Elli yıl önce, 1960’ın Kasımında Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğrencisi olmuştum. Gerçi sonradan bölümümüzün bu adını sadece yazışmalarda kullanır olmuş; “Türkoloji aşağı, Türkoloji yukarı” demeye başlamıştık. Aralarındaki farkı öğrenmemiz de zaman alacaktı. Lise sıralarında edebiyat derslerinin arasına sıkıştırılmış, âdeta boğulma aşamasına gelmiş olan Türk dili ile ilgili konuların alabildiğine boy attığı bölümümüzde Türkçemizi yeniden keşfeder gibiydik. Ord. Prof. Dr. Reşid Rahmeti Arat’ı, Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu’nu, Dr. Muharrem Ergin’i dil derslerimizi; Doç. Dr. Faruk K. Timurtaş’ı da o günkü adıyla Osmanlıca dersimizi verirken görmek bizlere yeni ufuklar açıyordu. Prof. Arat, Asya Türklerinden Tarancilerden derlenen, “hayvanatnın tilini ürgengen” kişi başlıklı bir metni inceliyor, Prof. Caferoğlu dil tarihini anlatıyor, Dr. Ergin ise dil bilgisi konusunu işliyordu. Prof. Dr. Mecdut Mansuroğlu iki üç ay önce vefat etmiş, öyle dediler. Prof. Dr. Sadeddin Buluç da yurt dışındaymış. Dr. Ali Fehmi Karamanlıoğlu ile asistan Necmeddin Hacıeminoğlu ise bölümümüzün öbür dil hocalarıydı. Böylesine kalabalık bir dil hocasından bilgi almak hem zevkli idi, hem de zordu. (Neyse, demek ki mezun olduğumuza göre zorlukları yenmişiz.)
Dr. Ergin’in bir tür ‘Türkçenin romanı’ gibi anılan ve alanının günümüzde de kabul gören kitabı, bizlere yepyeni ufuklar açıyordu. Sadece kitabı mı? Hocamızın fevkalade etkileyici ders anlatma yöntemi de bizi büyülüyordu. Elbette konuya girilirken bir tanım faslının olması gerekmez miydi? Öyle de oldu. Hocamız dili tanımlarken belki uzunca bir cümle kurmuştu ama anlatılanların hepsi aklımıza, şairin dediği gibi, ‘mıh gibi’ çakılıvermişti.
İsterseniz, Nasreddin Hocamızı da anarak, o tanımın suyunun suyunu sunuvereyim: Dil canlı bir varlıktır. Evet, hocamız Dr. Ergin böyle diyordu. Biz ortaokul ders kitaplarının sayfaları arasında; tümleç, bağlaç, nesne terimleri arasında kaybolup giderken bu yeni dünyayı henüz keşfedememiştik. Yani o da öbür canlılar gibi ölümlü. Bu konu zaman zaman gazetelerin bile sayfalarına girebiliyordu: Dünyada şu kadar dil var, beş yıl içinde bunların da şu kadarı kullanımdan düşecek. Ne demek oluyor? O dili kullanan kimse kalmamışsa o dil artık ‘ölü diller’ arasında yer alacak. Yıllar sonra, son konuşanı da 85 yaşında aramızdan ayrılan Ibıhça / Ubıhça da “ölü diller’ arasında yer alacaktı. Acaba kaç ölü dil var? Kaç dil de yakın bir gelecekte onların arasında yer alacak?
