Ahmet Kutsi Tecer (1901-1967), aslen Doğu Anadolu’nun en eski ve tarihî yerleşim merkezlerinden birisi olan Eğin (şimdiki Erzincan/Kemaliye) kazası nüfusuna kayıtlı bir aileden gelen babası Abdurrahman Efendi’nin görevi gereği bulunduğu Kudüs’te, 4 Eylül 1901 tarihinde doğmuştur. Asıl adı Ahmet’tir. “Kudüslü” manasına gelen “Kudsî” (yeni harflerle yazılışı “Kutsi”) kelimesi, doğduğu yerin adına izafeten kendisine ikinci ad olarak verilince da Ahmet Kutsi olarak tanınmış, 1934’te soyadı kanunu çıkınca da, “Tecer” soyadını almıştır. İlk ve orta öğreniminden sonra 1922 yılında Halkalı Ziraat Mekteb-i Âlîsi (Ziraat Yüksek Okulu)’ni bitirmiş, daha sonra da Paris’te Sorbonne Üniversitesi (1925-27) ile İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi (1927-1929)’nde felsefe okumuş ve mezun olmuştur. Çalışma hayatına 1930 yılında öğretmen olarak başlayan Tecer, çok yönlü sanatçı kimliği ve kişiliği, şairliği, kültürel faaliyetleri, folklor (halk bilimi) alanındaki derleme, inceleme ve araştırmaları, tiyatro yazarlığı, idareciliği, eğitimciliği, değişik devlet kurum ve kuruluşlarında üstlendiği görevlerde gösterdiği üstün başarı ve çok verimli çalışmalarla dikkatleri kısa zamanda üzerine çekmiş ve döneminin aydınları arasında sevilen, takdir toplayan bir isim hâline gelmiştir.
Kendisini çok iyi yetiştirmiş, hemen her konuda birikimleri çok fazla olan seçkin bir düşünce, bir kültür adamı ve bir karakter abidesi olan Tecer, çeşitli konularda sahip olduğu, hem Batı, hem Doğu kaynaklarından, sanat ve edebiyatlarından beslenen geniş ve zengin bilgisi ve kültürü sayesinde, el attığı her işte başarılı olmuş, takdirle karşılanmıştır. Yüreği insan sevgisi ile dolu, sevmenin ve sevilmenin sırrına ermiş, tıpkı Türkmen kocası derviş Yunus gibi, “yaratılmışları yaratandan ötürü seven,” dürüst, idealist, ilim ve irfan sahibi bir gönül adamıdır. Geniş bir dost ve arkadaş çevresi vardır. Hiçbir zaman makam, unvan, rütbe ve servet peşinde koşmamış, herkesi sevmeyi, herkese iyilik yapmayı hayatının başta gelen gayesi olarak görmüştür. Ömrünü okuyup öğrenmek ve öğretmekle geçirmiş, eğitim-öğretimin her kademesinde çalışmış, binlerce öğrenci yetiştirmiş örnek bir eğitimcidir. Az konuşup çok okuyan ve çok düşünen, zarif ve kibar, daima ölçülü ve temkinli davranan, sessizlik ve yalnızlıktan hoşlanan, ağırbaşlı, alçak gönüllü, hoşgörü sahibi, maddî ihtirası olmayan, çekingen tabiatlı, gösterişten ve riyadan uzak duran, öne çıkmaktan, takdir edilip övülmekten pek hoşlanmayan, çevresine daima sevgi, saygı, güven ve ciddiyet telkin eden bir Osmanlı beyefendisidir. Yakınlarının, sevdiklerinin, dost ve arkadaşlarının, onunla ilgili söz ve yazılarında, Tecer’in bu müstesna karakterinin bir kısmını yukarıda sıraladığımız özelliklerini tam bir ittifak içinde paylaştıkları ve dile getirdikleri görülür. Onu çağdaşlarından ayıran, farklı ve sıra dışı bir aydın yapan da, işte sahip olduğu bu vasıflarıdır.
