Çocuk zamanlarımın en büyük vurgunuydu istimlâk edilen köyüm, suyun azar azar yuttuğu çocukluğum.
Toparlanan eşyalar, “gitmem,beni burada bırakın” direncinde yaşın dibine vurmuşlar ve her biri bir başka şehre sürüklenen yavuklular, götürülemeyecekleri için tüketilen koyunlar,inekler,tavuklar horozlar velhasıl ölüm kalım arasında canlar.
Bilmiyorum bu hengâmede benim kadar can çekişen oldu mu,Pulur tepe çimenlerini benim çimenlerimin suyundan başka suyla da yeşertti mi, ya da kulecejye (Türkçe adını bilmiyorum) kaç çocuğun geleceğe ilk ıslak mektuplarının mezarı oldu.Ancak bildiğim ve asla unutamadığım bir şey vardı ki hâlâ bende etkisi vardır ve ben aynı merakla insanların göz bebeklerine odaklanırım konuşurken. Besbelli ki o zamanların kan çanağı gözlerinde ki acıyı görme telaşı ve korkusu yer etmiş zihnimin derinliklerinde.
İlk taşınan bir kaç hane, köydeki Onbeşliler’den sonra en büyük ağıtın nedeniydi.Kamyon toprak yolda acıyı, belirsizliği,korkuyu ve umudu birlikte taşıdığının bilincindeymişçesine toza dumana beliyordu köyü ve kalanların gözleri toprak kanıyordu hep.
Sonraki taşınmalar kaşarlanmış yosmaların alışkanlığındaydı ve hep birlikte yeni bir yurt, köykent oluşturabilme projesinin başarısızlığının öznesi olmanın arsızlığındaydı ironik bir şekilde.
Henüz on yaşındaydım ve zekâ katsayım oranında dehşeti yaşıtlarımdan daha yoğun hissediyordum. Yeşilırmak, koynunda kulaç attığım Yeşilırmak,çocukluğuma kulaç atıyordu büyük bir hızla.O koştukça köyde feryat figan, göçün altından göğe daha sık yükseliyordu. …..
Varzıl,Südeni,Elpit, Leveke ne yaşıyordu bilmiyorum ama Kadıköprü Nuh tufanını yaşıyordu. Nuh’un oğlu gibi “su bizi yutamaz inancında ve “toprağımdan ayrılmam” inadında olanlar köyün sırtlarına evler yapmaya başlamışlardı bile. Pulur tepeye bayrak direği çekilmişti suyun yuttuğu alanları biz unutmayalım diye.
Asırlarca aynı avluya gömülen göbek kordonları Samsun,Almus,Turhal,Tokat, Ankara ve İstanbul şehir merkezlerine doğru yol alırken bazıları daAsarcık,Arzupınarı’na yön doğrultmuştu.
Sıra dayağının revaçta olduğu bir zihniyetin çocukluğunda olan ben okulumun her zerresini yutarken Yeşilırmak “bak, bak, bak tırnak diplerimden öpeceğim seni hep ve asla unutmayarak” diyordum alfabenin sert sessizleriyle.
Değirmeni alıp götürdüğünde gece Saim Amca’nın dayılığını da götürmüşçesine kayıp duygusuyla baktım sabaha. Dudaklarımın kilidindeki “aah”a kulak veren olmamıştı hiç, verilemezdi de zaten, herkes kendi Hiroşima’sını yaşarken.
İronik sevinçler de yaşıyordum arada bir.Meselâ,mesela Nezsug/Medine’ler taşınırken sevinmiştim. Nezsug’un abisi Hasan “seni alacam büyüyünce”derdi ve ben büyümekten çok korkardım. Oysa Yeşilırmak düşmanlığa soyunmuştu ve Hasangil gidiyorlardı işte. Herkesle bin ağıt vedalaşırken onlar, ben erik ağacının tepesinde sac örgülerimi yukarı doğru çekiyordum gecikmiş büyümemi hızlandırmak için.
Almus Barajı can olacakmış Kazova’ya, bereket olacakmış toprağa bana neydi yaa! Ben çocuk gözyaşlarımla sulamıştım ya zaten bütün ovayı.
Her ne vakit bir baraj yapımı söz konusu olsa Ülkemin bir yerinde, ne çok ağıtlar yükselir yüreğimin derinlerinde ve çimen gözlerimin bebeklerinden kına taşlarına ne çok yağmurlar yağar.
Tükürüğüm ve yaşıyla çimen gözlerimin ilk destanımın dizeleri dans eder belleğimde.
Yeşilırmak yutma beni
Ateşlerde tutma beni
Pulur tepe senin olsun
Gel köyümden atma beni
Yeşilırmak olmayaydın
Hiç köyüme dolmayaydın
Elpit Varzıl senin olsun
Bizim köyde kalmayaydın
Yeşilırmak çaşıt başı,
Akıttın gözümden yaşı
Yuttun Kadıköprü’yü de
Zehir olsun sana aşı
Yeşilırmak tersine ak
Yıldırım ol gökleri yak
Biz buradan göçer olduk
Sen kıçına kınalar yak…
On iki kıtadan oluşan ilk destanımdı bu benim ve ayda bir Başkentte yaptığımız toplantılarda okurum, öncesinde mendiller dağıtarak aynı yaş çocuk dostlarıma.