Yenilenme yahut Uygarlık Süreçlerine Eleştirel Bir Dokunuş
İnsan kelime ile düşünür. Kelime, düşüncenin hem öznesi ve hem de nesnesi durumdadır. Düşünceyi harekete geçirmesi yönüyle özne, ürettiği değerler sistemini taşımakla da nesne görevindedir. Bu iki yönlü, iki işlevli iletişim aracı, insanoğlunun uygarlık adına yarattığı her şeye damgasını vurmuştur. Yapılan ilk aletler, oluşturulan tüm toplumsal kurumlar ve bunlara bağlı olarak geliştirilen ilişkiler, etkileşimler, ritüeller bunların hepsi kelime, yani dil üzerinden gerçekleştirilmiş, geliştirilmiş ve dönüştürülmüştür.
Dile bağlı uygarlık tasarımının tarihi binlerce yıl öncelerine dayanır. İnsanın zihinsel melekelerini kullanmaya başlaması, neolitik dönemden itibaren iklim ve ekonomik koşulların uygunluğuna bağlı olarak Sümer, Çin, Mısır, Akdeniz ve yenidünyada Maya-Aztek uygarlıklarını ortaya çıkarmıştır. Ekonominin temel belirleyicisi tarımsal faaliyetler olan bu uygarlıklar –iklimin kendiliğinden sağladığı avantajlarla- ilk “yerleşik” toplumlar olarak tanımlanırlar. Bu yönüyle yerleşiklik, aslında zaman, coğrafya ve iklimle ilişkili göreceli bir kavramdır. Yerleşikliğe geçme süreci, insanın biyolojik, kültürel içsel bir özelliği değil, çevre koşullarına bağlı olarak meydana gelmiş dışsal bir edinim sürecidir. Bu çok önemli bir noktadır. Zira XVIII. yüzyıldan itibaren Batı dünyasında başlayan ve uygarlığın etnik ve biyolojik bir yetkinlik olduğu tezi yüzyıllar boyunca Batı ve Doğu ayrımının keskin çizgilerini oluşturmuştur. Batıda uygarlığı, Ortadoğu ve Akdeniz kültürlerinin bir bakiyesi olarak değil de aryan ırkının biyolojik bir özelliği olarak savunula gelmiştir. XVII. yüzyıldan sonra başlayan sömürgecilik faaliyetleri de “vahşi Doğuyu uygarlaştırma” gibi insanî bir kılıfla sunulmuştur. Oysa uygarlık, sulu ve güneşli tarım havzalarına erken gelenlerin artık değer üretmeleriyle gelişen bir süreçtir!
Erken uygarlık çağında oluşan büyük ekonomik artık değer sayesinde barınma ve beslenme için harcanan zaman, zihinsel faaliyetlerle ayrılmış ve bunun sonucunda da aydınlanma süreci başlamıştır. İnsan, artık tabiata hükmetmiş; su kanalları yaparak tarlalarını sulamış, toprağı ekmiş, hayvanları evcilleştirerek onlardan yararlanmaya başlamıştır. Böylece beslenme ve barınma için daha az zaman harcamaya başlamış, “artık zaman”da çeşitli zihinsel faaliyetlerde bulunmuştur. Yazı icat edilmiş, resimler yapılmış, büyük dinsel törenler düzenlemiş, bunlara bağlı sözlü dil ürünleri üretmiştir. Bu süreçlerin hepsinde dil ve yazı başat unsur olmuştur. Dil, kültürü üretmiş, yazı da bunu “saklama” görevini üstlenmiştir. Artık insanın gündelik hayatında ürettiği basit pratikler “bilgi” kalıbına sokularak gelecek nesillere aktarılmaya başlamıştır. Bunun ilk örneklerine Sümer, Mısır, Akdeniz, İndus uygarlıklarında rastlanmaktadır.
