1130

mhalistinkukul@hotmail.com

Yahya Kemal Beyatlı, bizde, vatan fikri ile, dil münâsebetini keşfeden ve görüş ileri süren belki de ilk şâirdir.
Diyor ki; “Vatan fikri bizde daima vardı; fakat Namık Kemal’in, bu fikri kalbimizde yeni bir nefesle uyandırdığı günden beri uyanığız. Onun vatan fikrini uyandırdığı gibi, bir diğer Türk şâiri çıkıp da lisan fikrinin kutsîliğini uyandırsaydı, bize gösterseydi ki bizi ezelden ebede kadar bir millet hâlinde koruyan, birbirimize bağlayan bu Türkçedir, bu bağ öyle metin bir bağdır ki vatanın hudutları koptuğu zaman bile kopmaz, hudutlar aşırı yine bizi birbirimize bağlı tutar; Türkçenin çekilmediği yerler vatandır, ancak çekildiği yerler vatanlıktan çıkar, vatanın gövde ve rûhu Türkçedir.”(1)
İşin özü: Dilini kaybeden bir millet, hâfızasını da kaybeder.
Burada, birkaç husus üzerinde durulabilir. Çünkü; söylenenler, sâdece tecrübelerin değil, ilmin de gereğidir ve hepsi de çok önemlidir. Fakat, bunlardan birine dikkat çekmek istiyorum. Bu; “lisan fikrinin kutsîliği” ve onu “uyandır”ma düşüncesidir.
Nasıl ki, “Vatan sevgisi îmândandır”, dili korumamız ve geliştirmemiz de, bize, hem millî ve hem de dînî bir emirdir. Çünkü; Allahü Teâlâ, Rûm Sûresinin 22. âyetinde, -meâlen- şöyle buyurmaktadır: “Gökleri ve yeri yaratması ve dillerinizin çeşit çeşit, renginizin türlü türlü oluşu da yine o delâilden (delillerden)dir.”(2)
Böyle mühim bir mes’elede, bugüne kadar, câmilerimizde vaaz ve hutbelerde, bir defa olsun “dilin / lisânın” korunması geliştirilmesi hususunda bir söz söylendiğini duymadım.
Kaldı ki; ‘dil’in korunması, bir başka yönden, onun yabancı lisanlara ve uydurma kelimelere karşı da mücâdelesini gerektirir. Elbette ki, bu kadar da değil; dil, argolaşıp müstehcenleşirse millî kültürde de heyelan başlar. Bu da; hem dînî ve hem de millî tavır ve heyecanda bozulmayı, gerilemeyi ve çökmeyi hazırlar.
“Aynı dili konuşan insanlar “millet” denilen sosyal varlığın temelini teşkil ederler. Dil, duygu ve düşünceyi insana aktaran bir vasıta olduğu için, insan topluluklarını bir yığın veya kitle olmaktan kurtararak, aralarında “duygu ve düşünce birliği” olan bir cemiyet, yani “millet” hâline getirir.”(3)
“Her yeni nesil ile birlikte, milletler, millî kültür ve medeniyetler, millî müesseseler, kendilerini hem devam ettirirler, hem güçlendirirler, hem de yenilerler.
“Millî dil” de öyledir. O da nesilden nesle intikal ederken hem kendini korur, hem kendini geliştirir, hem de yeniler. Bir taraftan kendi iç tekâmüle ile, bir taraftan kültür temasları ile, bir taraftan ilim ve sanat kadrolarının gayretleri ile zenginleşen ve güçlenen “millî dil”, gerçekten de bir milletin “dünü” ile “yarını” arasında tam bir mânevî köprü vazifesi yapar; “millî” ve “beşerî” tecrübeleri, gelecek asırlara intikal ettirir.
Millî dil, sadece yaşayan nesillerin dili değildir. O, geçmiş ve geleceği ile bir milleti kucaklar.”(4)
Bu da gösteriyor ki, dil, milletimizin bütün maddî ve mânevî kültür değerlerini ‘barındırır” ve nesillere nakleder. Hâliyle; târihî seyir içinde, onda, millî, dînî ve beşerî bütün değerleri kayıt altına alınmış buluruz.
Bir dilde; bir kelime veya bir tâbir ne kadar çoksa ve bunlar, ne kadar çok mânâyı ifadelendirip iş görüyorsa, o dil o kadar zengin ve kıvraktır.
Meselâ; Türkçemizde “kişi, zat, fert ve şahıs” kelimelerimiz, çoklukları îtibâriyle; “gül” kelimemiz mânâ fazlalığı îtibâriyle zenginlik arzeder.
