Doğmaların bir-birinə uzaqdan uzaq olduğunu, Vətənin qür¬bətə çevrildiyini, öz evinin içində talesiz qonağa çevri¬lənləri, Tür¬kün torpağına qənim kəsilib, qanına susayanları görəndə Türkün iqlimdən-iqlimə at oynatdığını, şanlı tarixini xatırladır, “Hardasan Türk oğlu, harda yatmısan”, – deyə haray çəkir, təkcə şanlı keçmişimizlə öyünməyin bu gün az olduğunu deyir:

    Keçmişə güvənmək bir təsəllidi,
    Yapışma tarixin daş yaxasından.
    Türk oğlu, düşmənin bizə bəllidi,
    Qurtar Kərkükümü dərdin yasından.

    Qarabağın da Ərbil, Mosul taleli olduğunu xatırladan şair “Borçalıtək könül varı talan” olan, “namazını Türkə sarı qılan”, “taleyində bir İngilis barmağı” olan Kərkükə, Kər¬kük¬lülərə deyir ki, “Borçalıyam, nə çəkirəm mən bilirəm”, Kərkükün, Bayatın, “tərsinə işləyən saat”ın nə demək olduğunu mən bilirəm, çünki mən də vətəni qürbətə dönən¬lərdənəm. Bu gün Türkün üzləşdiyi problemlərin səbəbini və onu yaradanların ünvanını da cəsarətlə göstərir:

    Hər gün unudulur, qeybə çəkilir,
    Kişi oyunları, mərd oyunları.
    İndi başqa cürə oynanır, lələ,
    Şahmat oyunları, nərd oyunları.
    Usta hazırlanıb, asta qurulub,
    Quzu oyunları, qurd oyunları.
    NəTtürkün, nə Kürdün günahı yoxdu,
    “Ağ ev”dən başlanır, “Ağ ev”dən gəlir
    Bu Türk oyunları,Kkürd oyunları.
    Türkün başındadı, Türkün başında,
    Ərəb oyunları ,Fars oyunları.

    Şair deyir ki, doğu ilə batını qucaqlayıb göyün yeddi qatını silkələyən, bu gün Haqq yolunda yürüyən Türkü nə ayaz, nə bo¬ran, nə də bürkü qorxuda bilməz. “Dur yəhərlə ərənlərin atını”, – deyə Türkü Haqq işi uğrunda mübarizəyə səsləyir, “hardan gəlib ha¬ra getdiyini bilən” yolda inamla addımlamağa çağırır. “Dur yəhərlə ərənlərin atını”, qurtu¬luşun yolları döyüşdən keçir, deyir, öz qanından qorxanı Türk saymır və Gilqamışdan, Alpamışdan, Ma¬nasdan geri qalmayan yeni qəhrəmanlıq dastanı yaratmağa ruhlandırır:

    Atilla’dan Atatürk’ə gələn yol,
    Qalxan olsun, başın üstə, qalxan, Türk!
    Çanaqqala Malazgirdin davamı,
    Türk deyil ki, öz qanından qorxan Türk!
    Təmiz süddən mayalansın, doğulsun,
    Mete kimi, Oğuz kimi bir xan, Türk!
    Yaddaşında sıralansın, anılsın,
    Ərtoğrul bəy, Osman Qazi, Orxan Türk!
    Yenə Tanrı dağlarını qucaqla,
    Dağlar olsun səngərin Türk, arxan,Türk!
    Döyüşən Türk, oyanan Türk, qalxan Türk!
    (“Döyüşən Türk, oyanan Türk, qalxan Türk”)

    “İlk andımız, son andımız Turandı” kimi bir inama söykənib bu müqəddəs yolda “şəhid verin, qurban verin, can verin, cansız¬lara şah damardan can verin” deyərək müba¬ri¬zəyə səsləsə də, eyni zamanda tələsməməyi, təntiməməyi də məsləhət görür. İnanır ki, tarix bir az haqq sözündə ləngisə də, “vaxt Təbrizin, dünya ərkin dünyası, yol Tanrının, haqqı dərkin dünyası”dır, Çin səddini aşanlar yenə qayıdacaq və “əvvəl-axır dünya Türkün dünyası” olacaq. Sadəcə, bu yolda üç gün, beş gün gec-tez ola bilər. İnanır və oxucusunu da inandırır ki, Oğuz xanlar, Bilgələr diriləcək, qaranlıqlar nurlanacaq, bölünənlər qovuşacaq, yeni mizan, yeni düzən – Türkə təzim, Türkə səcdə olacaq:

    Qovuşacaq bölünənlər, bölgələr,
    Nurlanacaq qaranlıqlar, kölgələr,
    Diriləcək Oğuz xanlar, Bilgələr.

  • Yahya AKENGİN.”TÜRK DÜNYASI MARŞI”

    Türk cumhuriyetlerinin bağımsızlığının 30. yılı dolayısıyla

    Al atların üstünde yola çıkmış Altay’dan,
    Terkide yükü yağmur, güneş, rüzgâr ve kalkan
    Orhun’da akşam etmiş, Seyhun’da ağarmış tan
    Ardında yurt, ufkunda tüter bir yeni vatan

    Kılıcın kıvılcımı düşer cemredir diye,
    Yere, havaya, suya, bir de yıldıza, aya

    Kişner Tanrıdağları, tutar dizgini Hazar
    Evleri çadırdandır, sarayıdır destanlar
    Her mevsimi kuşatır, töreler, ulu toylar
    Oğuz oğlu, adı Türk, Tunalarda namı var

    Biçerek kumaşını boydan boya dünyanın,
    Ayyıldızla donatmış göğsünü üç kıtanın

    Dağıtıp karanlığı konmuş ıssız acuna,
    Yiğit demircileri salmış Ergenekon’a
    Kalkıp gündoğusundan ulaşmış batısına,
    Erenlerin duası alplerin pusatına

    Geçerek köprüsünden yiğitlik meydanının,
    Yürümüş yollarında nazlı kızılelmanın

    Yedi iklimli millet, soyadı Türk dünyası
    Ak alnındaki nişan, cihangirler tuğrası
    Hem barış hem şereftir her devirde rüyası
    Dostluklara geçittir Türk’ün sırlı dünyası

    Derin kurt bakışıyla taramış da uzayı,
    Nakış etmiş ruhuna, hem yıldızı hem ayı.

  • İbrahim Sağır.”ŞAİRLER”

    Hayali gerçeğe merdiven yapar,
    Sözlerden inciler dizer şairler.
    Kul olmaz kullara, Bir Hak’ka tapar,
    Doğrunun izinde gezer şairler.

    Mana denizinde kulaç atarlar,
    Ehli dosta özgü sevgi satarlar,
    Hoşgörü harcıyla saray çatarlar,
    Mısrayı ustaca bezer şairler.

    İncelik sırrını bilirler dilin,
    Sezerler derdini gönül ehlinin,
    Amansız hasmıdır mana cehlinin,
    Sevgiden, barıştan yazar şairler.

    Edebi içerler ar çeşmesinden,
    Sularlar yüreği yar çeşmesinden,
    Seherde şakıyan bülbül sesinden,
    En içli nağmeyi sezer şairler.

    Diyardan diyara konup göçerler,
    Güzelliğe dilde kapı açarlar,
    İnsanlığa fikir, ışık saçarlar,
    Şiiri imbikten süzer şairler.

    /Bir Kapıdan Bir Kapıya-2006/ s:98

  • KÜMBET DERGİSİ 17. YILINDA 57. SAYISI İLE YAYINDA

    EDİTÖRDEN

    Değerli kültür-sanat dostları; 2022 yılında 57. sayımızla sizlerle birlikteyiz. 1999 yılından itibaren sizlerin büyük ilgi ve desteğiyle bugünlere ulaşan KÜMBET Dergisini, Kültür ve Turizm Bakanlığı bu yıl da Süreli Yayınlar aboneliğine kabul etmiştir.

    Bu sayımızda derginin kapağında da görüldüğü gibi Nevruz Dosyalarına ağırlık verdik. Çünkü Nevruz Türk dünyasında en önemli kutlamalardan biri olan ve baharın gelişiyle birlikte kültürel açıdan da Türklerin birliğini, beraberliğini pekiştiren ve sembolize eden büyük bir bayramdır. Bu güzel bayram hepimize kutlu olsun.

    Bu dosyamızı Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ali Akar, Muş Alparslan Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Tamella Aliyeva Abbashanlı, Araştırmacı-Yazar Yavuz Gürler, Emekli Öğretim Üyesi Yard. Doç. Dr. Doğan Kaya, Araştırmacı –Yazar Alev Alatlı ve Araştırmacı-Yazar M. Necati Güneş hazırladılar.

    Nevruz Dosyasını, TÜRSAB Başkanı Yahya Akengin, Emekli Vali, Şair Ayhan Nasuhbeyoğlu, Emekli Öğretim Üyesi Yard. Doç. Dr. Mehmet Yardımcı, Şair-Yazar Ahmet Divriklioğlu ve Şair Mustafa Akkaya Nevruz gibi her baharda bin bir güzellik açan şiirleriyle renklendirip, bütünleştirdiler.

    Diğer çok değerli; dosyaları Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İbrahim Tüzer,  Emekli Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Özbalcı, TRT İstanbul Radyosu Sanatçısı Hüseyin İpek, Yazar Ahmet Özdemir, Ekonomist-Yazar Rüştü Bozkurt, Araştırmacı-Yazar Hasan Akar, Mimar, Araştırmacı -Yazar Yasemin Dutoğlu, Azerbaycan’dan Yazar Tural Sahap, Musa Nebioğlu ve Adalet Rasulova, Araştırmacı-Yazar Hasbi Şahin, Şair Merdin Yıldırım, Araştırmacı-Yazar Ayla Bağ, Eğitimci-Yazar Celalettin Çınar, Araştırmacı-Yazar Burhan Kurddan, Araştırmacı-Yazar Yakup Kadri Bozalioğlu sizlerin istifadenize sundular.

    Dergimize şiir gönderen memleketimizin değerli şairleri arasında; Halistin Kukul, Bedrettin Keleştimur, Mahmut Hasgül, Sündüs Arslan Akça, Rasim Yılmaz, Kumrugül Türkmen Akın, Abdulkadir Türk, Çetin Oranlı, Şeyhmus Çiçek, Memik Kömekçi, Reşide Aran, Mehmet Tüter, Merve Nur Maden ve küçük şairimiz Ecem Zeynep Ekici yer aldılar.

    Bütün dünyayı sağlık açısından olduğu gibi kültür-sanat faaliyetleri bakımından da olumsuz etkileyen salgın hastalıklar sebebiyle iki yıldan beri ara verilen “Cahit KÜLEBİ Memleketime Bakış Şiir Yarışması”nın 10.su Niksar Belediyesi ve Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği işbirliği ile bu yıl gerçekleştirilecektir.

    Ülkemizin saygın dergileri arasında yer alan KÜMBET Dergisi’nin yayın hayatında sürdürebilirliği hususunda büyük destek veren T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’mıza, Nevruz Dosyası için fotoğraf desteğinde bulunan TÜRKSOY’a, makaleleri, şiirleri ile kültür ve sanatımıza büyük katkı sağlayan değerlerimize ve okuyucularımıza ayrı ayrı teşekkür ediyoruz.

    58. sayımızda buluşmak dileğiyle.

                                                              Hasan Akar                                                                    Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği Başkanı

    Not: Dergimizi http://www.tosayad.org.tr/pdf/kumbet_57.pdf linkinden okuyabilirsiniz

  • KONGRE İLANI

    Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği’nin olağan kongresi 17 Nisan 2022 Pazar günü, saat: 16.00’da Tokat Bey Sokağı’nda bulunan Osman Paşa Konağı’nda yapılacaktır. Çoğunluk sağlanamadığı takdirde aynı yer ve saatte 24 Nisan Pazar günü gerçekleştirilecektir. 

    GÜNDEM:

    1. Açılış ve yoklama

    2. Divan kurulunun teşekkülü

    3. 2021-2022 yıllarına ait Yönetim Kurulu Faaliyet Raporunun okunması ve ibrası

    4. 2021-2022 yıllarına ait Denetleme Kurulu Faaliyet Raporunun okunması ve ibrası

    5. Yeni yönetim kurulu ve denetleme kurullarına üye seçimi

    6. Dilek ve temenniler

                                                                                               Hasan Akar

                                                       Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği Yönetim Kurulu Başkanı

  • Azərbaycan Aşıqlar Birliyinin katibi Musa NƏBİOĞLUnun məqaləsi “Kümbet” dərgisində işıq üzü görüb

    Azərbaycan Jurnalistlər Birliyi Sumqayıt şəhər təşkilatı tərəfindən gerçəkləşdirilən “Türkiyə-Azərbaycan ədəbi-mədəni əlaqələrinin inkişafına dəstək” layihəsi çərçivəsində Azərbaycan Aşıqlar Birliyinin katibi, “Ozan dünyası” jurnalının Baş redaktoru, Əməkdar mədəniyyət işçisi Musa Nəbioğlu “Elə Türkün ruhuyam” adlı məqaləsi Qardaş Türkiyə Cümhuriyyətinin Tokat şəhərində fəaliyyət göstərən TOSAYAD (Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği) rüblük orqanı “Kümbet” eğitim, kültür, sanat ve edebiyat dergisinin 57 yeni sayında dərc olunub.

    “Türkiyə-Azərbaycan ədəbi-mədəni əlaqələrinin inkişafına dəstək” layihəsinin rəhbəri, müəllifi koordinatoru və məsul katibi Azərbaycanın Mədəniyyət və Ədəbiyyat Portalının Mətbuat xidmətinin rəhbəri, Azərbaycan Jurnalistlər Birliyinin üzvü, “Kümbet” və “Usare” dərgilərinin Azərbaycan təmsilçisi, “Kardelen” üçaylıq mədəniyyət, ədəbiyyat və sənət dərgisi yazarı, şair, tərcüməçi, publisist, jurnaist, gənc yazar Kamran Murquzov, məsləhətçisi isə Azərbaycan Respublikası Təhsil Problemləri İnstitutunun Kurikulum Mərkəzinin böyük elmi işçisi, filologiya üzrə fəlsəfə doktoru, Azərbaycan Jurnalistlər Birliyi Sumqayıt şəhər təşkilatının Gündəlik Analitik İnformasiya Agentliyinin (gundelik.info) və Azərbaycanın Mədəniyyət və Ədəbiyyat Portalının (edebiyyat-az.com) Məsul katibi, şairə-publisist Şəfa Eyvazdır.

    Azərbaycanın Mədəniyyət və Ədəbiyyat Portalının Mətbuat xidməti və İctimaiyyətlə Əlaqələr şöbəsi

  • Ədəbiyyatşünas Ədalət Rəsulovanın məqaləsi “Kümbet” dərgisində işıq üzü görüb

    Azərbaycan Jurnalistlər Birliyi Sumqayıt şəhər təşkilatı tərəfindən gerçəkləşdirilən “Türkiyə-Azərbaycan ədəbi-mədəni əlaqələrinin inkişafına dəstək” layihəsi çərçivəsində Azərbaycan Milli Elmlər Akademiyası (AMEA) Nizami Gəncəvi adına Ədəbiyyat İnstitutunun əməkdaşı, ədəbiyyatşünas  Ədalət xanım Rəsulovanın “Yusif Vəzir Çəmənzəminlinin hekayələrində mənfiliklərin ifşası” adlı məqaləsi Qardaş Türkiyə Cümhuriyyətinin Tokat şəhərində fəaliyyət göstərən TOSAYAD (Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği) rüblük orqanı “Kümbet” eğitim, kültür, sanat ve edebiyat dergisinin 57 yeni sayında dərc olunub.

    “Türkiyə-Azərbaycan ədəbi-mədəni əlaqələrinin inkişafına dəstək” layihəsinin rəhbəri, müəllifi koordinatoru və məsul katibi Azərbaycanın Mədəniyyət və Ədəbiyyat Portalının Mətbuat xidmətinin rəhbəri, Azərbaycan Jurnalistlər Birliyinin üzvü, “Kümbet” və “Usare” dərgilərinin Azərbaycan təmsilçisi, “Kardelen” üçaylıq mədəniyyət, ədəbiyyat və sənət dərgisi yazarı, şair, tərcüməçi, publisist, jurnaist, gənc yazar Kamran Murquzov, məsləhətçisi isə Azərbaycan Respublikası Təhsil Problemləri İnstitutunun Kurikulum Mərkəzinin böyük elmi işçisi, filologiya üzrə fəlsəfə doktoru, Azərbaycan Jurnalistlər Birliyi Sumqayıt şəhər təşkilatının Gündəlik Analitik İnformasiya Agentliyinin (gundelik.info) və Azərbaycanın Mədəniyyət və Ədəbiyyat Portalının (edebiyyat-az.com) Məsul katibi, şairə-publisist Şəfa Eyvazdır.

    Azərbaycanın Mədəniyyət və Ədəbiyyat Portalının Mətbuat xidməti və İctimaiyyətlə Əlaqələr şöbəsi

  • Azərbaycanlı yazıçı Tural Sahabın hekayəsi “Kümbet” dərgisində işıq üzü görüb

    Azərbaycan Jurnalistlər Birliyi Sumqayıt şəhər təşkilatı tərəfindən gerçəkləşdirilən “Türkiyə-Azərbaycan ədəbi-mədəni əlaqələrinin inkişafına dəstək” layihəsi çərçivəsində Azərbaycanın Mədəniyyət və Ədəbiyyat Portalının Baş redaktor müavini, istedadlı yazıçısı Tural Sahabın “İnsanıstan” adlı hekayəsi Qardaş Türkiyə Cümhuriyyətinin Tokat şəhərində fəaliyyət göstərən TOSAYAD (Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği) rüblük orqanı “Kümbet” eğitim, kültür, sanat ve edebiyat dergisinin 57 yeni sayında dərc olunub.

    “Türkiyə-Azərbaycan ədəbi-mədəni əlaqələrinin inkişafına dəstək” layihəsinin rəhbəri, müəllifi koordinatoru və məsul katibi Azərbaycanın Mədəniyyət və Ədəbiyyat Portalının Mətbuat xidmətinin rəhbəri, Azərbaycan Jurnalistlər Birliyinin üzvü, “Kümbet” və “Usare” dərgilərinin Azərbaycan təmsilçisi, “Kardelen” üçaylıq mədəniyyət, ədəbiyyat və sənət dərgisi yazarı, şair, tərcüməçi, publisist, jurnaist, gənc yazar Kamran Murquzov, məsləhətçisi isə Azərbaycan Respublikası Təhsil Problemləri İnstitutunun Kurikulum Mərkəzinin böyük elmi işçisi, filologiya üzrə fəlsəfə doktoru, Azərbaycan Jurnalistlər Birliyi Sumqayıt şəhər təşkilatının Gündəlik Analitik İnformasiya Agentliyinin (gundelik.info) və Azərbaycanın Mədəniyyət və Ədəbiyyat Portalının (edebiyyat-az.com) Məsul katibi, şairə-publisist Şəfa Eyvazdır.

    Azərbaycanın Mədəniyyət və Ədəbiyyat Portalının Mətbuat xidməti və İctimaiyyətlə Əlaqələr şöbəsi

  • Vedat FİDANBOY.”GÖZLER DEĞİL AĞLAR YÜREK”

    (AŞKA AĞIT)

    Gözler değil, ağlar yürek

    Yok olmaya başlarsa aşk.

    Dünyamıza kalmaz gerek;

    Yok olmaya başlarsa aşk.

    Görmez olur oğlan kızı,

    İmhâ eder çoklar azı,

    Âşıklarım çalmaz sazı

    Yok olmaya başlarsa aşk

    Ağyâri yâr, cânân sanır,

    Bülbül gülü pek zor tanır,

    Zevkler biter, dert şahlanır,

    Yok olmaya başlarsa aşk.

    Vermez ışık mehtâp aya,

    Hasret kalır toprak suya,

    Hiçbir gönül tutmaz maya,

    Yok olmaya başlarsa aşk.

  • Rasim YILMAZ.”YILDIZ DAĞI”

    Zirvelere sevdalı kışlara âşık gibi

    Bembeyaz umutları taşıyor Yıldız Dağı

    Bulutlar üzerinde gezer al ışık gibi

    Efsanevi düşleri yaşıyor Yıldız Dağı.

    Bilinmez suyunda mı havasında mıdır giz

    Semasında dolanan kuşlar ürkek ve sessiz

    Mısralara seslenen şairin resmini çiz

    Üstüne kar doldukça ışıyor Yıldız Dağı

    Sivas2ın sinesine yaslanınca otağı

    Pir Sultan’ı, Kerem’i yaşatıyor o çağı

    Neşeyle dolaşırken üstünde birlik bağı

    Kederi tasayı aşıyor Yıldız Dağı

    Eğlenir kucağında börtüşü böcekleri

    Doğasını görenler unutur gerçekleri

    Delince toprağını aşkla kar çiçekleri

    Bambaşka umutlarla coşuyor Yıldız Dağı

  • Ayla Bağ.”UD YAPMA USTASI BASRİ YILDIRIM”

    21 Şubat 2021 günü, bir ulu çınarı, kültür hazinesi ud ustası Basri Yıldırım ustamın vefatını üzüntüyle öğrenmiş bulunmaktayım.

    Kederli ailesine Allah’tan rahmet diliyorum, mekânı cennet olsun yakınlarına sabırlar diliyorum.

    18 Aralık 2016 Pazar günü yaptığım söyleşiyi sizlerle paylaşıyorum.

    “Zanaatkârlarımız; Anadolu’nun mayası olan bu topraklarda yerel tohumların içinde evrensel değerleri barındıran birer hazinedir” Böyle bir güzelliği tanıdığım için çok mutluyum. Güler yüzüyle babacan tavrıyla bizi karşılaması ve misafir etmesi kalbinin kapılarını sonuna kadar açıp duygularını ve tecrübelerini bizimle yürekten paylaşması benim için çok önemli ve mutluluk vericiydi.

    Basri Yıldırım ustamın hayat hikâyesinden öğreneceğimiz çok şey var.

    1934 doğumlu Basri Usta söze şöyle başlıyor:

    “Üç çocuk babasıyım. 15 sene ayakkabıcılık yaptım çocukları okuttum kızım. 15 sene inşaatlarda çalıştım çocuklarımı evlendirdim. Yurt dışında 6 sene kaldım vatan hasretine dayanamadım geri döndüm. Aslen Abaza Çerkezi’yim, Kafkaslardan gelmişiz. Alan köyüne yerleşmişiz. 45 yıldır Tokat’tayım. Emekli olduktan sonra görerek merak üzerine bu sanatı öğrendim. Aslında ayakkabı yapıştırma ustasıyım. 82 yaşındayım 84’üncü udumu yapıyorum.

    Ud yapımında kullandığımız ağaçlar genellikle maun, venge, ceviz, gürgen, şahşup ağacı, selvi ve gül ağacından yapılır.

    Yanımda birçok usta yetiştirdim. Bu sanatı Türkiye’de yapan 300 kişiden birisiyim.

    Eskiden Süryaniler, Ermeniler yaparmış bu sanatı. Şimdi o ustalardan kalmadı. Kültür bakanlığı zanaatçısıyım. İnsanları çok seviyorum.

    Buradan gençlere sesleniyorum. Birbirlerini kırmasınlar, incitmesinler, dedikodu yapmasınlar. Herkesin bir hayali olsun.

    Hayalsiz insan bitkiden sayılır.

    Benim hayalim Türkiye’mizin iyi olmasını hayal ediyorum. Kökenimiz bir, ayrımız gayrımız yok, bir olalım iri olalım, diri olalım.

    Sivas, Tokat, Ankara’yı çok iyi bilirim. Malatya’yı da çok severim. İnsanı halkı temiz şehirlerdir buralar.

    Gül deyince aklıma sevgi gelir. Fedakârlık vara yoğa katlanan insan, karım gelir aklıma.” diyor Basri usta.

    Tokat’ta Taşhan’daki dükkânında zanaatını yaşatmaya çalışan Basri amca aynı zamanda böbrek yetmezliğinden diyalize giriyor ama bu hastalık onu hiç yıldırmamış. “sabahleyin diyalize gidiyorum öğleden sonra dükkânı açıp çalışıyorum kızım üretmek beni mutlu ediyor.” derken ondaki azmi ve hayata bağlılığını görmek yaş yetmiş, iş bitmiş sözünü çöpe attırıyor. Teşekkürler Basri amca bize yaptıklarınla, yaşamınla örnek olduğun için. “Bir işten sıyrıldığında, dinlenmek için başka bir işe koş” ayetinin yaşayan bir örneği olarak bize gerçeği hatırlattığınız için çok çok teşekkür ederim.

    Vefatından altı ay sonra

    25 Ağustos 2021 günü görüştüğüm oğlu Dr. Hasan Yıldırım’dan 86 yaşında hayata gözlerini yuman Basri Yıldırım ustamı dinleyelim:

    “Ben büyüyünce babam gibi olmak istedim. O, çok idealist özel bir adamdı. Herkesin babası özeldir ama benim babam gerçekten çok güzel bir adamdı. Pala bıyıklı, sekiz köşe kasketiyle, ayakkabısı boyalı, takım elbiseli temiz bir adamdı. Bizi çok özgür büyüttü. Baskı yapmazdı. Hiç haram yemedi. İnşaat ustalığı ve ayakkabı ustalığı yaptı yıllarca. Çocukları çok severdi.