Bu konuyu ilgililere bırakarak biz kelimelerin ölümüne gelelim. Evet, diller ölür de kelimeler ölmez mi? Hem de fazlasıyla ölür. Ama her kelimenin ömrü bir olmuyor. Ekonomist Prof. Dr. Şükrü Kızılot günlük köşesinde şöyle diyordu: “Bir tavşan bütün gün hoplasa da zıplasa da sadece 15 yıl yaşar. Bir kaplumbağa ise hiç çalışmadan, hiçbir şey yapmadan 450 yıl yaşar.” (Kızılot 2010). Söze kelime’den başlayalım. Biz Türkler bu kelimenin karşılığı olarak neleri kullanmışız? Öyle derinlemesine kaynak araştırmasına girmeyeceğiz. Orhun Yazıtları’nda kelime’nin karşılığı yoktur Kâşgarlı’da ise saw, farklı anlamda kullanılırken (iddia, tez, atasözü, vb.) söz anlamında da kullanılmıştır. Söz’ü almamızın özel bir sebebi vardır. Türk Dil Kurumunun sözlüklerinde şu kelimeler daima birbirlerini karşılamışlardır: kelime, söz, sözcük. Dildeki özleştirme akımının öncülerinden olan Nurullah Ataç, kelimenin karşılığı olarak pek çok yeni kelimeler türetti. O, bir kelime için o kadar çok kelime üretti ki âdeta, ‘Amasya’nın bardağı, biri olmazsa biri daha’ sözü bu türetme olayı için söylenilmiş gibidir.
Ataç’ın türettiği kelimeleri bir araya getirip âdeta bir sözlük hazırlayan Yılmaz Çolpan’ın çalışmasında, kelime karşılığı olarak yer alanlar şunlardır: düzeti, düzdeyiş, yayıç, düzsöz, düzyazı. Sonuncusunun tutunur gibi olduğunu biliyorsunuz: düzyazı. O zaman niye şiir karşılığı olarak yıllarca koşuk, yır gibi ölü kelimeleri diriltmenin peşinde koşup durduk? Ona da eğriyazı veya kırıkyazı deyiverseydik ya! Bunları söylerken nesir kelimesini savunduğumuz sanılmasın; günümüzde ikisi de kullanılıyor. Asıl söylemek istediğimiz ölen kelimeleri; biraz da türetme aşamasında bizler ortaya atmadık mı?
Unutmadan söyleyelim, kelime karşılığı olarak kullanılan bir de tilcik’imiz vardı. Günümüzdeki dil kelimesinin asıl şekli til ya, hemen bir küçültme eki ile kelimeyi türetiverdik! Oysa şekil til de değil, Mahmud, ‘Erdem başı tıl (Erdemin başı dil) diyordu (I /107, b336; III /133). Kelimelerin ölümlerinden söz ederken karşımıza bir de kelime ve eş anlamlılarının ölüm kalım savaşı çıkmaktadır. Kelime, bir kız çocuğu adı olarak görülürken söz, sözcük, tilcik, vb. kelimelerde bu özelliği göremiyoruz. İlerde olur mu? Olabilir; mısra, öykü, destan, efsane kelimelerinin ad olarak kullanıldığını hatırlayarak onlara da bir şans tanımış oluruz.
Konuyu tekrar başa alalım; hani iki hayvanımızın yaşları ile ilgili cümlelerimiz vardı ya, işte oraya… Kelimelerle tavşanın ve kaplumbağanın arasında nasıl bir bağ kurabiliriz acaba? Bakınız, bir zamanlar günlük hayatımızda sıkça kullandığımız, dilimizde sıçrayıp zıplayan kelimeler vardı; ama şimdi yoklar. İster kullanımdan düşüp sözlük sayfalarına sığındılar deyiniz, isterseniz öldüler… Bizim için ikisi de olabilir. O kelimeler artık kullanılmıyor; onlar 15 yıllarını doldurmuşlar ve aramızdan ayrılmışlar. Elbette bu 15 yıl simgesel bir sayıdır; 15 olmaz da 25 olur, 50 olur.