Bunlar, atasözlerimizde, tekerlemelerimizde, mânîlerimizde, deyimlerimizde, gönüllerimizi süsleyen tarihten süzülüp gelen millî emânetlerimizdir.
“Bir milletin dili, birinin yerine diğeri konulacak şekilde, bir kelime ve tâbir yığını değildir. Dil, asırlar içinde ve nesilden nesillerin hâfızasında dövüle yoğrula yerleşmiş bir mânâ, his ve hayâldir.
(…) Dil, kelime ve tâbir olarak maddîdir. Fakat mânâ, maksat, his ve hayâl tesisine vâsıta olarak milletin mânevî hayâtının başta gelen elemanıdır. Dilin her kelimesi ve tâbiri arkasında bir târih yaşar. Millet ise, târihin yapıp yoğurduğu bir birliktir.”(5)
Öyleyse; buradan, milletin “mânâ, his ve hayâli”yle, “târihi”yle ve bu münâsebetle de ‘milletin birliği’ ile oynamak düşüncesine varabiliriz. Şu ânda; ‘uydurma” kelimeler ile ‘yabancı’ kelimelerin Türkçemizi istilâ etmesinin ne kadar tehlikeli olduğunu göstermeye kâfidir.
Bizim, Türk Milleti olarak, atalarımızın mânâ kazandırdığı, hislerinden ve hayâllerinde unsurlar kattığı bu güzel kelimelerimle, hiç kimsenin oynamasına fırsat vermememiz lâzımdır.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 3. Maddesi’nde:”Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir”(6) yazmasına ve 62. Madde’sinde:”Devlet, tarih, kültür ve tabiat varlıklarının ve değerlerinin korunmasını sağlar, bu amaçla destekleyici ve teşvik edici tedbirleri alır.”(7) demesine ve 42. Maddesi’nde de. “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez”(8) denmesine rağmen, Türkçe’yi, “tarih” ve “kültür” değeri kabul edilmemiş olacak ki, bugün, Türkçe korunmaktan çok uzaklardadır ve bâzıları gaflet ve ihânetle Türkçenin “ana dil” olarak başka dil(ler) ilâve etmek peşindedirler.
“Türkiye’deki dil zevksizliğinin, Türkçe yozlaşmasının önüne devletimiz geçmeliydi. Ama devletimiz, üzerine düşeni yapmıyor. Yapamıyor. Şimdi çok önemli bir hususa dikkatinizi çekmek istiyorum. Fransa’da bundan 365 yıl önce, bir dil akademisi kuruldu. Fransa’da 365 yıl sonra Fransız dilinin kullanılmasıyla ilgili olarak çok önemli bir kanun daha çıkarıldı. 665 sayılı Fransız kanununun bazı maddeleri şöyle (Ben, buraya sâdece birinci maddeyi alıyorum):
“Madde – 1: Anayasada, cumhuriyetin dili olarak kabul edilmiş olan Fransız dili, Fransa’nın kişiliğini ve ata mirasını gösteren temel unsurdur. Eğitim, çalışma, kamu ilişkileri ve hizmetleri için kullanılacak dil, Fransızca’dır.”(9)
Her şey bir yana; Fransızca’nın “Fransa’nın kişiliğini ve ata mirasını gösteren temel unsur” olarak takdîmi, bize örnek olacak bir durumdur.
Bugün; “Türk Dünyâsı Türkçesi” hedefinde olması gereken fikir dünyâmız, güzel Türkçemizi, maalesef yalnızlığa itmiştir.
Hem maddî ve hem de mânevî kıymetlerimizi barındıran Türk Dünyâsı Coğrafyası’nın, bir başka ifadeyle “Türk Dünyâsı Yurtları’nın Hâfızası”nın, doğrudan doğruya “Türkçe” olduğu asla unutulmamalıdır.
“Coğrafya Dili”; bütün bu “ata miras”larının hayat sürdüğü mekânlardır. Bu dil, öyle bir dildir ki, Yahya Kemal’in dediği gibi, hem “hudutlar koptuğu zaman bile kopmaz” ve hem de “hudut aşırı”dır ve zaman olarak da, mâzî ile, günü ve geleceği irtibatlandırır.
Coğrafya Dili, kelimelerin “toprak” la kaynaşmasıdır. Böylece; milletin, yeryüzündeki mâl-ı mîrî ve tapu senedi hükmünde olur. Bu bakımdan, “Türk Yurtları’nın her toprak zerresini vatan hâline getiren canlı, hayat ifadeleri vardır. Bunların isimleri mevcut oldukça, hâlâ diridirler.