Bu yönüyle, yukarıda belirtildiği üzere uygarlık, insanın özdeksel olarak başlattığı bir hamle olmaktan çok, kendini içinde bulduğu çevresel, doğal bir süreçtir.
Kuzey Çayırlarında Neler Oldu?
Su havzaları dışında kalan toplum ya da topluluklar için uygarlık ne ifade ediyordu? Yahut soruyu, bu toplumların, uygarlığın hangi noktasında bulundukları şeklinde sormak gerekir. Asya’nın kuzeyinde yaşadıkları varsayılan toplumların tarihöncesi dönemleri ile ilgili bilgiler diğer topluluklara göre daha sınırlıdır. Zira yazılı kültürle geç tanışan bu toplulukların neolitik dönemdeki tarihleri hakkında ancak mitolojik anlatılardan yahut sınırlı sayıdaki kültürel kalıntıdan (kurganlarda bulunan araç gereçler, dokumalar) veya kaya resimleri (petroglif)nden bilgi edinilmektedir.
Uygun iklim koşullarında tarım ekonomisine geçerek artık zaman üreten ekvatoral tarımcılar dışında yaşayan bu insan toplulukları olumsuz doğa koşullarında avcı-göçerevli bir toplum düzeni hâlinde yaşamaktaydılar. Barınma ve beslenme faaliyetleri temel olarak hayvan yetiştiriciliği, av ve savaş ekonomisine dayanıyordu. Bu topluluklar, organize, hareketli, her türlü olumsuz tabiat koşuluna karşı dirençli insanlardan oluşmaktaydı. İç hukuklarını tanzim eden “yasa”lar, büyük ölçüde doğadan esinlenmiş, kesin kuralları olan militarist bir yapıya sahipti. Bu yönüyle bakıldığında, tarımcı topluluklardan daha fazla toplumsal organizasyonlara sahip toplumlardı. Yalnızca üretim tarzına bağlı yaşam modelleri farklıydı. Bu bakımdan “uygarlık”, yerleşiklerin, kendi yaşam tarzları merkezinden bakarak yaptıkları bir adlandırmadır. Elbette göreceli bir kavramdır.
Önasya tarlalarında ekincilik yapan insanlardan aslında pek farklı değildi kuzey çayırlarının göçerleri. Onların da üretim tarzları, toplumsal ve kültürel kurumları vardı. Asya’nın sert iklim ve doğa koşulları, onları tabiat karşısında “eğitmiş”tir. Eğiticisi doğa olan, her şeyi ondan öğrenen ve buna göre göçer yasaları ihdas eden bir toplumdu kuzeyliler… Din ve inancın temel dayanağı da doğadaki bu düzendi. Sonsuz çayırlarda, mavi göğün altında “gök” inancı, “Köktengri”cilik oluşmuştur.
Kuzey Asya’nın iklim koşulları ve bozkır ekonomisi coğrafya temelli bir kültür dünyası da yaratmıştır. Kültürün bağlı olduğu temellerin en önemlisi olan dildir. Şimdi Türkçe üzerinden oluşturulan uygarlık hamlelerini ele alabiliriz.
Türk Uygarlığının Temel Belirleyicisi Olarak Türkçe
Dil ve uygarlık ilişkisi Siyam ikizleri gibidir. Uygarlığın belirleyici kodları durumunda olan diller, bir taraftan sözlü kültürün taşıyıcılığını yaparken diğer taraftan da düşünce üretmenin temel aracı görevini üstlenmiştir.
Türk dili uzun tarih yolculuğunda birkaç büyük uygarlığın başat unsuru olmuştur. Bunlar, Asya’nın ilk büyük göçer imparatorluğunu kuran Hunlar, onlardan birkaç kaç yüz yıl sonra gelen ardılları Göktürkler, nihayet VIII. yüzyılda tarım uygarlığına dâhil olan Budist-Maniheist Uygurlar ve X. yüzyıldan sonra da Ortadoğu-Akdeniz tarım-ticaret uygarlığına adım atan Karahanlılar, Selçuklular, Osmanlılardır.