    Dükkâna gelen çocuklara şeker ikram eder kolonya dökerdi. Babam emeğiyle yaşayan bir adamdı. Çalıştığı işleri kendi işi gibi yapardı. İşten kaytarmasını bilmezdi. Babam akıllı adamdı. Olumsuz şeylerin olumlu yönlerini gören bir insandı. Kötülüğü dillendirmezdi. Oğlum iyi şeyleri konuşun derdi. Babam bir erendi. Hayatından hiç şikâyet etmedi. Cömert bir adamdı. Eli açıktı. Kendinden düşük olanı gözetleyen bir adamdı. Babam gördüğü şeyi yapardı. Babam bu zanaatkâr yönü ile amcasına benzemiş. Babamın amcası Sabri amcam da çok güzel tüfek dipçiği yapan, köylerde inşaatlarda çalışarak ev yapan usta bir adammış.

    Babam biz çocukken Almanya’ya gurbete çalışmaya gitti. Bir yıl sonra bizi de götürdü. Fakat bizim orada aldığımız eğitimle özümüzü unutacağımıza kanaat getirdi ve bizi bir yıl sonra memlekete geri gönderdi. Kendisi de 6 yıl bu gurbetliğe dayanabildi ve çok sevdiği vatanına ailesine geri döndü.

    Ben burada saz kursuna gittim. Babam sanata çok önem verirdi. İlkokula gitmeden önce bana ilk sazımı Almanya’da miğferden yaptı ve saz çalmasını babam öğretti. Beni de müzik alanında çok destekledi. Ud çalıyorum. Babamın yaptığı iki tane udum var.

    1966 Tokat doğumluyum. İlk, orta ve liseyi burada bitirdim. Erzurum Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesinden mezun oldum. Samsun’da ihtisasımı çocuk üzerine yaptım. Çocuk doktoruyum. 29 yıl devletimizin çeşitli yerlerinde ki hastanelerinde çalıştım. İki yıl önce emekli oldum. Şimdi özel bir hastanede çocuk hastalıkları uzmanı olarak çalışıyorum.

    Bir insanın hayatında aile ve arkadaş çok önemli onların kıymetini iyi bilmek gerekiyor. Ben 2005 yılında çok büyük bir kaza geçirdim ve ailemi eşimi ve çocuklarımı kaybettim. O zor zamanlarımda ailemden, babamdan çok büyük destek aldım. Ailemin varlığı beni mutlu etti. Kötü günlerimde Babam dağ gibi arkamdaydı. Kardeşlerim ihtiyacım olduğunda hep yanımdaydı. Şimdi yeniden evlendim ve iki oğlum var. Eşim beni hayata yeniden bağladı. Birbirimizin yaralarını sardık. Yeni bir hayata başlarken, kazadan önce ve kazadan sonra diye hayatımı ikiye ayırdım. Yaşarken birbirimizin kıymetini bilelim. Anı yaşamayı öğrenelim ve seni seviyorum cümlesini sevdiklerimizden esirgemeyelim. Aile cennettir. Herkes hayatını gereği gibi yaşasın. Hiç bir şeyin sahibi biz değiliz. Verende O, alanda O. Biz emanetçiyiz. Bunu öğrendim bu âlemde. Aldığımız nefese şükretmek lazım. Kimseye muhtaç olmamak için çalışıyorum. Çalışmak en büyük ibadet derdi babam.

    Babam annemi çok severdi. Anneme çok değer verirdi. Kadına saygıyı ben babamdan öğrendim. Bu adam benim babam türküsünü Fatih Kısaparmak benim için söylüyor. Çünkü benim babamı tarif ediyor.

    Bu adam benim babam

    Sekiz köşe kasketiyle

    Omuzunda sekosuyla, hey

    Bu adam benim babam

    Bir gün olsun gülmemiş

    Rahat nedir bilmemiş

    Gözyaşını hiç silmemiş

    Bir lokma ekmek için kimseye eğilmemiş

    Bu adam benim babam, hey

    Ağlama benim babam

    Sızlama naçar babam

    Kara gün geçer babam, hey

    Bir kapıyı kapayan gene açar babam

    Allah büyüktür babam, hey

    Türküsü beni daima hüzünlendirir ve gururlandırır.

    Babam Çerkez’dir. Dedelerimiz Çerkez sürgününde Kafkaslardan gelmişler. Dedemler Alan köyüne yerleşmişler. Nenem Gülpınar köyünden.

    Annem Biskeni köyünden. Annemin babası Erkiletli’dir. Babam rahmetli olalı henüz altı ay oldu onu çok özlüyorum. Allah’tan rahmet diliyorum. Yattığı yerler nurla dolsun.” i.

    86 yıllık bir ömre damgasını çalışarak vuran ve “Hayalsiz insan bitkiden sayılır “kızım diyerek insan olmanın altını çizen” Basri Ustamın hikâyesini oğlundan dinledik. Bu adam benim babam derken:” Harama bakma, haram yeme, haram içme. Doğru, sabırlı, dayanıklı ol. Yalan söyleme. Büyüklerinden önce söze başlama. Kimseyi kandırma. Kanaatkâr ol. Dünya malına tamah etme. Yanlış ölçme. Eksik tartma. Kuvvetli ve üstün durumda iken, affetmesini, hiddetli iken yumuşak davranmasını bil ve kendin muhtaç iken bile başkalarına verecek kadar cömert ol.” derken ahilik kültürünün değerlerini bize hatırlattı.

  • “Kümbet” dergisinin 56. sayısı yayında

    DERGİMİZİN 56. SAYISIYLA SİZLERLE BİRLİKTEYİZ.EDİTÖRDEN

    2021 yılının son sayısı ile sizlerle birlikteyiz. Bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de korona virüs adı verilen salgın hastalık sebebiyle sosyal ve kültürel etkinlikler azaltılmak zorunda kalındı. Bu olumsuzluklar kültür sanat dergilerini de maliyet, basım ve dağıtım açısından önemli ölçüde etkiledi.

    Böyle bir tablo içerisinde kültür sevdalıları olarak –bir araya gelememenin ötesinde-yolumuza devam etmeğe gayret ettik.

    56.Sayımızda da çok değerli kalemler yazı, araştırma ve makaleleriyle, şairlerimiz de şiirleriyle sizlerle buluştular.2021 yılı Yunus Emre’nin vefatının 700.yılı, Hacı Bektaş-ı Veli’nin vefatının 750.yılı münasebetiyle UNESCO Tarafından anma ve kutlama yıldönümleri arasına alındı. Cumhurbaşkanlığı da 2021 yılını yayınladığı genelge ile “Yunus Emre ve Türkçe Yılı “ ilan ederken, Hacı Bektaş-ı Veli’nin de yurt içinde ve dışında etkinliklerle anılmasına dair bir genelge yayınlayarak gerekli maddi desteği sağladı. Biz de bu sayımızda ağırlıklı olarak bu iki değeri konu edinen yazılara ağırlık verdik.İşte 56. Sayımızda bizleri yalnız bırakmayan birbirinden değerli akademisyen ve yazarlarımız; Prof. Dr. Nurullah Çetin, Prof. Dr. Ali Akar, Prof. Dr. Levent Bayraktar, Prof. Dr. Atabey Kılıç, M. Halistin Kukul, Dr. Mehmet Yardımcı, Abdullah Satoğlu, Bedrettin Keleştimur, Kemal Bilsel Sarısözen, Pınar Ayşe Gidiş, Nihat Aymak, M. Necati Güneş, Ahmet Divriklioğlu, Burhan Kurddan, Hami Karslı, Kumrugül Türkmen Akın, Nurdane Özdemir Sağkan, Deniz Garipcan, Ayla Bağ, Dursun Arslan, Yeliz Yıldırım, Levent Konyar, Şerare Kıvrak Yağcıoğlu, Yılmaz Celepoğlu, Bahattin Güneri, Mehmet Bozkurt, Mustafa Akkaya, Atila Avşar.

    Sonbaharın ağaçlardan döktüğü sarı yapraklar arasından duygularını sizlerle paylaşan şairlerimiz arasında; Aysen Akdemir, Vedat Fidanboy, Saffet Arıkan Bedük, Âşık Eşref Tombuloğlu, Mahmut Hasgül, Sündüs Arslan Akça, Hızır İrfan Önder, Rasim Yılmaz, Bekir Yeğnidemir, Mustafa Erol Kerimoğlu, Rahmi Usta, Ömer Tonbul, İbrahim Sağır, Yunus Kara, Hüseyin Öztürk, Hasan Koçak, Gülden Taş, Kenan Aydınoğlu ve Hakan Göksun yer aldı.

    “Gelin tanış olalım,İşi kolay kılalım.Sevelim, sevilelimDünya kimseye kalmaz” mısralarıyla gönüllerimizi fetheden Yunus Emre ve “Bir olalım, iri olalım, diri olalım “ sözleriyle büyük tasavvuf ehli Hacı Bektaş- Veli’nin birlik ve beraberlik mesajı veren en güzel duygularıyla selam ve saygılarımızı sunuyor;

    2022 yılında yeni sayımızla sizlerle birlikte olabilmek dileğiyle esenlikler diliyoruz.

    Hasan Akar

    Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği Başkanı

  • TOSAYAD yayın organı “Kümbet” dergisinin Hakem Heyeti üyesi Nuryüzlü Dos. Dr Alpaslan DEMİR HOCAMIZIN “OSMANLI’DA GÖÇ ve GÖÇMENLER” kitabı yayında

    15 yıllık birikimin sonucu olan Klasik Dönem Örneklemeleriyle OSMANLI’DA GÖÇ ve GÖÇMENLER kitabım 20 Eylül’de okuyucuyla buluşuyor.

  • Hasan AKAR.”YILDIZ ÇAĞLAYANI”

    “Yıldız’ın kültür ve sanatına kanatlanan
    Mehmet Bozkurt ve Mustafa Akkaya’ya ” …

    Kaç asır, kaç asır böyle çağladın,
    Kaç asır sessizce düne ağladın.
    Yücesinden Yıldız Dağı dururken
    Kim bilir kimlere gönül bağladın?

    Ben de çok dertliyim anlarım seni,
    Gönlüme yer yaptım Uzun inini.
    Bir gün çimdir de şu garip ruhumu,
    Dinleyim sonra o güzel ninnini.

    Az mı seyreyledim karşıdan seni,
    Hangi denizlere götürdün beni?
    Sürsün kıyamete bu çağlayışın,
    Olmuşsam esirin bırakmam seni..

    Hasan Akar 02.07.2021

  • TOKAT / NİKSAR’DAN AMERİKA VE LONDRA’YA UZUN İNCE BİR YOL M.E. B.TALİM VE TERBİYE KURULU ESKİ BAŞKANLARINDAN PROF.DR. ABDULLAH GALİP KARAGÖZOĞLU ÜZERİNE

    Hasan Akar

    Zaman nasılda hızla geçiyor, kimseye sormuyor, kimseden hesap istemiyor, akıp gidiyor durmuyor bile. Geçtiğimiz yıl değerli Nermin Karagözoğlu’nun önerisi ile Ankara’ da yaşayan ağabeyi Prof. Dr. Galip Karagözoğlu’nu ziyarete gitmiştik. Prof. Dr. İnayet Pehlivan Aydın’ın tanımıyla “Türkiye’de önemli akademisyenlerden “biri olan Galip Hocamızın güllerle bezenmiş evinin bahçesinde yine hemşerimiz emekli eğitimci Teoman Pazarlı ile hocamızın o tatlı biçemi ile anlattıklarını sizlerle paylaşmayı planlamıştık.
    Bahçeden içeri girdiğimizde eşi Nurten hanımla birlikte bizleri yüreklerinden gözlerine taşan sevgi ile karşılamışlardı. Yılların izlerini alınlarında gözlerken oldukça bakımlı ve dinç görünümleri ve Nurten Hanımın elleri ile yaptığı lezzetli pastaları ile çaylarımızı yudumlarken yılları saatlerin arasına sıkıştırmıştık.
    Tokat, Niksar, Sivas, Malatya, Gümüşhane, Ankara, Amerika, İngiltere yılları, Devlete her kademede verilen hizmetler Kısaca Ülke hizmetinde başarılı dop dolu bir hayat. Onun anlattıklarını dinlemiş, notlar almış ve bitmesini hiç istemediğimiz görüşmemizi bu günlere taşıyan fotoğraflarla noktalamıştık.
    Ve bir yıl sonrası…
    Galip hocamızın Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü’nde okurken Mustafa Nihat Özön’ün dersinde göz göze geldikten sonra ayrılmayan gözlerden bir çifti mayıs ayında sonsuza kadar kapandı. 1958’ de evlenip bir yastığı paylaştığı Nurten Hanım günümüzün salgın hastalığına yenik düştü. Galip Hocamız ise eşi ile birlikte yakalandığı hastalığın üstesinden gelip, evine tek başına dönüyor. Ama yıllarını paylaştıkları evlerinde sanki o bir çift göz, o vefalı eş onu da çağırıyor. Hocamız da 22 Haziran 2021’ de öğle saatlerinde sessizce İncek, Kızılcaşar mezarlığında eşine kavuşuyor.
    Söyleşimizi bu yıl Tokat’ta yayınlayacak ve Tokat’ta ağırlayacaktık. Zamana hep yenik düşüyoruz. Değerlerimize yaşarken değerli olduklarını hissettirmiyoruz. Dağarcıklarımızda sakladığımız güzellikleri ortaya çıkardığımızda vakit çok geç oluyor. Dudaklarımızdan ancak bir Fatiha ile onu hayırla yâd ettiğimiz kelimeler çıkıyor.

    Biz, bazen geç kalıyoruz bu değerleri kaleme almakta. Kabahat ya da eksiklik bizden başkasında değil elbette. Neden saklarız dağarcıklarımızda, neden sağlıklarında onları bir iki satırla da olsa hatırlamaktan uzak kalırız. Bir özeleştiri yapmak gerekirse, bizdeki vefa bu mu Allah aşkına diye mahcup hissederim kendimi. Şimdi onlara Allah’tan rahmet dilmekten başka bir şey gelmiyor elimden.
    Biz, o gün az gibi gözükse de dört saate çok şeyler sığdırdık. Derler ya; kafanıza takılanları da karşınızdakini rahatsız etmeden sorunuz. Biz de öyle yaptık. Daha ortaokul çağında babasını Niksar’ da görev yaparken zamansız kaybeden, ailenin en büyüğü bir çocuğun hayatı nasıl sırtlayıp mücadele ettiğini gördük. Alnındaki ince çizgilerde on altı yaşından seksen yedisine kadar yaşadığı acı, tatlı hatıraları saklı gibiydi sanki. Anlattıklarının hepsini buraya aktarmamız mümkün değil. Biz ailesinden kısaca bahsedip özünde onun istikbalini elde edişini ve devletin üst kademelerine nasıl başarıyla tırmandığının hikâyesini sizlerle paylaşmaya gayret edeceğiz.
    Hocamız o gün söyleşiye ailenin direği 1904 Tokat doğumlu babası İsmail Efendiden başlayarak girdi. İsmail Efendi Tokat Rüştiye Mektebi’ni bitirerek İstanbul’a Subay Okuluna gitmiş, okul bitince İzmit’e atanmış. Bir yıl sonra 1929’ da Tokat’a geldiğinde 1914 doğumlu Saliha Hanımla evlenmiş ve görev yerine gitmişler. Ancak annesinin “oğlum bizi burada yalnız bırakma” çağırıları üzerine 1930’ da ordudan istifa ederek Tokat’a yerleşmiş.
    Tokat’a dönüşünde Şenyurt Kasabası’nın yeniden imar edilmesi projesi çerçevesinde yeni tip evlerin müteahhitliğini yapmış. Bu işlerden sonra Nafia Müdürlüğü’nde göreve başlamış, 1940 yılında ise Niksar Tekel Müdürlüğünde (Reji) görev almış. Niksar’daki görevi sırasında hastalanmış ve Tokat Memleket Hastanesi’nde bir süre tedavi edilmiş. 10 Mart 1949 yılında ise Dabakhane Mahallesindeki evlerinde vefat sonrası Ali Mezarlığı’na defnedilmiş.
    Bu zamansız kayıp sonrası Galip 16, Sevim Yıldız 14, Hüseyin 11 Nermin 7 ve İbrahim bir yaşında öksüz kalmışlar. Beş çocuğu ile baş başa kalan Saliha anne İsmail Karagözoğlu’nun Tekel’deki arkadaşlarının yardımı ile emekli sandığında biriken paraları almış. Çalışma günü yeterli olmadığı içinde maaş bağlanamamış. Bu koşullar altında aile Tekel’deki lojmanı boşaltarak Tokat’taki Dabakhane mahallesindeki evlerine taşınmışlar. Tokat’taki evlerinde beslediği inekten ürettiği süt ürünlerini, kalenin arkasındaki bağlarından meyve ve sebzelerini üretip mahallenin de dikişlerini dikmek sureti ile çocuklarını okutur. Tabii ki bu süreç kolay geçmez.
    İsmail Karagözoğlu’nun Tekel’deki arkadaşları, Tokat’taki akrabaları ve Galip’in öğretmenleri aileye sahip çıksın gerekçesi ile kısa yoldan meslek sahibi olması için Sivas İlk Öğretmen Okuluna yatılı olarak kaydettirirler. Galip, 1952 yılında okulu bitirip Tokat merkeze bağlı Çerçi Köyü İlkokulu’na öğretmen olarak atanır. Sevim Yıldız Tokat GOP Lisesi orta bölümünden mezun olduktan sonra Ankara Numune Hastanesi’nde hemşirelik okur.
    2021 yılında İstanbul’da vefat eden Sevim Yıldız’ın küçük kardeşi Hüseyin ise Tokat GOP Lisesi’ni bitirir. Kara Harp Okulu’nu kazanır. 1993 yılında Jandarma Albay olarak emekli olur.
    İbrahim ise Ankara Atatürk Lisesi’nden mezun olduktan sonra Ankara Hukuk Fakültesi’ne girer. Mezuniyetten sonra askeri hâkimliği seçer. Albaylıktan emekli olur.
    Kız kardeş Nermin ise Amasya İlk Öğretmen Okulu’ndan 1964 senesinde mezun olur ve 1989 yılında emekliliğe adım atar.
    Bu zorlu mücadelenin kahramanlarını kısaca anlattıktan sonra konumuzun öznesi olan Galip hocamıza tekrar dönelim.
    PROFESÖR DR.ABDULLAH GALİP KARAGÖZOĞLU
    05.04.1933’de Tokat’ta doğdu. Babasının memuriyeti nedeniyle Niksar Gazi Ahmet İlkokulu’nda o
    kudu.1949 yılında Niksar Ortaokulu’ndan mezun oldu.1952 yılında Sivas Öğretmen Okulu’ndan (yatılı olarak) pekiyi derece ile mezun oldu. Tokat Çerçi Köyü İlkokulu Stajyer öğretmenliği 3.07.1952-25.12.1953, 26.12.1953-10.05. 1954 Tokat Yeşilbağ İlkokulu öğretmenliği görevlerinde bulundu.
    11.05 1954-31.10.1955 tarihleri arasında yedek subay olarak askerlik vazifesini yaptı. Askerlik sonrası Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat ve Sosyal Bilgiler Bölümüne girerek 1957 yılında mezun oldu. Aynı yıl Malatya Akçadağ Ortaokulu Edebiyat Grubu öğretmenliğine tayin edildi.
    18 Ağustos 1958 tarihinde Gazi Eğitim Enstitüsü’nde iken tanıştıkları Adana 1935 doğumlu, ”Bir daha başka göze bakmadım “ dediği Balkan göçmeni bir ailenin kızı olan Nur Hanım ile Ankara’da evlendi. Türkçe Öğretmeni olarak ilk görev Zile olan Nur Hanım, eşi ile bulundukları illerde görev yaptı. Bu mutlu yuvadan Okan ve Hakan adını verdikleri iki oğulları oldu.
    1959-1962 yılları arasında Gümüşhane Lisesi Edebiyat öğretmenliği,1962- 1965 yılları arasında mezun olduğu Sivas Erkek İlk Öğretmen Okulu Edebiyat öğretmenliği ve müdür vekilliği görevlerinde bulundu.
    Aynı zamanda 1962 yılında M.E. B tarafından açılan sınavları kazanarak A.İ.D. bursu aldı.1963-1965 yılları arasında Amerika da Ball Stade Üniversitesi’ne devam etti ve eğitim dalında B.A derecesini tamamladı.
    1965-1967 yıllarında M.E. B. Hizmet İçi Eğitim Dairesi Uzmanlığı ve öğretim üyeliği,1967-1973 M.E. B Planlama Araştırma ve Koordinasyon Dairesi Araştırma Bölümü Başkanlığı yaptı.
    Bu arada 1968 yılında tekrar bir A.İ.D. bursunu kazanarak A.B.D’ ne gitti ve Michigan State Üniversitesi’nde Eğitim Yönetimi ve Planlaması alanında “master” ve “doktora” çalışmaları yaptı.1972 yılında yurda dönerek M.E. B. Araştırma Bölümü Başkanlığına atandı.
    1973-1980 yılları arasında Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu’nda görevlendirildi. 31.10.1980’de Milli Güvenlik Konseyince M.E. B. Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı’na atandı. Bu görevinden kendi isteği ile (istifa) 09. 01,1981’de ayrılarak TUBİTAK’ takı görevine geri döndü.
    Sayın Karagözoğlu’na röportajımız sırasında “Hocam neden bu göreviniz çok kısa sürdü, istifa edip ayrıldınız?” Sorumuza :”Milli Eğitim Bakanımız Hasan Sağlam’ a (12 Eylül Harekâtı) ihtilal sonrası uygulanmak istenen bazı projelerin gelecekte ülkede sıkıntılar doğurabileceği hususunda görüşlerimi bildirdim. O da Milli Güvenlik Konsey Başkanı Kenan Evren Paşa ile bu konuyu paylaştı ama program uygulanmak istenince ben de görevimden ayrıldım ”Demişti.
    1981-1985 UNESCO Milli Eğitim Komisyonu Üyeliği,1985-1990 tarihleri arasında Anadolu Üniversitesi Eğitim Fakültesi, Öğretim üyeliği, 1990-1996 Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi Dekanlığı,1996-1998 Londra Büyükelçiliği Eğitim Müşavirliği yaptıktan sonra 1 Temmuz 1998 tarihinde emekli oldu.
    İngiltere’de yaşayan Kıbrıslı Türkler için Türkiye’den gönderilen 25 öğretmenle 58 okulda birden Türkçe dil kursları açınca İngiltere Hükümeti ile Büyükelçilik arasında soğuk rüzgârlar eser ve bölücü terör örgütlerinin hedefi haline gelir ama Karagözoğlu çıktığı yoldan dönmez, reform niteliğindeki kursları başarı ile tamamlatır.
    Karagözoğlu,1973-1985 yılları arasında da Nato Bilim Bursları Türkiye Yöneticiliği yapmıştır.1981 yılında da Milli Eğitim Vakfı’nın kurucuları arasında yer almış uzun yıllar bu vakfın yöneticiliğinde bulunmuştur.
    Karagözoğlu yurda dönüşünde 1998-2000 yılları arasında Hacettepe Üniversitesinde yan zamanlı dersler vermiştir.
    Akademik Unvanları:
    Ball State Üniversitesi, İndiana ABD, Lisans,1963-1965
    Michigan State Üniversitesi, Michigan ABD, Yüksek lisans,1968-1969,Eğitim Yönetimi ve Planlaması
    Michigan State Üniversitesi, ABD, Doktora, 1969-1972,Eğitim Yönetimi ve Planlaması
    Hacettepe Üniversitesi, 1977,Doçent, Eğitim Yönetimi ve Teftişi
    Anadolu Üniversitesi,1989,Profesör, Eğitim Yönetimi ve Teftişi
    Hazırlanmasında Katkısı Olan Kanunlar:
    1739 Sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu
    1750 Sayılı Üniversiteler Kanunu
    2547 Sayılı Yüksek Öğretim Kanunu
    Abdullah Galip Karagözoğlu’nun yurt içine ve yurt dışında yayınlanmış 46 yayını bulunmaktadır.
    Türkiye’yi temsil etmek üzere 1963-1982 yılları arasında Amerika başta olmak üzere İngiltere, Fransa, Belçika, Almanya, Portekiz, Yunanistan
    Üyesi olduğu Uluslararası Kuruluşlar:
    World Council for Curriculum and instruction (W.C.C.1)
    İnternational Coordinating Committee for out of Scoll Scientific Activites
    İnternational Society for Teacher Education (ISTE)
    Associteion for Teacher Edocation in Europe (ATEE)
    Katıldığı Uluslararası Toplantılar (Ülkeler) :
    A.B.D, İngiltere, Fransa, Belçika, Yunanistan, Belçika, Almanya, Çekoslovakya, Çin, Hollanda, Finlandiya, Hindistan
    Eserlerinden Bazıları:
    İlköğretimde Teftiş Uygulamaları, Türk Eğitim Düzeninde Müfettişin Rolü, Türkiye’de Ortaöğretim ve Sorunları, Atatürk İlkeleri Işığında Türk Eğitim Sistemi, Atatürk İnkılabının Yerleşmesinde ve Gerçekleşmesinde Eğitimin Rolü ve Yeri, Yükseköğretim Kurumları Bilimsel Yayınlar Kataloğu, İlkokullarda Sosyal Bilgiler Öğretimi, Türkiye de Müspet Bilimlerde Bilim Adamı Yetiştirme Politikası
    Ve yurt dışında sekiz yayın.
    Biz, güzel ülkemizin bağrından çıkıp zor şartlarda istikbalini kazandıktan sonra devletine en üst görevlerde hizmet eden değerli hocamız Prof. Dr. Abdullah Galip Karagözoğlu ve eşi Nur Hanımı saygıyla anıyor, mekânları cennet olsun diyoruz.
    İnanıyoruz ki; Galip Hocamızın Okan ve Hakan isimli oğulları, Lale ve Nil isimli gelinleri ve torunları Koray, Merve, İdil, Selim, Can onun ideallerini, Dünyaya bakış açısını devam ettireceklerdir.

