TÜRK HALK EDEBİYATINDA VEYSEL
“Dağlar çiçek açar,Veysel dert açar”
Halkı onun bağrından doğarak yetişenler yansıtırlar.tarih ve edebiyatı incelediğimizde halk adamı hüviyeti taşıyanların,halkın billur kaynaklarından aldıkları ham maddeyle tadına doyamadığımız birer pınar olduklarını görürüz .
Veysel,Sivas’ın dumanlı Tecer’in ,Yıldız Dağının, yaylaların yaz-kış erimeyen karları arasında Pir Sultan’dan, Yunus Emre’ye uzanan,21 Martlarda halkının gönlünde solmayan bir nevruz çiçeğidir.Bu tür şahsiyetler halkla beslenip onların özlerini ,kültürlerini yansıttığı müddetçe gelecek kuşaklar tarafından sonsuza taşınarak halkın engin ve doyumsuz zengin kaynaklarının derinliklerinde daima yaşarlar.
Ben onun için Veysel’i, 21 Martta kaybettik demiyorum ,aksine geçmişten nihayete uzanacak uzanan zaman evresinde Türk Dünyasının sazının tellerine ,bitmeyen uzun ince bir yolun sonsuzluğuna akortladık diyorum .
Aşık Veysel gün gelecek tüm gerçekliğiyle yarattığı değerine özgün bir yere oturtulacaktır. Halkının ve onun kültürel değerlerini tanımadan çoğalan ve ona saygıda kusur edenlerin arttığı sözde halk sanatçılarının ötesinde halkının asil,coşkun duyarlılığını bir ayna gibi yansıtan ,yedi yaşında eline verilen oyuncak bir saza zamanının şeklini vererek halk çeşmesinde güç alan ‘yetişmek için menzile gidiyorum gündüz gece ‘diyen Veysel’i bu millet daima yaşatacaktır.
O bir halk şairi olmasına rağmen bütün Türk dünyasını etkilemiş şahsiyettir.Berrak bir dille yazdığı şiirleri SSCB döneminde bile Türk toplumlarınca dinlenip söylenmiştir.Hatta Glastnost öncesinde Nahcıvan’da Aşık Veysel’le ilgili bir film yapılmış ,ancak o dışa kapalı dönemde filmin gösterimine izin verilmemiştir.
Onun hemşehrisi ,Şair Yavuz Bülent Bakiler, Orta Asya, Türkistan gezilerinde Veysel’in şiirlerinin Özbekistan ve diğer Türk bölgelerinde de bilindiğini ,hatta Kırım’da bir tepeye Veysel adının verildiğini söylemektedir.
Azerbaycan’ın ünlü şairi Prof. Dr. Bahtiyar Vahapzade ise Veysel için şunları söylemiştir .’Yunus Emre’den yedi yüzyıl sonra Türk halkının bağrından Aşık Veysel’in sesi yükseldi .20 yy. Aşık Veysel’in dilinde,Yunus Emre konuşmaya başladı .
13 .yy.da Yunus Emre ile başlayıp,17.yy.da Karacaoğlan’da 19.yy.da Dadaloğlu’nda ortaya çıkan aşıklık geleneğinin son halkası olarak toplumsal oluşum Veysel’i kendi yetiştiği şartları ve yetenekleri ölçüsünde Türk Dünyasına armağan etmiştir.
O,ilk şiirlerini ve türkülerini başkalarından söylemiştir. Bunlardan o yıllarda en çok meşhur olanı Ali İZZETİ’nin “Mecnunum, leyla’mı gördüm” şiiri ile yine anonim bir türkü olan “bülbül”dü.
Veysel’i ,asıl şiir dünyamıza 1930 yılında Sivas ‘ta Maarif Müdürlüğü yapan Ahmet Kutsi Tecer tanıştırdı .5 Ocak 1931’de tertip edilen “Sivas Aşıklar Bayramı’na çağırılan Veysel’in 7 yaşında çiçek hastalığından kapanarak açılmayan gözlerine Anadolu’nun yolları açıldı .O dönemde Cevat Dursunoğlu, Ahmet Kutsi Tecer, Sebahattin Eyüpoğlu gibi yaratıcı aydınların girişimiyle halk evlerinde,köy enstitülerinde onun gibi ozanlara açılan kapı, ülke düzeyinde olmuş halkın ozanlara karşı ilgi ve sevgisini de önemli bir ölçüde yeniden yeşertip sürdürmüştür.
Her ozanın şiirlerinde az çok kendi yaşantısı da yer alır .Özellikle halk ozanlarında bu durum daha da yoğunlaşır .Veysel’in “Genç yaşımda felek vurdu başıma,Uzun ince bir yoldayım, Dostlar beni hatırlasın” dizeleri ile başlayan şiirlerinde öbür halk ozanlarımızın kinden çok daha gerçekçi,acı ve ilginç bir kişisel ahlak görürüz.