Anadolu Sevdalısı Bir Halk Âşığı
Geniş halk kitlesi ile bütünleşmiş bir aydın, bir halk adamı ve halk âşığı olan Tecer, daha 18 yaşlarında genç bir öğrenci iken, Bolu’da yayımlanan Dertli adlı yerel gazetede çıkan (25 Ağustos 1335”1919”) “Selâm” başlıklı yazısını şöyle bitirir: “Ben ömrümün sonuna kadar Anadolu’yu dinleyeceğim ve onun sesini dinletmeye çalışacağım.” Bu cümle, onun daha o yaşlarda kendisine bir yol haritası çizdiğini, bir hedef ortaya koyduğunu göstermektedir. Gerçekten de o, 50 yıla varan sanat hayatında bu sözlerini hiç unutmamış, hedefine varmak için büyük bir azim ve gayretle çalışmış, bütün kalem faaliyetlerinde, makale, deneme, araştırma, şiir ve piyeslerinde, halkın arı-duru, sade ve canlı günlük konuşma dili ile onun zevk ve eğlence hayatını, oyunlarını, türkü ve manilerini, örf ve âdetlerini, kısaca halkın geleneksel hayat tarzını şekillendiren bütün kültürel unsurları anlamak ve anlatmak, “Anadolu’yu dinlemek ve onun sesini dinletmek,” ömrü boyunca Tecer’in en büyük ideali olmuştur. Batıyı da, doğuyu da çok iyi tanıyan, büyük şehirlerde oturan, fakat köyün içinde yaşayan, köylüyü içinde yaşatan tam bir Anadolu sevdalısı ve âşığı olan Tecer’in tek bir gayesi vardı: Köylerde yaşayan geniş halk kitlesi ile aydınları, köylü ile şehirliyi kültürel ve manevi bağlarla birbirine bağlamak ve kaynaştırmak istiyordu. Bu sebeple de halk hayatının içinden derlediği her türlü kültürel ve folklorik malzemeyi bir araç olarak kullanıyor, bunları şiirleri başta olmak üzere, hangi türde olursa olsun kaleme aldığı bütün eserlerinin temel malzemesi ve aslî unsuru olarak işliyordu.
Onun halk hayatına ve kültürüne yönelmesinde, lise edebiyat öğretmeni ve il millî eğitim müdürü olarak dört yıl (1930-1934) görev yaptığı Sivas, çok önemli bir rol oynamıştır. Tarihî değerler bakımından olduğu kadar, halk kültürü ve folkloru itibariyle de zengin bir Anadolu şehri olan Sivas, onun sanat anlayışına, duygu ve düşünce dünyasına yepyeni bir ufuk açmış, burada insanımızın geleneksel hayat tarzını, kendisine has örfünü ve âdetlerini, kısaca, Tanpınar’ın deyimi ile “orada halk şiiri an’anesini daha yakından tanımış ve folkloru yeni bir iklim gibi keşfetmiştir.” Şehrin bütün köy ve kasabalarını yaz kış, gece gündüz demeden köşe bucak dolaşmış, halkla kaynaşmış, sofrasına oturup ekmeğini paylaşmış, onun nasıl yaşadığını ve çalıştığını, gece ve eğlence hayatını yakından gözlemlemiştir. Bu gezilerinde, ayrıca Türk halk kültürü içinde önemli bir yer işgal eden saz şiiri ve âşıklık geleneğinin Sivas ve çevresinde hâlâ bütün canlılığı ile yaşamakta olduğunu da görmüş olan Tecer’i, topladığı bilgi ve bulgular halk kültürümüz ve onun zengin kaynakları üzerinde düşünmeye ve araştırmaya sevk etmiş ve hayatının sonraki dönemlerinde halk kültürü, halk şiiri ve folkloru bütün değerleri ve unsurları ile onun duygu ve düşünce dünyasını, dolayısıyla da eserlerini besleyen gür bir kaynak olmuştur. Sivas’ta ilk iş olarak 5 Kasım 1931 tarihinde bir Halk Şairleri Bayramı düzenlenmesine öncülük eder. Bir halk şiiri ve folklor şöleni hâlinde üç gün devam eden bu bayram, sonraki yıllarda Türk halk şiirinin 20. yüzyıldaki en büyük temsilcisi olarak yıldızı parlayacak olan Âşık Veysel (Şatıroğlu,1894-1973) başta olmak üzere, Sivas yöresinde yaşayan birçok halk şairinin sanat çevrelerinde tanınmasına imkân vermiştir. Şöhret yolunda ilk adımını bu bayramla atmış olan Veysel’i, Tecer sonraki yıllarda da hep koruyup kollamış ve desteklemiştir. 1934’ten sonra Ankara’da Yüksek Öğretim Genel Müdürlüğü’nde şube müdürü olarak görev alınca Veysel’i Ankara’ya getirtip devletin ona maaş bağlamasını sağlayan da odur. Veysel de bu olup bitenlerin farkındadır ve bütün şöhretini ve kazanımlarını, “dilimin bağını çözen adam” dediği Tecer’e borçlu olduğunu her fırsatta dile getirmiştir.