  • Mustafa AKKAYA.”TOY KİYİM” (nişan elbisesi)

               (Âşık Seherî)

    Umudun tezgâhında ilmek ilmek örülen.
    Yarının günlerine sıra sıra işlenen.
    Belli ki Hint kumaşı, yedili ayrı desen.
    Kadim bir hatıra, Osh’taki o elbisen.

    Eteği bol yıldızlı, omuz keseli.
    Şal narince, gerdan zümrüt yeşili.
    Kollar ince, bilek naif, yaka sekiz köşeli.
    Kaim bir hatıra, Osh’taki o elbisen.

    Bir bütünün tamamı, iki örgü bir başlık.
    Kırgız çadırı gibi, gönlü ısıtan kışlık.
    Börkü zafer takıdır, tam kalem kaşlık.
    Daim bir hatıradır, Osh’taki o elbisen.

  • Prof. Dr. Mustafa ÖZBALCI.”Seçkin Bir Kültür Adamı ve Bir Karakter Abidesi” (A H M E T K U T S İ T E C E R)

    Ahmet Kutsi Tecer (1901-1967), aslen Doğu Anadolu’nun en eski ve tarihî yerleşim merkezlerinden birisi olan Eğin (şimdiki Erzincan/Kemaliye) kazası nüfusuna kayıtlı bir aileden gelen babası Abdurrahman Efendi’nin görevi gereği bulunduğu Kudüs’te, 4 Eylül 1901 tarihinde doğmuştur. Asıl adı Ahmet’tir. “Kudüslü” manasına gelen “Kudsî” (yeni harflerle yazılışı “Kutsi”) kelimesi, doğduğu yerin adına izafeten kendisine ikinci ad olarak verilince da Ahmet Kutsi olarak tanınmış, 1934’te soyadı kanunu çıkınca da, “Tecer” soyadını almıştır. İlk ve orta öğreniminden sonra 1922 yılında Halkalı Ziraat Mekteb-i Âlîsi (Ziraat Yüksek Okulu)’ni bitirmiş, daha sonra da Paris’te Sorbonne Üniversitesi (1925-27) ile İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi (1927-1929)’nde felsefe okumuş ve mezun olmuştur. Çalışma hayatına 1930 yılında öğretmen olarak başlayan Tecer, çok yönlü sanatçı kimliği ve kişiliği, şairliği, kültürel faaliyetleri, folklor (halk bilimi) alanındaki derleme, inceleme ve araştırmaları, tiyatro yazarlığı, idareciliği, eğitimciliği, değişik devlet kurum ve kuruluşlarında üstlendiği görevlerde gösterdiği üstün başarı ve çok verimli çalışmalarla dikkatleri kısa zamanda üzerine çekmiş ve döneminin aydınları arasında sevilen, takdir toplayan bir isim hâline gelmiştir.
    Kendisini çok iyi yetiştirmiş, hemen her konuda birikimleri çok fazla olan seçkin bir düşünce, bir kültür adamı ve bir karakter abidesi olan Tecer, çeşitli konularda sahip olduğu, hem Batı, hem Doğu kaynaklarından, sanat ve edebiyatlarından beslenen geniş ve zengin bilgisi ve kültürü sayesinde, el attığı her işte başarılı olmuş, takdirle karşılanmıştır. Yüreği insan sevgisi ile dolu, sevmenin ve sevilmenin sırrına ermiş, tıpkı Türkmen kocası derviş Yunus gibi, “yaratılmışları yaratandan ötürü seven,” dürüst, idealist, ilim ve irfan sahibi bir gönül adamıdır. Geniş bir dost ve arkadaş çevresi vardır. Hiçbir zaman makam, unvan, rütbe ve servet peşinde koşmamış, herkesi sevmeyi, herkese iyilik yapmayı hayatının başta gelen gayesi olarak görmüştür. Ömrünü okuyup öğrenmek ve öğretmekle geçirmiş, eğitim-öğretimin her kademesinde çalışmış, binlerce öğrenci yetiştirmiş örnek bir eğitimcidir. Az konuşup çok okuyan ve çok düşünen, zarif ve kibar, daima ölçülü ve temkinli davranan, sessizlik ve yalnızlıktan hoşlanan, ağırbaşlı, alçak gönüllü, hoşgörü sahibi, maddî ihtirası olmayan, çekingen tabiatlı, gösterişten ve riyadan uzak duran, öne çıkmaktan, takdir edilip övülmekten pek hoşlanmayan, çevresine daima sevgi, saygı, güven ve ciddiyet telkin eden bir Osmanlı beyefendisidir. Yakınlarının, sevdiklerinin, dost ve arkadaşlarının, onunla ilgili söz ve yazılarında, Tecer’in bu müstesna karakterinin bir kısmını yukarıda sıraladığımız özelliklerini tam bir ittifak içinde paylaştıkları ve dile getirdikleri görülür. Onu çağdaşlarından ayıran, farklı ve sıra dışı bir aydın yapan da, işte sahip olduğu bu vasıflarıdır.
    Anadolu Sevdalısı Bir Halk Âşığı
    Geniş halk kitlesi ile bütünleşmiş bir aydın, bir halk adamı ve halk âşığı olan Tecer, daha 18 yaşlarında genç bir öğrenci iken, Bolu’da yayımlanan Dertli adlı yerel gazetede çıkan (25 Ağustos 1335”1919”) “Selâm” başlıklı yazısını şöyle bitirir: “Ben ömrümün sonuna kadar Anadolu’yu dinleyeceğim ve onun sesini dinletmeye çalışacağım.” Bu cümle, onun daha o yaşlarda kendisine bir yol haritası çizdiğini, bir hedef ortaya koyduğunu göstermektedir. Gerçekten de o, 50 yıla varan sanat hayatında bu sözlerini hiç unutmamış, hedefine varmak için büyük bir azim ve gayretle çalışmış, bütün kalem faaliyetlerinde, makale, deneme, araştırma, şiir ve piyeslerinde, halkın arı-duru, sade ve canlı günlük konuşma dili ile onun zevk ve eğlence hayatını, oyunlarını, türkü ve manilerini, örf ve âdetlerini, kısaca halkın geleneksel hayat tarzını şekillendiren bütün kültürel unsurları anlamak ve anlatmak, “Anadolu’yu dinlemek ve onun sesini dinletmek,” ömrü boyunca Tecer’in en büyük ideali olmuştur. Batıyı da, doğuyu da çok iyi tanıyan, büyük şehirlerde oturan, fakat köyün içinde yaşayan, köylüyü içinde yaşatan tam bir Anadolu sevdalısı ve âşığı olan Tecer’in tek bir gayesi vardı: Köylerde yaşayan geniş halk kitlesi ile aydınları, köylü ile şehirliyi kültürel ve manevi bağlarla birbirine bağlamak ve kaynaştırmak istiyordu. Bu sebeple de halk hayatının içinden derlediği her türlü kültürel ve folklorik malzemeyi bir araç olarak kullanıyor, bunları şiirleri başta olmak üzere, hangi türde olursa olsun kaleme aldığı bütün eserlerinin temel malzemesi ve aslî unsuru olarak işliyordu.
    Onun halk hayatına ve kültürüne yönelmesinde, lise edebiyat öğretmeni ve il millî eğitim müdürü olarak dört yıl (1930-1934) görev yaptığı Sivas, çok önemli bir rol oynamıştır. Tarihî değerler bakımından olduğu kadar, halk kültürü ve folkloru itibariyle de zengin bir Anadolu şehri olan Sivas, onun sanat anlayışına, duygu ve düşünce dünyasına yepyeni bir ufuk açmış, burada insanımızın geleneksel hayat tarzını, kendisine has örfünü ve âdetlerini, kısaca, Tanpınar’ın deyimi ile “orada halk şiiri an’anesini daha yakından tanımış ve folkloru yeni bir iklim gibi keşfetmiştir.” Şehrin bütün köy ve kasabalarını yaz kış, gece gündüz demeden köşe bucak dolaşmış, halkla kaynaşmış, sofrasına oturup ekmeğini paylaşmış, onun nasıl yaşadığını ve çalıştığını, gece ve eğlence hayatını yakından gözlemlemiştir. Bu gezilerinde, ayrıca Türk halk kültürü içinde önemli bir yer işgal eden saz şiiri ve âşıklık geleneğinin Sivas ve çevresinde hâlâ bütün canlılığı ile yaşamakta olduğunu da görmüş olan Tecer’i, topladığı bilgi ve bulgular halk kültürümüz ve onun zengin kaynakları üzerinde düşünmeye ve araştırmaya sevk etmiş ve hayatının sonraki dönemlerinde halk kültürü, halk şiiri ve folkloru bütün değerleri ve unsurları ile onun duygu ve düşünce dünyasını, dolayısıyla da eserlerini besleyen gür bir kaynak olmuştur. Sivas’ta ilk iş olarak 5 Kasım 1931 tarihinde bir Halk Şairleri Bayramı düzenlenmesine öncülük eder. Bir halk şiiri ve folklor şöleni hâlinde üç gün devam eden bu bayram, sonraki yıllarda Türk halk şiirinin 20. yüzyıldaki en büyük temsilcisi olarak yıldızı parlayacak olan Âşık Veysel (Şatıroğlu,1894-1973) başta olmak üzere, Sivas yöresinde yaşayan birçok halk şairinin sanat çevrelerinde tanınmasına imkân vermiştir. Şöhret yolunda ilk adımını bu bayramla atmış olan Veysel’i, Tecer sonraki yıllarda da hep koruyup kollamış ve desteklemiştir. 1934’ten sonra Ankara’da Yüksek Öğretim Genel Müdürlüğü’nde şube müdürü olarak görev alınca Veysel’i Ankara’ya getirtip devletin ona maaş bağlamasını sağlayan da odur. Veysel de bu olup bitenlerin farkındadır ve bütün şöhretini ve kazanımlarını, “dilimin bağını çözen adam” dediği Tecer’e borçlu olduğunu her fırsatta dile getirmiştir.
    Sivas’ta 1932 yılında, aralarında ünlü halk müziği sanatçılarından Muzaffer Sarısözen (1899-1963) ve arkadaşlarının da bulunduğu bir grupla birlikte Halk Şairlerini Koruma Derneği adıyla bir dernek de kurmuş olan Tecer, derneği halkın eğitim ve öğretimi konusunda önemli görevler yürütecek bir okul, çevresine ışık dağıtan yaygın bir eğitim kurumu olarak düşünmüş, derneğin faaliyetlerini de hep bu gayeye hizmet edecek şekilde yönlendirmiştir. Bu faaliyetler esnasında çok yakından tanıdığı Muzaffer Sarısözen’i de daha sonra tıpkı Veysel gibi Ankara’ya getirtmiş ve Ankara Devlet Konservatuarı Folklor Arşivi Şefliği’ne atanmasını ve ayrıca Radyo’da görevlendirilmesini sağlamıştır. Böylece halk müziğimizle ilgili çalışmalara daha düzenli, daha hızlı ve daha ilmî bir mahiyet kazandırdığı gibi, konservatuvarda Batı müziğinin yanında ilk defa halk müziğimize, türkülerimize de yer verilmesinin yolunu açmıştır. O, bizim millî müziğimizin ancak halk müziği ritimlerinden ve melodilerinden renk ve ilham alan genç kompozitörler marifetiyle kurulacağına inanıyor, bunun için en uygun kaynak olarak da halk türkülerimizi, özellikle de oyun havalarını benimsiyor, o sebeple de bu yoldaki görüşleri ve çalışmaları paylaşıyor ve destekliyordu. Televizyon öncesi dönemlerde radyolarımızda yıllarca Yurttan Sesler korosu şefi olarak bize türkülerimizi büyük bir zevkle dinleten Muzaffer Sarısözen’in elinden tutup desteklemesinin sebebi de budur.
    Elbet bu arada halk kültürü araştırmalarını sürdürmeyi de ihmal etmez. Köy hayatının tabiî şartları ve akışı içinde zaman zaman sergilenen ve bu hayatı renkli ve canlı kılan eğlencelerin temsili bir nitelik taşıdıklarını, çok sağlam bir teknik yapıya sahip olduklarını ve bunların millî tiyatromuzun kaynağı olabileceğini ilk defa fark ederek geleneksel tiyatromuz olan köy tiyatrosu ile de yakından ilgilenir ve sonunda, batılı tiyatro anlayışları ile geleneksel tiyatromuzu bağdaştırmadan, bunları uyumlu bir bileşime sokmadan modern Türk tiyatrosunun kurulamayacağı kanaatine varır. Bunun ilk uygulamalarını da kendi tiyatrolarıyla yaparak edebiyatımızda köy temsilleri geleneğini başlatır. Köylü Temsilleri (1940) ve Koçyiğit Köroğlu (1942) adlı eserleri bu yolda yürüttüğü çalışmaların bir ürünüdür. Tecer’in bazısı basılmış, bazısı basılmamış, bir kısmı da sadece sahnelenmiş birkaç tiyatro eseri daha vardır. Bunların en tanınmış olanı 1947 yılında kaleme aldığı, çeşitli tarihlerde pek çok baskısı yapılmış ve sahnelenmiş olan, 1964 yılında Nüvit Özdoğru tarafından The Neighbourhood adıyla İngilizceye de tercüme edilen Köşebaşı adlı üç perdelik bir dramdır. Köşebaşı, yeni nesil tiyatro yazarlarımıza teknik, kurgu ve Türkçe’nin sahne dili olarak başarıyla kullanılması bakımından örnek olmuş, önlerinde yeni ufuklar açmış ilk eserlerden biri olarak tiyatro tarihimizde önemli bir yere sahiptir.
    Tecer köyü ve köylüyü uzaktan seyretmez, köye ve köylüye kendi fildişi kulesinden bakmaz. O, köyü ve köy hayatını bütün değerleriyle içinden, çok yakından tanıyan bir şehirlidir, ama şehirlerin lüks site, yalı veya konaklarında oturup hayâli köy manzaralarına, kulaktan dolma köy hikâye ve efsanelerine dayanan romantik, duygusal bir köy edebiyatı ortaya koyma peşinde de değildir. Köy ve köylünün sorunlarına yenilik olsun, değişiklik olsun diye ve sırf birtakım ideolojik kaygılarla eğilmez. Bu hususta hiçbir fantezisi, bir yerlere yaranmak endişesi ile kaleme aldığı bir şiiri veya bir satır yazısı yoktur. Anadolu’yu köşe bucak dolaşmak, köylülerle düşüp kalkmak, onların sofralarında yiyip içmek, acılarını ve sevinçlerin paylaşmaktan çok hoşlanan yüreği sevgi dolu bilge bir insan olan Tecer’in en mutlu olduğu zamanlar, halk kültürünün yeni ve orijinal unsurları ile karşılaştığı anlardır. O köyü ve köylüyü gerçek çehresiyle yakından, ta içinden tanıdıktan sonra köy edebiyatı yapmış, köyü anlatan eserler kaleme almış, bu konuda son derece dürüst, samimi ve içten davranmıştır. Köyün ve köylünün yoksulluğunu, cahilliğini asla istismar etmemiştir. Hiçbir eserinde ve yazısında köylüyü aşağılayıp küçümseyici bir söz ve ifadeye rastlamak mümkün değildir. Tam tersine onun kültürel zenginliğine ve irfanına büyük bir hayranlık duyar ve onu yüceltir. Ayrıca, köyün ve köylünün meselelerini, umumi Türk kültüründen, milletin ortak değerlerinden ve dertlerinden de soyutlamaz. Köyü ve köylüyü, milletimizin ayrılmaz bir parçası, kültür ve sanatımızı besleyip zenginleştiren gür ve çok verimli bir kaynak olur görür. Onun amacı, milletten kopuk, onun dışında ayrı bir köylü varlığı yaratmak değil, okumuş-okumamış, aydın-cahil ayrımı yapmaksızın köylerde ve şehirlerde yaşayan insanlarımızı, bir bütünün ayrılmaz parçaları olarak kaynaştırmaktır. İnsanımızın tarihten ve maziden gelen birtakım sebepler yüzünden halk-aydın şeklinde iki ayrı tabaka hâlinde ayrışmasından, bunlar arasında neredeyse uçurumlar oluşmasından son derece rahatsız olmuş, kültür, sanat ve edebiyatları da ayrı iki kol hâlinde gelişen bu tabakalar arasındaki ayrımın ortadan kaldırılmasını, ikisi arasında karşılıklı sevgi, saygı ve güvene dayanan yapıcı ve verimli bir ilişkinin kurulmasını, millet hayatının intizamı, mutluluğu, huzuru ve sürekliliği bakımından çok önemli ve zaruri görmüştür. Çünkü ona göre köylü, hem ekonomik, hem de kültür bakımından milletimizin temelidir, aslî unsurudur, Atatürk’ün ifadesiyle, “memleketin ve milletin efendisidir.”
    O itibarla, aydınların halktan alabilecekleri ve ona verebilecekleri çok şey vardır, olmalıdır. Eğer bu alış-veriş karşılıklı olarak sağlıklı ve doğru bir şekilde başarılabilirse, Tecer’e göre halk-aydın kaynaşmasının kolayca gerçekleşmesi mümkün olabilecektir. Bütün medenî toplumlarda aydınların yarattığı kültür, sanat ve edebiyatın yanında, bir de halkın kültür, sanat ve edebiyatı vardır. Bu durum bizim için de geçerlidir. O sebeple, halk kültürünü, onun sanat ve edebiyatını göz ardı etmemek, bunları da bilmek, öğrenmek, tarihî ve sosyolojik bir görüşle incelemek ve değerlendirmek lâzımdır. Bu da aydınların görevidir. Ülkenin sosyal bütünleşmesini ve kaynaşmasını sağlamak bakımından halk ve aydın kültürlerinin şuurlu bir senteze ulaşması şart ve gereklidir. Bunun gerçekleşmesi için de, aydınlar halka ve onun değerlerine yabancı kalmamalı, halkı yakından tanımalı, onun kültürel değerlerini yeni teknik ve metotlarla işleyip değerlendirmeli, çağın değişen ve gelişen şartlarına göre yeni baştan yorumlamalıdırlar. Halk-aydın kaynaşmasının temel şartı, doğru olan şekli de budur. Bilindiği üzere, Ziya Gökalp (1876-1924), “Halka Doğru” ve “Garba Doğru” adlı ünlü makalelerinde, Batı kültürüne yönelecek aydınlara, önce halkı, yani kendi öz kültürlerini, tarihimizi, yerli ve millî hayatımızı şekillendiren bütün değerleri iyice tanımalarını, duygu ve düşünce dünyalarını önce halka ait kaynaklardan beslemelerini tavsiye ediyordu. Gökalp’e göre, Batıyı tanıyan, onun kültür, sanat ve edebiyatlarıyla yakın temas içinde olan bir Türk aydınının kendi değerlerine yabancılaşmadan yeni bir sosyal kimlik kazanmasının ve halkla bütünleşmesinin başka bir yol ve yöntemi yoktu ve olamazdı. Burada önemli ve gerekli olan şey, kendi kültür dünyamızdan kopmadan bunu başarabilmek, her türlü medenî gelişme ve yenileşmeye açık olmak, kısaca modern ve yeni olanla geleneksel olanı, yerli ve millî olanı at başı birlikte yürütebilmektir. Başta Japonya olmak üzere, dünyada bunu başaran pek çok ülke vardır. Eğer buna kişi bazında bir örnek göstermek gerekirse, aklı ve mantığı ile, dünya görüşü ve hayat felsefesiyle batılı bir aydın portresi çizen Tecer’i gösterebiliriz. O, bunu başarmıştır. Zira Fransa’da kaldığı yıllar ve Batı kültürünü yakından tanıması, onu kendi kültür dünyamızın değerlerinden uzaklaştırmadığı, gelenek ve göreneklerimizden koparmadığı gibi, tam tersine onlara daha fazla bağlanmasına ve yönelmesine yol açmıştır. Bu bakımdan Tecer’i, bazı yönleriyle, on yıla yakın bir süre Paris’te yaşadıktan sonra, memlekete, gidişinden çok farklı bir formasyon ve misyonla, tarihî ve kültürel değerlerimize derin hayranlık hisleri ile dolu olarak dönen Yahya Kemal (1884-1958)’in tipik bir benzeri saymak mümkündür. Şüphesiz çok donanımlı ve şuurlu bir vatansever olarak Tecer’in halk kültür ve sanatına yönelmesinde, bütün ömrünü bu alandaki çalışmalara adamasında, içinde yaşadığı şartlarla birlikte Gökalp’in yukarıda açıklanan örüş ve düşünceleri de çok etkili olmuştur. O sebeple Tecer’in, maalesef bir türlü gerçekleştiremediğimiz ve bugün hâlâ çok muhtaç olduğumuz bir halk-aydın birlikteliğinin ve kaynaşmasının arayışı içinde olduğu, Gökalp’in görüş ve düşüncelerini kendine has bir metot ve anlayışla hayata geçirmek için çalıştığı söylenebilir.
    Şairliği ve Şiirleri
    Tecer’in, şiirin dışında eser verdiği sahalarda nispeten daha fazla tesirli olduğu, Türk halk bilimine ve halk kültürüne yaptığı hizmetler, tiyatro yazarlığı ve eğitimciliği ile biraz daha fazla öne çıktığı görülürse de, bu onun şairliğine asla gölge düşürmez. O, kendine has şiir anlayışıyla öce seçkin bir şairdir. Sanat hayatında takip ettiği en önemli ve kesintisiz çizgi daima şairliği olmuştur. Diğer faaliyetleri ve çalışmaları arasında belki az ve öz yazmıştır, ama ölünceye kadar şiir yazmayı da ihmal etmemiştir. İlk şiirleri 1920-1921 yıllarında Yahya Kemal’in yönetiminde yayınlanan Dergâh Mecmuası’nda görülür. Fakat acemilik dönemini geçirmiş olgun bir şair olarak tanınmaya başladığı, adının o dönem şiirimizin ünlü isimleri arasında yer alan Ahmet Hamdi Tanpınar (1901-1962), Necip Fazıl Kısakürek (1905-1983), Ahmet Muhip Dıranas (1909-1980) gibi şâirlerle birlikte anıldığı yıllar 1930’larda başlar. Bu yıllarda değişik dergi ve gazetelerde üst üste yayımladığı Nerdesin? ve Orda Bir Köy Var Uzakta vb. gibi gerçekten çok güzel ve başarılı şiirleri başta olmak üzere Anadolu insanının çeşitli meselelerini ve Anadolu’nun tabiî güzelliklerini konu edinen şiirleri ile dikkatleri üzerine çeken ve Mehmet Kaplan (1915-1986)’ın, Orda bir köy var, uzakta/ O köy bizim köyümüzdür mısralarını örnek göstererek, “Tecer, iyi söylenilmiş iki mısraı ile bütün bir şiir akımı doğuran insandır.” diye tanıttığı Tecer, “Beş Hececiler” ve “Yedi Meşaleciler” den sonra ve özellikle Cumhuriyetle birlikte hızlı bir gelişme sürecine giren yeni şiirimizde, sade Türkçe’nin ve hece ölçüsünün en güzel örneklerini ortaya koyan şairler arasında yer almakla birlikte, onun şiirini çağdaşlarından bariz bir şekilde ayıran taraflar da vardır. İlk şiirlerinde romantik aşkları, ölüm, hüzün, yalnızlık gibi ferdî temaları daha fazla işlediği görülür. 1930’da gittiği Sivas ve çevresinde, halk kültürümüzün zenginliğini yakından tanıdıktan, bu kültürle haşir neşir olduktan sonra bu temalara başka temalar da eklemeye başlar ve dönemin genel havasına uygun olarak 1930’lu yılların başında öncülüğünü Faruk Nafiz Çamlıbel (1898-1973)’in yaptığı memleketçi ve Anadolucu şairler kervanına artık kişiliğini bulmuş bir şair olarak o da katılır ve daha çok memleket ve toplumun çeşitli meselelerini konu edinen şiirler kaleme alır. Bundan sonraki süreçte onun şiirinin ve sanatının büyük ölçüde halk bilgisi (folklor) ve kültüründen beslendiği görülecektir. Bu, başlangıçta daha çok canlı halk Türkçesine yer verme ve halk motiflerini kullanma şeklinde kendini gösterirse de, giderek bütün folklor zenginliklerimizi ve Anadolu insanının sosyal ve kültürel bütün meselelerini kapsayacak şekilde genişler; konuşulan canlı halk Türkçesini esas alan kendine has yeni bir şiir dili ve büyük bir ustalıkla kullandığı hece ölçüsü ile, Türk halk şiiri ve âşıklık geleneğinden de faydalanarak, köylü-şehirli ayırımı yapmadan insanımızın düşünce, hayâl ve heyecanlarını, onun kahramanlık duygusunu, temiz karakterini, Anadolu’nun tabiî güzelliklerini nakış nakış işleyen ses ve âhenk zengini şiirler kaleme alır. Çok titiz ve dikkatli bir araştırmacı olan, dili büyük bir ustalıkla kullanan, şiirin kendi devrinde gösterdiği değişme ve gelişmelere göre şiirini ve sanatını yeniden gözden geçirme, yeniliklere kolayca adapte olma başarısını gösteren Tecer, şiir sanatındaki asıl gücünü de bu dönemde yazdığı şiirlerle gösterir. Onun bütün şiirlerinin aynı seviyede güzel ve başarılı oldukları elbet söylenemez, ama hâlâ sevilerek okunan, dillerden düşmeyen Nerdesin?, Halay, Halay Çeken Kızlar, Besbelli, Çıngırak, Ölü, Rüzgâr, Orda Bir Köy Var Uzakta vb. gibi, titiz bir işçiliğin, sabır yüklü bir arayışın meyvesi olduğu görülen şiirlerin, fevkalâde güzel ve başarılı şiirler olduğunu söylemek de bir hakkın teslimi olur. Bunlar Tecer’i has şairler kervanına katmak için kâfi derecede muvaffak olmuş örneklerdir ve aynı zamanda onun halk kültüründen beslenen, yerli ve millî bir üslup taşıyan, fakat çağdaş ve yeni şiirin ilkelerinden de taviz vermeyen şiir anlayışı yolunda aldığı büyük mesafenin de bir göstergesidir.
    İlk şiirlerinden 20 kadarını 1932 yılında Sivas’ta iki formalık küçük bir kitapçık hâllinde ve Şiirler adıyla bastırmış olan Tecer, bunun dışında ölünceye kadar şiirlerini bir kitapta toplayıp bastırmış değildir. Ölümünden sonra şiirleri önce Vecihi Timuroğlu’nun bir sunuş ve değerlendirme yazısıyla 1980 yılında, ikinci olarak da kızı Leyla Tecer tarafından Ahmet Kutsi Tecer’in Bütün Şiirleri adıyla 2001 yılında topluca yayınlanmıştır. Cumhuriyet dönemi kültür, sanat, edebiyat, eğitim ve fikir hayatımızın en verimli ve çalışkan kalemlerinden biri, yaşadığı dönemde zengin kültürü ve bilgisi ile öne çıkan bir Türk entelektüeli olan Tecer, 1967 yılında bu dünyadan ardında gerçekten iyi bir ad bırakarak göçmüş nadir insanlardandır. Onu minnet ve rahmetle anıyoruz.
    Başlıca kaynaklar:
    A. H. Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, İstanbul 1969.
    Mehmet Kaplan, Edebiyatımızın İçinden, İstanbul 1978.
    Vecihi Timuroğlu, Ahmet Kutsi Tecer: Kişiliği, Sanat Anlayışı ve Tüm Şiirleri, Ankara 1980.
    Sevgi Gökdemir, Ahmet Kutsi Tecer, Ankara 1987.
    Mustafa Özbalcı, Ahmet Kutsî Tecer: Şairliği ve Şiirleri Üzerine Bir İnceleme, Ankara 1998.
    H. Rıdvan Çongur, Doğumunun100. Yıldönümünde Ahmet Kutsi Tecer, Ankara 2001.
    Leyla Tecer (Haz.), Ahmet Kutsi Tecer’in Bütün Şiirleri, Ankara 2001.
    Süleyman Kazmaz, A. Kutsi Tecer: Hayatı ve Eserleri, Ankara 2008.

