Bütün zaman ve mekânın Peygamberi (sav), bütün insanlığa, bütün varlığa geldikten sonra dili, ırkı, memleketi, ten rengi ne olursa olursun beşeriyetin, varlığın O’nun etrafında halkalanıp bir medeniyet inşa etmesi gerekmez miydi…
O’na inanan ve inanmayanların kutuplaştırdığı iki dünya teşekkül etti böylece; Hâk ve bâtıl…
Dünya; kuruldu kurulalı, bu iki kutbun mücadelesine sahne oldu. Bütün insanlık tarihi, farkında olunsun veya olunmasın fertlerinden en gelişmiş devletlerine kadar bu savaşın izlerini taşır. Bâtılda olan iki ferdin, iki topluluğun mücadelesinde hüküm Hakk’a yakın olana göre verildi. Bırakın insanlığı, iki karıncanın kavgasında bile biri haktan diğeri bâtıldan yana oldu.
Dünyayı asıl vatandan bir ayrılış, kopuş, gurbet olarak görenlerle, hayatı sadece buradakinden ibaret sananların mücadelesi, dağların un ufak olup pamuk gibi atılacağı, denizlerin, suların kaynayacağı, güneşin bir mızrak boyuna kadar ineceği kıyamete kadar devam edecek. Teslim olanlarla olmayanlar arasında hüküm o gün verilecek.
Son Gün’e kadar, dünyayı imar ve ihya etmek aslında Hakk’ın vazifesiydi. Peygamberinin dilinden, uzun bir çöl yolculuğunda gölgesi altında nefesleneceği bir ağaç altı kadar ömrü vardı dünya hayatının. Hadisteki dünya hayatının kısalığına ve ebedi hayat içindeki yerine çekilen dikkati lâyıkıyla anlayamadığımız dönemler, anladığımız devirlerin ötesine geçti. Dünyayı ihmal edebilirsiniz ruhsatı değildi ki bu hadis. Oysa Peygamberi, elinde ağaç fidanı olana kıyametin kopacağını bilse o fidanı dikmeyi tavsiye etmişti, ilmin müminin yitik malı olduğunu ve nerede bulursa almasını emretmişti, eşyanın hakikatini olduğu gibi görebilmek için dua etmişti. Dünyayı ihmal değil, ebedî hayatın tarlasını imar ve ihyaydı tavsiye edilen, emredilen.
Allah, mutlak âdil, bu dünyada bütün varlığa acıyıcı, emeklerin karşılığını misliyle verici. Kim ne istediyse, neye gayret gösterdiyse bu dünyada karşılığını aldı. Bugün bâtıl’ın dünyaya, maddeye hâkimiyeti bir tesadüf değil, gayretinin neticesi. Hakk’ın zaafı da aynı cümlede gizli…
Şükür ki, Hakk’a tam mânâsıyla teslim olduğumuz devirlerde, insanlar bir yana kurdun, kuşun bile hukukunu gözetici medeniyetler inşa ettik. Adalet mi dediniz, işte yürüyen adalet o’dur denilen bir abide şahsiyet, Ömer (ra) çıktı aramızdan. Ardına çil çil kubbeler serpen ordularla, yaşanabilir hayattan örnekler verdik. Ya bunlar da nasip olmasaydı, sizler birer kuru hayal peşinde koşan yığınlarsınız denmez miydi…
Bâtıl fikrine rağmen, dünya inadı, ısrarı, gayreti Batı’yı; ölümden gayrı değil ölüm de dâhil her derde deva elindeki reçeteyi okumayan, okuduğunu idrak edemeyen anlayış da Doğu’yu doğurdu.
Doğu ve Batı ayrımı böylece hecelenmiş oldu.
Son gün hakkımızda verilecek hükmü, bu yazıyı kaleme alan kadar hatta ondan da fazla, bâtılın, Batı’nın en hakir ferdi de biliyor. Güneş meydan yerinde. Kimseden ışığını, sıcağını esirgemiyor. Davet, alenî. Gelecek için kapı ardına kadar açık. Nasibi olanı bekliyor.
Doğu, kendi derdine yansın. Hakk’ın, mukaddes emanetin hesabını nasıl verecek? Kıyamet bugün kopsa ötelerin hesabı şöyle dursun, bu dünyanın hesabını verebilir mi, verebilir miyiz?
Şairin “eski esvaplarım tutun elimden” dediği gibi, geçmişte hakkını, hukukunu gözettiğimiz kurdun, kuşun hatırına, yürüyen adalet Ömer’in (ra) hatırına Doğu’ya yeniden bir oluş nasip olur mu…
Halis niyet, kâmil iman, kavlî ve fiilî dua. Belki de fiilî dua önce.
Allah, mutlak âdil, emeklerin karşılığını misliyle verici. Bir kere nasip ettiğini, bir kere daha nasip eder. Biz istemeyi bilelim…
Kaynak: http://kardelendergisi.com