Mesela ben Divânü Lügati’t-Türk’teki bir atasözümüzde yer alan, endik, uma gibi kelimelerin ömürlerini merak eder dururum. Endik, uma ewlikni agırlar (I / 106). Endik, şaşkın, ahmak; uma ise, misafir, konuk demektir. Merak ediyorum bu iki kelime günümüzde Türk dünyasında kullanılıyor mu? Belki Karşılaştırmalı Türk Lehçeleri Sözlüğü derdimize derman olabilir. Bakıyoruz, orada da yok! Yukarıdaki atasözümüz günümüzde aşağıdaki şekilde söyleniliyor: Ahmak / Şaşkın misafir ev sahibini ağırlar. Peki, endik nereye gitmiş, uma’ya ne olmuş? Onlar, araya giren zaman içinde tavşanın veya kaplumbağanın sonunu mu yakalamışlar? Bu iki atasözümüzün ara döneminde belirleyebildiğimiz ilk örnek sözümüz de şöyledir. Konuğun kutsuzı ev issini ağırlar. Acaba bu sözün kaynağı nedir? İstanbul’da Fatih Millet Kitaplığında, kayıtlara Telhis adıyla geçen bir yazma var. Bu cildin içinde başka eserler de bulunuyor. Bunlardan biri de, Hâzâ Kitâbü Atalar bifermâyed Oğullara adını taşımaktadır. Kitap, Veled İzbudak tarafından 1939 yılında Atalar Sözü adıyla yayımlanmış. Biz de oradan yararlandık. Gelelim endik ve uma kelimelerini tahtlarından eden yeni kelimelere… endik olmuş kutsuz, uma olmuş konuk… Galiba ömrünü tamamlayan bu kelimelerin yerlerine gelenleri anlamak hiç de zor olmayacak. Üstelik kelimelerin ikisi de yine Türkçe… Sözümüz biraz macerayı sever biri olmalı ki dönem dönem değişikliğe uğruyor. Biz hepsine eğilmeyelim de, Ebüzziya’nın yeni baskısını yaptığı Şinasi’nin Durûb-ı Emsâl-i Osmâniyye’sine bir göz atalım. Misafirin akılsızı ev sahibini ağırlar (nu. 3479). Endik gitti kutsuz geldi, o da gitti akılsız geldi. Öbür kelimemizin başına gelenler de şöyle: uma-konuk-misafir. Sözümüzün belirlenen ilk şeklindeki dört kelimenin hepsi Türkçedir; Şinasi-Ebüzziya yayınında ise kelimelerin üçü Arapça (misafir-akıl-sahip), kalan ikisi de Türkçedir. Günümüzdeki şeklin değerlendirilmesini size bırakıyoruz.
Gelecek on yıllarda acaba bir geriye dönüş olabilir mi? Konuk kelimesi son yıllarda yine gündemdeki yerini aldı. Bazı toplantıların sunumunda, hazır bulunanlara tek başına konuk denilirken, bazen de konuk ve misafir kelimeleri birlikte kullanılmaktadır. Biz, gelecekte konuk kelimesinin daha da yaygınlaşacağı görüşündeyiz. Mahmud’daki başka bir uma’lı atasözünü de hatırlayalım: Uma kelse kut gelir (I / 92). Bu sözün günümüzdeki karşılığını yazmayalım, nasıl olsa uma’nın anlamını biliyoruz; kut da ilk örneklerimizde yer alıyor. Ayrıca Yusuf Has Hacib de Kutatgu Bilig’i yazmamış mıydı? Ölen kelimeler arasına ağızlardan da pek çok örnek verilebilir. Her kuşak aramızdan ayrılırken bazı kelimeleri de beraberinde götürmektedir. Günlük hayatta kullanılan pek çok kelime, yeni hayat şartlarına bağlı olarak kullanılmaz olmaktadır. Ayrıca yerlerine yeni kelimeler de türetilmemektedir.
