Burada yazacaklarım, kendi “öz”arayışımın “sÖZ”leri, kendi keşif yolculuğumun notları.

Aslolan, yaşadığın, yaşar hale geçirdiğin, hayata geçirdiğin şeyleri söylemektir… Yoksa susmaktır…

“Söz gümüşse, sükût altındır” denmiş ya hani… İşte, yaşanan, tatbik edilen hale geldiğinde “SÖZ” “ÖZ” olur ve o zaman altın olur.

“ Sana da başkalarına da

Yetecek kadar sus ki,

Susuşun nara olsun,

Konuşman çare olsun…”

Diyerek ne güzel anlatıyordu, Cahit Koytak “Susma Sanatı” adlı şiirinde…

Dinlemek… Dinlemek, öğrenilmesi gereken bir şeymiş… Yıllara yayılan bir süreç içinde öğrenmeye başlıyormuş insan…

Dinlemek pasif bir şeymiş gibi algılanıyor çoğunlukla günümüz dünyasında… Herkes söz almak istiyor. Kimse sözü bırakmak istemiyor; hep söz kendisinde olsun, konuşarak kendini ortaya koysun, “Ben de varım” desin istiyor.

Çok konuşan, çok bildiğini iddia eden, sözü kimselere bırakmayan, sürekli ahkâm kesen birileri varsa… Konuşan “benliktir”, aklınızda olsun… Oysa asıl yolculuk, “dinlemek” ile başlıyormuş…

Ve dinlemek, sanılanın aksine çok aktif olmayı gerektiren bir şeymiş… Hattâ aktif olmanın da ötesinde…

Rimbaud, “şiiri-şairi” anlatırken; tüm duyuların karışmasından, birbirine geçmesinden bahseder… “Kulağınla görüp, gözünle duyacaksın…” der…

İşte Rimbaud’nun dediği gibi, “dinlemek” tam da böyle bir şeymiş aslında. Tüm duyularınla, tüm hücrelerinle gerçekleşen bir şeymiş…

“Duvarın arkasını gören kâhin” olarak niteliyordu Rimbaud, şairi…

Dinlemek… Okumak… Görmek…

Hepsi aynı yerde birleşiyormuş…

Söylenenin arkasındakini duymak, yazılanın arkasındakini okumak, görünenin arkasındakini görmek…