Bu uygarlık süreçlerinde dilin rolü ne olmuştur? Dil ile uygarlık arasında doğrusal bir ilişki mi, yoksa ikincil ve dolaylı bir bağ mı vardır? Bu sorunun yanıtını yine tarihte bulmaktayız. Türk tarihi aslında bir dil tarihidir. Biz, tarihe, etnik vurgulu bütün sorularımızı dil üzerinden sormaktayız. Zira dil, somut kültür ürünleri gibi üniversal bir özellik taşımaz. Kişinin etnik kimliğinin en erken edinilmiş parçasıdır. Örneğin, çanak çömlek, halı, keçe… çeşitli toplumlar tarafından aynı şekilde üretilebilir. Onlar üzerinden sorulacak etnik sorulara verilecek yanıtlar göreceli doğrulardır. Oysa kavimlerin dilleri kendi kültürlerinin ayrılmaz bir parçasıdır. Hangi dili konuşuyor olmaları, hangi çömleği kullanıyor olmasından çok farklıdır. Dilde bir evren ve dünya tasavvuru vardır. Kelimeler ve bunlarla oluşturulmuş kavram alanları toplumun DNA’sı gibidir; yalnızca kendi kodları, şifreleri yer alır onda.
Köktürklerin taşlar üzerinde yazdıkları metinler bize bu konuda ilk ipuçları vermektedir. Bozkırın gururlu göçerlerinin dilleri de mağrur, yalın ve abartısızdır. Gökyüzü kadar derin, kılıç gibi keskin, su kadar berraktır. Bu dil bir fiil dilidir. Hareket ifade eden fiiller, göçer atlılarının peşine düşerek Asya’yı baştanbaşa dolaşır gibidir. Bu metinlerde yer alan fikir ve görüşler bir kişinin cümleleri değildir. Bunlar, binlerce yıl aynı bodun teşkilatında yaşayan ve her bir bireyin ürettiği tecrübenin ortak ürünüdür. Zira göçerler, hayvanları, çayırları, taşları hatta ölüleriyle birlikte yaşamakta ve üretmekteydiler. Buna, dil de dâhildir. Bilge Kağan’ın aşağıda yer alan tümcesi bunun en açık kanıtıdır. Burada, bozkırın binlerce kere denenmiş ve adeta imbikten süzülmüş şu tecrübesini açık yüreklilikle paylaşmaktadır: türük bodun tok arkuk sen āçsık tosık ömez sen bir todsar āçsık ömez sen antagıñın üçün igidmiş kaganıñın sabin almatin yir sayu bardıg kop anta alkıntıg arıltıg anta kalmışı yir sayu kop toru ölü yorıyur ertig… (= “Ey Türk halkı sen tok (gözlü ve) aksisin. Açlığı tokluğu düşünmezsin. Bir doyarsan açlığı düşünmezsin. Böyle olduğun için seni besleyip doyurmuş olan hakanlarının sözlerini almadan her yere gittin (ve) oralarda hep mahvoldun, tükendin”. (Költigin, Güney Yüzü, 8-9. Satır). Bu satırların müellifi Bilge Kağan olsa da söz ve onun arkasındaki anlam bütünlüğü aslında kuzey çayırlarının anonim bir birikimidir. Bu yönüyle, büyük bozkır uygarlığının bütün oluşum ve değişim süreçlerini ve anlamını dilde buluruz…
