“Amin!..” dedi, Bosnalı çocuk mezarlıktan ayrılırken… Toprak ve barut kokan elleriyle sildi gözyaşlarını… Annesi ve dünyaya gözlerini açamadan ölen kardeşi için ağlamıyordu. Biliyordu ki, şimdi onlar, makamların en yücesindeydiler. Kan kokusuydu hüznünün sebebi; taa Kosova’dan gelen… Çok iyi biliyordu bu kokuyu. Saraybosna’da yıllarca birlikte yaşamıştı…

Ürkek ve yavaş adımlarla yaklaştı patlamamış Sırp mermisinin yanına… Gözleriyle dikkatlice süzdü etrafı ve eğilerek aldı yerden.

Kosovalı Ahmed için sevindi o anda… Kalbi huzurla doldu. En azından ona atılacak bir mermiyi yok etmişti. Ahmed’i kimse öldüremezdi artık… Ahmed yaşayacaktı…

Baştan aşağıya beyazlar içinde görüyordu kendini Fatma… Tam al kuşağı bağlanırken, sabah ezanlarıyla uyandı. Son zamanlarda aynı rüyayı birkaç kez görmüştü. Namazdan sonra yatmadı. Kuracağı yuvası için eksiklerini tamamladı.

Öğleye kadar, gelinliğini terziden almalıydı. Kudüs’te Cuma vakti, açık dükkân olmadığını biliyordu.

Eve dönerken, cami cemaati dağılıyordu. Bir anda ortalık karıştı ve Fatma kanlar içinde yere yığıldı. Kardeşi Hüseyin’e atılan İsrail mermisi onu şehit etmişti. Al kanı beyaz gelinliğe aktı…

Fatma’nın ablası mezarlığa, kucağında, yeni doğan bebeğiyle geldi. Fatma koymuşlardı adını. Fatma yaşayacaktı…

İstanbul’a hâkim bir gecekondu semtinde, Mehmed arkadaşlarıyla körebe oynuyordu. Her şeyden habersiz saf bir masumiyet içinde… Şimdi onun tek amacı, arkadaşlarından birini yakalayıp ebelikten kurtulmaktı. Ama Mehmed, ebelikten hiç kurtulamadı, gözlerini hiç açamadı.

Mehmed; ne Bosnalı çocuğu, ne Filistinli Fatma’yı göremedi; onları hiç anlayamadı.

Şimdi Mehmed, bu oyunun sona ermesi için, gözünün önündeki o kara bezi kaldıracak bir el bekliyor. Ahmed için, Fatma için, kendisi için… (Kardelen 17. sayı, Nisan-Haziran 1998)