  • M.Ali SARICA.”TANIDIĞIM OSMAN YÜKSEL SERDENGEÇTİ AĞABEY”

    70’li yılların ortalarına doğru tanımıştım Osman Ağabeyi. Karaman Lisesi Devlet Parasız Yatılı öğrencisi olarak öğrenim görüyordum. Rahmetli Babam Akseki Kaymakamlığı’nda müstahdem olarak çalışıyordu. Kaldığı müştemilat ’ta Osman Ağabeyle komşuydular. Bir Kurban Bayramı arifesinde O’na kurban almaya gitmiştik. Seçici davranışları gösterdiği hassasiyet, işaret ettiği hayvanı yakalamaya çalışanların ortaya koydukları gayret, hayvanın doğal korkusu, esasen o süreçte Osman Abi’nin nasıl bir vicdan ve merhamet sahibi olduğunun işaretlerini vermiş ve bendenizi hayran bırakmıştı…
    Kirli sakalı, evinin içerisinde gezinirken bile elinden düşürmediği bastonu, gür sesi, misafirlerine karşı bitip tükenmeyen ilgisi ve mütevazılığıyla tıpkı bir Anadolu dervişi kimliği taşıyordu…
    O bildiklerini başkalarıyla paylaşmaktan mutluluk duyuyor, sevenlerine özellikle genç adamlara karşı örnek ve önerici tavırlarını mizahi bir üslupla kırmadan dökmeden mesaja çevirebiliyordu. Ustalık işte böyle bir şeydi.
    Bir bayram günüydü yeğenim Adnan’ı da alıp ziyaretine gittim. Her zaman ki gibi bir misafir yoğunluğu… O kalabalıkta naçizane şahsıma verdiği değeri seslendirircesine; “Aaa bizim Ali Geldi, Hoş geldin Ali” diyerek karşıladı. Elini öptüm, yer gösterdi, yeğenimi kucağıma alarak oturdum.
    Osman Ağabey elinde bir kutu badem şekeri misafirlerini ağırlıyor, ikramını bizzat kendisi yapıyordu. Badem şekeri o dönemde çok önemli pahalı bir ikram çeşidiydi. Osman Ağabey birdenbire gözü yeğenime takılınca gayet mizahi bir canlılıkla söylenmeye başladı; “Sabahleyin aşağı köyden misafirler vardı. Çocuklar çok ta yaramazdılar keratalar… Dere çakılı mı sandılar ne avuç avuç almaya başladılar, yetişmeyecek diye ödüm koptu… Yeğenime dönerek Ali; bu yeğenin çok masummuş diyerek hem uyarısını yapmış hem de orada bulunanlara dersini vermişti.
    O SESİZ BİR GÖNÜL VE DAVA ADAMI İDİ
    Yıl 1976 Selçuk Eğitim Enstitüsü birinci sınıfta okuyorum. Bana Konya’ya geleceğini mutlaka görüşmek istediğini seslemişti. Nasip oldu görüştük. İlk defa Konya’nın kuyu kebabını sayesinde tatmıştım. Yemek sonrası Dolaboğlu Pasajına gittik. O zamanlarda “Milli Ülkü Yayınevi “ adı altında basım yayım işleri yapan Ali Ayaz’ın sahibi olduğu işletmeye gittik. Beni Ali Ayaz ile tanıştırdı.” “BU MİLLET NEDEN AĞLAR” Kitabının yanılmıyorsam 2. Baskısı yapılıyordu. Dedi ki benim işlerim ve sağlığım bu baskıyı takibe imkân vermiyor. Bu delikanlıya görev verdim. Basım ve dağıtımı takip edecek ben açıklamaları kendisine yazılı vereceğim. Basım bitince müstakilen 250 adet kitabı teslim edeceksin diyerek Ali Bey’e talimatını vermişti.
    Ben ne basımdan ne dağıtımdan anlamayan son derece bu işlere yabancı toy bir gençtim. Ama mesele anlaşılmıştı. Osman Ağabey bana direkt maddi bir yardımda bulunarak utandırmak mahcup etmek istemiyordu. Bu yolu seçmişti.
    Hiç unutmuyorum. Bana 250 değil 300 kitap teslim edildi. Elli tanesini isimlere dağıtmış geri kalan kitapların sıkıştıkça her birisini sekiz liradan satıp kendime harçlık yapmıştım. Böylesine yardımsever, hamiyetperver yüce gönüllü bir insandı.
    O KONUŞUNCA ŞİİR GİBİ KONUŞAN ALLAH VERGİSİ BİR ÜSLUBA SAHİPTİ.
    Hiç unutmuyorum. Bir mayıs ayında ikindi vaktine doğru Konya otobüsünden inince ziyaret etmeyi düşündüm. Yöneldim eve. Cümle kapısı açıktı. Bahçeden sesler geliyordu. Bahçe bir hayli büyük olduğu için hareketlilik ve sesler takip edilebiliyordu. Osman Ağabey bahçeye domates fidesi dikmeye çalışıyordu. İsmet Hala rahmetli O’nu takip ediyordu. Bir iskemlenin üzerine oturmuştu. Parkinson’u olduğu için elleriyle bir türlü fideleri dikemiyor hep kırıyordu. Birden bire sesini yükseltti ve bağırmaya başladı. Ellerindeki toprak parçalarını (Tezekleri)Rahmetli İsmet Halaya fırlatıyordu. “Çocuğumu öldürdün ocağımı söndürdün, ne özelliğin var ne güzelliğin, oturmuş baykuş gibi bakıyor yüreğimi yakıyorsun”
    Bu sözler bir anda Osman Ağabeyin ağzından çıkan ama sanatsal bir ifade taşıyan Allah vergisi sözlerdi.
    ÖMRÜNDE ÇOK AZ DÜĞÜNLERE GİTMİŞTİ. SÖZ VERDİ DÜĞÜNÜME GELDİ BİZLERİ ONURLANDIRDI.
    1982 Yılı 7-8 Ağustosu. Evleniyorum. Osman Ağabey düğünüme geldi. O yıllarda köyde 3 katlı Betonarme bir evin orta katında oturan Köy imamının hanesinde O’nu misafir ettik. Köy İmamı Bir Serdengeçti hayranı adeta aşığıydı. Bu yüzden misafir etmiştik. Tabi ki ilk gün boyunca ilgisiz bırakmamak için çok çaba sarf ettik. İmam Efendinin maltız keçileri vardı ve Osman Ağabey çok sevmişti. O’nu memnun edebilmek için çok gayret göstermiştik ama ne mümkün. Meğer bir şeyleri takmış kafasına. Ayrılık vakti geldi. Veda ederken çok güzel şeyler söyledi. Çok mutlu olduk. Son olarak dedi ki bahçedeki keçilere yönelerek; Sizi çok sevdim. Bol bol sütünüzü içtim. Bana hakkınızı helal edin. İmama değil keçilerine hakkınızı helal edin diyordu…
    Arabaya binmesi için yardımcı oluyorduk. Kütahya’dan gelen misafirlerimden birisi, “Osman Ağabey başınıza dikkat edin.” deyince hala kulaklarımda çınlayan orada hepimizi karnımızı tutarcasına kahkahalara büründüren sözlerini unutamıyorum. “Rahat olun benim boynuzlarım yok.”

  • Mehmet Ali Kalkan.”GÖNLÜMDEN…”

    Elhamdülillâhi Rabbil âlemin…
    “Lor peynürü, galın ekmek, duz getür,
    Çıh Harput’un tepesinden buz getür,
    Şehidime örtü için bez getür,
    Gız, daliken devrülesin tez getür.”
    Ahmet Tevfik Ozan,
    Sevgili arkadaşım,
    Uzun yıllar önce Töre Dergisi’nde dağ nefesli şiirlerin yayımlanırdı. Şiirlerin her bir kıtası top top gül’dü. Onları dost bilirdik, onlarla nefeslenirdik, göğüs kafesimiz daralırdı.
    Şöyle demiştin mesela;
    “Kubbeler, kubbeler.. kurşun kubbeler!
    Bir kurşun, bir namlu; bir yürek deler!
    Her gün nakış nakış ördüğünüzü
    Sonra delmek niye.. niye, kubbeler?”
    O günler uzakların yakın olduğu günlerdi. Biz bizi bilirdik. Dostluğun, vefanın, arkadaşlığın ne olduğunun gönüllere yazıldığı, gönülce bilindiği zamanlardı. Bazıları hayallerimize kurşun atarlardı. Ama hayallerimiz hep ötelerdeydi bizim.
    “Bir kurşun, bir kurşun, bir kara kurşun
    Şakağımda sıcaklığın duyduğum!…
    Ansızın dalgası nurdan bir deniz
    Ve Allah!…”Adına kurban olduğum.”
    Karlar içinde omuzladığımız yarınlar vardı, lâpâ lâpâ avucumuza düşerdi. Efkâr düşerdi, bir uzak diyar düşerdi. Yâr düşerdi. Sarı saçlarına deli gönlümüzü bağladığımız Mihriban’larımız vardı, sen söylerdin;
    “Sarı saçlım yasta mıdır?
    Rüyaları hasta mıdır?
    Kan tükürsem ciğer gelir,
    Zemzem, kurşun tasta mıdır?”
    Tadımız tuzumuz olmazdı bazen, yüreğimiz karıncalanırdı. Bazı şeyleri yutkunurduk. Deniz deniz büyürdü içimiz, sen söylemeye devam ederdin;
    “Tuz yüklü denizler emzirse bile
    Bir balığı, tuzsuz yemek ne mümkün?
    Bin kılçıkla sarmaş dolaş bu çile
    Bu çile, bu çile.. akıla küskün…”
    Hem akıldı, hem gönüldü. Hem kılıçtı, hem kalemdi. Hem suskunluk, hem kelâmdı. Bir derdimizi bin dermana değişmezdik ki…
    Taş aralarındaydı karanfil. Topraklar kan içiyordu;
    “Bir beyaz mermerde açan karanfil
    Rüyaların yeryüzüne indiği
    Bir esrarlı güzel… Mukaddes vatan!
    Yüzyıllarca tüten sabır, tevekkül…
    Yıllarca gözlerden sızar ince kan.”
    Rüyalarımız gönül sınırlarınaydı. Ötüken kokardı, Seyhun Ceyhun akardı. Kala kala Kerkük’tü vatan. Sinan gelirdi Kırım’dan. Estergon Kal’ası su başı durak’dı. Vardar ovasından havalanan sevdalar Orta Asya bozkırlarına konardı. Her yer biz’di, esrarlı bir güzeldi sevdamız.
    “Ey Turan’ın kardan ak, çileli insanları!
    Elinizde buzlu su, yürekten daha sıcak!…
    Nasıl yabancı kalmış, yoksul aşında balık?
    Denizlerde bereket ha taştı ha taşacak!…”
    Damlaların denizeydi yolu. Tohumlar çiçeğe dururdu. Dolu ekin baş indirirdi. Her kar tanesi bir başak büyütürdü.
    “Bir tohumdan, bir çiçeğe sır mı var?
    Bir yağmurdan, bir doluya kar mı var?
    Yağmur tohumla dost, dolu neylesin!
    Çiçeğin üstünde, taştan sur mu var? ..”
    Taştan surlar vardı, taştan evler vardı. Taş mektepler vardı. Taşın içinde gül büyüyordu. Hem biz taşın içinde ateşin yandığı yerlerden gelmemiş miydik? “Bilmeyen ne bilsin bizi, bilenlere selâm olsun”du.
    Taş Medrese dedikleri de şuydu;
    “Bir köpük yürek kadar, sıcak ve temiz burda
    Gölgemizi öpmekte, soğuk ve kirli taşlar…
    Çiçekleri yüreğin, bir kem sözle kurur da
    Bin bir çölle boğuşur, buzdan tolgalı başlar…”
    Biz aktolgalı beylerle Tuna’dan, Vistül’den geçmiştik, ateşler içinden geçmiştik. Yeter ki “ilerle” desinlerdi.
    Hani bir arkadaş vardı yanında. Haksız yere idam cezası almıştı. ( Daha sonra da cezası bozulmuştu zaten) Nasıl beklerdi sabahları, nasıl bir bekleyişti o? İdamlar sabaha karşı yapılırdı ve güneşi beklemek nasıl bir şeydi?
    O’nun Yarım Günlük Saadet’ine bir şiir yazmıştın;
    Ben aylarca, şu ranzada; güneş doğunca uyurum
    ‘‘Güneşle adam asmazlar! …’’ yarım günlük bir saadet!
    Her gece yatsıyla gelen, bir soğuk şey duyuyorum
    ‘‘Abdest al, güneşi bekle! …’’ böyle aylarca devam et! …
    Suçum olsa, biliyorum; öpmez alnımdan melekler
    Ve gözyaşlarıma konmaz o nurani kelebekler
    Bu soğuk sessizlik te ne? … Ve niçin ana hasreti?
    Niçin adım kimse bilmez? Hem nereden bilecekler? ! …
    Ses de, sükût da burada; hep ölümü hatırlatır.
    Gelsin ‘‘Baş üzre yeri var! ..’’ ve fakat beklemek, bir tuhaf…
    Yüreğini şu tavanın, bilmem ki, kimler kanatır?
    Ve niçin ateş perdeler, göz bebeklerimde saf saf?
    ‘‘Bir güvercin bir balık nasıl masum ölürse
    Nasıl çatlarsa bir nar, cennetten bir tad için
    Gelsin Ölüm, Yüceler Yücesi Rabbimiz’den
    Yaşanmaz, anlatılmaz bir yeşil murad için! …’’
    Ben aylarca, şu ranzada; güneş doğunca uyurum
    ‘‘Güneşle adam asmazlar! …’’ yarım günlük bir saadet!
    Her gece yatsıyla gelen, bir soğuk şey duyuyorum
    ‘‘Abdest al, güneşi bekle! …’’ böyle aylarca devam et! …
    Ve o analar… Ve o babalar… Dağ dağ büyüyen, dağ dağ eriyen analar, babalar. Onların hakkını kim ödeyebilirdi? Hangi terazi tartardı onların dualarını?
    “Işıklara boğulmuş gecelerde kim anlardı ki bizim yasaklanmış gökyüzünden yıldızlar çaldığımızı?”
    Yukarıdaki şiirini paylaşmış Yusuf Ziya Cuma günü. Yusuf Ziya adı gibi bir Yusufiyeli. Telefon ettim, açtı. Şiiri okumaya başladım,
    “Ben aylarca, şu ranzada; güneş doğunca uyurum…”
    Uzun zaman sonra “dinliyorum abi” diyebildi zar zor. Dinliyordu, yaşıyordu, ağlıyordu… Ben de okuyamadım zaten. Şairlerin Dünyası böyleydi;
    “Her karanlık sokakta, yoksul bir şair ağlar..
    Uzayıp giden yollar onu gurbete bağlar
    Ağlamak, şairlere; Tanrı’nın Lütfu gibi..
    Mısraları gülerken, yoksul şairler ağlar..”
    En son 2018 yılının Mart Ayı’nda görüşmüşüz Hatay’da, Beş Şehir Beş Şair Programı’nda.
    Sen Elâzığ’dan ben Eskişehir’den gelmiştim. Kendi ellerinle yaptığını söylediğin pestil getirmiştin. Şiirimin ABC si kitabını da orada imzalamışsın. Zaten hayatın vermekle geçmişti.
    2019 yılının Ocak Ayı’nda kalp ameliyatı oldum. Bir damar yüzde elli, diğerleri neredeyse yüzde yüze yakın tıkalıymış, öyle söylediler.
    Daha sonra Osmaniye’ye gittim bir şiir şöleni için. Orada Selahattin Arpacı arkadaşımızla bir araya geldik. Benden bir müddet sonra O da kalp ameliyatı olmak için hastaneye yattı. Bir gece önce telefon ettim, kendimce söyleyeceklerim vardı, sohbet ettik, yaşadıklarımı anlattım. “O’ndan gelene amenna” dedi mütevekkil… Bir müddet sonra da Rabb’ine kavuştu.
    Senin de vefatına “kalp krizi” dediler. Demek ki bizim yaralarımız kalbimizdendi. Kalbimizden çok yara almıştık. Bizi vuranlar kalbimizden vurmuşlardı.
    Erciyes bir dağın ötesiydi bizim için. Mapushane avlusundan sana şöyle görünmüştü;
    “Elimde kelepçe, gözlerim donmuş
    Döndüm, bulutların arasında Sen…
    Erciyes, Erciyes… Ruhuma konmuş
    Bir beyaz güvercin, bir buzlu desen…”
    Ziyaret için de olsa bizim de yolumuz düşmüştü o Erciyes gören mapushaneye.
    Benim bir Zübeyde Ablam var, yaşı doksana yakın. Şiiri çok sever. Ara sıra gider muhabbet ederim. Bir gidişimde şiirden, şairden bahsederken senin şiirine başladım;
    “Erciyes’te kar diyorum, bu akşam
    Benim kadar terk edilmiş değildir..
    Karanlığa yar diyerek sarılmış
    Ümitleri benimkinden yeşildir…”
    Şiirin tamamını hatırlayamamıştım, sana telefon ettim devamını sen getirmiştin.
    “Niçin olmasın ki? çiçeğin kanı
    Erciyes’in doruğundan süzülür..
    Bir pınardır Erciyes’in Yüreği
    Kanar kanar, dudaklara dökülür..
    Benim gibi bir vefasız yarı yok!
    Kor ateşte erimeyen karı yok!
    Her tanesi bir akrebin ağzında
    Aşk dediği bir acayip narı yok! …
    ‘‘…Taş değirmen arasında bir yürek;
    Taş incinir diye mahzun kanıyor!
    Ümit, buzda kök salacak bir çiçek
    Gönül devşirecek çiçek arıyor! …”
    Erciyes’te kar diyorum, bu akşam
    Benim kadar terk edilmiş değildir..
    Karanlığa yar diyerek sarılmış
    Ümitleri benimkinden yeşildir…”
    Daha sonra da Zübeyde Abla Elâzığ’daki tanıdıklarına telefon etmiş, seni anlata anlata bitirememiş, öyle duymuştum.
    Erciyes karlarını çayda, otta bulunduran, koyundan süt sağdıran kim’di? “Yeşil otta süt gizlidir” diyordu Bahtiyar Vahapzade de.
    Bir gün aramış, kitaplarını göndereceğini söylemiştin. Ben de on civarında isim vermiştim, bu arkadaşların adına imzalarsanız dağıtırım diye. Bir kaç gün sonra yine aradın, kitapları ben getireceğim diye.
    Hani Eskişehir’e yakın bir yerde akraban vardı ya, ondan bahsedip “emekli oluyorum, Eskişehir’den bir ev bulalım da oraya yerleşeyim. Seninle dolaşırız, muhabbet ederiz, o sık sık bahsettiğin köyünün dağlarına gideriz” demiştin, olmadı.
    Gelseydin dağlara giderdik ve ne güzel olurdu. Dilaver Cebeci Ağabey Bozkırda Kalan Sancı’da yazmıştı;
    “O çocuklar birer birer gittiler…
    Soylu sevda türküleri dudaklarında,
    Saclarında kurt nefesi rüzgârlar,
    O çocuklar birer birer gittiler…

    Onlar, Oğuz mayası gök ışığın erleri,
    Onlar, ülkü çağının bahadır melekleri…
    Mor dağların göğsünde kaldı pençe izleri,
    Haceru’l esved gözlerini gönlümüze resmettiler.”
    İşte o Dilaver Cebeci Ağabey’le köyümün dağlarına gittik. O dağlara bakıp iç çekti ve “beni bu dağlara gömün” demişti.
    Bizim için dağlar önemliydi.
    Bizim için her dağ Tanrı Dağı, her dağ Uhud, her dağ Allahüekber’di. Demiştin ya;
    “O dağların çocuğuydum ben,
    Karların, yarların gür ormanların
    Gönül, bir güvercin yüceden yüce,
    Sevinci, dünlerin ve yarınların.”
    Gelseydin biz ne şiirler söylerdik o dağlara bakarak, ne türküler okurduk dağlara karşı. Gökteki yıldızları yerlerine koyardık. Yıldızların söneceği güne saklanan yıldızlar olurdu onlar. Hilali beşik yapar dolunayca büyütürdük. Sonra kurt nefesli sazlar çalardı, ben bir Elazığ Türküsü okurdum;
    “Kar mı yağmış şu Harput’un başına”
    Dağ üstüne dağı koysan dağ olmazdı. Kardan kemer bağlardı dağlar. Bu dağların ardı vardı, el ele halaya dururlardı onlar. Dağlar gam ortağımızdı bizim ama bu dağlar ne rüzgârlar görmüştü, bilen bilirdi.
    Ben bırakır sen alırdın;
    “Bu dağın karı menem,
    Gün vursa erimenem,
    Yedi yıl yerde yatsam,
    Aşığam çürümenem.”
    Şiir söylerdik sonra, ben başlardım;
    “Dağ gibi sevdalar gönül bağında,
    Yağmurun sırrını çözmek ne güzel.
    Aşk sarhoşu olup can konağında,
    Dertleri uyutup sızmak ne güzel.”
    Sen söylerdin;
    “Ne ki dünya dediğin
    Gözlerime sığıyor!..
    Koca koca yıldızlar
    Rüyalara sığıyor.”
    Ben söylerdim;
    “Gâh taşarım köpük köpük,
    Gâhi dağlar sırtımda yük,
    Gözüm gördüğünden büyük,
    Sen akıl fakiri dünya.”
    Sen söylerdin;
    “Gelse bir rüya gibi, o mukaddes akibet…
    Katlansa dağlar ipek, nurlu yorganlar kadar
    Sessizce dalga dalga, ne çile ne hareket!…
    Yalnız Nur-u Muhammed (s.a.v.) saadet var, huzur var.”
    Fısıltıyla ilave ederdin;
    “Ölüm dediğin kuş oğul,
    Aşar dağdan, seçer seçer can alır.”
    Nefeslenir bir daha söylerdin;
    “Bir güvercin bir balık nasıl masum ölürse
    Nasıl çatlarsa bir nar, cennetten bir tad için
    Gelsin ölüm, yüceler yücesi Rabbimizden,
    Yaşanmaz, anlatılmaz bir yeşil murad için.”
    Rahmetli babam dağlardan güneşin batımını seyreder “gün bayırı aştı” derdi. Daha akşam olmazdı ama günün bayırı aşması yavaş yavaş hazırlanın demekti.
    Atalarımız da demişti ya “Gün akşamlıdır devletlüm, dün doğduk bugün ölürüz.”
    İki mısra daha söylerdin;
    “Ölüm ne büyük dostsun, şu yalancı Dünya’da.”
    “Ölürsek bir Fatiha dileğimiz.”
    Bu satırları yazarken Eskişehir’e kar yağıyordu dost Ozan. Kar taneleri kadar, yağmur taneleri kadar, güneşin ayın ışığı kadar, gökteki yıldızlar kadar, rüzgârların esmesince rahmetler olsun sana.
    Mekânın cennet olsun…
    Fatihalarla…