Türklerin tarım uygarlığına geçme sürecinde dil-uygarlık ilişkilerini daha iyi tespit ediyoruz. Türklerin yaşadığı iklim kuşağının hemen güneyinde geniş, verimli tarım arazileri ile büyük ticaret yollarının bulunduğu Tarım havzası bulunuyordu. Burası, neolitik dönemden itibaren ziraat yapılan topraklardı. Bu havza başta Çinliler ve Hint-İran kavimleri çok çeşitli Asya halkının geçiş noktalarıydı. Türklerin bu coğrafyayla ilgili ilk bilgileri daha çok “seferler” üzerinden okunmaktadır. Buralara her yıl birkaç kere “sü süleyen” (ordu sevk eden) Hunlar ve Köktürkler seferden sonra Moğolistan’a geri dönmekteydiler. Fakat buralardaki halkların yaşam tarzları, tarımın göçerliğe göre daha kolay ve cazibeli olması onları her zaman düşündürmüş olmalıdır. Bu yüzden daha Bilge Kağan daha sağken Budist rahipler ona kendi dinlerine girmesi teklifini götürmüşlerdir. Bilge Kağan’ın bu rahiplere ne cevap verdiğini bilmiyoruz, fakat 762 yılında Uygurların Bögü Kağan’ı onlara olumlu yanıt verecek ve Manihaizm’i kabul edecektir. Bu olay Türklerin uygarlık tarihinde bir dönem noktası olmuştur. Binlerce yıldır bozkırda göçer yaşayan ve hayvancılığa dayalı bir ekonomiye sahip Türkler, ilk defa tarımcı, ekinci bir uygarlığına ayak basmaktaydılar. Artık yavaş yavaş dindaşlarının topraklarına gelmeye başlamışlar, orada onlar gibi tarım yapmışlar, ticareti öğrenmişler, şehirler kurmuşlardır. Bu süreçte, kendi varoluşlarının temel dayandığı dilleri, Türkçeleri olmuştur. Nasıl olmuştur? Bu uzun ve önemli bir hikâyedir… Çin, Hint ve Farsların yerleşik dil ve kültür coğrafyalarına gelen bu göçerlerin iki seçenekleri vardı; ya dinlerinin dilini öğrenip o büyük kültürler okyanusu içinde yok olup gidecekler yahut da dinlerini, kendi dilleri ile algılayacaklardı. Onlar ikinci yolu tercih ettiler. Budizm’in ve Manihaizm’in hemen hemen bütün eserleri gayretli Uygur kâtipleri tarafından Türkçeye çevrildi. Bu Türklüğün ilk büyük Rönesans’ıdır. Önemli bir aydınlanma hamlesidir. Zira Budizm’in büyük ve hacimli külliyatını çevirmekle bir yandan yeni dinlerini öğrenmişler, diğer taraftan o dinin muazzam kavram alanını kendi dillerine aktarmışlardır. Bu çok önemli bir husustur. Türk dilinin bozkırdaki mağrur yapısı burada artık zenginleşmiş, ifade kıvraklığı kazanmıştır. Yeni kelimeler, yeni ekler, yeni kavramlar üretilmiştir. Tabi bunların hepsi Köktürkçenin sağlam ve kristalize olmuş kökleri üzerine oturmuştur. Adeta, bozkırda köklenmiş bir bitki, tarım havzasında çiçek vermiştir. Büyük Uygur deneyimi, yalnızca Türkçenin bir uygarlık dili olmasını sonucunu doğurmamış, aynı zamanda Türklerin kendi kültür ve kimliklerinin sürekliliğini sağlamıştır. Çünkü artık, Türkler de Çinliler ve diğer yerleşik halklar gibi tarım uygarlığının bütün enstrümanlarını başarıyla kullanmaya başlamışlardır. Çevrilen yüzlerce dinî metin büyük bir külliyat oluşturmuş yazı ve matbaa kültürü gelişmiştir. Sonraki yüzyıllarda, Uygurlar, Tarım havzasının en entelektüel tabakasını teşkil edecekti.