Hayatın içinde bulunmayan dil, ömür süren / yaşayan bir dil olabilir mi?
İnsan, hayvan ve bitkiden her çeşit cansıza kadar verilmiş isimler bugün hâlâ yaşıyorlarsa, onun mensubu olduğu millet de yaşıyor demektir. Caddelere, sokaklara, köylere, mahallelere, şehirlere, devletlere, câmilere, hamamlara, köprülere, dergâhlara, çeşmeler ve her türlü mîmârî eserlere, yemeklere, sayılara verilen isim ve sıfatlar canlı olduğu müddetçe o millet ayaktadır demektir.
Hattâ; o milletin târihte kullandığı fiiller, bağlaçlar, zamirler, zarflar ve ünlemler, ifadeye çalıştığımız “yurtlar”dan intikal etmesi gereken büyük değerlerdir.
Dağ, ova, tepe, nehir, deniz… isimleri de bu cümledendir.
Malazgirt Ovası, Kosova ile, Çukur Ova veya Konya Ovası, bizde aynı hissi mi uyandırır? Altay ve Tanrı Dağları ile, Everest’e aynı gözle mi bakarız? Nerede Türk izi, sesi, heyecanı, kükreyiş veya sükûneti var, ona bakarız, değil mi?
Şu ânda, birçok şehrimizde yeniden canlandırılan yabancı coğrafya isimleri, Anadolu’nun bir Türk Yurdu olarak hâfızasının silinmesi gayretinden başka bir şey değildir.
“Gaspıralı İsmail Bey, İstanbul Türkçesinin yaygınlaşmasını istiyordu. Dolayısıyla Türk Dilini yabancı unsurlardan temizlemek, dilimizdeki Arapça ve Farsça tabirlerden vazgeçmek, mahallî tabirler yerine Osmanlıcadaki, yâni İstanbul Türkçesi’ndeki tabirleri kullanmak gerekir diyordu. Kırım’da, Azerbaycan’da ve Türkistan’da, Rusça, Türkçemize bulaşmasın istiyordu.
(…) Gaspıralı İsmail Bey, Bahçesaray şehrinde bir süre belediye başkanlığı da yapmıştı. Vefat ettiği zaman Zincirli Medresesi’nin bahçesine gömüldüğünü biliyordum.
Ruslar, kendi fikir ve sanat adamlarına çok büyük önem veriyor; onların evlerini müze haline getiriyor, büstlerini, heykellerini yapıyor, mezarlarını koruyorlar. Aynı uygulamayı Gaspıralı İsmail Bey için de yaptıklarını sanıyordum. Yanıldığıma dehşetle şahit oldum. Önce gördüm ki Gaspıralı’nın Bahçesaray’da yaşadığı iki katlı ev müze değildir. İçinde iki Rus aile oturmaktadır. Sonra Zincirli Medresesi’nin bahçesine girdiğim zaman bana anlattılar ki:
Moskova, Gaspıralı İsmail Bey’in mezarını tamamen ortadan kaldırmış ve oraya kocaman bir domuz ahırı kondurmuştur. Peki niçin? Gaspıralı İsmail Bey, bütün Türk Dünyasında “Dilde, fikirde, iş’te birlik” sağlamaya çalıştığı için!”(10)
“Sosyalist Rus idarecileri, Türkmenlere millî bir şahsiyet verdiği için, Türkmen yaşayışının ayrılmaz bir parçası olduğu için, dünyaca meşhur güzelim Ahalteke atlarını bile, her gün koyun keser gibi, tavuk keser gibi, üçer beşer keserek ortadan kaldırmak, o mübârek atların bile köklerini kazımak istediler. Ve siz biliyor musunuz ki; 1917 Sosyalist ihtilâlinde birkaç milyon olan güzelim Ahalteke atları, 1990 yılında Sovyet Rusya İmparatorluğu kendiliğinden yıkıldığında, sadece 5-6 yüz civarında kalmıştı. Ve Cumhurbaşkanı Sapar Murat Niyazov, yok edilmek istenen o çok zarif, o çok mahir, o çok koşan, o dünyanın en pahalı atları olan Ahalteke Türkmen atlarını yeniden çoğaltabilmek, koruyabilmek için, bir Atçılık Bakanlığı kurdurdu.”(11)
Demek ki; mezarlıklar da, bizim tapu senetlerimizin birer parçasıdır. Yer üstündekilerin varlığının teminatları, yerin altında yatanlarımızdır.