  • TAZİYE

    Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği 2.Başkanı,İLESAM Tokat İl Denetleme Kurulu Üyesi,Gazi Osman Paşa Lisesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni,kadim dostumuz Mahmut Hasgül’ün babası değerli ağabeyimiz Hamdi Hasgül Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur.Cenazesi bugün saat 15.00’de Sulusaray ilçesinden kaldırılacaktır.
    Allah rahmet eylesin,mekânı cennet olsun.HASGÜL Ailesine ve sevenlerine Cenab-ı Allah’tan sabr-ı cemil niyaz ediyoruz.
    Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği Yönetim Kurulu-KÜMBET Dergisi Ailesi

  • Hasan AKAR. “NİKSAR’DA BİR ÇINARDI AHMET GÜREVİN NAMI DİĞER KARA AHMET”

    Köylerin, kasabaların, şehirlerin bağrından çıkarıp, kendi kültürüne münhasır yetiştirdiği farklı şahsiyetler vardır. Bunlar toplumda ve yaşanılan zamanda insanlar arasında hayata hoşgörü penceresinden bakarak sevgiyi, saygıyı, diyaloğu kuran denge unsuru da diyebileceğimiz ayrı güzellikte birer moral değerleridir.
    İşte üç yıl önce bu ayda (7 Mart 2018) zamansız kaybettiğimiz Ahmet Gürevin Ağabey de Niksar’da tanıdığım küçükle küçük, büyükle büyük olabilmeyi bilen ender insanlardan biriydi.
    Benim Gürevin ailesiyle asıl tanışıklığım 1978 yılına dayanıyor. Konya’da üniversitede okuduğum zaman yaz tatillerinde geçici işçi olarak arazide çalıştığım, o zamanki adıyla Tokat Toprak-Su’da Niksarlı, tipik Çerkez Hami Gürevin adında bir arkadaşım vardı.
    Sessiz, sakin bir kişiliği ve işine bağlılığı, dürüstlüğü ile şantiyedeki amirler ve diğer çalışanlar tarafından çok sevilirdi. İhtimal ki gidiş gelişin vasıta açısından biraz zor olduğu o dönemlerde Tokat’taki akrabalarının yanında kalıyordu. İçimizin ısındığı bu arkadaşımızın evden getirdiği yemeklere de bazen ortak olurduk.
    Oldukça sevecen de olan Hami, şakalarımıza bazen kızar, boynunu Niksar’a doğru çevirir bazen ses çıkarmaz mavi gözleriyle kıs kıs gülerdi. Köken Kafkas olunca ekip arkadaşlarımız boş durmaz, Şeyh Şamil’den bahsedince o da bizi kırmaz ellerimizle tempo tutunca cezbeye tutulmuş dervişler gibi iki üç kez dönerdi.
    Hayat bu, atalarımızın dediği gibi dağ dağa kavuşmaz, ama insan insana kavuşur.1985 yılında tayinimiz Artvin’den Niksar’a çıkınca haliyle eski arkadaşları aramamız gerektiğine inandım. Zaten köyü belli idi, sordum, soruşturdum. Tokat Gazi Osman Paşa Lisesi’nden de arkadaşım olan Niksar Ortaokulu’nda beraber çalıştığımız Matematik Öğretmeni Bedrettin Demir vasıtasıyla bir gün Çarşıbaşı’ndaki kahvehanelerden birinde buluştuk.
    Çok fazla değişmemişti 1983 yılında evlenmiş, Osman ve Şahin adını verdikleri iki çocuk babası olmuştu. O yıllarda Niksarlılar için büyük bir iş sahası olan Köklüce Hidroelektrik Santralı inşaatında işçi olarak çalışıyordu. Ara sıra çarşıda karşılaşıyor, ayaküstü sohbet ediyorduk. Aradan fazla zaman geçmedi 1987 yılında inşaatta meydana gelen gaz zehirlenmesi neticesi 19 işçi ile beraber Hami’yi de kaybettik. Allah rahmet eylesin.
    Bu tanışıklık Niksar’da yaşayan amcaoğulları Ayhan ve Erol Gürevin’e götürdü bizi.1989 yılında Niksar Endüstri Meslek Lisesi’nde yöneticiliğe başlayınca haliyle okulun bakım, onarımı içinde yer alan cam, camekân işleri de bize düştü. Kırk bin nüfusuna rağmen şehirde işi biraz zor olduğundan olsa gerek fazla cam işiyle uğraşan esnaf yoktu.
    Halk arasında Camcı Erol diye bilinen İbrahim Gürevin şehrin sevilen sayılan esnaflarından biriydi. Bazen tek bazen de arkadaşlarla sık sık dükkânına uğrar memleketi kurtarmak adına sohbet ederdik. Muhabbetimizin ilerlediği yıllarda takılır:” Erol, kaç çocuğa yine cam kırmak için kuş lastiği aldın, harçlık verdin, yine bugün çok yerde evlerin, dükkânların camları, parkların elektrik direklerindeki ampuller kırılmış” deyince seyrek bıyıkların altından gülerek :”Hadi hadi gelin ses çıkarmayın size çay söyleyim” diye bizi içeri davet ederdi. Bir yandan okul sonu kurumuş dudaklarımızı ıslatır bir yandan da ölçümüzü kaçırmadan şakalaşırdık. Dükkân kapısını nereye giderse gitsin kapatmazdı. Arkadaşlardan eski âdetini devam ettirip hâlâ da kapatmadığını duyuyorum. Biz de işimiz için gittiğimizde onu bulamayınca ölçü masasının üzerindeki masa takvimine Necati Güneş, Osman Abakay ve Keramettin Çoban arkadaşlarımla bir iki dörtlük yazar kaçardık.
    Ayhan Gürevin ‘e gelince ben Endüstri Meslek Lisesi ‘nin o da Danişmend Gazi Lisesi’nin baş muaviniydi. Dolayısıyla eğitimle ilgili toplantılarda ve Kaymakam Aydın Akkor ve Belediye Başkanı Ahmet Duran Ünverdi’nin büyük gayretleriyle Niksar’ın çok zengin bir dönem yaşadığı kültür ve sosyal etkinliklerinde sık sık bir araya geliyorduk.
    İki okul arasında özellikle spor bakımından büyük bir rekabet vardı. Bazen mağlubiyeti kabul etmeyen öğrenciler taşkınlık yapınca onları yatıştırmak için iş disiplin kurulu başkanları olarak bize düşüyordu. Ayhan Bey ile sanki iki okul arasında diğer bir maç sonrasına kadar geçici barış protokolü imzalıyorduk.
    Rahmetli Ahmet Gürevin ağabeyime gelince biliyorum ki çok değer verdiğim ve de beni çok sevdiğini bildiğim bu insanla ilgili yazı konusunda çok geciktim. İnşallah ruhunu incitmemiştirim. İçimde iki yıldır vefasızlığımdan dolayı ukde olan bu konuda kendi kendime yazı da nasip deyip teselli bulmaya çalıştım. Şehir dışında olduğum için cenazesine katılamadığım Gürevin Ailesine eşimle birlikte taziyeye gittiğimizde bazı dokümanları da almıştım üstelik.
    Zaman içinde Ahmet Ağabeyle bir arkadaş olmuştuk sanki. Yaptığımız kültürel faaliyetlerimizi destekliyor, daima yanımızda oluyordu. Öyle ki Ayhan Bey Kümbet Dergisi’nin abonesi olduğu halde hayır ben de alacağım ve okuyacağım diye derginin en iyi takipçilerinden biri olmuştu. Zamanla ailecek de görüşür olmuştuk. Çok sofralarına oturup, çaylarını içtik. Biraz zaman geçse, evin alt katında oturan oğlu Ayhan Hocam’la haber gönderiyordu. “Yahu Ayhan, Hasan Hocamlar neredeler, kayıplar bu sıra? “Diye anlıyorduk ki Ahmet Ağabey yine bizi evine hem sofrasına hem sohbetine davet ediyordu. Bizi evlatlarından ayırt etmeyen o gönlü zengin insanı kırmamız mümkün müydü?
    Onunla olan dostluğumuz Niksar için bir eser çalışması içinde bulunduğumuz yıllarda daha da perçinleşti. Saha çalışması için bazı köylere beraber gittik. Niksar Belediyesi Yazı İşleri Müdürü Müjdat Özbay ile birlikte üç yıla yaklaşan bir çalışma sonucunda Niksar Belediyesi Kültür Yayınları arasında 1998 yılında yayınlanan “Milli Mücadele Yıllarında Niksar “adlı eserimiz için onunla da bir röportaj yapmış verdiği bilgileri de aynen esere aktarmıştık. O Niksar kültürüne ve tarihine oldukça hâkimdi. Daha önce Niksar’da meydana gelen önemli olayları büyüklerinden dinleyip iyice belleğine almıştı.
    2005 yılında Niksar’dan ayrılmak zorunda kalışıma en çok üzülenlerden biri de o olmuş, sebeplisine ve sahip çıkmayanlara eminim ki beddua etmişti. Tokat’a geldikten sonra da Niksar’a gidişlerimizde imkânlarımız ölçüsünde evine kapısından olsun uğramaya, duasını almaya çalıştım.2008 yılında Tokat’ta bir ameliyat geçirdiğimde hastanede başucumda Ahmet Ağabeyimi de görebilmenin mutluluğunu nasıl izah edebilirim. Ya büyük kızım Deniz’in 2015 Eylülünde Tokat’ta İşeri Petrol Tesisleri’nde yapılan düğününe ailecek katılıp ,”Ben Hasan Hocamın kızının düğününde nasıl oynamam “diyerek ilerleyen yaşına rağmen herkesin gülümseyen bakışları arasında sahneye fırlayarak benimle birlikte Niksar’ın fidanları müziği eşliğindeki neş’esini kim unutabilir?
    Kümbet Dergisi’nin Temelleri Ahmet Gürevin’in evinde atıldı
    Bugün Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği bünyesinde yayın hayatına istikrarlı bir şekilde devam eden KÜMBET Dergisi kuruluş aşamalarında en önemli toplantıyı Niksar’da ev sahibi Ahmet Gürevin’in evinde 1999 yılında yapmıştık. Şahsımın koordine etmeğe gayret ettiği Niksar’ın en zengin mutfak yemeklerinin özenle ikram edildiği bu toplantıda bulunanlar: Ev sahipleri Ahmet Gürevin, oğlu Tarih Öğretmeni Ayhan Gürevin, damadı Öğretmen Necmettin Berdibek başta olmak üzere Niksar Kaymakamı Mustafa Yaman, Niksar Belediye Başkanı A. Duran Ünverdi, Yazar Emin Ulu, Niksar Meslek Yüksek Okulu Müdürü Zekai İmre, Yard. Doç. Dr. Ebubekir Altuntaş, Niksar Belediyesi Yazı İşleri Müdürü Müjdat Özbay, Tarih Öğretmeni M. Necati Güneş, Dershane Yöneticisi Zeki Kurt, Öğretmen Dursun Uca, Yard. Doç. Dr. Burhan Kaçar, Yard. Doç. Dr. İsmail Polatçı, Belediye çalışanı Nurettin Aybak, İlkokul Müfettişi Osman Baş, Öğretmen Ömer Faruk Aybek, Yard. Doç. Dr. Muhittin Sırma, Öğrenci Osman Gürevin (Hami Gürevin’in oğlu) ve bendeniz Hasan Akar idik.
    Toplantıda kültür – sanat adına Tokat’tan çıkarak Türk dünyasına ulaşmayı hedefleyen böyle bir yayının desteklenmesi için Niksar Kaymakamı Mustafa Yaman (Şu an Mardin Valisi) ve Niksar Belediye Başkanı Ahmet Duran Ünverdi de üzerlerine düşen görevi yapacaklarını belirtmişlerdi.
    1999 yılında yayın hayatına başlayan Kümbet Dergisi bugün de M. Necati Güneş’in koordinesinde Tokat’tan sonra Niksar’da en çok aboneliği olan merkez özelliğini koruyor. Diyeceğimiz o dur ki Kümbet Dergisi için Niksar’da ilk hayırlı harcı koyan Ahmet Gürevin Ağabeydir.
    Kısaca Ailesi Hakkında:
    Ahmet Gürevin 01.05.1932’de Niksar’da doğdu. Ailesi halk arasında Kayserililer diye bilinir. Dedeleri 1800’lü yılların sonuna doğru Kayseri’den göç ederek Niksar’a yerleşmiş. Kayseri’de Keşanoğulları adıyla tanınan aileden Hüseyin Efendi eşine kızarak 1890 yılında on yaşlarındaki İbrahim adındaki oğlunu da alıp yollara düşmüş, sıkıntılı bir yolculuktan sonra Niksar’a ulaşmış ve Çilhane Mahallesine (Çarşıbaşı) yerleşmiş.
    Daha sonra mübadele sonrası boşaltılan evlerden Taşköprü’deki bir eve taşınmışlar. Hüseyin Efendi’nin oğlu Kayseri 1862 doğumlu İbrahim büyüyerek Arasta Çarşısı’nda manifatura dükkânı açmış. İşleri iyi giderken dükkâna giren bir hırsız ne var ne yok bütün paraları ve bazı değerli kumaşları çalınca kapatmak zorunda kalmış.
    İbrahim, Hamide Hanımla olan evliliğinden Osman, Basri, Ahmet, Şerife ve Fadime adlı beş evlat sahibi olmuş.
    Bu kardeşlerden Ahmet Gürevin’in babası Osman Gürevin’in Yıldızeli Konaközü Köyü’nden Saide ( Seyide) hanım ile evliliğinden de Kadriye, Ömer, Ahmet, Nafi ve Nursel ( Saniye) doğmuştur. (Osman Gürevin vefatı 1969, Nafi ‘nin 1998, Ömer’in 1991, Saide’nin 1998’dir)
    Ahmet Gürevin İlkokulu bitirince bazı iş yerlerinde çırak olarak çalışmış ama Çerkezlerin en önemli sevgilerinden atlara heveslenince babası bir at arabası takımı satın almış. Yıllarca at arabacılığı yaptıktan sonra 1952 yılında askerlik görevini yapmak üzere İstanbul’a gitmiş. Tankçı Çavuş olarak 1953’te görevini ifa ederek Niksar’a dönmüş ve 1955 yılında Tekel İdaresine işçi olarak girmiş. Burada çalışırken başarısı ve güvenirliliği onu Tekel’deki sendika başkanlığına kadar taşımış.
    1957 yılında Kasımoğulları sülalesinden Fadime Hanım’la evlenmiş. Bu evlilikten 1959 yılında Ayşe, 1960 yılında İbrahim, 1963 yılında Ayhan doğmuş.1980 yılında emekli olmuş ama sonrasında da boş durmayarak 1983-1988 yılları arasında lokantacılık ve kahvehane işletmeciliği yapmış.
    Oldukça nüktedan bir kişiliğe sahip olan Gürevin’i bazı insanlar- başta Maliye çalışanları olmak üzere- görmeden, şen şakrak sohbetine iştirak etmeden işlerine gitmezlerdi.
    1988 yılında ağır bir kalp krizi geçirmesine ve 1990 ‘da riskli bir kalp ameliyatı olmasına rağmen önce Allah’ın sonra, doktorların ve de sevenlerinin dualarıyla kısa sürede ayağa kalkmış, toplumda yokluğunu hissettirmemişti.
    On yaşından beri sigara tiryakisi olan Gürevin ,bir ara beyninde meydana gelen rahatsızlık için hastaneye gitmiş, tedavi olduktan sonra taburcu oluşu sırasında doktorun:” Ahmet Amca sigarayı bırak, yoksa yanıma bir daha gelme ve sana bakmam deyince: “Doktor Hanım sen bana diyorsun ki yetmiş beş yıllık karını boşa. Ben bu işi nasıl yapayım? Diyerek nükteyi patlatması üzerine çaresiz kalan doktor: “Peki Ahmet Amca sen bildiğin gibi yap.” Diyerek gülmüştür.
    Evlatları:
    Ayşe Gürevin Berdibek: Tokat Eğitim Enstitüsü ve Ankara Eğitim Enstitüsü’ne okuyarak ilkokul öğretmeni oldu. Niğde/Aksaray , Almus ve Niksar’da toplam otuz sekiz yıl eğitime emek verdikten sonra emekli oldu. Meslektaşı Necmettin Berdibek ile evli ve iki evlat sahibidir.
    İbrahim Gürevin: 1969 yılında Nalbantlardan Ahmet Özlü’nün manifaturacı dükkânında çırak olarak işe başladı.1970’de Camcı Şemsettin Urkaya’nın yanında camcılığa başladı.1978 ‘de Kamil Elbasan’la birlikte işyeri açtılar.1983 yılında kendi iş yerini açtı. Züriyet Hanımla evli olup üç evladı bulunmaktadır.
    Ayhan Gürevin: Adana ve Erzincan Tarım Meslek Lisesinde okuyarak 1980 yılında Niksar İlçe Tarım Müdürlüğü’nde Ziraat Teknisyeni olarak iki yıl görev yaptı.1982 yılında istifa ederek İzmir 9 Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi Tarih Bölümüne kaydoldu.1986 yılında mezuniyetinden sonra Sivas Gemerek/Yeni Çubuk kasabasında göreve başladı. Niksar Danişmend Gazi Lisesi, Erol Turaçlı Fen Lisesi yöneticilik yaptı. Halen Niksar Kırkkızlar Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi’nde Tarih Öğretmeni olarak görevine devam etmektedir. Meslektaşı Ayşe Hanım ile evli olup iki evladı bulunmaktadır.
    Evlatlarının Dilinden:
    Ayhan Gürevin: Babamın en çok sevdiğim yönü gördüğü haksızlıklara karşı asla duyarsız kalmaması idi. Ortaya çıkan haksızlık varsa onu düzeltmeye çalışırdı. Şahsen ben şimdiye kadar onun gösterdiği cesareti gösteremedim.”
    Derken yokluğuna bir türlü alışamayan “Sanki her gün saat 11’e doğru dükkâna yine babam gelecek, tahta iskemlesine oturacak ‘Haydi Erol kahveyi söyle Orhan’a ‘diyecek sanıyorum sancısını yaşayan büyük oğlu;
    İbrahim Gürevin de: Babam hayatı boyunca hep toplum adamı oldu. İhtiyacı olanların yardımına gücü oranında koşmayı bildi. Evlatları olarak ne desek az. Bizleri yetiştirmek ve okutmak için zor yıllarda büyük çaba sarf etti. Ancak benim de liseyi bitirdikten sonra esnaf olmamı özellikle arzuladı. Sebebine gelince “Oğlum, senin dilin boş durmaz, siyasi sıkıntılara sebep olursun” demişti.
    Onun ne denli sevildiğine, sayıldığına Niksar Ulu Cami’de kılınan cenaze namazında avluya sığmayıp, taşan cemaat de şahit oldu.
    Son söz:
    Çınarlar ayakta ölür diyorlar. Evet Ahmet Gürevin Ağabeyim hayatın boyunca dik durdun, onurlu yaşadın, çınarlar gibi derin, sağlam kökler saldın gençliğinde atının nal izlerini bıraktığın ata toprağın Niksar’a . Vatanperver, dinine bağlı evlatlar yetiştirdin ve dik göçtün bu dünyadan. Tahsin Çavuşoğlu, Mehmet Cevahircioğlu, Cengiz Ünlü ağabeyler gibi sen de kimseye haber vermeden sevenlerini ve Niksar’ı yetim bırakıp beyaz atlara binerek sessizce gittin.
    Zaman ne kadar çirkinleştin sen
    Bilsen artık ne kadar yozsun
    Çınarlar solarken Niksar’da birer birer
    Böyle miydin şimdi nasıl da boşsun.
    Çalça’dan koşsun Tahsin Çavuşoğlu
    Kuz Mahallesi’nden Cevahircioğlu
    Kaleiçi’nden coşsun Ahmet Gürevin
    Buluşsunlar yine Melik Gazi’de
    Desinler neler bıraktık biz mazide
    Allah rahmet eylesin, ruhun şâd, mekânın cennet olsun.

  • A.Turan ERDOĞAN.”KOÇAK MÜFTÜ’NÜN ARDINDAN”

    Şehirler de insanlar gibi ete kemiğe bürünmüş, ruhları ve hikâyeleri olan mekânlardır. Her bir köşesi size tarihin arka bahçesinden ilmek ilmek süzülmüş hatıralar naklederler. Âlimleri, fazılları, âşıkları, ozanları, sanatçıları, yazarları ve çizerleri vardır. Tapu kayıtları gibi geçmiş zamanın arşivlerini tutarak tarihin arka sayfalarını bazen siyah beyaz, bazen renklice günümüze taşırlar.
    Bu noktada “Şerefü`l-Mekân Bil-Mekîn” diye bilinen bir kaideden söz etmek yerinde olacaktır. Yâni, mekân, orada bulunanlarla şeref kazanır. Mekâna değer katan orada yaşayan ve tarihe iz düşenlerdir.
    Dünü bugünle buluşturmak, geleceğe bakan yüzümüzü geçmişin derin kökleriyle temellendirmek, ayağımızı yere sağlam basmamız ve atiye daha bir ümitle bakmamız noktasında önemlidir.
    Bütün bu girizgâhlar ve tanımlar, yapılan atıflar ve temsiller dini veçhesi zengin ve duru, kültürel birikimi ve temsil yeteneği derin ve zinde bir hocamızı Merhum Abdurrahman Koçak Müftümüzü yâd etmeye matuftur.
    Şair dostu ve şiir kimlikli hocamızı dört satırlık bir dize de nasıl anlatabiliriz sorusunun cevabını Şems-i Tebrizi de bulduk;
    İnsanlar vardır;
    Su gibi aziz, su gibi duru.
    Konuştukça su olur akarlar kalbimize,
    Kan gibi, Can gibi, Canan gibi?
    Abdurrahman Koçak hocamız Çorum Alaca Dedepınar Köyünden 1959 yılı Mart ayının 10. gününde yola çıkmış, farklı konaklarda mola verdikten sonra, İzmir Narlıdere’den 28 Kasım 2020 tarihinde ebedi âleme seyr-ü sefer eylemiştir.
    Koçak Müftümüzün dünya güzergâhına düştüğü notlar, uğradığı konaklar, geride bıraktığı kıymetli hanımefendi eşi, iki hanım hanımcık kızı ile bir de oğlu Rabbine ve dostlarına emanetleri olarak kaldı.
    Müftümüzün yol hikâyesinde Tokat’ın ayrı bir yeri vardır. Tokat’ta yaptığı hizmetlerini ve zaman dilimini hayatının en verimli ve en güzel hatıraları arasında zikreder. Önce Sulusaray İlçe Müftüsü olarak 01 Ekim 1991-17 Eylül 1994 tarihleri arasında görev yapar. Sonra Tokat İl Müftüsü olarak 21 Mart 2009-31 Mart 2014 tarihleri arasında bu kutlu görevi ifa eder.
    Müftümüz kendisini tanımlarken şiir okumayı, kültürel dokuyu ve etkinlikleri, bilgi paylaşmayı ve Osmanlıca metinlerle uğraşmayı çok sevdiğinden söz ederdi.
    Tokat’ta görev yaptığı süre içerisinde hayata geçirdiği önemli kültürel çalışmalarından birkaçını burada dile getirmek isterim.
    Diyanet İşleri Başkanlığının başlattığı “Kardeş Şehir Projesi” kapsamında Tokat ile Saraybosna’nın kardeş şehir olmasını sağladı. 2010 yılından itibaren de Kutlu Doğum Haftalarında Boşnak kardeşlerimiz ilimize hocamızın misafirleri olarak geldiler ve programlara renk kattılar.
    2013 yılı Kutlu Doğum haftası etkinliklerine yeni bir halka ekleyerek Saraybosna’dan gelen üç Müftü ile birlikte, Mogadişu’dan gelen iki Dini İdare yetkilisini de davet ederek etkinliklere başka bir anlam ve zenginlik katmıştı.
    Abdurrahman Koçak Müftümüz Tokat’ın kültür atmosferine yeni bir nefes, farklı bir zenginlik, kayda değer bir entelektüel boyut getirdi. Sümbülbaba Zaviyesini ruhu ile buluşturarak Tokat’ın işleyen kültür hazineleri arasına kattı. Bu özverili gayretlerin sonucunda bu kutlu mekân haftanın her günü yeni bir birlikteliğin ve farklı kazanımların adresi haline geldi. Mesnevi okumalarından, dini ve kültürel sohbet halkalarının kalbi burada atmaya başladı.
    Kur’an eğitimini izbe alanlardan kurtararak her türlü teknolojik donanımlarla örülmüş modern imkânların sunulduğu mekânsal boyuta taşıma örneğini ortaya koymak adına İbn-i Kemal Kız Kur’an Kursunu yeni bir model olarak faaliyete geçirdi. Yine aynı şekilde Molla Hüsrev Erkek Kur’an Kursuna yeni bir veçhe kazandırarak ciddi bir tadilattan geçirilmesini sağladı.
    Hocamız, Kur’an Kurslarının mekânsal donanımları yanında ruhsal derinliğe, mana yüklü bir iklime de sahip olması gerekir tezini savunurdu. Bu kurslarımızı yetişkinlerin de hizmetine sunarak ilimizde dini hizmetler alanında görev yapan İmam, Müezzin ve Kur’an Kursu Öğreticilerinin tamamını kapsayacak bir hizmet içi eğitim formasyon merkezine dönüştürdü. Bu eğitimler Kur’ân-ı Kerim, Talim ve Tashih-i Hurûf derslerini kapsayacak şekilde ülkemizin, yerelde de Tokat’ımızın önemli bir değeri olan Emekli Diyanet İşleri Başkanlığı Baş Müfettişi ve Kur’an hadimi Ali ASAROĞLU hocamız tarafından verilmesine öncülük etti. Bu çalışmanın çok önemli olduğunu, ayrıca devam ettirilmesi gerektiği inancını taşıyorum.
    Kendisiyle görev süresi içerisinde her Cuma akşamı Tokat’ta yayın yapan Güneş Televizyonunda Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği işbirliğinde “Kültür Sofrası” adı altında canlı programlar yaptık.
    Bu programlar o dönem Tokat’ın nabzını tutuyordu. İzlenme oranı çok yüksekti. Programa İzleyicilerin canlı bağlantılarla katılımı ise ayrı bir akış zenginliği kazandırıyordu.
    Saraybosnalı misafirlerimizi bu stüdyolarda konuk ettik. İbn-i Kemal Kız Kur’an Kursu lobisini canlı yayın stüdyosuna dönüştürerek “Muharrem Ayı” sohbetimizi Tokat’ımızın çok önemli bir değeri, kaynaştıran, buluşturan, bölüştüren bir gönül adamı Bostan Kolu Ocağı Dedesi Ali Gürel ile birlikte gerçekleştirdik. Değerlerin arka arkaya ebedi âleme göç halkasına Dede Ali GÜREL ‘de 14 Ocak 2021 günü katıldı. Rabbimizden rahmetler diliyorum.
    Tokat, Müftü Koçak’ı naif ve birleştirici kişiliği, lahuti sohbetleri, kültürle ve değerlerle barışık bir gönül adamı olarak tanıdı. Müftülük kavramı ve müessesesi ise onun gönül adamlığı vasfı ile her alanda farkındalık ortaya koyan canlı bir kimlik, kucaklayıcı bir şefkat abidesi olmayı başardı.
    Kıymetli Müftümüz Abdurrahman Koçak, ruhun şad, mekânın cennet olsun. Rahman’ın rahmeti seni kuşatsın…

  • ABDULLAH SATOĞLU.”KARABAĞ UNUTULMASIN!”