Sivas’ta 1932 yılında, aralarında ünlü halk müziği sanatçılarından Muzaffer Sarısözen (1899-1963) ve arkadaşlarının da bulunduğu bir grupla birlikte Halk Şairlerini Koruma Derneği adıyla bir dernek de kurmuş olan Tecer, derneği halkın eğitim ve öğretimi konusunda önemli görevler yürütecek bir okul, çevresine ışık dağıtan yaygın bir eğitim kurumu olarak düşünmüş, derneğin faaliyetlerini de hep bu gayeye hizmet edecek şekilde yönlendirmiştir. Bu faaliyetler esnasında çok yakından tanıdığı Muzaffer Sarısözen’i de daha sonra tıpkı Veysel gibi Ankara’ya getirtmiş ve Ankara Devlet Konservatuarı Folklor Arşivi Şefliği’ne atanmasını ve ayrıca Radyo’da görevlendirilmesini sağlamıştır. Böylece halk müziğimizle ilgili çalışmalara daha düzenli, daha hızlı ve daha ilmî bir mahiyet kazandırdığı gibi, konservatuvarda Batı müziğinin yanında ilk defa halk müziğimize, türkülerimize de yer verilmesinin yolunu açmıştır. O, bizim millî müziğimizin ancak halk müziği ritimlerinden ve melodilerinden renk ve ilham alan genç kompozitörler marifetiyle kurulacağına inanıyor, bunun için en uygun kaynak olarak da halk türkülerimizi, özellikle de oyun havalarını benimsiyor, o sebeple de bu yoldaki görüşleri ve çalışmaları paylaşıyor ve destekliyordu. Televizyon öncesi dönemlerde radyolarımızda yıllarca Yurttan Sesler korosu şefi olarak bize türkülerimizi büyük bir zevkle dinleten Muzaffer Sarısözen’in elinden tutup desteklemesinin sebebi de budur.
Elbet bu arada halk kültürü araştırmalarını sürdürmeyi de ihmal etmez. Köy hayatının tabiî şartları ve akışı içinde zaman zaman sergilenen ve bu hayatı renkli ve canlı kılan eğlencelerin temsili bir nitelik taşıdıklarını, çok sağlam bir teknik yapıya sahip olduklarını ve bunların millî tiyatromuzun kaynağı olabileceğini ilk defa fark ederek geleneksel tiyatromuz olan köy tiyatrosu ile de yakından ilgilenir ve sonunda, batılı tiyatro anlayışları ile geleneksel tiyatromuzu bağdaştırmadan, bunları uyumlu bir bileşime sokmadan modern Türk tiyatrosunun kurulamayacağı kanaatine varır. Bunun ilk uygulamalarını da kendi tiyatrolarıyla yaparak edebiyatımızda köy temsilleri geleneğini başlatır. Köylü Temsilleri (1940) ve Koçyiğit Köroğlu (1942) adlı eserleri bu yolda yürüttüğü çalışmaların bir ürünüdür. Tecer’in bazısı basılmış, bazısı basılmamış, bir kısmı da sadece sahnelenmiş birkaç tiyatro eseri daha vardır. Bunların en tanınmış olanı 1947 yılında kaleme aldığı, çeşitli tarihlerde pek çok baskısı yapılmış ve sahnelenmiş olan, 1964 yılında Nüvit Özdoğru tarafından The Neighbourhood adıyla İngilizceye de tercüme edilen Köşebaşı adlı üç perdelik bir dramdır. Köşebaşı, yeni nesil tiyatro yazarlarımıza teknik, kurgu ve Türkçe’nin sahne dili olarak başarıyla kullanılması bakımından örnek olmuş, önlerinde yeni ufuklar açmış ilk eserlerden biri olarak tiyatro tarihimizde önemli bir yere sahiptir.