Uygur tecrübesi Türklerin tarihte yaşadıkları en önemli uygarlık ve aydınlanma hamlesi olmuştur. Bu hareketin etkisi ve oluşturulan gelenekler İslami dönemde devam etmiştir. 10. yüzyılda Müslümanlığı kabul etmeye başlayan Karahanlılar, akrabaları Uygurların tercüme deneyimlerini kullanarak Kur’an’ı ve diğer İslamî eserleri kendi dillerine aktarmışlardır. Bu arada yüzyıllar boyunca Uygur alfabesi Türk coğrafyalarında kullanılmıştır.
İslami dönemde Uygur etkisiyle oluşturulan, dil üzerinden dini anlama ve algılama geleneği bütün Müslüman Türk devletinde de devam etmiştir. Bu manada, Anadolu’da XIII. yüzyılda gelişen tasavvuf hareketleri, esas olarak Türkçeyle meydana getirilmiş bir dünya ve uygarlık tasavvurudur. Horasan’daki akılcı Maturudiliğin düşünce dünyasından beslenen Türk tasavvufu, akıl ile gönül’ü bir araya getiren bir sentez olmuştur. Kökleri Yesevi’ye kadar giden ve Anadolu’da filizlenen bu hareketin “muharrik” gücü Türkçe olmuştur. Bu yüzyılda Farsçanın yazı dili olarak egemenliğine rağmen, Hacı Bektaşı Veli, Hacı Bayramı Veli, Yunus Emre ve bunların peşinden giden binlerce ozan-derviş felsefelerini ana dilleri olan Türkçe ile ifade etmişlerdir. VIII. yüzyılda Uygurların, Çin ve Hint kültür ablukasına karşı yaptıkları tercüme hamlesinin bir benzerini Anadolulu dervişler Farsçaya karşı yaparak kendi dilleri üzerinde bir uygarlık kurmuşlardır. Bu dil ve kültür ikliminde bir asır sonra kurulacak Osmanlı devletinin resmî dili Türkçe olacaktır. Görülüyor ki dil ve aydınlanma arasındaki doğrusal ilişkinin ikinci evresi XIII. yüzyıl Anadolu’sunda yaşanmıştır.
Türkçenin uygarlıkla bir diğer ilişkisi XIX. yüzyıldan itibaren başlayan Batılılaşma sürecinde görülecektir. 1839’da ilan edilen Tanzimat’ı takip eden yıllarda “halka doğru” demokrasi ve batılılaşma faaliyetlerinde ilk başvurulan toplum tasarımı aracı yine Türkçe olacaktır. Tanzimat’ın ülkücü yazar ve şairleri, düşünce ve görüşlerini dil üzerinden anlatacaklardır. Bu manada, dil hem bir iletişim aracı olmuş hem de yeni fikirleri üreten, dönüştüren bir düşünce üretme mekanizması hâline gelmiştir. Böylece yaklaşık bir asır devam eden süreçte iyice olgunlaştırılan dile dayalı bir uygarlık ve etnik yapı tasarımı Cumhuriyetten sonra meyvelerini vermeye başlamıştır. Cumhuriyet, bütün kurumlarıyla Türkçe üzerinden geliştirilmiş, tanımlanmış millet ve dolayısıyla uygarlık tasarımını yürürlüğe koymuştur. XX. yüzyılın başında İttihat ve Terakki Cemiyetinin fikirleri, Cumhuriyetle hayat bulmuş ve Anadolu coğrafyasında meydana getirilecek yeni toplum modeli de Türkçeye bağlı bir adlandırmayla tasarlanmıştır.
Türk milletinin binlerce yıllık tarihinde gerçekleştirilen çok önemli birkaç uygarlık hamlesinin dille doğrudan ilişkisi vardır. Tarihi, coğrafya değiştirmekle geçen bir milletin, etnik kimliği veya “pasaport”u olarak taşıyacağı tek şeyi galiba diliydi. Bu yüzden, dünya üzerinde Türklük adına yapılan her eserin arkasında mutlaka Türkçeyi düşünmek ve Türk uygarlığının başat unsuru olarak onu görmek durumdayız.
* Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü. Muğla/TÜRKİYE