    Bu ne vahşet! Karabağ inliyor işkenceden
    Neden bu kadar zalim olur, Ermeni, neden?
    Vuruyor hasta, kadın, yaşlı, çocuk demeden.
    Yeter! Mâsum yavrular hunharca vurulmasın
    Karabağ unutulmasın!

    Öyle sus–pus oturup, hep “neme lâzım!” dersek
    Bir bir gider ülkeler elden, Hocalı – Hersek…
    Koymazlar yer yüzünde bizi böyle gidersek.
    Ermeni, Âzerî’den hiç üstün tutulmasın
    Karabağ unutulmasın!

    Sahip çık soydaşına, yükselsin sesin durma,
    Lâçin – Fizûlî seni bekler, nerdesin durma,
    Ve şer kuvvetler, varsın ne derse desin, durma!
    Bir lokma gibi Şuşa – Kubadlı yutulmasın
    Karabağ unutulmasın!

    Kol-kanat ger üstüne, kadim-kutsal mekânın,
    Şâd olsun rûhu, Nuri Paşa’yla, şühedânın.
    Şimşek ol, in beynine, o kudurmuş düşmanın.
    Duyulmadı hiç Türk’ün sindiği, duyulmasın
    Karabağ unutulmasın!

    Aras’tan, Hazar’a su değil, kan akıyor bak!
    Bomba altında Ağdam – Şuşa, yanmada Irak.
    Seyre dalmış “Batılı”, bakıyor sırtararak.
    Hak-hukuk dinlemeyen kahpeye uyulmasın
    Karabağ unutulmasın!

    Varsa eğer, birazcık insafın ve imânın
    Feryâdına kulak ver, inleyen Müslümân’ın.
    Yok boş yere geçecek yok bir anlık zamanın.
    Ermeni zulmü için, dünya uyutulmasın;
    Karabağ unutulmasın
    Karabağ unutulmasın!

  • TOSAYAD yayın organı “Kümbet” dergisinin Hakem Heyeti üyesi Dos. Dr Alpaslan DEMİR HOCAMIZ SANAL KİTAP FUARI CANLI SÖYLEŞİLERİnde

    Bugün (Çarşamba) saat 14.00’de Pendik Belediyesi Sanal Kitap Fuarı’nda canlı yayın konuğuyuz. fuar.pendik.bel.tr adresinden izleyebilirsiniz. Sanal Pendik Kitap Fuarı’ ndan saat 13.00-16.00 arasında satın alacağınız Osmanlı’da Yaşamak ve Osmanlı’da Ölmek kitapları sizlere imzalı olarak gönderilecektir…

  • KÜMBET DERGİSİ 15. YAŞINDA 55. SAYISIYLA OKUYUCULARI İLE BULUŞUYOR

    Zamanın tanınmış Gazeteci-yazarlarından Kadircan Kaflı İstanbul dışındaki yayın ve yayın araçlarını içinde bulunduğu durum bakımından değerlendirerek “Fazilet Adaları” olarak nitelendirirdi. Biz 1999 yılından beri bu Fazilet Adalarından birinde yaşamaya ve buradan sesimizi “Âlimler Konağı, Fazıllar Yurdu, Şairler Yatağı” Tokat’tan tüm dünyaya duyurmaya çalışıyoruz.
    Saygıdeğer okuyucularımız 2021 yılında KÜMBET Dergisi’nin 55. sayısı ile sizlerle birlikteyiz. Kültür ve Turizm Bakanlığı Türkiye’nin saygın dergileri arasında yer alan KÜMBET’i 2021 yılında da aboneliğine kabul ederek 200 kütüphaneye gönderilmesini kararlaştırmıştır. Bakanlığımızın bu desteği büyük sıkıntılar içinde bulunan dergilerin yaşamaları açısından çok önemlidir. Bu nedenle Kültür ve Turizm Bakanlığı, Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğüne dergimiz ve sizler adına teşekkür ediyoruz.
    Bu sayımızda ağırlıklı olarak ön ve arka kapaklardan da anlaşılacağı üzere Türk kültür ve sanatının iki değerli ismi; Halk Edebiyatı alanındaki çalışmaları ve eserleriyle tanınmış –Âşık Veysel’in varlığını da gün yüzüne çıkaran– Halk Bilimci Ahmet Kutsi Tecer’i (1901-1967) ve 14 Ocak 2021’de aramızdan ayrılan bir gönül adamı, Şair, Yazar Dr. Ahmet Tevfik Ozan’ı konu edindik.
    Bu iki dosyayı hazırlarken görüştüğümüz birbirinden değerli hocalarımız makale, yazı ve dokümanlarını göndererek büyük ölçüde yardımcı oldular. İlgilerinden ötürü kendilerine daima müteşekkiriz.
    İşte, Ahmet Kutsi Tecer dosyaları için makale gönderen değerlerimiz: Emekli Öğretim Üyesi Prof. Dr. Saim Sakaoğlu, Emekli Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Özbalcı, KTB. HAGEM Eski Genel Müdürü, Halk Bilimci Nail Tan, Emekli Öğretim Üyesi Yard. Doç. Dr. Mehmet Yardımcı, KTB. Kültür ve Turizm Uzmanı Sivas Eski Kültür ve Turizm Müdürü Kadir Pürlü, Halk Bilimci-yazar Hayrettin İvgin, Halkbilim Uzmanı-yazar Necdet Kurt, Eğitimci-yazar Celalettin Çınar.
    A. Tevfik Ozan Dosyasına katkıda bulunan hocalarımız: Gazeteci-yazar Bedrettin Keleştimur, Araştırmacı-yazar Şener Bulut, Şair-yazar M. Ali Kalkan, Şair Mahir Gürbüz, Şair-yazar R. Mithat Yılmaz, Şair- yazar Mahmut Hasgül,
    Ve çok değerli araştırma ve yazılarıyla dergimizi zenginleştiren şahsiyetler: Şair, yazar Bekir Yeğnidemir, Eğitimci-Yazar M. Ali Sarıca, Araştırmacı-yazar A. Turan Erdoğan, Araştırmacı-yazar M. Necati Güneş, Şair-yazar Nihat Aymak, Araştırmacı-yazar Burhan Kurddan, Yazar Tülay Aker Mutlu, Araştırmacı-yazar Cemali Tunalıgil, Haşim Nezihi Okay, Araştırmacı-yazar Ayla Bağ, Yazar Kenan Murguzov, Araştırmacı-yazar Dursun Arslan, Yazar Bahar Kocabaş.
    Şiir dünyamız için bu sayımızda daha çok Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği üyelerinin sizler için gönül dağarcıklarında sakladıkları duygulara yer verdik. Baharın gelişi ile birlikte karlar arasından gülümseyen nevruz çiçeklerimiz arasında:
    Abdullah Satoğlu, A. Tevfik Ozan, Ayhan Nasuhbeyoğlu, Prof. Dr. Ebubekir Altıntaş, Remzi Zengin, Ahmet Divriklioğlu, Sündüs Arslan Akça, Rasim Yılmaz, Şerare Kıvrak Yağcıoğlu, Kumrugül Türkmen Akın, Abdulkadir Türk, Orhan Tamtürk, Yunus Yılmaz, Merdin Yıldırım, Mustafa Akkaya, Alp Sağkan yer aldılar.
    Yeni sayımızda buluşmak dileğiyle…
    Hasan Akar
    Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği Başkanı

  • Azərbaycanlı gənc yazar Kamran Murquzovun məqaləsi “Kümbet” dərgisində dərc olunub

    Azərbaycan Jurnalistlər Birliyi Sumqayıt şəhər təşkilatı təşkilatçılığı həyata ilə keçirilən “Yeni nəsil Azərbaycan gəncliyinin inkişafına dəstək” layihəsi çərçivəsində Azərbaycanın Mədəniyyət və Ədəbiyyat Portalının Mətbuat xidmətinin rəhbəri, Azərbaycan Jurnalistlər Birliyinin üzvü, “Kümbet” və “Usare” dərgilərinin Azərbaycan təmsilçisi, “Kardelen” üçaylıq mədəniyyət, ədəbiyyat və sənət dərgisi yazarı, şair, tərcüməçi, publisist, jurnaist, gənc yazar Kamran Murquzovun “İctimai-siyasi cərəyanlar və onların mahiyyəti” adlı məqaləsi Qardaş Türkiyə Cümhuriyyətinin Tokat şəhərində fəaliyyət göstərən TOSAYAD (Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği) rüblük orqanı “Kümbet” eğitim, kültür, sanat ve edebiyat dergisinin 55 yeni sayında dərc olunub.

    “Yeni nəsil Azərbaycan gəncliyinin inkişafına dəstək” ayihəsinin rəhbəri və müəllifi Azərbaycan Jurnalistlər Birliyinin Sumqayıt şəhər təşkilatının sədri, respublikanın Əməkdar jurnalisti, AJB Sumqayıt şəhər təşkilatının sədri, Gündəlik Analitik İnformasiya Agentliyinin və Azərbaycanın Mədəniyyət və Ədəbiyyat Portalının təsisçisi və direktoru, “Kümbet” eğitim, kültür, sanat ve edebiyat dergisinin Azərbaycan təmsilciliyinin rəhbəri Rafiq Odaydır.

    Qeyd edək ki, Gündəlik Analitik İnformasiya Agentliyinin Baş redaktoru, Azərbaycan Jurnalistlər Birliyinin üzvü, tərcüməçi-jurnaist Kamran Murquzovun “Yoxtu ehtiyacın Senin” şeiri “Kümbet” eğitim, kültür, sanat ve edebiyat dergisinin Azərbaycan təmsilcisinin-Azərbaycan Jurnalistlər Birliyi Sumqayıt şəhər təşkilatının xətti ilə göndərilib.

    Azərbaycanın Mədəniyyət və Ədəbiyyat Portalının Mətbuat xidməti və İctimaiyyətlə Əlaqələr şöbəsi

  • MAHMUT HASGÜL KARDEŞİMİN BİLGİ VE BİRİKİMLERİNİN GÜL YÜREĞİ İLE BÜTÜNLEŞTİRDİĞİ YENİ ESERİ

    Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği Başkan Yardımcısı,Kümbet Dergisi Genel Yayın Yönetmeni,İLESAM İl Denetleme Kurulu Üyesi ,Araştırmacı-Yazar Mahmut Hasgül bu eserinde:Gençliğe vizyon kazandıran,onlara ufuk açan bir çalışmayı sergiliyor.Çarpıcı hikayeler,örnekler ve tespitlerle zenginleştirilen bir başucu kitabı özelliği taşıyor.Sivas Vilayet Yayınları arasından çıkan bu kıymetli eseri kütüphanesine kazandırmak isteyenler;Mahmut Hasgül TR 730001200966800001012886 Numaralı banka hesabına kargo dahil 20 TL yatırdıklarında eser adreslerine hemen gönderilecektir.İLETİŞİM: Mahmut Hasgül:0531 623 3699Hasan Akar: 0533 557 1654Saygı ile duyurulur…

  • Hasan AKAR.”GÖĞÜ SELAMLAYAN TOPRAKLAR ŞAVŞAT’TAN NİKSAR’A GÖÇ EDEN BİR AİLENİN DEĞERİ SAKARYA GAZİSİ ÖĞRETMEN OSMAN NURİ SAKARYA”

    1979 yılında Erzurum Tortum’da başladığım öğretmenliğimin üçüncü yılında devlet bizi Artvin’e gönderdi.1980 öncesi meydana gelen terör ve siyasi sıkıntılardan dolayı Artvin il ve ilçelerinde bulunan görevli, özellikle de yerli öğretmenleri Milli Eğitim Bakanlığı, Sıkıyönetim Komutanlığı önerisiyle 1980 Askeri İhtilali sonrası başka illere tayin etmiş yerine de apar topar bizleri göndermişti. Yürekleri memleket sevgisi ile dolu Artvinliler o dönemde terör örgütlerinin baskısı ile sindirilmiş, büyük acılar yaşamıştı maalesef.1981 Aralık ayında Arhavi Lisesi’nde başladığım görevime daha sonra Şavşat’ta devam ettim. Bir valizimiz vardı, nereye derlerse gidecek azim ve yaştaydık. Memleket bizimdi, milli ve manevi değerlere bağlı yetişmiştik kısacası.Erzurum’dan sonra Artvin’de üç yılı aşkın görev yaptım ve güzel hatıralarla Tokat/Niksar’a döndüm. Veda zordur, nasip bitmişti o topraklarda yapacak bir şey yoktu. Gözümüz ve gönlümüz yaşlı ayrıldık tabiatla ve hayatla mücadele veren çilekeş insanların yaşadığı; yeşilin çeşidinin ve tonlarının tanımın yapılamayacağı o güzel memleketten.Kırk yıl geçti aradan ama neredeyse bütün öğrencilerimle görüşüyorum desem abartmış olmam herhalde. Hatta Şavşat Çoraklı (Garkilop) Köyü’nün İstanbul’daki derneklerinin de üyesiyim. Üç yıl evvel de derneklerinin düzenledikleri geceye Mehmet Akif ERSOY’un torunu Selma Argon Hanımefendi ile birlikte davet edilme ve katılmanın onurunu yaşadım. Cilveli oyu, Atabarını, çift jandarmayı, Coşkun Çoruh’u yine beraber oynadık o gece öğrencilerimle el ele…1985 yılında eş durumundan Niksar’a tayin olunca görev yaptığım Şavşat’tan daha önce Niksar’a yerleşmiş ailelere –rahmetli Çilehane İmamı Sait Yılmaz ve Yusuf Ayverdi’ye-mektup bile getirdim. Kaderin güzel bir cilvesidir ki “ Göğe bakan topraklardan Şavşat’tan göğü selamlayan topraklara Niksar’a” gelmiş ve orada yuva kurmuştum.Memleketimin Efkâr Tepesi’nin o efkârlı insanlarını, Bilbilan yaylasının, Sahara’nın, Arsiyan’ın, Çağlayan’ın, Çoraklı’nın ,Atalar’ın, Şenköy’ün, Şalcı’nın o tertemiz çiçekleri öğrencilerimi çok sevdim, ışık olmaya çalıştım. Karda, tipide onlarla savruldu bedenim ve onlarla ısınıp sevgi doldu yüreğim. İnşallah o sevgi ömrüm bitinceye dek daim olacak. Artvin’in, Şavşat’ın uzantısını 1985 sonlarında geldiğim Niksar’da görmek bu şehirle ilgili bende apayrı duygu oluşturmuştu.…1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı sonrası Şavşat’tan Niksar’a göç eden vatandaşlarımızın yaşadığı köyleri Sorhun’dan ,Gidiver’e ,Muhtardüzü’ne tek tek gezdim ve o anlar kendimi Artvin’de hissettim. Ve anladım ki tabiat yapısı bakımından Şavşat’tan fazla farkı olmayan Niksar’a Osmanlı Devleti bu savaş ve göç mağdurlarını özellikle yerleştirmişti. İşte O Toprakların Niksar’da Unutulmayan Bir Değeri Sakarya Gazisi, Cumhuriyet’in İlk Öğretmenlerinden Osman Nuri Sakarya Halk arasında Muallim Nuri Efendi olarak da bilinen Osman Nuri Sakarya 1895 Niksar Sorhun Köyü doğumlu. Babası Dursun Ağa, annesi Firuze hanımdır. Dursun, on beş yaşında iken Rusların Artvin’i işgali üzerine Şavşat İmerhav/ Meydancık’a bağlı Ziyos /Tepebaşı Köyünden yollara düşüyor ailesiyle birlikte.(Gelenlerden bir kısmı da Gidiver Köyü’ne yerleştirilmiştir)Ailesi Şavşat’ta Sarvanidzade (Servan oğulları) olarak bilinmektedir. Yolda hemşerisi Şavşat Çağlayan Köyü’nden Firuze Hanım’la tanışıyor, Sorhun’a yerleştiklerinde de sade bir düğün töreni ile evleniyorlar.Dursun, çevresinde çok güvenilir bir delikanlı olarak kısa sürede tanınır. Öyle ki 1902 yılında yirmi beş yaşlarında iken bu güvenirliliğinden Sorhun Köyünün mera olarak ortaklaşa aldığı Niksar Ovasındaki Kömüşlük mevkiinin tapusu onun üzerine yapılır. Nuri, Alişan, Temur ve Osman adını verdikleri üç evladı olur. Dursun Ağa daha sonra eşi Firuze’den için “Yörenin yemeklerini fazla bilmiyor, tarla işlerini yetiştiremiyor” bahanesi ile Eskidir kasabasından bir kadınla evlenir. Sabri, Şükrü, Hatice doğar. Firuze’den doğan Osman yaşı gelince askere alınır. Gidişinden kısa bir zaman sonra karalama haberi (şehitlik haberi) gelince Dursun Ağa’ya felç iner. Osman Nuri’nin Okul ve Savaş YıllarıSorhun’da büyük bir koyun sürüsü sahibi olan Dursun Ağa, altı yedi yaşlarında olan oğlu Nuri’yi Niksar’da arkadaşı Tabakçı Hacı Hasan Ağa’nın yanına verir. Hacı Hasan Ağa Dursun Ağa’ya :”Dursun Ağa sende erkek evlat çok bende kız var, Nuri’yi bana ver .” deyince Dursun Ağa da yakın arkadaşını kıramaz Hasan Ağa’nın yanına verir. Hasan Ağa Nuri’yi önce Niksar Taş Mektep’e gönderip okutur. Bu eğitimini Niksar Rüştiyesi ile devam ettirir. Oradan da 1912 yılında Niksar Rüştiyesi’nden aldığı diploma ile İstanbul Fatih Gelenbevi Orta Mektebi’ne (sonra Sultanisi olmuştur) gönderir.(İstanbul yolculuğu at ve trenle bir ay sürmüştür).Osman Nuri, okulun 398 numaralı öğrencisi olur. Yaşı küçüktür, ilk defa memleketinin dışına çıktığından İstanbul’a ve okula uyum sağlamada sıkıntılar yaşar. Nihayetinde bu zamanla derslerine yansır.1329-1330 (1913-1915 )öğretim yılındaki imtihanlarda terfi edemeyerek 8.sınıfta ibka edilir.(azledilir) Harb-i Umumi ilanında hizmeti maksureye (kısa dönem askerliğe) tabi tutularak İstanbul İhtiyat Zabit Talimgâhına sevk olunur.1911 yılında öğretime başlayan Gelenbevi Orta Mektebi açıldığı ilk döneminde ve sonrasında çok kaliteli bir eğitim veren kurumdur. Buradan yetişenler arasında Ord. Prof. Dr. Şemsettin Günaltay, Tevfik İleri (Milli Eğitim Bakanı),Muallim Cevdet, Nihat Sami Banarlı, Ord. Prof. Dr. Mükrimin Halil Yinanç, Abdulbaki Gölpınarlı gibi değerli şahsiyetler bulunmaktadır.Öğretmen ve öğrencilerinin bir kısmı Çanakkale Savaşlarına, Birinci Dünya Savaşının değişik cephelerine gönderilen okul, savaş yıllarında öğretime ara vererek hastane görevinde ve cephane üretim merkezi olarak değerlendirilir.Osman Nuri, ikinci sınıfın sonunda Birinci Dünya Savaşı çıkınca (Harb-i Umumi, Seferberlik) 28 Temmuz 1914’de askere alınır. Önce İhtiyat Zabit Talimgâhı’nda görevlendirilir.1 Kasım 1914’te de A sınıfının nakil ile İhtiyat Zabit Talimgâhı’nın “Acemi İkmal Taburu’nda” acemi muallimi olarak kalır. Altı ay sonra İstanbul Kandilli’de Dördüncü Depo Alayı’na tayin edilir.18 Temmuz 1915’de bu görevde iken zabit vekili olur. 29 Ocak 1916’da (29 Kanun-i sani 1332) 3.Fırka 165.Alay, 1.Tabur, 4.Bölük ile Filistin Cephesine hareket ederek bizzat savaşın içinde bulur kendini.19 Nisan 1333 (1917) tarihinde İkinci Gazze Muharebesine katılır. Bu cephelerde savaşırken birliği ile birlikte İngilizlere esir düşer. İngilizler onu Mısır İskenderiye yakınında bulunan Seydibeşir Esir Kampı’na götürürler.İngilizler dünya kamuoyunda iyi intiba yaratmak için özellikle kamptaki subaylara daha iyi davranırlar. İngiltere Savaş Bakanlığı’nca rütbelerine göre maaş bağlanır, her türlü sosyal imkânlar sağlanır, oyun, müzik, tiyatro, spor gibi.Subaylara pirinç düğmeleri olan mavi ceket pantolon giydirilir, bazen serbest kıyafete izin verilir. Kıyafetler üzerinde onların esir olduğunu belirten beyaz metal plaka üzerine yazılmış esir numaraları bulunurdu.(Nuri Sakarya ailesine aktardığı anılarda kampta fazla sıkıntı çekmediklerini hatta bir miktar para da biriktirdiğini ifade etmiştir.)Osman Nuri, iki yılı aşkın süren esaret sonrası gemilerle önce İstanbul’a sonra memleketi Niksar’a döner. Çiçek düşkünü olduğundan gelirken yanında zakkum çiçeği bile getirip evinde sıcak bir ortamda koruyup büyütür.Nuri Sakarya ile ilgili 1929 yılında düzenlenen Tercüme Hâl Kâğıdında 10787 sicil numaralı ve İhtiyat Zabit-i Mülazım-i Evvel olarak görülmekte ve Birinci Dünya Savaşı’na katılım ve bitim süresi olarak toplam 4 yıl, 2 ay bilgisi bulunmaktadır. Birinci Dünya Savaşı sona erer ama 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması hükümlerince memleketimiz yabancı devletlerle işgal edilince İstiklal Mücadelesi başlar. Osman Nuri bu kez kendini Mülazim-i sani (asteğmen)rütbesi ile İstiklal Savaşının Batı cephelerinde bulur. Önce Kütahya Muhaberatı Yedinci Fırka Hücum Taburuna tayin edildi. Savaşın en yoğun olduğu- 23 Ağustos -13 Eylül 1921 tarihleri arasında cereyan eden Sakarya Savaşı – sırasında cephede 27 Ağustos 1921’de siperde iken şarapnel ile bacağından (kalçasından) yaralanarak Yozgat Hastanesinde ameliyat edilir ve uzun bir müddet yatar. Bu sırada rütbesi Mülazım-i evvelliğe (üsteğmen) yükseltilir. Tedavisi sona erince Niksar’a gönderilir. Buradaki istirahatten sonra tekrar eski birliğine (Yedinci Fırka Hücum Taburu)döner.(Niksar’da iken 20 gün kadar da burada bulunan askeri birliğe iştirak etmiştir)Buradan da Yedinci Depo Alayı’na tayin edilir. Savaşın son dönemlerinde depodaki askerlerle birlikte cepheye hareket ederek, ihtiyat olarak kıtaları takip ederler.Balıkesir’de İkinci Ordu’ya katılıp 14.Fırka,30.Alay. 3.Tabur.12.Bölük’ten Piyade Makineli Tüfek sınıfından 15 Ağustos 1339 (1923 ) tarihinde terhis edilir. İstiklal Savaşı’ndaki toplam askerlik süresi de 2 yıl dört ay, bir gündür.Savaştan sonra Gazi unvanı alarak kırmızı şeritli İstiklal Madalyası sahibi olan Osman Nuri Efendi’ye bu durumundan dolayı 1934 yılında Soyadı Kanunu çıkınca aileye Niksar Nüfus Memurluğunca “Sakarya” soyadı verilmiştir.(Kendi ifadesine göre: Sakarya Muharebesindeki fedakârlığına mukabil Fevka’l adeden Mülazim-i Evvelliğe terfi ile bir adet Büyük Millet Meclisi Alinin yedinde mahfuz kırmızı kenarlı taltifname almıştır.12 Eylül 1337)Öğretmenlik YıllarıSavaş sonrası Osman Nuri Bey komutanları ve Niksar’da bulunan eşi subaylıkta kalmasını isterler ama hassas bir yapıya sahip olduğundan –esaret yıllarını da düşünerek – bu görevde kalmayı tercih etmeyerek teskeresini alıp memlekete döner. Cumhuriyetin ilanından sonra memlekette öğretmen açığı bir hayli fazladır o da verilen haktan yararlanarak gerekli müracaatını yapar. İlk görev yeri Tokat Maarif Müdürlüğü’nce 125 sicil numarası verilerek 6 Şubat 1924 tarihinde 450 kuruş maaşla atandığı Niksar Gazi Ahmet Danişmend Mektebi’dir.1 Mayıs 1924’e kadar bu görevde kalır ancak beş ay kadar açıkta kalıp bir bekleme süreci geçirir. Uzun bir bekleyişe rağmen bir türlü ataması yapılmayınca Niksar eşrafından Hurşitzâde Tombul Mehmet Efendi Ankara’ya giderek Osman Nuri Bey’in tayini ile birlikte Ramiz Aybak, Remzi Zarakoğlu, Hüsamettin Bey, Abdurrahman Bey (Paketçi Kaya’nın babası),tayinlerini de yaptırır. 10 Ekim 1925 tarihinde tekrar eski görev yerine 600 kuruş maaşla tayin edilir. Maaşı 22 Mart 1926’da 800 kuruşa yükseltilir. Aynı tarihte bu maaşla Camii Kebir Muallimliğine nakledilir.1928 yılında muallimlerin kadroları yeniden düzenlenince 30 Eylül 1928’de 1500 kuruş maaşla Eskidir (Gürçeçme/Yapraklı) Köyü Mektebi’ne tayin edilir.1 Haziran 1930’da maaşı 17.500 kuruşa yükseltilir. Üç yıl kadar burada görev yapan Osman Nuri Bey 30 Eylül 1931’de Avara(Serenli) Köyü öğretmenliğine tayin olur.1 Ekim 1931’de başladığı bu görevini 8 Ekim 1938 tarihine kadar sürdürür. Aynı ay içinde Geyran (Yazıcık)Köyü’ndeki görevine başlar.Osman Nuri Bey,1939 yılında Kelkit vadisinde meydana gelen, Niksar’ı da can ve mal kaybı açısından etkileyen kırk bini aşkın can kaybının yaşandığı Erzincan Depremi sırasında iki gün enkaz altında kalır, ev sahibi Yusuf Ağa ve bir komşusunun yardımı ile kurtarırlar ve kağnı ile Niksar’daki evine getirirler. Uzun bir tedaviden sonra tekrar görevine döner.(Halis Cinlioğlu Kütüphanesi’nde bulunan Tokat Pansiyonu Kayıt Defteri’nde Nuri Sakarya’nın velisi bulunduğu oğlu İsmet Sakarya ile ilgili bilgi verilirken Nuri Sakarya’nın Lâdik (Gökçeli) kasabasında 1942-1943 yıllarında öğretmen olduğu görülmektedir.)Ancak aynı yerde fazla çalışma isteği kalmayınca müracaatı üzerine Osman Nuri Bey, yeniden Avara Köyü İlkokulu Başöğretmenliği ’ne atanır.1950 yılında yeniden tayin isteyince şehir merkezine daha yakın olan Kakün Köyü (Çimenözü) Başöğretmenliğine atanır.O, binlerce öğrenci yetiştirdikten sonra son görev yeri Kakün (Çimenözü) İlkokulu Başöğretmeni iken 1951 yılında emekli olur. Çalıştığı köylerdeki kız öğrencileri yatılı okullarda okumaları için yönlendirmiştir.Evliliği ve Ailesi İlk evliliği yanlarında kalıp onu okutan Hacı Hasan Efendi’nin kızı Hamide Hanımla 3 Mayıs 1336’da (1920) olur. İlk kızı Saadet (1924)yılında doğar. Daha sonra Sadakat (1927), İsmet (1928) ve Sabiha dünyaya gelir. Kalp rahatsızlığı ve iltihaplı romatizması olan eşini 1935 yılında 36 yaşında kaybedince ikinci evliliğini yaşı kendisinden bir hayli küçük 1923 doğumlu Behiye (Fatma ) Hanım ile yapar. Behiye Hanımın ailesi Ordu’dan Niksar’ın Tenevli (Işıklı) Köyü’ne yerleşmiş kültürlü bir ailedir. Babası Halil Ağa (Kilci) annesi Mevlüde Hanım’dır. Behiye Hanım Osman Nuri Bey’in önceki hanımından olan çocuklarına kol kanat gerer.İlk hanımdan olan büyük kız Saadet (Hamide Hanım, Saadet’in doğumunda isminin konulması için 1920-1923 yılları arasında görev yapan Belediye Başkanı eşraftan Hacı Mahir Efendi’ye (1862-1937) gider. O da: “İstiklal Savaşında düşmanı yendik saadete kavuştuk onun ismi Saadet olsun” der) kardeşlerinin büyütülmesinde yeni annesine yardımcı olur. Bu hanımdan da Güler (1939),Gültekin (iki buçuk yaşında vefat),Güven (Gülsen-1942) ,Nursel (1944)ve Aysel (1946) doğar. Çocuklarından Güler, Güven ve Aysel hayattadır.Osman Nuri Sakarya 1926 yılında Çitçili Mehmet Emmi’nin önerisiyle annesinden kalan beş beşibirliği bozdurarak Mugayitlerden Karşıbağ’dan bahçe içindeki her tarafından rüzgar giren viran bir ev satın alarak yerleşir.1939 ve 1942 depremlerinde zarar gören bu evi yıktırıp yeniden yaptırır.(Bu evin son restorasyonu oğlu Dr. İsmet Sakarya tarafından yaptırılmıştır.)Emeklilik sonrası hayatını kışları Niksar’daki evinde, yazları Çamiçi Yaylası’nda geçirir. Sosyal hayattan ve arkadaşlarından kopmaz, kahvehane arkadaşlarını yalnız bırakmaz. Çocuklarının iyi bir öğrenim sürdürmeleri için yoğun çaba harcar. Bol bol kitap okur, evini gazetesiz bırakmaz.(Esaret yıllarında kâğıt ve tavla ustası olmuştur)1967 yılında vefat eder, Harmancık Mezarlığına defnedilir.Ruhu şâd olsun.NOT: Bu değerli insanın oğlu Dr. İsmet Sakarya ile ilgili çalışmayı da arkadaşım Araştırmacı –Yazar Mustafa Necati Güneş yaparak yazısını bu sütunlardan yayınlayacaktır.Kaynaklar: Rüştü Bozkurt, Unutulan Göç,Yaylacık Matbaası ,İstanbul ,2015Kızı Güler ve eşi Yılmaz Öz ile 2014 Eylül ve 2020 Temmuz ayında yapılan görüşme Kızı Güven Türker’in İstanbul’dan 26.02.2009 tarihli gönderdiği mektup ve fotoğraflarHasan Akar, “Bir Çift Yürek ya da Bir Güler Ana” Belgeseli Tokat 2008 Hanife Sakarya, (Nuri Sakarya’nın oğlu Dr. İsmet Sakarya’nın eşi ) ile 2020 Temmuz ayında Niksar’da yapılan görüşme Kızı Sadakat Özdemir’le 23.10.2009 tarihinde M. Necati Güneş’in yaptığı röportajTorunu Hülya Sakarya ile 2020 Temmuz ayında yapılan görüşme Torunu Fatma Sakarya ile Ağustos 2020’de yapılan görüşme ve Amerika’dan gönderdiği Osmanlıca Belgeler ve Mazbatalar.Kızı Aysel Karakuş ile 2020 Ağustos ayında yapılan görüşme.+5

