Bilecik, Edebâli yurdudur…

Rahmetli babam başka bir ilde bulduğu iş sebebiyle Pazarcık’ın (bugünkü ismiyle Pazaryeri) Esemen Köyü’nü terk edip, gurbette bir hayat kurunca benim ve kardeşlerimin doğum yeri Bilecik olamadı. Bu yüzden sıkça sorulan “nerelisin” sorusuna muhatap olmaktan uzun bir süre tedirgin oldum. Tedirginliğimin, doğduğun yerin değil, köklerinin bulunduğu yerin memleket olduğu kültürüne geç sahip olmaktan kaynaklandığını çok sonraları idrak edebildim…

Bayram, düğün, cenaze gibi türlü vesilelerle gelip gittiğimiz Bilecik’e dair çocukluk hafızamda üç şey diğerlerinden fazla yer etmişti; uzun tren yolculukları, yuvarlak taşlarla döşeli eski sokaklar ve beyaz başörtülü, siyah cibinlikli kadınlar…

İlkokulun henüz ilk yıllarında babamı kaybedince, yuvarlak taşlarla döşeli eski sokaklarında beyaz başörtülü, siyah cibinlikli kadınların yürüdüğü ve uzun tren yolculukları ile ulaşılan Bilecik, ekmeğini yiyip, suyunu içtiğimiz asıl memleketim oluverdi.

O zamanlar kitaplarda yerleşim yerleri nüfusa göre tasnif edilirdi: Nüfusu ikibine kadar olan yerler köy, yirmi bine kadar olanlar ilçe, yirmibinin üstünde olanlar şehir… Yıl 1985. Karayolundan gelirken sizi karşılayan tabelâlarda, Bilecik’in nüfusunun onbirbin olduğunun yazıldığı yıllar… Babamın liseden sınıf arkadaşı, o da şimdi rahmetlik, ilkokul öğretmenime nasıl olup da Bilecik’in bu nüfusla il yapıldığını sorduğumda, adamcağızın beni ikna edebilmek için dile getirdiği haklı gerekçeleri dün gibi hatırlıyorum.

Anadan ve babadan hemen bütün akrabalarımın ikamet ettiği, nereye giderseniz gidin bir dostunuzla, arkadaşınızla, komşunuzla karşılaştığınız, neredeyse herkesin birbirini tanıyıp selâm verdiği bu il, yaşadığı acıyı unutmaya çalışan çocukta güven duygusu telkin etti. Bir yanında Üçler, bir yanında Yediler diğer yanında Kırklar tepelerinin yükseldiği ve şehri bir çanak gibi aralarına aldıkları Bilecik’e kötülüğün uğramadığı zannına kapıldım uzun bir süre…

Zaman zaman sekteye uğrasa da hâlâ aynı kanaatteyim… Çocukluğumda hissettiklerimden farkı şu ki o zaman şehrin maddesinden kaynaklandığını zannettiğim kanaatimi bugün bir büyük manevî güce bağlıyorum; Şeyh Edebâli…

Bilecik, Edebâli yurdudur…

Üniversite tahsilim boyunca kasvetli, resmî ve bir o kadar da soğuk havasına alışamadığım Ankara’da bir tek şey beni mutlu ediyordu; Bilecik’e dönüşler… İstasyon rampalarını tırmanan otobüste, mezarlığa yaklaşırken ölmüşlerimizin ruhuna biriktirdiğim İhlâs ve Fatihaları önce Şeyhime hediye etmenin huzuru nasıl anlatılsın ki…

Bugüne kadar il dışından gelen misafirlerime şunu söyledim. Şeyhimizi ziyaret etmeden Bilecik’e gelmiş sayılmazsınız. Eğer nasibiniz varsa ve Şeyhim sizi bugünkü kabul defterine yazmışsa ziyaret gerçekleşir. Nasip meselesi…

Bilmiyorum haddi aşıyor muyum… Yarın büyük huzurda hesaplar görülürken, zorda kalan hemşehrilerine Şeyhimin yardım elini uzatacağına, meleklere “durun ne yapıyorsunuz o benim evlâdımdandır, hemşehrimdir” diyeceğine şiddetle inanıyorum.

Bilecik, Edebâli yurdudur…

Mənbə: http://www.kardelendergisi.com