Özellikle benim yaştakilerle bize yakın yaştakilerin hayatında kısa zamanda çok şeyler değişti! Peki, bazı değişimler zorunlu muydu, ya da her şeyde değişim gerekli miydi? Bazı iş ve uygulamalarda hiç gereği yoktu, bazı durum ve şartlara göre ise değişim belki zorunluydu, kaçınılmazdı, bu yüzden karşı koymanın anlamı yoktu, hem mümkün de değildi! Ancak, terk ettiklerimizin ya da terk etmek zorunda kaldıklarımızın yerine daha iyisini koymalıydık veya değişim uğruna, olmazsa olmaz değerlerimizi yok etmemeliydik, maalesef yapamadık, başaramadık, hiçbir kimsenin böyle bir gücü de yoktu zaten, geçmişten bugüne hiçbir zaman da olmadı!Değişenlerin aslını hiç görmemiş, onlarla yaşamamış olanlar, onları zaten bilmiyorlar, ancak bilenlerin, görenlerin ve yaşayanların belki de çoğunluğu(!), ağır bir yükü üzerlerinden atmışlığın rehavetine kapılarak, sanki onları hiç yaşamamışlar gibi o günlerden kalan hatıralarını bile bir çırpıda hayatlarından silivermişler veya siliverdiler. “Eskiden” dediğimiz kısa geçmiş zamanda, yapılanmasıyla her mahalle, geniş ailenin üstünde daha geniş bir aile, her sokak da mahallenin içinde bir geniş aile idi, o sokaklardaki haneler ise elbette daha mahrem yapılardı. Aynı sokakta yaşayan herkes birbirini yedi sülalesine kadar tanırdı ve birbirleriyle nerede ki annesi-babası, çocukları gibi ilgilenirlerdi, bu yüzden onlar geniş aile tanımını tamı tamına hak ediyorlardı. Erkeklerden bazıları, her biri bir meşveret meclisi gibi olan, adına höcre denilen cami odalarında, kimileri mahalle kahvehanelerinde, kimileri hava şartlarının elverdiği zamanlarda mahallenin veya sokağın belirli yerlerinde, kendi meşrebine göre ayrı ayrı gruplar halinde bir araya gelirler, sohbet eder, dertleşirler, şakalaşırlardı. Yani insan olmanın gereği olarak sosyal hayatı kendi üsluplarıyla yaşarlardı. Sokaktaki bütün insanların durumları bu mekânlarda değerlendirilir, gerekli görülenler yakın takibe alınarak sıkıntılarına çözümler üretilirdi. Bunların bir araya gelecekleri, buluşacakları cami odalarından ve kahvehanelerden başka özel kapalı alan yerleri yoktu. Kahvehanelere gitmek istediği halde, oyun oynamasalar da, içecekleri kahve veya çayın parasını ödeyecek kadar ceplerinde para olmadığı için kahvehanelere gidemeyenler çoğunluktaydı. Şimdilerde de pek düzenli olduğu ve ilgilenildiği söylenemeyen sosyal hayat, o zamanlarda daha bir ilgisizdi. İnsanların gereksinimleri ve sosyal hayatlarıyla yakından ilgilenen kurum ve kuruluşlar olmadığı gibi sosyal hayatın gereklerini yakından takip eden, biraz kaba olacak ama bu işleri bilen yöneticileri de yoktu! Birçok alanda olmadığı gibi bu alanda da o günden bugüne değişen bir şey olmadı!Genelde halk çok fakirdi, birçoğunun, elinin emeğinden, alının terinden başka bir geliri yoku, hatta çokları, hak ettiklerinden çok azına, nerede ki karın tokluğuna çalışıyor, üstelik kendisi yemiyor, kazancını çoluk çocuğuna yetiştiriyordu. Bu insanlar teşkilatlanma nedir bilmezlerdi, bunlarla pek ilgilenen de olmazdı, ilgilenilmedikleri bir tarafa, her fırsatta dürtülür çomalanırlardı. Çoklarının bugünkü anlamda sosyal hayatları zaten yoktu!