Tecer köyü ve köylüyü uzaktan seyretmez, köye ve köylüye kendi fildişi kulesinden bakmaz. O, köyü ve köy hayatını bütün değerleriyle içinden, çok yakından tanıyan bir şehirlidir, ama şehirlerin lüks site, yalı veya konaklarında oturup hayâli köy manzaralarına, kulaktan dolma köy hikâye ve efsanelerine dayanan romantik, duygusal bir köy edebiyatı ortaya koyma peşinde de değildir. Köy ve köylünün sorunlarına yenilik olsun, değişiklik olsun diye ve sırf birtakım ideolojik kaygılarla eğilmez. Bu hususta hiçbir fantezisi, bir yerlere yaranmak endişesi ile kaleme aldığı bir şiiri veya bir satır yazısı yoktur. Anadolu’yu köşe bucak dolaşmak, köylülerle düşüp kalkmak, onların sofralarında yiyip içmek, acılarını ve sevinçlerin paylaşmaktan çok hoşlanan yüreği sevgi dolu bilge bir insan olan Tecer’in en mutlu olduğu zamanlar, halk kültürünün yeni ve orijinal unsurları ile karşılaştığı anlardır. O köyü ve köylüyü gerçek çehresiyle yakından, ta içinden tanıdıktan sonra köy edebiyatı yapmış, köyü anlatan eserler kaleme almış, bu konuda son derece dürüst, samimi ve içten davranmıştır. Köyün ve köylünün yoksulluğunu, cahilliğini asla istismar etmemiştir. Hiçbir eserinde ve yazısında köylüyü aşağılayıp küçümseyici bir söz ve ifadeye rastlamak mümkün değildir. Tam tersine onun kültürel zenginliğine ve irfanına büyük bir hayranlık duyar ve onu yüceltir. Ayrıca, köyün ve köylünün meselelerini, umumi Türk kültüründen, milletin ortak değerlerinden ve dertlerinden de soyutlamaz. Köyü ve köylüyü, milletimizin ayrılmaz bir parçası, kültür ve sanatımızı besleyip zenginleştiren gür ve çok verimli bir kaynak olur görür. Onun amacı, milletten kopuk, onun dışında ayrı bir köylü varlığı yaratmak değil, okumuş-okumamış, aydın-cahil ayrımı yapmaksızın köylerde ve şehirlerde yaşayan insanlarımızı, bir bütünün ayrılmaz parçaları olarak kaynaştırmaktır. İnsanımızın tarihten ve maziden gelen birtakım sebepler yüzünden halk-aydın şeklinde iki ayrı tabaka hâlinde ayrışmasından, bunlar arasında neredeyse uçurumlar oluşmasından son derece rahatsız olmuş, kültür, sanat ve edebiyatları da ayrı iki kol hâlinde gelişen bu tabakalar arasındaki ayrımın ortadan kaldırılmasını, ikisi arasında karşılıklı sevgi, saygı ve güvene dayanan yapıcı ve verimli bir ilişkinin kurulmasını, millet hayatının intizamı, mutluluğu, huzuru ve sürekliliği bakımından çok önemli ve zaruri görmüştür. Çünkü ona göre köylü, hem ekonomik, hem de kültür bakımından milletimizin temelidir, aslî unsurudur, Atatürk’ün ifadesiyle, “memleketin ve milletin efendisidir.”
