Elhamdülillâhi Rabbil âlemin…
“Lor peynürü, galın ekmek, duz getür,
Çıh Harput’un tepesinden buz getür,
Şehidime örtü için bez getür,
Gız, daliken devrülesin tez getür.”
Ahmet Tevfik Ozan,
Sevgili arkadaşım,
Uzun yıllar önce Töre Dergisi’nde dağ nefesli şiirlerin yayımlanırdı. Şiirlerin her bir kıtası top top gül’dü. Onları dost bilirdik, onlarla nefeslenirdik, göğüs kafesimiz daralırdı.
Şöyle demiştin mesela;
“Kubbeler, kubbeler.. kurşun kubbeler!
Bir kurşun, bir namlu; bir yürek deler!
Her gün nakış nakış ördüğünüzü
Sonra delmek niye.. niye, kubbeler?”
O günler uzakların yakın olduğu günlerdi. Biz bizi bilirdik. Dostluğun, vefanın, arkadaşlığın ne olduğunun gönüllere yazıldığı, gönülce bilindiği zamanlardı. Bazıları hayallerimize kurşun atarlardı. Ama hayallerimiz hep ötelerdeydi bizim.
“Bir kurşun, bir kurşun, bir kara kurşun
Şakağımda sıcaklığın duyduğum!…
Ansızın dalgası nurdan bir deniz
Ve Allah!…”Adına kurban olduğum.”
Karlar içinde omuzladığımız yarınlar vardı, lâpâ lâpâ avucumuza düşerdi. Efkâr düşerdi, bir uzak diyar düşerdi. Yâr düşerdi. Sarı saçlarına deli gönlümüzü bağladığımız Mihriban’larımız vardı, sen söylerdin;
“Sarı saçlım yasta mıdır?
Rüyaları hasta mıdır?
Kan tükürsem ciğer gelir,
Zemzem, kurşun tasta mıdır?”
Tadımız tuzumuz olmazdı bazen, yüreğimiz karıncalanırdı. Bazı şeyleri yutkunurduk. Deniz deniz büyürdü içimiz, sen söylemeye devam ederdin;
“Tuz yüklü denizler emzirse bile
Bir balığı, tuzsuz yemek ne mümkün?
Bin kılçıkla sarmaş dolaş bu çile
Bu çile, bu çile.. akıla küskün…”
Hem akıldı, hem gönüldü. Hem kılıçtı, hem kalemdi. Hem suskunluk, hem kelâmdı. Bir derdimizi bin dermana değişmezdik ki…
Taş aralarındaydı karanfil. Topraklar kan içiyordu;
“Bir beyaz mermerde açan karanfil
Rüyaların yeryüzüne indiği
Bir esrarlı güzel… Mukaddes vatan!
Yüzyıllarca tüten sabır, tevekkül…
Yıllarca gözlerden sızar ince kan.”
Rüyalarımız gönül sınırlarınaydı. Ötüken kokardı, Seyhun Ceyhun akardı. Kala kala Kerkük’tü vatan. Sinan gelirdi Kırım’dan. Estergon Kal’ası su başı durak’dı. Vardar ovasından havalanan sevdalar Orta Asya bozkırlarına konardı. Her yer biz’di, esrarlı bir güzeldi sevdamız.
“Ey Turan’ın kardan ak, çileli insanları!
Elinizde buzlu su, yürekten daha sıcak!…
Nasıl yabancı kalmış, yoksul aşında balık?
Denizlerde bereket ha taştı ha taşacak!…”
Damlaların denizeydi yolu. Tohumlar çiçeğe dururdu. Dolu ekin baş indirirdi. Her kar tanesi bir başak büyütürdü.
“Bir tohumdan, bir çiçeğe sır mı var?
Bir yağmurdan, bir doluya kar mı var?
Yağmur tohumla dost, dolu neylesin!
Çiçeğin üstünde, taştan sur mu var? ..”