Türk birliğini sağlama emelinde bulunan bir Türk büyüğünün mezarının “domuz ahırı” yapılmasındaki insanlık dışı davranış bir yana, bize vereceği ibretler tekrar tekrar düşünülmelidir.
Görülüyor ki; “Ahalteke Türkmen atları”, bir hayvan türünü değil de, burada, âdeta Türk milletini temsil ediyor. Onların nesillerini kesilmesi de, Türk adının, bir noktasından koparılması mânâsını taşıyor.
Peki öyleyse; şu ânda, Türkiye’deki, Adana’da Kilikya, Diyarbakır’da Amed, İzmir’de Smyra, Samsun’da Amisos ve Amazon, Nevşehir ve çevresinde Kapadokya, Giresun’da Kerasus… furyası nedir dersiniz? “Atatürk’ün Şehri” denilen bir şehirde, yirmi beşi aşan Âmazon” ve otuza yakın da “Amisos” isimli kuruluş bulunursa, bu nasıl bir Atatürk Şehri’dir düşünmek lâzım gelmez mi?
Çinliler; bütün Türklüğün ata yurdu olan Doğu Türkistan’a “Sinkiang / Şincang / yeniden kazanılmış toprak adını verirken, Batı T(ı)rakya’da Türkçe yer isimleri değiştirilirken, bizim hangi akla hizmet ettiğimiz elbette ki, sorgulanmalıdır.
“Kömür, toprak altında elmas oluncaya kadar binlerce yıl pişiyor. Dildeki kelimeler de öyle… Milletin dilinde yıllarca pişecek ki, kalple dudak arasındaki elmas dizili nakili vücuda getirebilsin… Sonradan da zorla bu nakile dizilecek her madde, o milletin ruh ve idrâk temeline en korkunç bir suikasttır. Böyle bir lisanın adı da, Türkçe değil, uydurukça… Bir milletin öz dili, âlimlerin, aydınların, yabancı kültürlerle temasta olanların lisanı değil, çakkalın, hamalın, işçinin, dadının, babaannenin, köylünün, neferin dili… Bunların bilmediği hiçbir kelime Türkçe olamaz ve topyekûn bir tasfiye hareketi belirtmesi bakımından tedrici bir ıstıfâ (sâf hâle getirme) ile bir tutulamaz. Böyle bir hareket, olsa olsa, bir milletin ruh nakışlarını silmek ve onu mânâda cascavlak hâle getirmek olur. Sadece ihânet…”(12)
Son bölümdeki üç tâbiri tekrar etmek istiyorum: “bir milletin ruh ve idrak temeline en korkunç bir suikast…”; “bir milletin ruh nakışlarını silmek…” ve “Sâdece ihânet…”
Dil bahsi ihmâl edilince, bu kadar fecî netîceleri olur, bilinmesi gerekir!..
* Ondokuz Mayıs Üniversitesi E. Öğretim Görevlisi, Şâir ve Yazar
KAYNAKLAR
1. Yahya Kemal, Edebiyata Dâir, Yahya Kemal Enstitüsü Yayını, İstanbul 1971, Sf. 83
2. Kur’ân-ı Kerîm Meâli ve Tefsiri, Tibyan Tefsiri, Merhûm Ayıntabî Mehmed Efendi, Bugünkü Dile çeviren ve açıklayan: Süleyman Fâhir, Bütün Yayınevi, İstanbul 1957, Sf. 888
3. Mehmet Kaplan (Prof. Dr.), Türk Milletinin Kültürel Değerleri, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1977, Sf.12
4. S. Ahmet Arvasî, Siz Sesleniyorum-1, Model Yayınları, İstanbul 1989, Sf. 283
5. Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil, Türkçe Meselesi, Yağmur Yayınevi, İstanbul 2006, Sf. 60-61)
6. T.C. Anayasası, Yaylım Yayıncılık, İstanbul 2011, Sf. 4
7. a.,g., Anayasa, Sf. 37
8. a.,g., Anayasa, Sf. 27
9. Yavuz Bülent Bâkiler, Sözün Doğrusu 2, Yakın Plan Yayınları, İstanbul Mayıs 2012, Sf. 69
10. Yavuz Bülent Bâkiler, Sözün Doğrusu-1, Yakın Plan yayınları, İstanbul Mayıs 2012, Sf. 73
11. a.,g.,e., Sf. 242
12. Necip Fâzıl, İdeolocya Örgüsü, b.d. yayını, İstanbul 1976, Sf. 383