Onun Sivas’tan çıkışı hatta şiir yazışı 1933’ten sonraya rastlar. Ahmet Kutsi Tecer 1933’ten sonra Sivas’tan ayrılmış, o sırada Sivas lisesinde musiki öğretmeni olan halk türküleri derleyicisi ,Yurttan Seslerin kurucusu Muzaffer Sarısözen,ozanları Devlet Konservatuarı arşivinde değerlendirdiği gibi başta Veysel,Ali İzzet ve Talibi olmak üzere Sivaslı ozanları Ankara’ya ulaştırmıştır.Bir yandan konservatuarın halk bilim yönünden olduğu gibi,Türk kültürünün birer ocağı olan halkevlerinin de etkinliğinin sürdürülmesinde bu kişilerden yararlanılmıştır .Daha sonraki yıllarda Köy Enstitülerinin geliştirilmesi döneminde üstün çalışmaları olan M.E.B.Talim ve Terbiye Kurulu üyesi olan Sebahattin Eyüboğlu ,Veysel’e büyük ilgi göstererek Arifiye, Hasanoğlan ,Çifteler, Gölköy ,Pamukpınar gibi Köy Enstitülerinde Halk Bilimi Öğretmenliği yapmasını sağlamıştır.
Sürekli bir gelişim içinde gittikçe güzel şiirler yazmayı sürdüren Veysel,1940 ‘tan sonraki bu gezici öğretmenlikleriyle aydın eğitimcilerle ,sanatçılarla ilişki kurarak başarılarını daha da arttırmıştır .1946 yılında izin alarak bu görevini bırakan Veysel, tekrar doğup büyüdüğü Sivrialan topraklarına dönmüştür .
1950’li yıllar Veysel için yeni ,canlı bereketli ve umut yüklü yıllardır.Artık şöhreti vatan sathında boydan boya tutmuş,verilen konserlerden satılan plaklardan, şiir kitaplarından madden rahatlığa kavuşmuştur.1952 yılında halkın gönlünde taht kuran ozanın İstanbul’da büyük bir katılımın olduğu jubilesi yapılmıştır .Türkiye’de yaşayan bir halk şairi için ilk film “Karanlık Dünya “ismiyle onun köyünde çekilmiştir.
T.B.M.M. Veysel i unutmamış 1965 yılında “Ana dilimize ve milli birliğimize yaptığı hizmetlerden dolayı” yurda hizmet tertibinden maaş bağlanmıştır.
Veysel şiire geleneksel aşık tarzını örnek almış, önce ona ilham veren üstatlarının şiirlerini söyleyerek Kızılırmak’ın bulanık sularına doğru akmış daha sonra kendi şiirleri ile koşarak coşmuş, günü geldiğinde de yatağa sığmayan Kızılırmak gibi taşmıştır.
O,tabiatı yansıtma bakımından halk şiiri geleneğinden oldukça ayrılıklar gösterir. Ölçü ve niteliği az çok farklı olmakla birlikte, halk ozanlarımızın çoğunluğu tabiata bakışlarındaki soyutlukta benzetme betimlemelerdeki kalıplaşmada divan ozanlarımızın etkisi altındadır. Veysel ise ona bakışında ve bazı ayrıntılarda divan şairlerimizden oldukça uzak bulunmaktadır.
“ Yine mektup aldım gül yüzlü yardan
Gözletme yolları ,gel deyi yazmış
Sivrialan köyünden bizim diyardan
Dağlar mor menekşe gül deyi yazmış”
Dizelerinde ,köyünü, hasret duyduğu yerleri teker teker sayarken çok daha gerçekçidir.
Şiirlerinde genellikle 6+5, 4+4 veya 4+3 veznini kullanan ozanımız yarım ve tam kafiyeleri koşmalarına ustalıkla yerleştirmiştir.
Bütün özellikleriyle ve güzelim Türkçesi ile bizim kültür dünyamızın bir söz sultanı olduğu için yazdıklarıyla hep halkının duygularını millet,halk,yurt,toprak,birlik,cumhuriyet ve Atatürk’ü Sivrialan’da anasından emdiği süt kadar temiz bir söyleşiyle dile getirmiştir.
Gözleri görmeyen, fakat gönül gözüyle gerçek güzellikleri çok kimseden daha iyi gören,sezen,anlayan Veysel;
“Can kafeste durmaz uçar
Dünya bir han konan göçer
Ay dolanır yıllar geçer
Dostlar beni hatırlasın” diyerek tasavvufi düşünceye özgü duygularını Yunus Emre’nin;
“Biz dünyadan gider olduk
Kalanlara selam olsun” mısralarıyla birleştirir.
Yine Yaradan’ın insanları bu dünyayı, dış dünyayı görsün diye yarattığı gözlerden yedi yaşında mahrum olunca gönül gözü ile gerçekleri hepimizden daha iyi görebilecek vahdet-i vücudun aşk şarabını şöyle tasvir etmiştir:
“Hayyam’a görünür kadehte meyde
Neyzen’e görünür kamışta neyde
Veysel’e görünür mevcut herşeyde
Ne sen var, ne ben var, bir tane gaffar”
Ateşin hamuru çiğlikten, güneşin meyveyi hamlıktan kurtardığı gibi sıkıntılar, dertler de insanları olgunlaştırır. Gün ışığına hasret dünyasında kendi kendine bir çok düğümleri çözen Veysel’in;
“Dağlar çiçek açar Veysel dert açar
Derdine düştüğüm yar benden kaçar
Gerçek aşık olan kendinden geçer
Derdini aleme yayar iniler”
Mısralarıyla hayati incelenerek karşılaştırıldığında bu gerçek kendini apaçık gösterir.