    311Sən, Ilhan Koçgöz, Rasim Yılmaz və başqa 308 nəfər163 Rəy15 PaylaşmaBəyənRəyPaylaş

  • TOŞAYAD Başkanı Sayın Hasan AKAR HOCAMIZdan yeni şiir

    Eylülde gel diyordun bin eylül var içimde Kimi vuslat kimi hicran hepsi başka biçimde. Hazan yağmuruymuş eylülde dağlara yağan Şol ömrümüzü bitirdi eylül bir içimde. 12 Eylül 2020 Hatay/ Dörtyol

  • KÜMBET DERGİSİ 54. SAYISI İLE OKUYUCULARI İLE BULUŞUYOR. EDİTÖRDEN

    Değerli okuyucularımız içeriği ile önemli yansıma ve değerlendirmelerde bulunulan bir önceki sayımızdan sonra 54. sayımızla sizlerle beraberiz. Dünyayı ve ülkemizi etkileyen korana virüs salgını sebebiyle alınan tedbirlerden dolayı basın hayatında da gecikmeler meydana geldi. Kültür-sanat alanında yapılacak olan etkinlik ve benzeri faaliyetler sağlığımız açısından durduruldu. Dileğimiz ülkemizde de altı bine yakın vatandaşımızın hayatını kaybettiği, şimdilik çözümü bulunamayan bu hastalığın daha kısa sürede sona ermesidir.Bu sayımızda da memleketimize hem sağlık alanında hem de kültür alanında büyük hizmetleri olan Ceyhun Atıf Kansu’ya yer vermeğe çalıştık. Kansu’un evlatları Prof. Dr. Bahar Gökler ve Gazeteci -Yazar Işık Kansu’ya, onu tanıyan dostlarına hemşerisi olduğu Turhallılara ulaştık.Ceyhun Atıf Kansu’nun diğer bir güzelliği bizim topraklarımızda Turhal’da on yıl kadar görev yapması ve Anadolu’yu çok daha iyi Yeşilırmak kıyılarında tanıyıp, edebiyat dünyasına tanıtmasıydı. O da Cahit KÜLEBİ gibi belki de şiirinin kaynaklarına Tokat’tan ulaşmıştı.Ertuğrul Döver, Kansu için şöyle diyordu:“Cumhuriyetin ilk yıllarında doktor olan Ceyhun Atıf Kansu Turhal Şeker Fabrikası’nın bursu ile yurt dışında eğitim gördü. Döndüğünde Ankara’da pek fazla doktor yoktu. Arkadaşları ‘seni iyi bir hastaneye tayin ettirelim ‘dediler. Ceyhun Atıf Kansu:-Hayır, ben bursu ile yurt dışına gönderen Turhal Şeker Fabrikası çalışanlarına ve pancar üreten köylülere borçluyum. Onlara hizmet götürerek borcumu ödemek zorundayım. Der ve Turhal’a gelir. Biz de vatanını ve insanlarını seven görev aşkıyla zor şartlarda hizmet eden Ceyhun Atıf Kansu’ya vefayı Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği ile KÜMBET Dergisi olarak bir borç bildik. Saygıyla anıyoruz.Bu sayımızda Ceyhun Atıf Kansu dosyalarıyla birlikte çok kıymetli yazarları, araştırmacıların ve hocalarımızın bizlere gönderme nezaketinde bulundukları çalışmalarına yer verdik. Bu güzel yazıların arasında şairlerimizin şiirleriyle bir gül bahçesi yapabilme gayreti içinde olduk.İşte birbirinden değerli kalemlerimiz: Prof. Dr. Nurullah Çetin, Gazeteci-Yazar Işık Kansu, M. Halistin Kukul, Doktor, Öğretim Üyesi Mehmet Yardımcı, Yusuf Ayhan Necli, Şefeg Nasir, Hanefi Işık, Nurdane Özdemir Sağkan, Doktor, Öğretim Üyesi Göktan Ay, M. Ali Kalkan, Bekir Yeğnidemir, Turan Erdoğan, M. Necati Güneş, Mahmut Hasgül, Nihat Aymak, Çetin Oranlı, Ziya Zakir Acar, Celalettin Çınar, Yalçın Ünlü, Oktay Salepçigil, Ayla Bağ, Canan Örükaya, Hasan Basri Atay, Abdulkadir Türk.Ve şairlerimiz: Rıza Akdemir, Ayhan Nasuhbeyoğlu, Ali Akbaş, İbrahim Sağır, Doğan Kaya, Cengiz Numanoğlu, Erdal Erçin, Hüseyin Koç, Şemsettin Ağar, Sündüs Arslan Akça, Songül Eski, Durmuş Kaya, Uğur Gürekin, Tülay Aydın, Veysel Turgut, Şerare Kıvrak Yağcıoğlu, Filiz Yüksel, Sergül Vural, Ayşe Şahin, Remzi Özkan, Rasim Yılmaz, Nurgül Kaynar Yüce, Hüseyin Gök, Remzi Zengin, Esra Erdoğan, Burhan Kurddan, Aygün Akbaba, Ayşe Şahin.55.sayımızda buluşmak arzusuyla esenlikler diliyoruz.Hasan AKARTokat Şairler ve Yazarlar Derneği Başkanı

    NOT: Okuyucularımız dergimizin 54. sayısına http://www.tosayad.org.tr/pdf/kumbet_54.pdf adresinden ulaşabilirler.

  • TOŞAYAD (Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği) sitesi

    TOŞAYAD (Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği) sitesi:  www.tosayad.org.tr 

  • TOŞAYAD Başkanı Sayın Hasan AKAR.”BİR TURNA KUŞUSUN AY SONA”


    “Azerbaycan’da değerli kardeşim Sona Çerkez Hanım’a”

    Bir Turna kuşusun sen ay Sona
    Hazar’dan süzülüp geldin nazlıca
    Seherinen kanat çırpıp Çamlıbel’de
    Turna teli mi getirmişsin yoksa söyle
    Neçedir bu Azerbaycan aşkı böyle
    Biz de seni seviyoruz Bilgecan gibi
    Öyle kondun ki Yeşilırmak’ta yüreğimize

    Bilesin bu kardaşlık hiç bitmez
    Bu hasretimiz tükenmez ay Sona
    Selam olsun Tokat’ın dağlarından
    Koroğlu ,Eyvaz,Nigar’dan
    Sizin nevruz saklayan dağlarınıza
    Şiir olsun Çamlıbel’de açan çiçeklerim
    Söylensin azatlık türküsü Karabağ’da
    Bahtiyar’ca sizin yahşi yüreklerinize

    DOĞUM VE ANNELER GÜNÜN KUTLU OLSUN …AZERBAYCAN MARALI

  • TOŞAYAD Başkanı Sayın Hasan AKAR.”YANARDAĞ”

    Mavi gözlerimde artık yetim bir bulutsun,
    Saklan göklere dal ister yağ, istersen yağma,
    Sabahı bekleyen mahmur Güneşe umutsun
    Dağlar ardında kal ister ağ, istersen ağma.

    Nasıl yanardağdık kaç yıl sustuk, kaç yıl söndük,
    Dondu kaldı o lav yüreklerdeki o mağma ,
    Zirveye tırmandık sessizce bilmeden döndük,
    Beklerken bizi ay ister çağ, istersen çağma…

    9 Mayıs 2020

  • TOŞAYAD (Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği) yayın organı “Kümbet” eğitim, kültür, sanat ve edebiyat dergisinin 53. sayısı yayında

    Kümbet Dergimiz 2020 yılına 53. sayı ile merhaba dedi.

    EDİTÖRDEN

    Yeni bir yıl, yeni bir sayı ile siz değerli okuyucularımızın karşısındayız. 2020 yılının tüm dünyaya ve ülkemize hayırlar getirmesi, huzur bulması en büyük dileğimizdir. Ekonomik sıkıntıların bu yılda devam etmesi kültür ve sanat dünyamıza yansımaları nedeniyle elbette bazı tedbirlerin, tasarrufların alınmasına ihtiyaç duyulmaktadır. Bu yüzden geçen yıl olduğu gibi 2020 yılında da iki sayı ile yayın hayatında olacağız.

    Kültür ve Turizm Bakanlığı, Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü 2020 ‘de KÜMBET Dergisi’nin 200 kütüphaneye gönderilmesine karar kılarak Türk dergiciliğine olan desteğini tasarruf tedbirlerini de göz ardı etmeyerek sürdürmeye gayret etmiştir. Bu vesile ile Kültür ve Turizm Bakanlığı’na ve daima yanımızda hissettiğimiz siz değerli okuyucularımız müteşekkiriz.

    53. sayımızda derginin kapağından da anlaşılacağı üzere kültür ve sanat dünyamızda yankı bulacağına inandığımız Kosova/Mamuşa Dosyası ile karşınızdayız. Bu dosya içinde Kosova’dan Milazim Mizrak, Bahtiyar Sipahioğlu, Cemali Tunalıgil ve Kosova, Priştina, Üsküp, Prizren ve Mamuşa’da düzenlen etkinliklere Türkiye’den katılan Dr. Mehmet Yardımcı, Hasan Akar ve Ahmet Divriklioğlu’nun araştırmaları yer aldı.

    Diğer değerli kalemlerimiz Azerbaycan’dan Prof. Dr. Tamila Abbashanlı, Öğretim Görevlisi Sona Çerkez, ülkemizden Prof. Dr Ertuğrul Yaman, Prof. Dr. Alpaslan Demir, Prof. Dr. Hasan Boynukara, Doç. Dr. Levent Küçük, Abdullah Satoğlu, Levent Konyar, Nihat Aymak, Sündüs Arslan Akça, M. Necati Güneş, Mehmet Kurdoğlu, Mustafa Everdi, İbrahim Sağır, Bekir Yeğnidemir, Tuba Dere, Merve Nur Maden, Mehmet Binboğa, Çetin Oranlı araştırma ve makalelerini sizler için paylaştılar.

    Şiir bahçesinde yine çok değerli şairlerimizin şiirleri kıştan bahara karlar arasında gülümseyen nevruzlardan, bahar dallarına öbek öbek, rengârenk sizlerin duygularına çiçek açtılar.

    Arkadaşlarımız il ve ilçelerimizde yaptıkları kültür faaliyetlerini dışında Ankara, Ardahan, Kırşehir, Bayburt, Malatya’da da kültür-sanat adına yapılan etkinliklere katıldılar.

    Etkinlikler dosyamızda Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği’nin nelere imza attığını, Bize Gelen Kitaplar Dosyasında da büyük emeklerle hazırlanıp dernek arşivine gönderilen eserlerden bazı örnekleri göreceksiniz.

    İki önemli duyurumuz var: Türk Dünyası Yazarlar ve Sanatçılar Vakfı (TÜRKSAV) tarafından organize edilen “19 Mayıs Türk Dünyası Diriliş ve 24. Uluslararası Türk Dünyası Hizmet Ödülleri” töreni 2020 Temmuz ayında Bayburt’ta yapılacak.

    Samsun İlkadım Belediyesi tarafından Cemal Safi Şiir Yarışması düzenlendi. Aşk konulu yarışmaya katılım için son tarih 20 Mart 2020 olarak belirlendi.

    Ve 2019 yılında Derneğimizin kurucu üyelerinden kültür adamı Muhsin Demirci’yi kaybetmenin üzüntüsünü yaşadık. Ruhu şâd olsun diyoruz.

    54. sayımızda buluşmak dileğiyle…

    Hasan Akar,

    Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği Başkanı

  • “Tarihi Süreçte Turhal ” adıyla Turhal Ticaret ve Sanayi Odası’nın büyük destekleriyle yayınlandı

    BİR EKİP ÇALIŞMASININ, DEĞERLİ BİR ÜRÜNÜN BİZLER HAZIRLAYICILARIYIZ. Turhal Eski Müftülerinden H. Mustafa Bilgen’in Turhal Tarihi ile ilgili 1950′ li yıllarda çalıştığı eser ,ekibimizin yoğun gayretleri ile “Tarihi Süreçte Turhal ” adıyla Turhal Ticaret ve Sanayi Odası’nın büyük destekleriyle yayınlandı.
    21 Kasım 2019 Perşembe (bugün) saat 19.00’da Turhal Ticaret ve Sanayi Odası Konferans Salonunda tarafımızdan eserin tanıtımı yapıldı.
    Buradaki konuşmamın son bölümünde teşekkürlere yer verdim:
    “Turhal Ticaret ve Sanayi Odası’nın Muammer Tuksavul’un Turhal Şeker Fabrikasını da anlattığı “Doğudan Batıya ve Sonrası ” adlı eserinden sonra H. Mustafa Bilgen’in “Tarihi Süreçte Turhal ” eserini gün yüzüne çıkararak okuyucularla buluşturması kültürümüz adına büyük bir vefadır.
    Dolayısıyla ,Turhal Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Sayın Ömer Çenesiz ‘e ve yönetim kuruluna, Bilgen Ailesi adına Yusuf Ayhan Necli’ye,,Emekli Akbank Müdürü Hasan Basri Atay’a, Önceki dönem Belediye Başkanı Yılmaz Bekler’e GOP Üniversitesi Öğretim Üyesi Alpaslan Demir’e,Kütüphane ve Dokümantasyon Daire Başkanı Ekrem Anaç’a,Mahalli Tarihçi Hasan Erdem’e,TOŞAYAD’dan Remzi Zengin’e, diğer emeği geçen kurum kuruluş ve şahsiyetlere şahsım ve arkadaşlarım adına teşekkürlerimi bildirdim.TÜRK KÜLTÜRÜNE ,TURHAL’A HAYIRLI OLSUN.