O itibarla, aydınların halktan alabilecekleri ve ona verebilecekleri çok şey vardır, olmalıdır. Eğer bu alış-veriş karşılıklı olarak sağlıklı ve doğru bir şekilde başarılabilirse, Tecer’e göre halk-aydın kaynaşmasının kolayca gerçekleşmesi mümkün olabilecektir. Bütün medenî toplumlarda aydınların yarattığı kültür, sanat ve edebiyatın yanında, bir de halkın kültür, sanat ve edebiyatı vardır. Bu durum bizim için de geçerlidir. O sebeple, halk kültürünü, onun sanat ve edebiyatını göz ardı etmemek, bunları da bilmek, öğrenmek, tarihî ve sosyolojik bir görüşle incelemek ve değerlendirmek lâzımdır. Bu da aydınların görevidir. Ülkenin sosyal bütünleşmesini ve kaynaşmasını sağlamak bakımından halk ve aydın kültürlerinin şuurlu bir senteze ulaşması şart ve gereklidir. Bunun gerçekleşmesi için de, aydınlar halka ve onun değerlerine yabancı kalmamalı, halkı yakından tanımalı, onun kültürel değerlerini yeni teknik ve metotlarla işleyip değerlendirmeli, çağın değişen ve gelişen şartlarına göre yeni baştan yorumlamalıdırlar. Halk-aydın kaynaşmasının temel şartı, doğru olan şekli de budur. Bilindiği üzere, Ziya Gökalp (1876-1924), “Halka Doğru” ve “Garba Doğru” adlı ünlü makalelerinde, Batı kültürüne yönelecek aydınlara, önce halkı, yani kendi öz kültürlerini, tarihimizi, yerli ve millî hayatımızı şekillendiren bütün değerleri iyice tanımalarını, duygu ve düşünce dünyalarını önce halka ait kaynaklardan beslemelerini tavsiye ediyordu. Gökalp’e göre, Batıyı tanıyan, onun kültür, sanat ve edebiyatlarıyla yakın temas içinde olan bir Türk aydınının kendi değerlerine yabancılaşmadan yeni bir sosyal kimlik kazanmasının ve halkla bütünleşmesinin başka bir yol ve yöntemi yoktu ve olamazdı. Burada önemli ve gerekli olan şey, kendi kültür dünyamızdan kopmadan bunu başarabilmek, her türlü medenî gelişme ve yenileşmeye açık olmak, kısaca modern ve yeni olanla geleneksel olanı, yerli ve millî olanı at başı birlikte yürütebilmektir. Başta Japonya olmak üzere, dünyada bunu başaran pek çok ülke vardır. Eğer buna kişi bazında bir örnek göstermek gerekirse, aklı ve mantığı ile, dünya görüşü ve hayat felsefesiyle batılı bir aydın portresi çizen Tecer’i gösterebiliriz. O, bunu başarmıştır. Zira Fransa’da kaldığı yıllar ve Batı kültürünü yakından tanıması, onu kendi kültür dünyamızın değerlerinden uzaklaştırmadığı, gelenek ve göreneklerimizden koparmadığı gibi, tam tersine onlara daha fazla bağlanmasına ve yönelmesine yol açmıştır. Bu bakımdan Tecer’i, bazı yönleriyle, on yıla yakın bir süre Paris’te yaşadıktan sonra, memlekete, gidişinden çok farklı bir formasyon ve misyonla, tarihî ve kültürel değerlerimize derin hayranlık hisleri ile dolu olarak dönen Yahya Kemal (1884-1958)’in tipik bir benzeri saymak mümkündür. Şüphesiz çok donanımlı ve şuurlu bir vatansever olarak Tecer’in halk kültür ve sanatına yönelmesinde, bütün ömrünü bu alandaki çalışmalara adamasında, içinde yaşadığı şartlarla birlikte Gökalp’in yukarıda açıklanan örüş ve düşünceleri de çok etkili olmuştur. O sebeple Tecer’in, maalesef bir türlü gerçekleştiremediğimiz ve bugün hâlâ çok muhtaç olduğumuz bir halk-aydın birlikteliğinin ve kaynaşmasının arayışı içinde olduğu, Gökalp’in görüş ve düşüncelerini kendine has bir metot ve anlayışla hayata geçirmek için çalıştığı söylenebilir.