Veysel’in çoğu şiirinde, tabiattan izlenimler, renkler,sesler yansır. Bunların içinde baş yapıt sayılabilecek Toprak şiirinin;
“Dost dost diye nicesine sarıldım
Benim sadık yarim kara topraktır
Beyhude dolandım boşa yoruldum
Benim sadık yarim kara topraktır.”
Mısralarında çilekeş Anadolu insanının bir parçası olan toprağın maddi unsurlarının yanında yaratılmışlığı yansıtan mana unsurları da göze çarpar.
Veysel bizim için, balın özüdür, balın özü olarak gelmiş, balın özünü tattırmış ve bu özü bilinerek bu fani dünyadan gitmiştir. O bir bütünlüğün ballanması için çiçek özlerini toplamış, harmanlamış, yoğurmuş ve pişirmiştir. Bazı yandaşları gibi bir takım karışıklıklardan medet uman partilerin sesi, yandaşı, maddecilerin çığırtkanı olmamış; bağırtkanlığına yanaşmamış. O hep balın özünü anlatmış, yüreğini aynasında yansıtmış, sevgiye, yurtseverliğe, Türk’ün parçalanmamasına çalışmış, çağırmıştır.
“Türk’üz, Türkler yoldaşımız
Hesaba gelmez yaşımız
Nerde olsa savaşımız
Türk’üz, Türk’ü çağırırız”
mısralarıyla hem gerekenlere gerekli cevabı vermiş, hem de Anadolu’dan Asya’ya Türk şiir geleneğinin kaynaklarına uzanmıştır,
O Türk insanını çok seviyordu. Bu sevgisini birkaç bin yıllık bir Türk-İslam irfanını sadece ve sadece Türk-İslam irfanını Ehl-i Beyt ocağında yanmış ateşinde süzülerek yüreklenmiş sesiyle söylüyordu.
“Aslım Türk’tür,Elhamdülillah Müslüman
Şükür Amentüyü etmişiz iman
Kalbimize yaraşmaz şirk ile günah
Kalbimiz nur ile dolu sayılır”
Veysel’i anlamak o kadar değil ama zor…Onun şiirlerinin en önemli tarafı birleştirici bütünleştirici olmasıdır. O, yıllardır Alevi-Sünni diye birbirine düşürülmek istenen insanların bu yurdun öz evlatları olduğunu anlatmıştır, bölmeye, bölünmeye karşı çıkmıştır.
Onun bir de 1955 yılında Sivas’ta oturduğu Ali Baba Mahallesinde bir arkadaşıyla İğneci Ali’nin evinde ziyarete giden Yavuz Bülent Bakiler’in ağzından dinleyelim:
“Israrla hazır olan sofraya otururken yemekte hazır olanlardan biri Veysel’i uyarmak istedi
-Aman Aşık dikkat et, bu gelenler bizden değil, ikisi de Sünni ona göre konuş ha!
Veysel’in çiçek bozuğu suratı sarardı, sofrada bir sessizlik oldu, eline aldığı kaşığı siniye atar gibi bıraktı. Başı bir süre göğsüne düştü. Elleri, çaresizlik için de birkaç defa döndü durdu. Sonra kızgın, kırgın bir sesle öfkesini boşalttı:
-Yahu ne demek bunlar bizden değil sözü?
Yahu ne demek Alevilik? Ne demek Sünnilik?
Hâlâ mı siz bu kavgadasınız?
Bu gelenler Türk mü? Türk! Müslüman mı? Müslüman! İnsan mı? İnsan!Daha var mı “Bizden değil, sizden değil” kavgası?Allah aşkına bırakın bu kafayı! Ben hoşlanmıyorum bu ikilikten.Nitekim Veysel bunu;
“Yezid nedir, ne kızılbaş
Değil miyiz hep bir gardaş
Bizi yakar bizim ataş
Söndürmek tek çaresi” mısralarında yansıtır.Onu “Sazıma” şiirinin mısralarıyla hep hatırlayacağız.
“Ben gidersem sazım sen kal dünyada
Gizli sırlarımı aşikar etme
Lal olsun dillerin söyleme ya da
Garip bülbül gibi ah ü zar etme”
26 yıl sonra dostlar, senin şiirlerini yazdığın Yıldız Dağı’nın karlı zirvelerini Danişmend yaylalarından seyrederek,dostun Emrah’ın türbesinin karşısında Abdullah Baba’nın kucağında, senin ince uzun yolunda anıyor, arıyor.
Tokat -Kümbet Dergisi
Mart 1999