  • TOKAT’TA CUMHURİYET’İN BİR AYDINLIK MEŞALESİ İLKOKUL ÖĞRETMENİM NEZİHE KİPER

    Hasan Akar
    “Yurdumuz uçsuz bucaksız,
    Gökte yıldız kadar köylerimiz var.
    Ama uzak, ama harap, ama garipsi.
    Alın benim gönlümden de o kadar.” Cahit Külebi
    “Orda bir köy var uzakta
    O köy bizim köyümüzdür” A.Kutsi Tecer
    Dese de yıllar öncesinden Türk Edebiyatı’nın iki büyük şairi, Cahit Külebi ve Ahmet Kutsi Tecer … Köylerimiz şimdi garip kaldı, o köyler bizim değil artık.“Taşımalı Eğitim “ adıyla oralardaki ilim meşaleleri sistemli bir şekilde söndürüldü, ışık veremeyen kandillere bırakıldı maalesef.
    “Eğitimdir ki bir milleti ya hür, bağımsız, şanlı yüksek bir topluluk halinde yaşatır; ya da milleti esaret ve sefalete terk eder”
    Mustafa Kemal Atatürk
    Bekliyoruz Başöğretmenim sabırla Milli Eğitimimiz ne zaman milli olacak, diye…

    NEZİHE KİPER ÖĞRETMENİM
    Adını ömrüm boyunca unutamayacağım dualarımdan eksik etmediğim Nezihe Kiper benim ilkokul öğretmenimdi. Bilgiyle yoğrulan, aydınlığı, insanları doğru yola götüren Hz. Peygamberimiz’i, güzel dinimizin çocuk yaşımıza göre bize yetecek kurallarını, Cumhuriyeti ve onun banisi Gazi Mustafa Kemali ondan öğrendim. Sevgiyi, saygıyı, merhameti onun denizler kadar tertemiz mavi yüreğinde bulduğum sönmeyen bir meşaleydi o.
    Hepimiz ilk eğitimimizi ailemizden aldık ama bu eğitimle birlikte kişiliğimizi ilkokulda şekillendirmeye başladık. Evimiz Perviz Sokağı’nda olduğu için 1963 Eylülünde kaydolduğumuz İbn-i Kemal İlkokulu’na kolay gidip geldik ancak okuldan kaçıp el ele evin yolunu tuttuğumuz ilk gün hariç. Küçüktük henüz okula da yaşım mahkeme kararıyla büyültülerek almışlardı. Ben altı yaşımda ve bizde kalan yeğenim, benden 6 ay küçük Zeki henüz beş buçuk yaşında idi. Eve dönüşümüzde nedenini izah edemedik ki annem bizi tekrar okula götürerek bahçede “Yağ satarım bal satarım “ oyununu oynayan arkadaşların arasına katarak öğretmenimizin sıcak ellerine teslim etti.
    Öğretmenimiz bir elinden beni diğer elinden Zeki’yi tuttu oyunun içine girdik. İşte ondan sonra da merhametli yüreğini ve ellerini hiç ayırmadı bizden.
    Artık okulumuz evimizden sonra sığındığımız ikinci bir liman, öğretmenimiz Nezihe Hanım bizi adeta sarıp sarmalayan o kocaman yüreğinde bize de geniş yer ayıran ikinci annemiz oldu. 1963-1964 öğretim yılında başladığımız ilkokul hayatımız, beş yılımız nasıl geçti anlayamadık bile.
    Hatıralar çok, bitmesini hiç istemediğimiz teneffüsler, ara sıra şehir kültür gezileri –ki bizde tarih sevgisinin başladığı Tokat’ın büyük tarihçisi Halis Cinlioğlu ile tarihi eserleri gezdirmesi-, piyesler, bir türlü içmeğe alışamadığım gizlice sınıf penceresinin kenarındaki saksılara döktüğüm süt tozundan yapılan sütler…
    Milli bayramlara hazırlanma heyecanları, tören geçişinde doruğa ulaşan coşkular, sene de birkaç defa Ali Sabri Sinemasına siyah beyaz film seyri için gidişler, filmin güzel sahnelerindeki kahramanları alkışlar, alkışlar… Bazen de bahar Bayramını kutlamak için yakın köylere –bunlardan biri de bugün de özel günlerde kullanılan Topçam Turizm’in marka otobüsüyle Gökdere’ye (Cilgori) izinle gidişler…
    Kış mevsiminde Behzat Irmağı’nın diğer tarafındaki Cumhuriyet İlkokulu öğrencileri ile hemen her teneffüs nöbetçi öğretmenlerin uyarılarına rağmen kartopu savaşları… En güzeli de yıllar geçtiği halde kurulan arkadaşlıklar. Şimdi söyleyebildiğimiz “eski dostlar “ şarkısında olduğu gibi bizi de avutan o yaşlarda kurduğumuz dostlukların en sevimlisi en küçüğü idi o yıllar…
    Başladığımız ilkokul hayatımız 1967-1968 öğretim yılında başarıyla noktalandı. Sadece ikisini kısaca anlatıp hocamızın hayatına geçelim. İlkokul dördüncü sınıfta hocamız İstiklal Marşını ve Mehmet Akif’le ilgili konuyu bir güzel anlattıktan sonra İstiklal Marşımızı hepimizin ezberlemesini istedi. İki gün içinde bütün sınıf verilen ödevi eksiksiz yapmıştı. Sırayla okumaya başladık, tabii her okuyuşun sonu arkadaşlarımızca alkışlanmaktı. Heyecanım dorukta nasıl okumuşum ki öğretmenim marşın bitiminde sandalyesinden kalktı, gözlerimden öptü ve:”Oğlum bu marşı hayatın boyunca böyle güzel oku” dedi.
    O yıllarda ilkokul bitirme imtihanları öncesi okulda beşinci sınıflardan sınıf öğretmenlerince üçer başarılı öğrenci belirlenir, komisyon huzurunda yapılan imtihanla okul birincisi, ikincisi ve üçüncüsü seçilirdi. Okul birincisi bizim sınıftan Şahap İnmez (Kadın Hastalıkları Mütehassısı oldu), üçüncüsü de ben olmuştum. Haliyle dereceleri de bizim sınıf toplamış oluyordu. Birinciye kol saati bize de kitap hediye edilmişti.
    Tabii annem de bu başarım karşısında kayıtsız kalmadı, beni – hâlâ özenle sakladığım-Tokat’ın en güzel mağazalarının vitrinini süsleyen mandolinlerden birini alarak mükâfatlandırdı.
    Ve Hayatı
    Nezihe Kiper 1921 yılında Tokat’ta doğdu. Babası Kars’tan Tokat’a göç eden bir aileden Edebiyat öğretmenliği ve müftülük yapmış olan Ahmet Orhan Gürgünoğlu, annesi Malatya Arapkir eşrafından Şahender Hanımdır. Ruhsat, Hüceste, Sebati ,Ferhunde adlı beş kardeşin yaş itibarıyla üçüncüsüdür.Küçük yaşta babasının görevi nedeniyle ilkokulu Malatya ‘da okumuştur.1933 yılında mezuniyetinden sonra yatılı olarak kazandığı Bursa Kız İlköğretmen Okulu’na gitmiştir.
    Okuldan mezun olunca Tokat’a tayin istemiş, 1940 yılında on dokuz yaşında genç bir öğretmen olarak Niksar Gazi Ahmet İlkokulu’nda göreve başlamıştır. 1941 yılında Eski Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden’i Artova Gazi Paşa İlkokulu’ndan naklen geldiği bu okulda 4. sınıfta okutmuştur.(Yekta Güngör Özden Bey ile 20 Kasım 2019’da yaptığımız telefon görüşmesinde Nezihe Hanım’ın kendisine Harman Dalı ve Kazaska olarak bilinen Şeyh Şamil oyununu öğrettiğini ve bu oyunları sahnede oynadığını belirtti.) Kiper,burada 1942 yılında meydana gelen depremi yaşamış, kurtarma çalışmalarına katılmış, halkla beraber o da bir müddet çadırlarda kalmıştır.
    1950 yılında Palu 1922 doğumlu Palu PTT Müdürünün oğlu Tokat İlköğretmen Okulu Tarım Öğretmeni Cavit Kiper’le evlenmiştir. Aile bugünkü GOP Bulvarı üzerindeki Peri Konağı olarak bilinen Nuri Peri’nin evinin 1.katına yerleşmiştir.( Bu evin sahibi Nuri Peri’nin kızı Necla Peri Hanımefendi de bu ay içinde yaptığım görüşmede şunları anlatmıştı: Ben ilkokul 2. Sınıfa gidiyordum Nezihe Hocamızın evlenip de ailecek bizim eve taşındıklarında. Babam Nezihe Hoca’nın babası, emekli Müftü Ahmet Orhan Gürgünoğlu’nu çok sever ve saygı duyardı. Oldukça ihtiyar olup bastonla gider gelirdi. Onun Behzat’ta saat kulesi yakınında küçük bir dükkânı vardı, orada oturur, arzuhalcilik yapar, dini kitapları okur, misafir kabul ederdi. Bir gün Behzat Deresine büyük bir sel gelmiş , müftü efendinin bütün kitaplarını götürmüş o da çok üzülmüştü.Sanırım 1959 yılına kadar da bizim evde oturdular.Babam, kız kardeşi olmadığı için Nezihe hanıma ve kız kardeşlerine bizim hala dememizi istemişti.Öylesine akrabadan öte bir aile gibiydik. Hala da çocuklarıyla görüşüyoruz.)Bu mutlu evlilikten 1951 yılında Tokat’ta kızları Ayşe Nüvit doğmuştur. İkinci evlatları Orhan Bülent ise 1953 yılında Cavit Bey’in Pamukpınar Köy Enstitüsü ve Nezihe Hanımım Yıldızeli Cumhuriyet İlkokulu’ndaki görev yaptıkları dönemde Yıldızeli’nde doğmuştur.
    1954 yılında Tokat’a tayin olmuşlar, Cavit Bey Tokat İlköğretmen Okulu’na Nezihe Hanım da İbn-i Kemal İlkokulu’nda göreve başlamıştır. Bundan sonra Gazi Osman Paşa İlkokulu, Tokat Halk Kütüphanesi, Gazi Paşa İlkokulu’nda çalışmış tekrar İbn-İ Kemal İlkokuluna dönmüş 1972 yılında bu okuldan emekli olmuştur.
    Emeklilik sonrası çok sevdikleri Tokat’tan ev almışlar ancak Bülent’in Ankara’daki üniversite tahsilinde yanında olup daha rahat bir ortamda okuyabilmesi için 1973 yılında Tokat’ta GOP Bulvarı üzerindeki satın aldıkları evi satarak Ankara’ya yerleşmişlerdir.
    İstanbul’da teyzesinin yanında okuyan kızları Ayşe Nüvit Eczacı ve Ankara’da öğrenim gören oğulları Orhan Bülent okullarını başarıyla tamamlayarak Jeoloji-Jeo Teknik Mühendisi olarak iş hayatına atılmıştır. Burada siyasi çalışmaların içinde kendini bulan Nezihe Kiper Rahşan Ecevit’in en yakın dostları arasına girerek onunla birlikte hareket etmiştir. Eşi Cavit Kiper’i 30 Nisan 1984 ‘de kaybeden Nezihe Hanım da yetiştirdiği binlerce öğrencisini yetim bırakarak 25 Ekim 1999’da aramızdan ayrılmıştır.
    Evet, öğretmenim ben sizin sözünüzü tuttum. Sizin gibi gözlerinizden, yüreğinizden aldığım ilmi, sevgiyi, saygıyı, çerağı Anadolu’da yakmak için öğretmen oldum. İlk görev yerim olan Erzurum’un Palandöken Dağlarının en ücra köşelerindeki köylerden başlayarak, Artvin, Arhavi’nin masmavi denizinin sahillerinde, Göğe bakan topraklar Şavşat -Efkâr Tepesi’nde, sizinde uzun yıllar hizmet ettiğiniz tarih, tabiat, kültür şehri eşimi bulduğum Niksar’da, Tokat’ta 36 yıl İstiklal Marşını okudum, okuttum. Bu Milli Marşı ruhunda yaşatan vatansever öğrenciler yetiştirdim. Şimdi her biri memleketimizin değişik yörelerinde görevlerinin başında, kurdukları yuvalarla birlikte memleketlerine ilim ışığını taşımakla meşguller.
    Ben sözümü tuttum öğretmenim. Annesi Tokatlı İstiklal Marşımızın şairi Mehmet Akif ERSOY’un torununu ilk kez Tokat’a getirebilme onunla Niksar’da, Reşadiye’de Artova’da, Pazar’daki okullarda bu marşı okuma ve okutma onurunu yaşadım.
    Bize dürüst olmayı, eğilmememizi öğretmiştiniz. Sözünüzü tuttum düştüysem kalkmasını bildim, başardım, haksızlıklar karşısında eğilmedim, gönüllerdeki makamları bir kenara bırakıp bu dünyanın geçici makamları için kimseye tevessül etmedim, takla atmadım, güzel dostlar edindim, bazen tek başıma bazen ekip arkadaşlarımla 12 eseri gün yüzüne çıkarabilme gayreti içinde oldum öğretmenim.
    Vicdanım rahat görevimi tamamladım öğretmenim. Ruhun şâd, mekânın cennet olsun…
    Öğretmen Gününüz/ günümüz kutlu olsun efendim.
    *Verdiği bilgiler ve gönderdiği fotoğraflar için Nezihe Kiper öğretmenimin oğlu Jeoloji-Jeo Teknik Mühendisi Orhan Bülent Kiper Ağabeyime çok teşekkür ederim.

  • Türk Ocakları Tokat Şübesi-Türkistandan Anadoluya TÜRKLER

    26 Ekim 2019 cumartesi günü saat 19:00’da Gaziosmanpaşa Lisesi Konferans salonunda Tokat Türk Ocağı organizasyonuyla Prof.Dr. Ahmet Taşağıl tarafından verilecek olan Türkistan’dan Anadoluya Türkler başlıklı konferansa tüm Tokat halkı, öğrencilerimiz ve dostlarımız davetlidir. Nurefşan Aydın sunumuyla Sündüs Arslan Akça ve Rasim Yılmaz’ın şiirleriyle ve Seyfi Karslı’nın müziğiyle muhteşem bir geceye biz hazırız.

  • Hasan AKAR HOCAMIZIN Doğum Gününü Kutluyoruz!

    hasanakarhocamiz

    ATATÜRK’ÜN TOKAT’A GELİЕћİNİN 97.YILINI KUTLUYOR,O’NU SAYGIYLA ANIYORUZ.

    Ben 26 Haziranım,
    Tokat’ta Mustafa Kemal
    Kahramanlık soyum ta Orta Asya’dan.
    Tanrı Dağlarından.
    Plevne’den.Yemen’den SarıkamışвЂ™tan.
    Geçilmez dediğimiz Çanakkale’den
    Esarete mandaya alışık değildir.
    Zincir vurulmamış bileğim.
    Onun için Samsun dan doğar.
    Havza’da,Amasya’da,
    Dağ başlarını duman alır,
    Tokat!ta alevlenir güneşim.
    Ben 26 Haziranım.
    KızılenişвЂ™te tozlu yolların aktığı ırmak,
    Çamlıbel’de Köroğlu çeşmesindeyim.
    Sivas’tan Erzurum’a doğru uzanır,
    Yayla dumanına alışıktır,
    Korku bilmez yüreğim.
    Ben 26 Haziranım,
    Tokat’ta Mustafa Kemal.
    26 Ağustos’a hasretim.
    Edirne’den Van’a kadar,
    Sakarya’da zafere,
    Ve İzmir’den gelecek,
    En güzel habere.
    Ben 26 Haziranım,
    Tokat’ta Mustafa Kemal.
    Cumhuriyet’in yolu,
    Bağımsızlığın bükülmez koluyum.
    Asla sönmez.
    Sonsuza dek yanar bu meşвЂ™ale,
    Vatan olunca daima deli doluyum.

    Anne

    Ben gelirken tehlikelerle dolu dunyaya
    Yasam kefaretimi sen odedin anne
    Yasadim bu yasa yasamim sanki ruya
    Halen dunden gune kalkanim senidin anne

    Yurudum nesnelerden habersiz
    Dal budaktan sen esirgedin anne
    Cozuldu dilim heceler sirasiz
    Allah icin tercumanim senidin anne

    Kayitsiz kalamazdim ilk sozum senin adin
    Buyudukce seni mutlu etmek muradim
    Aglamam,sinirim,sevincim,inadim
    Dizine basimi koydugumda ummanim anne

    En kutsallarim arasinda aldin yerini
    Yasamim icin verdin gozunun ferini
    Okumaya yazmaya basladim ebed
    Inan kagidim kalemim senidin anne

    Dogrulugu ogrettin haramsiz dunya
    Bugun gibi hatirliyorum degil ruya anne
    Cakallar,sirtlanlar,yilanlar arasinda
    Ogudunu bastaci ettim tutuyorum anne

    Hep soylenir ya atasozu ana gibi yar
    Ana senin gibi yar bulamadim anne
    Bu dunya cok genis ama cok da dar
    Gonlun gibi genis yer bulamadim anne

    Mutlak faniyiz sende gideceksin bende
    Benden once gidersen hakkini helal et anne
    Eger ben yavrun gidersem senden once
    Hakkim sana gani gani helal olsun annecigim

    Bayrak

    Namluya sürülmüş mermi gibi öfkem
    Basmayın tetiğe patladı patlayacak
    Bu semada sadece o dalgalanacak
    Kimsenin oyuncağı değil ayyıldızlı bayrak

    Kanımızdan rengi şehidimin örtüsü al,al kırmızı.
    Korumadımı? yaşlımızı gencimizi oğlumuzu kızımızı?
    Nasıl yere atar çiğnersiniz gök kubbedeki baştacımızı?
    Hiçmi cannınız acı hissetmez hiçmi olmadı içinizde sızı

    Yurduma semsiye vatanıma milletime nöbet.
    Bu bayrağı koruyan vardı yine var olacak elbet
    Nedir bu kin nedir içinizdeki bu durmaz nefret
    Sizleri ederim şehitlere ulu mevlaya şikayet

    “Veda diyorum ,göğe bakan bu topraklara,
    Bir daha nasip olur da ,gelir miyim bilmem?
    Efkar’da damla damla soğumuş yüreğimden,
    Çoraklı’da gözyaşımı siler miyim bilmem

    Kilitlenmiş kapılar,zelveleri paslanmış,
    Bahar gelir,kepengini açar mıyım bilmem?
    Ne desem boş,yıllar geçiyor,ömür bitiyor,
    Bu dünyadan yavaş yavaş göçer miyim bilmem?”

    14 Mayıs 2016 Artvin-Ећavşat
    Fotoğraf:1982-1985 yılları arasında görev yaptığım Ећavşat Çoraklı Ortaokulu’nun giriş kapısı (Ећimdi kapalı,viran halde)

    Elveda

    Sana bir gün diyeceğim elveda
    Ey mavi yeşilliklerden uzak sevdam
    Yeter bu kadar çektiğim cevri cefa
    Sana da bir gün diyeceğim elveda

    Temennim umarın dönersin geri
    Kalbimde müstesna daima yeri
    Sana koşan canı nı veren serseri
    Sana da bir gün diyeceğim elveda

    Elveda demek çok ama çok zor
    Yüreğimde sevdan yanan hep kor
    Sensiz bu sevda in anki olmuyor
    Sana da bir gün diyeceğim elveda

    25 Ећubat 2016

    AY BALAM

    “Göçün de zamanı gelir apansız ay balam,
    Teneşir tahtasına düşer bedenimiz bir gün.
    Kalmaz mecalim,dönmek için düne ay balam,
    Omuzlar üstünde yüzeriz sessizce bir gün.

    Kış gelir,seni yetim bırakırım ay balam,
    Kilit vurulur kapıma ,tütmez ocağım bir gün.
    Buz tutar yüreğim,baharı beklerken ay balam,
    Görmeden yazı,gazel düşer bağıma bir gün.

    Sevdiklerimden koparır ecel ay balam,
    Susuz topraklar bizi bekler dönemem bir gün.
    Han bizim değil ki ,hep yolcuyuz ay balam,
    Döküversen gözün yaşını göremem bir gün.”

    21.11.2015 TOKAT

    Sen yüreklerdesin…

    “Sen yüreklerdesin,
    Tabiat,Türk eline zulümde
    Kurtlar,kuşlar ağlıyor
    Gayri göç göç diye
    Düşüyorsun yollara
    Yürüyorsun milyonlar ardında
    Türk’e yeni bir yurt kavgasında.
    Sen Asya’dasın
    Orhun Yazıtlarında
    Gök mavisi gözlerin gülümsüyor
    Bulutların arkasında
    Bilge Kağan’la,Kültigin’le
    Taşı yontuyorsun tarihe
    Tonyukuk’la yazma yarışında.
    Sen Malazgirt’tesin
    Bir Ağustos sabahında
    Alparslan’la beraber
    Ordunun ön saflarında
    Alperenler yol gösteriyor
    Ahlat,Harput,Söğüt diye
    Dört asra gizli fetih sevdasında.
    Sen Anadolu’dasın
    Selçuklu saraylarında
    Kaşların çatılıyor birden
    Dilimiz gider telaşında
    Karamanoğlu Mehmet Bey’le
    Ferman eyliyorsun ahaliye
    Çarşıda,pazarda dil uğraşında.
    Sen Fatih’lesin
    Bir çağı kapatıp
    Yeni bir çağı açma kaygısında.
    Sen Kanuni ilesin
    Barbaros’un azmiyle
    Üç kıtaya at koşturup
    Akdeniz’i Türk gölü davasında.
    Sen amansız bir savaşçı
    Çanakkale,Bingazi’de
    Dumlupınar,Kocatepe’desin
    Ve Sakarya’da eşsiz bir zaferdesin.
    İstiklal en büyük bayrağın olmuş
    Cepheden cepheye düşman üstüne
    “Ya İstiklal,Ya Ölüm” parolasında.
    Sen İstanbul’dasın
    Ankara,Kastamonu,Konya’dasın
    Ellerin tebeşir
    Kara tahta başında
    Halkınla el elesin yine
    Aydınlığa yürümek için
    Büyük inkılap savaşında.
    Sen yüreklerdesin
    Seni anlatamaz ne bir maske
    Ne göstermelik bir rozet
    Sökemezler asla içimizden
    Nakış nakış işlenmişsin
    Adın sonsuza kadar yaşar
    Vatanın her karış toprağında…”

    Yamansın be Sami

    Çözemezler seni yamansın be Sami,
    Sanıyorsun ki senden gayrisi ali,
    Sensiz n’olur Anadolu Lisesi hali,
    Müdürlük az olasın bir şehre vali.

    Ећifreleri kaptın,puanları bastın,
    Bilemezler sandın,şimdi faka bastın,
    Aralık’tan sonra Cemaati astın,
    Bitiyorsun nedir kendine bu kastın.

    Öyle güçlüsün ki sendika vız gelir,
    Yalakalık, yağdanlık sana az gelir,
    Sen şahinsin artık Tokat sana kaz gelir,
    Bu devran böyle gitmez bilesen Sami,
    Rabbim büyük bize de bir gün yaz gelir.

    ADI ZEYNEL KARAGÖZ
    (1931-2001)

    “…..
    Henüz ayaklarım tanışırken toprağa,
    Bir el tutuyor ellerimi sıcacık,
    Belli ki yüreğinden taşmış,
    Unutturuyor o an kederi apaçık.
    Adı Zeynel Karagöz,
    Buyur ediyor hanesine,
    Ağaçtan yapma bir ev,
    Tanıtıyor bizi gül tanesine.
    Teneke bir kuzine harıl harıl,
    Üşümüş çiseli ruhumu ısıtıyor,
    Türkü söylerken bakır ıbrıklar,
    Bir yandan çocukluğumu ışıtıyor.
    …..
    Derken ,sarı saçlı afacan,
    Yüzleri çilli tatlı bir kız,
    Ellerime uzanıyor adı Nuran:
    “Beraber gideceğiz “diyor” yarın”
    Sonra fark ediyorum diğerini,
    Saçları örgülü bir kara kız,
    O da öğrencimmiş,
    Soruyorum :Sona Karagöz.
    ……”

    Tokat’tan Mısralar

    SELLER YÜRÜR YAMAÇLARDAN BİR GÜN

    Biz alışığız, takma kafana koca reis, fırtınaya, boraya
    Savursunlar bizi, utanmadan bir oraya bir buraya

    Dalgalara boğsunlar, çıkarsınlar gemimizi karaya
    Tabip olsalar sürdürmem merhemlerini yaraya

    İsterse karlar yağsın ,yıldırımlar düşürsünler düşümüze
    Bilirken riyakГўrlıkları yaptıkları gitmesin asla gücümüze

    Kapılma yeise, bu ülkede mevsimler hep kış gitmez
    Sanma ki bu çirkin karanlıklar ebedidir bir gün bitmez

    Bahar gelir elbet yüce dağlara, buzlar çözülür gün be gün
    Rahmet yağar, karlar erir, seller yürür yamaçlardan bir gün

    KOKLAYIM DEDİ OLMADI

    Bir deniz kıyısında bırakmıştım onu öksüzce tek başına
    Damla damla su sızdı hayat verdi güneşle kururken toprağa
    Aldırmadı fırtınaya, eğmedi boynunu azgın dalgalara
    Dualar etti tutundu adını veremediği bir sevdaya

    Bilemedi bu denli sevişi, utandı tabiat kol kanat gerdi
    Duysa sesini kıyıda belki unutacaktı çektiği derdi
    Vefalıydı, bir gün ilk güzde sürgüne uzandı açtı lГўle
    Koklayım dedi, olmadı kader nasıl koydu lГўleyi bu hГўle.

    Hasan AKAR
    Tokat Ећairler ve Yazarlar Derneği üyesi, “Kümbet” eğitim, kültür, sanat ve edebiyat dergisi Genel Yayın Yönetmeni,
    Azerbaycan Gazeteçiler Birliği Sumqayıt şehir teşkilatının Günlük Analitik Haber Ajansı Türkiye temsilcisi Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temsilcisi

  • Gülten ERTÜRK.”Emeklim”

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temsilcisi

    Olmasa olmazdı ne yurt ne de yuva
    Eli ekmekli olmaktı tek hedefin
    Yeri geldi karşı da koydun soğuğa
    Senelerce uğraştın kendin didindin.

    Birazda kenara bırakayım dedim
    Yarım lokmanı da ailenle yedin
    Kimi gün üzüldün kiminde sevindin
    Emeklilik nasıldır? Nerden bilirdin.

    Gün geldi emekli oldun ya sonunda
    İkramiye, enflasyon ne durumda?
    Neye yeter bu zamanda şu konumda?
    Yüzün yere eğdin; suçlusu sen miydin?

    Sigortası var dedin belki sevindin
    Sen zamanında az mı emekler verdin?
    Kim bilir kaç saat sırada bekledin
    Üç aylık maaş kuyruğunda can verdin.

    Yüzünde izi var anlındaki terin
    Niyetin helalinden yemek istedin
    Namussuzluk hilelik yalan bilmedin
    Emeklilikte bunları hak etmedin.

    Kim bilir kafanda ne düşünceler var?
    Belki de sesini birileri duyar!
    Hangi mekanda söylesen kime uyar?
    Seni senden başkası anlayamaz
    Emeklim! …