Taştan surlar vardı, taştan evler vardı. Taş mektepler vardı. Taşın içinde gül büyüyordu. Hem biz taşın içinde ateşin yandığı yerlerden gelmemiş miydik? “Bilmeyen ne bilsin bizi, bilenlere selâm olsun”du.
Taş Medrese dedikleri de şuydu;
“Bir köpük yürek kadar, sıcak ve temiz burda
Gölgemizi öpmekte, soğuk ve kirli taşlar…
Çiçekleri yüreğin, bir kem sözle kurur da
Bin bir çölle boğuşur, buzdan tolgalı başlar…”
Biz aktolgalı beylerle Tuna’dan, Vistül’den geçmiştik, ateşler içinden geçmiştik. Yeter ki “ilerle” desinlerdi.
Hani bir arkadaş vardı yanında. Haksız yere idam cezası almıştı. ( Daha sonra da cezası bozulmuştu zaten) Nasıl beklerdi sabahları, nasıl bir bekleyişti o? İdamlar sabaha karşı yapılırdı ve güneşi beklemek nasıl bir şeydi?
O’nun Yarım Günlük Saadet’ine bir şiir yazmıştın;
Ben aylarca, şu ranzada; güneş doğunca uyurum
‘‘Güneşle adam asmazlar! …’’ yarım günlük bir saadet!
Her gece yatsıyla gelen, bir soğuk şey duyuyorum
‘‘Abdest al, güneşi bekle! …’’ böyle aylarca devam et! …
Suçum olsa, biliyorum; öpmez alnımdan melekler
Ve gözyaşlarıma konmaz o nurani kelebekler
Bu soğuk sessizlik te ne? … Ve niçin ana hasreti?
Niçin adım kimse bilmez? Hem nereden bilecekler? ! …
Ses de, sükût da burada; hep ölümü hatırlatır.
Gelsin ‘‘Baş üzre yeri var! ..’’ ve fakat beklemek, bir tuhaf…
Yüreğini şu tavanın, bilmem ki, kimler kanatır?
Ve niçin ateş perdeler, göz bebeklerimde saf saf?
‘‘Bir güvercin bir balık nasıl masum ölürse
Nasıl çatlarsa bir nar, cennetten bir tad için
Gelsin Ölüm, Yüceler Yücesi Rabbimiz’den
Yaşanmaz, anlatılmaz bir yeşil murad için! …’’
Ben aylarca, şu ranzada; güneş doğunca uyurum
‘‘Güneşle adam asmazlar! …’’ yarım günlük bir saadet!
Her gece yatsıyla gelen, bir soğuk şey duyuyorum
‘‘Abdest al, güneşi bekle! …’’ böyle aylarca devam et! …
Ve o analar… Ve o babalar… Dağ dağ büyüyen, dağ dağ eriyen analar, babalar. Onların hakkını kim ödeyebilirdi? Hangi terazi tartardı onların dualarını?
“Işıklara boğulmuş gecelerde kim anlardı ki bizim yasaklanmış gökyüzünden yıldızlar çaldığımızı?”
Yukarıdaki şiirini paylaşmış Yusuf Ziya Cuma günü. Yusuf Ziya adı gibi bir Yusufiyeli. Telefon ettim, açtı. Şiiri okumaya başladım,
“Ben aylarca, şu ranzada; güneş doğunca uyurum…”
Uzun zaman sonra “dinliyorum abi” diyebildi zar zor. Dinliyordu, yaşıyordu, ağlıyordu… Ben de okuyamadım zaten. Şairlerin Dünyası böyleydi;
“Her karanlık sokakta, yoksul bir şair ağlar..
Uzayıp giden yollar onu gurbete bağlar
Ağlamak, şairlere; Tanrı’nın Lütfu gibi..
Mısraları gülerken, yoksul şairler ağlar..”
En son 2018 yılının Mart Ayı’nda görüşmüşüz Hatay’da, Beş Şehir Beş Şair Programı’nda.