Çocuklar, gençler ayrı gruplar kurarlardı, onlar ancak mahallenin, ya da sokağın belirli yerlerinde, havanın durumuna göre bir araya gelirlerdi. Bütün imkânsızlıklara, ilgisizliklere rağmen kendilerince bir sosyal hayat yaşarlardı. Sinemaya gidenler, geciktirmeden, hemen ertesi gün bir araya geldiklerinde ballandıra ballandıra filimi anlatırlardı. Daha çok okuldan gelenler, akşam karanlığı basana kadar, daracık sokakların iki duvarına bir ip çekerler hem de sokağın hemen girişinde, voleybol oynarlardı. Onların oyunu devam ederken evlerine dönen sokak sakinleri, adeta duvara sinerek evlerine geçerlerdi, hiçbiri de çocuklara bir söz söylemezlerdi, belki de onların sosyal ihtiyaçlarını en iyi anlayanlar onlardı.Bunların içerisinde en güçlü olanları ise kadınların gruplarıydı. Soğuk ve kısa kış günlerinde, daha çok ailecek gidilen akşam gezmeleri olsa da sabah erkenden başladıkları ev işlerini öğleye kadar bitiren kadınlar, her gün bir komşuda toplanırlar, elişlerini yanlarına alarak, kısa süreliğine komşuya misafir olurlardı. Bunlara misafir denilemezdi aslında, çünkü gittikleri evde ev sahibi gibi serbest hareket ederlerdi, yapılacak bir iş varsa önce ev sahibesine yardım ederler, onun da baştan aralarında yer almasını sağlarlar, ondan sonra otururlardı. Bir taraftan sohbetler yapılırken bir taraftan da elleri iş görürdü. Her kadın, evinin aşçısı olduğu gibi terzisi, nakışçısı, tezyin ustası, işçisi, en önemlisi hanım ağasıydı. Ev içerisinde onların ellerinin değmediği hiçbir iş ve güzellik yoktu. Bu yüzden onlar için uyku saati dışında hiçbir zaman dur durak yoktu! İkindiden sonra herkes evine çekilir, akşam yemeği hazırlığına başlardı. Kullanılan ürünler doğal ortamlarda ve kendi doğallığıyla yetiştiği için birbirinden nefis yemek kokuları sokaklarda yayılırdı. Akşama doğru olgunlaşma kıvamına gelen yemek kokularından, hangi evde ne piştiği anlaşılırdı. Bir de ürünler, yetiştiği mevsiminde kullanılırdı, konserve nedir bilinmezdi, mevsimi dışında sebzeler sadece kurutulmuş olarak kullanılırdı, derin dondurucular elbette yoktu, buzdolabı bile yoktu, bu yüzden her şey doğaldı. Onların da kokuları tazesi gibi olurdu. O yemeklerin tadı kadar kokuları da doğal ve güzeldi. O zamanlar makarna nedir, çok değil belki de hiç bilinmezdi yani emeksiz ve zahmetsiz olduğu için yemekten bile sayılmazdı. Dolmuşçunun, geç saatte evlerine dönen şimdiki bazı kadınlar için; “Bunlar makarnacılar abi, kendileri gittikleri yerden tok dönerler, vakit dar, yemek pişiremezler, şimdi eve varırlar, bir makarna haşlar adamın önüne koyarlar.” dediği makarnacılardan hiç değillerdi. Yaz aylarında gündüzleri uzun, havalar kurak ve sıcak olduğu için kadınlar, sokağın en serin olan evinin önünde, daha çok da sokağın çıkmaz tarafında toplanırlardı. Ev sahibesi, öğle güneşi döndüğünde, sokağa açılan kapısının önünü, toz kalkmasın, çevredekiler rahatsız olmasın diye önce bir güzel sular, sonra süpürür, sonra da serin olması için tekrar sular ve misafirleri yani komşuları için hazırlardı, dolayısıyla sokaklar her zaman tertemiz ve pırıl pırıl olurdu. Ya da evin avlusu müsaitse, avlu sulanır süpürülür, misafirlere hazırlanır, toplanma vakti yaklaşınca, o gün o evde toplanılacağının belirtisi olarak dış kapı açık bırakılırdı. Kapının açık bırakılması, ayırım yapmaksızın, başka mahalleden de olsa bütün kadınların katılabileceği anlamına gelirdi, topluluk dağılana kadar da kapı açık tutulurdu. Bu işlem Pazar hariç diğer her gün, aksatılmadan, mutlaka yapılırdı. Bu topluluklarda pasta çay olmazdı, sadece gönül olur, herkes birbirini karşılıksız ve ikramsız severdi. Komşu ikramları, akşam yemeklerinden bir tabak evlere gönderilir, bir de uzun kış geceleri gezmelerinde yani misafirlikte olurdu.Herkes kendi alanında yani yemek yapımı, örgü işleri, nakış ve dantel gibi işlerle ilgili sohbet ederdi. O zamanlar çok sayıda parti olmamakla beraber kadınlar kendi aralarında kesinlikle siyasetten konuşmazlardı, o yüzden kafaları rahattı. Erkeklerin sohbetlerinde, ilk