Şairliği ve Şiirleri
Tecer’in, şiirin dışında eser verdiği sahalarda nispeten daha fazla tesirli olduğu, Türk halk bilimine ve halk kültürüne yaptığı hizmetler, tiyatro yazarlığı ve eğitimciliği ile biraz daha fazla öne çıktığı görülürse de, bu onun şairliğine asla gölge düşürmez. O, kendine has şiir anlayışıyla öce seçkin bir şairdir. Sanat hayatında takip ettiği en önemli ve kesintisiz çizgi daima şairliği olmuştur. Diğer faaliyetleri ve çalışmaları arasında belki az ve öz yazmıştır, ama ölünceye kadar şiir yazmayı da ihmal etmemiştir. İlk şiirleri 1920-1921 yıllarında Yahya Kemal’in yönetiminde yayınlanan Dergâh Mecmuası’nda görülür. Fakat acemilik dönemini geçirmiş olgun bir şair olarak tanınmaya başladığı, adının o dönem şiirimizin ünlü isimleri arasında yer alan Ahmet Hamdi Tanpınar (1901-1962), Necip Fazıl Kısakürek (1905-1983), Ahmet Muhip Dıranas (1909-1980) gibi şâirlerle birlikte anıldığı yıllar 1930’larda başlar. Bu yıllarda değişik dergi ve gazetelerde üst üste yayımladığı Nerdesin? ve Orda Bir Köy Var Uzakta vb. gibi gerçekten çok güzel ve başarılı şiirleri başta olmak üzere Anadolu insanının çeşitli meselelerini ve Anadolu’nun tabiî güzelliklerini konu edinen şiirleri ile dikkatleri üzerine çeken ve Mehmet Kaplan (1915-1986)’ın, Orda bir köy var, uzakta/ O köy bizim köyümüzdür mısralarını örnek göstererek, “Tecer, iyi söylenilmiş iki mısraı ile bütün bir şiir akımı doğuran insandır.” diye tanıttığı Tecer, “Beş Hececiler” ve “Yedi Meşaleciler” den sonra ve özellikle Cumhuriyetle birlikte hızlı bir gelişme sürecine giren yeni şiirimizde, sade Türkçe’nin ve hece ölçüsünün en güzel örneklerini ortaya koyan şairler arasında yer almakla birlikte, onun şiirini çağdaşlarından bariz bir şekilde ayıran taraflar da vardır. İlk şiirlerinde romantik aşkları, ölüm, hüzün, yalnızlık gibi ferdî temaları daha fazla işlediği görülür. 1930’da gittiği Sivas ve çevresinde, halk kültürümüzün zenginliğini yakından tanıdıktan, bu kültürle haşir neşir olduktan sonra bu temalara başka temalar da eklemeye başlar ve dönemin genel havasına uygun olarak 1930’lu yılların başında öncülüğünü Faruk Nafiz Çamlıbel (1898-1973)’in yaptığı memleketçi ve Anadolucu şairler kervanına artık kişiliğini bulmuş bir şair olarak o da katılır ve daha çok memleket ve toplumun çeşitli meselelerini konu edinen şiirler kaleme alır. Bundan sonraki süreçte onun şiirinin ve sanatının büyük ölçüde halk bilgisi (folklor) ve kültüründen beslendiği görülecektir. Bu, başlangıçta daha çok canlı halk Türkçesine yer verme ve halk motiflerini kullanma şeklinde kendini gösterirse de, giderek bütün folklor zenginliklerimizi ve Anadolu insanının sosyal ve kültürel bütün meselelerini kapsayacak şekilde genişler; konuşulan canlı halk Türkçesini