Sen Elâzığ’dan ben Eskişehir’den gelmiştim. Kendi ellerinle yaptığını söylediğin pestil getirmiştin. Şiirimin ABC si kitabını da orada imzalamışsın. Zaten hayatın vermekle geçmişti.
2019 yılının Ocak Ayı’nda kalp ameliyatı oldum. Bir damar yüzde elli, diğerleri neredeyse yüzde yüze yakın tıkalıymış, öyle söylediler.
Daha sonra Osmaniye’ye gittim bir şiir şöleni için. Orada Selahattin Arpacı arkadaşımızla bir araya geldik. Benden bir müddet sonra O da kalp ameliyatı olmak için hastaneye yattı. Bir gece önce telefon ettim, kendimce söyleyeceklerim vardı, sohbet ettik, yaşadıklarımı anlattım. “O’ndan gelene amenna” dedi mütevekkil… Bir müddet sonra da Rabb’ine kavuştu.
Senin de vefatına “kalp krizi” dediler. Demek ki bizim yaralarımız kalbimizdendi. Kalbimizden çok yara almıştık. Bizi vuranlar kalbimizden vurmuşlardı.
Erciyes bir dağın ötesiydi bizim için. Mapushane avlusundan sana şöyle görünmüştü;
“Elimde kelepçe, gözlerim donmuş
Döndüm, bulutların arasında Sen…
Erciyes, Erciyes… Ruhuma konmuş
Bir beyaz güvercin, bir buzlu desen…”
Ziyaret için de olsa bizim de yolumuz düşmüştü o Erciyes gören mapushaneye.
Benim bir Zübeyde Ablam var, yaşı doksana yakın. Şiiri çok sever. Ara sıra gider muhabbet ederim. Bir gidişimde şiirden, şairden bahsederken senin şiirine başladım;
“Erciyes’te kar diyorum, bu akşam
Benim kadar terk edilmiş değildir..
Karanlığa yar diyerek sarılmış
Ümitleri benimkinden yeşildir…”
Şiirin tamamını hatırlayamamıştım, sana telefon ettim devamını sen getirmiştin.
“Niçin olmasın ki? çiçeğin kanı
Erciyes’in doruğundan süzülür..
Bir pınardır Erciyes’in Yüreği
Kanar kanar, dudaklara dökülür..
Benim gibi bir vefasız yarı yok!
Kor ateşte erimeyen karı yok!
Her tanesi bir akrebin ağzında
Aşk dediği bir acayip narı yok! …
‘‘…Taş değirmen arasında bir yürek;
Taş incinir diye mahzun kanıyor!
Ümit, buzda kök salacak bir çiçek
Gönül devşirecek çiçek arıyor! …”
Erciyes’te kar diyorum, bu akşam
Benim kadar terk edilmiş değildir..
Karanlığa yar diyerek sarılmış
Ümitleri benimkinden yeşildir…”
Daha sonra da Zübeyde Abla Elâzığ’daki tanıdıklarına telefon etmiş, seni anlata anlata bitirememiş, öyle duymuştum.
Erciyes karlarını çayda, otta bulunduran, koyundan süt sağdıran kim’di? “Yeşil otta süt gizlidir” diyordu Bahtiyar Vahapzade de.
Bir gün aramış, kitaplarını göndereceğini söylemiştin. Ben de on civarında isim vermiştim, bu arkadaşların adına imzalarsanız dağıtırım diye. Bir kaç gün sonra yine aradın, kitapları ben getireceğim diye.
Hani Eskişehir’e yakın bir yerde akraban vardı ya, ondan bahsedip “emekli oluyorum, Eskişehir’den bir ev bulalım da oraya yerleşeyim. Seninle dolaşırız, muhabbet ederiz, o sık sık bahsettiğin köyünün dağlarına gideriz” demiştin, olmadı.