sırada mahallenin genel durumu olurdu. Ekonomik durumu yeterli olmayan veya herhangi bir sebepten sıkıntıya düşmüş ailelerin durumları öncelikli olarak konuşulur, kimin yaptığı belli olmayan yardımlar yapılırdı. Yardımlar, hava karardıktan ve insanlar evlerine çekildikten sonra yapılırdı, etraf kolaçan edildikten sonra paketler kapıya bırakılır, yavaşça kapıya vurulur, hemen geri çekilerek en yakın köşedeki duvar arkasına gizlenilerek, bırakılan paketin alınıp alınmadığı izlenirdi, paketin alındığı görüldükten sonra hızla ve sessizce oradan uzaklaşılırdı. Kendi çocuklarına gösterdikleri muhabbetlerinden belki daha fazlası sokağın çocuklarına gösterilir, onların bütün olumsuzluklarına sabırla tahammül edilirdi. Çocuklar için katlanmayacak fedakârlık yoktu. Sevgiler sokağın bütün çocuklarından mahallenin çocuklarına kadar uzanırdı. Mahallenin büyüklerini gören horoz şekercisi, çocukların orada olduklarını hissettirecek şekilde; “Horoz şekeeer!” diye sesini yükseltir, onlar da çocuklara birer horoz şeker ikram ederdi. Ya da evin reisleri evlerine dönerlerken, o zamanki adına şekerci denilen çerezciden aldıklarından biraz biraz sokakta oynayan çocuklara ikramda bulunurlardı. Özellikle kadınlar, komşu çocuğunun yakası eğri dursa, annesi gibi hemen onun yakasını düzeltir, arkasından da; “Annene selam söyle, olur mu?” diye eklerdi.Sokak-komşu toplantıları, “gibi” değil, tam bir eğitim seanslarıydı. O günün şartlarında en gerekli olan bilgi ev ekonomisine katkıda bulunma üzerineydi. Herkes bilgisini ve maharetlerini paylaşırdı. Pastayı bilmezlerdi ama yöredeki yemek çeşitlerinin, kışlık zahirenin, şıra ürünlerinin nasıl yapılacağını, hazırlık sırasında kullanılan malzemelerin miktar ve oranlarını ezbere bilirlerdi. Yemeklerde toz kırmızıbiber, domates salçası, kuru nane, reyhan, az da olsa karabiber dışında çok baharat çeşitleri kullanılmazdı, bilmediklerinden değil, ekonomik olmadığından kullanmazlardı ama yemeğe lezzet katmayı miktarlarla ayarlardı. Alınan hiçbir ürünün ıskartası olmazdı, bazı yörelerde adına pazı denilen pancarın yaprağından sarma yapılırken, sapından da sulu yemek yapılırdı, yani bir üründen iki öğün yemek çıkarılırdı. Dolmalık olarak kurutulan kabağın kabukları soyulurken ince ince soyulur, kış günleri baharat katılarak yağda kavrulur, ekmekle yenilirdi.Bunların hepsi sokak toplantılarında paylaşılarak hayata geçirilirdi. Şimdilerde ne sokaklar kaldı, ne de o anlayışta insanlar kaldı! Modernlik uğruna her şey değişime uğradı, değişime uğrayanlardan çoklarının yerine ise daha iyisi konulamadı.Şahsen ben, benim bildiğim Maraş’ı özlüyorum, eski sokaklarımızın insanlarını, insanlarının huyunu, samimiyetini özlüyorum. Koca bir toplum olan Maraş’ın nüfusu arttı, büyükşehir oldu, adı Kahramanmaraş oldu, büyüdü ama sosyal yapıda Maraş küçüldü, kendi evine sığacak kadar küçüldü, hatta kendi evinde kendisi bile küçüldü. Sosyal hayata bir katkı sağlanamadı, bugün sosyal yapısı nerede ki yok denilebilecek durumda bir büyükşehir var ama insanları bir araya getirecek hiçbir etkinlik alanı yok. Şimdilerde bir araya gelinecek sokaklar da yok. Kurtuluş Bayramını canlandırdığını zannedenler bile Maraş ruhu taşımıyor artık yani her şey naylon oldu, Maraşlı olmaktan çıkmasa da çok uzaklaştı!Hemşehrilerimden ricamdır; geleneklerimizi yeniden kazanalım, hiç değilse yaşayan geleneklerimizi koruyalım, koruyabildiklerimizi yaşatalım. Kahramanmaraşlı hemşehrilerimle birlikte, Kurtuluş Savaşı’nda ilk kurşunun Maraş’tan atılmış olmasından dolayı tüm milletimizin Kurtuluş Bayramını tebrik ediyorum.