Konya ağzı ile ilgili ilk derlemelerin tarihini 110 yıl ötesine kadar götürebiliriz. Ayrıca aynı ağız ile ilgili bölge halkının ilk derlemelerinin üzerinde de 90 yıl geçmiştir. Bizce bu ikinci derlemeler daha önemlidir. Çünkü bu derlemeyi yapan iki öğretmen de Konyalıdır ve ilin ağzını çok iyi bilmektedirler. Ahmet Nushi [Katırcıoğlu] ile Ahmet Necati [Atalay]’nin derlemeleri, döneminin önemli kültür dergilerinden Ocak’ta yayımlanmıştır. Atalay’ın bir süre sonra Yeni Fikir dergisindeki yazıları da son derece önemlidir. Bir de, Veli Sabri Uyar tarafından 1938’de bir deftere toplanıp 40 yıl sonra 1978’de bir gazetede tefrika edilen kelimeler vardır. Dile meraklı, doğup büyüdüğü evde ve mahallede hâlâ Konya ağzının konuşulduğu biri olarak o yazılardaki kelimelerin pek çoğunu bilemememi, âdeta bir mezarlıkta dolaşmak gibi algılamaktayım. Aşağıda belirli başlıklar altında verilecek olan kelimeleri acaba kaç Konyalı hatırlayabilecektir? Belki bir adım daha ileri giderek şöyle de diyebiliriz: Acaba komşu il ve ilçeler halkından bu kelimeleri hatırlayabilecek olanlar var mıdır? Aşağıda kelimeleri ben işitmedim; bunun sonucu olarak da hiç kullanmadım. Acaba 1939 doğumlu değil de 1929, 1919 doğumlu olsaydım kaçını bilebilecektim? Acaba bu kelimelere ‘ölü’ gözüyle bakabilir miyiz?
1.Abaka: Amca, ağlak: Mızıkçı, ak yarnaz: Bir çeşit beyaz buğday, aladı: Acele, çabuk alama: Büyük taş, alatla-: Acele etmek, alkım: Üstü kirli, anarat: Saf, katışıksız, ardala: Ağırcanlı, hareketsiz, ayatlı: İğreti
2. Aşağıdaki kelimeleri hem işittim hem de kullandım. Bu kelimeler benim için ‘yaşayan’ kelimelerdir. Ancak aynı kelimeleri lise çağındaki çocuklarımıza sorduğumuzda anlamlandıramadılar. O hâlde bize göre ‘yaşayan’ olarak kabul edilen bu kelimeler gençler için “ölü” kelimelerdir. acıysam: Hâlbuki oysa, ağman: Kusur, eksiklik, akgut: İri taneli ak üzüm, aşana: Aşhane, mutfak, avgaz: Ana sudan evlere suyun alındığı yer altı su yolu, ayın: Oyun, hile, ayınnı: Oyunlu, hilekâr, cabcak: Hafifmeşrep adam, caylı: Onurlu, gururlu, cebcek: Her söze karışan kişi, ehniyan: Obur, dağal: Şiddetli ve toz kaldıran rüzgâr
3. Aşağıdaki kelimeleri gençler de kullanmaktadır. Ancak her kelimeyi her genç kullanmamaktadır. Carı kelimesini bilen de var, bilmeyen de… Öbür kelimeler için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. O hâlde bu kelimeler ‘yaşayan’ ama bazı kesimlerce bilinen ‘ölü’ kelimelerdir. aba: Ana, anne; abla, ağzı açık: Kapaksız mutfak rafı, akıt-: İşemek, anav: Eyvah, avara gasnak: Elinden iş gelmeyen kişi, carı: Elinden iş gelen kişi, geçe: Cihet, yön, genez: Galiba, günüle-: Kıskanmak.
Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz. En eski kaynaklarda yer alan bazı kelimelerimiz zaman içinde unutulup gitmiştir. Bu unutmada, kelimenin yerini eş anlamlı bir kelimeye kaptırmasının önemli bir yeri vardır. Bir başka sebep de o kelimeye gerek duyulmamasıdır. Böyle olunca da kelimeler kendiliğinden ‘ölü kelimeler’ arasına girmektedir. Ancak bazı kelimelerin zamanla yeniden gündeme gelmeleri de söz konusu olabilir. Bu gündeme gelme ya kendiliğinden olabilir veya bir zorlama ile gerçekleşebilir. Yazımızı kısa bir karşılaştırmayla bağlayalım. Acaba Şekspir’in veya Servantes’in kullandığı kelimelerin günümüz İngilizcesi veya İspanyolcasında kullanılma oranı nedir? Bu soruya verilecek cevap kelime mezarlıklarının alanlarını belirleyecektir.