esas alan kendine has yeni bir şiir dili ve büyük bir ustalıkla kullandığı hece ölçüsü ile, Türk halk şiiri ve âşıklık geleneğinden de faydalanarak, köylü-şehirli ayırımı yapmadan insanımızın düşünce, hayâl ve heyecanlarını, onun kahramanlık duygusunu, temiz karakterini, Anadolu’nun tabiî güzelliklerini nakış nakış işleyen ses ve âhenk zengini şiirler kaleme alır. Çok titiz ve dikkatli bir araştırmacı olan, dili büyük bir ustalıkla kullanan, şiirin kendi devrinde gösterdiği değişme ve gelişmelere göre şiirini ve sanatını yeniden gözden geçirme, yeniliklere kolayca adapte olma başarısını gösteren Tecer, şiir sanatındaki asıl gücünü de bu dönemde yazdığı şiirlerle gösterir. Onun bütün şiirlerinin aynı seviyede güzel ve başarılı oldukları elbet söylenemez, ama hâlâ sevilerek okunan, dillerden düşmeyen Nerdesin?, Halay, Halay Çeken Kızlar, Besbelli, Çıngırak, Ölü, Rüzgâr, Orda Bir Köy Var Uzakta vb. gibi, titiz bir işçiliğin, sabır yüklü bir arayışın meyvesi olduğu görülen şiirlerin, fevkalâde güzel ve başarılı şiirler olduğunu söylemek de bir hakkın teslimi olur. Bunlar Tecer’i has şairler kervanına katmak için kâfi derecede muvaffak olmuş örneklerdir ve aynı zamanda onun halk kültüründen beslenen, yerli ve millî bir üslup taşıyan, fakat çağdaş ve yeni şiirin ilkelerinden de taviz vermeyen şiir anlayışı yolunda aldığı büyük mesafenin de bir göstergesidir.
İlk şiirlerinden 20 kadarını 1932 yılında Sivas’ta iki formalık küçük bir kitapçık hâllinde ve Şiirler adıyla bastırmış olan Tecer, bunun dışında ölünceye kadar şiirlerini bir kitapta toplayıp bastırmış değildir. Ölümünden sonra şiirleri önce Vecihi Timuroğlu’nun bir sunuş ve değerlendirme yazısıyla 1980 yılında, ikinci olarak da kızı Leyla Tecer tarafından Ahmet Kutsi Tecer’in Bütün Şiirleri adıyla 2001 yılında topluca yayınlanmıştır. Cumhuriyet dönemi kültür, sanat, edebiyat, eğitim ve fikir hayatımızın en verimli ve çalışkan kalemlerinden biri, yaşadığı dönemde zengin kültürü ve bilgisi ile öne çıkan bir Türk entelektüeli olan Tecer, 1967 yılında bu dünyadan ardında gerçekten iyi bir ad bırakarak göçmüş nadir insanlardandır. Onu minnet ve rahmetle anıyoruz.
Başlıca kaynaklar:
A. H. Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, İstanbul 1969.
Mehmet Kaplan, Edebiyatımızın İçinden, İstanbul 1978.
Vecihi Timuroğlu, Ahmet Kutsi Tecer: Kişiliği, Sanat Anlayışı ve Tüm Şiirleri, Ankara 1980.
Sevgi Gökdemir, Ahmet Kutsi Tecer, Ankara 1987.
Mustafa Özbalcı, Ahmet Kutsî Tecer: Şairliği ve Şiirleri Üzerine Bir İnceleme, Ankara 1998.
H. Rıdvan Çongur, Doğumunun100. Yıldönümünde Ahmet Kutsi Tecer, Ankara 2001.
Leyla Tecer (Haz.), Ahmet Kutsi Tecer’in Bütün Şiirleri, Ankara 2001.
Süleyman Kazmaz, A. Kutsi Tecer: Hayatı ve Eserleri, Ankara 2008.