Gelseydin dağlara giderdik ve ne güzel olurdu. Dilaver Cebeci Ağabey Bozkırda Kalan Sancı’da yazmıştı;
“O çocuklar birer birer gittiler…
Soylu sevda türküleri dudaklarında,
Saclarında kurt nefesi rüzgârlar,
O çocuklar birer birer gittiler…
…
Onlar, Oğuz mayası gök ışığın erleri,
Onlar, ülkü çağının bahadır melekleri…
Mor dağların göğsünde kaldı pençe izleri,
Haceru’l esved gözlerini gönlümüze resmettiler.”
İşte o Dilaver Cebeci Ağabey’le köyümün dağlarına gittik. O dağlara bakıp iç çekti ve “beni bu dağlara gömün” demişti.
Bizim için dağlar önemliydi.
Bizim için her dağ Tanrı Dağı, her dağ Uhud, her dağ Allahüekber’di. Demiştin ya;
“O dağların çocuğuydum ben,
Karların, yarların gür ormanların
Gönül, bir güvercin yüceden yüce,
Sevinci, dünlerin ve yarınların.”
Gelseydin biz ne şiirler söylerdik o dağlara bakarak, ne türküler okurduk dağlara karşı. Gökteki yıldızları yerlerine koyardık. Yıldızların söneceği güne saklanan yıldızlar olurdu onlar. Hilali beşik yapar dolunayca büyütürdük. Sonra kurt nefesli sazlar çalardı, ben bir Elazığ Türküsü okurdum;
“Kar mı yağmış şu Harput’un başına”
Dağ üstüne dağı koysan dağ olmazdı. Kardan kemer bağlardı dağlar. Bu dağların ardı vardı, el ele halaya dururlardı onlar. Dağlar gam ortağımızdı bizim ama bu dağlar ne rüzgârlar görmüştü, bilen bilirdi.
Ben bırakır sen alırdın;
“Bu dağın karı menem,
Gün vursa erimenem,
Yedi yıl yerde yatsam,
Aşığam çürümenem.”
Şiir söylerdik sonra, ben başlardım;
“Dağ gibi sevdalar gönül bağında,
Yağmurun sırrını çözmek ne güzel.
Aşk sarhoşu olup can konağında,
Dertleri uyutup sızmak ne güzel.”
Sen söylerdin;
“Ne ki dünya dediğin
Gözlerime sığıyor!..
Koca koca yıldızlar
Rüyalara sığıyor.”
Ben söylerdim;
“Gâh taşarım köpük köpük,
Gâhi dağlar sırtımda yük,
Gözüm gördüğünden büyük,
Sen akıl fakiri dünya.”
Sen söylerdin;
“Gelse bir rüya gibi, o mukaddes akibet…
Katlansa dağlar ipek, nurlu yorganlar kadar
Sessizce dalga dalga, ne çile ne hareket!…
Yalnız Nur-u Muhammed (s.a.v.) saadet var, huzur var.”
Fısıltıyla ilave ederdin;
“Ölüm dediğin kuş oğul,
Aşar dağdan, seçer seçer can alır.”
Nefeslenir bir daha söylerdin;
“Bir güvercin bir balık nasıl masum ölürse
Nasıl çatlarsa bir nar, cennetten bir tad için
Gelsin ölüm, yüceler yücesi Rabbimizden,
Yaşanmaz, anlatılmaz bir yeşil murad için.”
Rahmetli babam dağlardan güneşin batımını seyreder “gün bayırı aştı” derdi. Daha akşam olmazdı ama günün bayırı aşması yavaş yavaş hazırlanın demekti.
Atalarımız da demişti ya “Gün akşamlıdır devletlüm, dün doğduk bugün ölürüz.”
İki mısra daha söylerdin;
“Ölüm ne büyük dostsun, şu yalancı Dünya’da.”
“Ölürsek bir Fatiha dileğimiz.”
Bu satırları yazarken Eskişehir’e kar yağıyordu dost Ozan. Kar taneleri kadar, yağmur taneleri kadar, güneşin ayın ışığı kadar, gökteki yıldızlar kadar, rüzgârların esmesince rahmetler olsun sana.
Mekânın cennet olsun…
Fatihalarla…