Sinan AYHAN’ın yeni kitabı: “BOZGUN” ÇIKTI

Yazarımız Sinan Ayhan’ın yeni kitabı “Bozgun” çıktı. Kitabı incelemek için www.kitapyurdu.com sitesi ziyaret edilebilir. Yazarımızı tebrik ediyor, okuyanının bol olmasını temenni ediyoruz.

Gönüldaşlarımıza, Allah rahmet eylesin

Kardelen’in ilk günden beri, maddî ve manevî destekçisi, dergimizin sahibi Ali Erdal Hocamızın mesai arkadaşı, dostu, dâvâ arkadaşı, gönüldaşımız Ertuğrul Özkan ağabeyimiz, 04 Kasım 2022 tarihinde vefat etti. Aslen Bilecik’in Bayırköy beldesinden olan ağabeyimiz Aydın’da toprağa verildi. Ertuğrul ağabeyden iki gün sonra da Kütahya’dan gönüldaşımız hafız Hüseyin Kete rahmetli oldu. Kete, Kardelen’e ilk can suyunu verenler arasındaydı. İkisine de Allahtan rahmet diliyoruz. Mekânları cennet olsun. 

36. Kardelen toplantısı

Kardelen’in geleneksel hale gelen ve derginin yayın periyoduyla aynı zamanlarda yapılan toplantısı 22 Ekim 2022 tarihinde gerçekleşti. Toplantı başkanı Kadir Bayrak’ın takdim konuşması ile başlayan toplantıda daha sonra Ali Erdal söz aldı. Derginin son sayısı ile yeni çıkacak sayısının değerlendirildiği toplantı bir sonraki toplantının yeri ve tarihi belirlenerek sonlandırıldı. 

36. Toplantıda Ali ERDAL’ın konuşması

Gönüldaşlar!

Toplantılarımızın her açış konuşma-

sından sonra, kendi kendime şöyle diyorum: Bu güzel hitabenin ardından bir başka konuşma zait olur. Lüzumsuz olur, fazladan olur. Hatırlarsınız, bunu ifade ettiğim de oldu.

Gönüldaşlar, geceleri karanlıktan kurtaran ay, gökyüzünde asılı kandil, gündüzleri nereye gidiyor? Ay bir yere gitmiyor, daha üstün ışık, güneş ayı görülemez yapıyor. Sadece her sayımız, bir öncekinden daha üstün olmuyor. Açış konuşmalarımız öyle bir seviyeye yükseldi ki, böyle bir güzellik tabiî oldu ve söylemeye lüzum kalmadı. Güneş doğarken doğduğu söylenir, güneş doğuyor denir ama yükselince tesiri her yanı sarınca varlığını ifade etmek malûmu ilâm olur. Allah’a hamdolsun, sular yükseliyor. “İki gününüzü aynı geçirmeyin” diye emredene salât ve bu emre itaat edenlere ve ona göre kalem ve kelâm faaliyetleri yapanlara O’nunla beraber selâm…

Gönüldaşlar, Allah her mahlûkuna bir savunma mekanizması vermiş. Sayılamayacak çeşitlilikte ve her biri ayrı ayrı birer harika. Görme üstünlüğüne, işitme üstünlüğüne dayanan. Başkalarından hızlı hareket ve hamle kabiliyetine… Büyük olma, hattâ küçük olmaya. Mürekkep püskürtme, koku yayma, zehirleme, hızlı koşma, şaşırtma. Her biri ibretle incelenmeye ve örnek almaya değer harikalar. Her mahlûka ne lâzımsa o. Nasıl kullanacağını doğuştan bilme nimeti ile beraber… İlk yaratılmadan beri kullanılması da kıyamete kadar kullanılacak olması da ayrı bir mucize. Doğar doğmaz, bir eğitim almadan bilmek ve kullanmak da keza…

Peki, insanın korunma mekanizması ne? Hangi tehlikeye ve tehlikelere karşı? Kendisinin dışındaki varlıklara bakınca pençesiz, boynuzsuz, yelesiz, gagasız, dişsiz âciz bir et parçası. Hele doğduğu an. Bu âcizin savunma mekanizması ne? İnsan dışındaki varlıklarda gaye, kendini ve neslini koruma. Savunma mekanizmaları bunun için, ona göre. İnsan için bu kadardan ibaret olamaz, sadece kendini koruma ve neslini idame ettirmekten ibaret olamaz…

Şeyh Galip, mücerret insan için şöyle diyor:

“Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen

Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen.”

Ey insan kendine ibretle ve hoşça bak, zira sen, bütün âlemlerin özü, özeti; sütün kaymağı misali bütün yaratıkların gözbebeğisin.

Öyleyse insan için gaye, nefsini korumak ve neslini idame ettirmekten ibaret olmamalı. Dolayısıyla korunma mekanizması da ona göre olmalı. Bunu anlamak için insanın düşmanlarına bakalım, korunma mekanizmasının ne olduğu kolayca anlaşılır. İnsanın, her biri diğerlerinden azılı düşmanları var. En başta bizimle yaşayan nefs… İçimizdeki tanrılık iddiacısı… Aczine bakmadan kudret taslayan hadsiz… Malayaniliğe, nefsani heveslere, hayvanî zevklere, erişilir erişilmez hırslara meylettiren… Kendine ait her şeyi yücelten, öven, övünen; kendisinin dışındakileri küçülten, düşman sayan bencil…

Başta kibir, kötü huylara yönelten, onlara özendiren…

Her nefs için, diğer nefsler, yenilmesi, hattâ yok edilmesi gereken rakip… Dünya bir arena ve nefsinin elinde oyuncak olan her insan birer gladyatör…

Düşünün bu düşman hayatınız boyunca sizinle özdeş, sizinle hemhâl.

Yine de nefs itlâf edilmesi gereken kuduz köpek değil, disiplin altına alınarak istifade edilmesi gereken, lâzım olan, şart bir enerji…

İkinci düşman… Vehimleriyle insanı aldatan, hakikatten saptıran, itikadını bozan, yanlış düşünceler vehmeden şeytan…

İnsanın düşmanlarını sayalım mı dedik… Böyle iki azılı düşmandan sonra diğerlerini saymaya ne hacet?

İnsanın gayesi mevzumuzun dışında. Yaratılışa savunma mekanizması açısından bakıyoruz.

Pençesiz, boynuzsuz, yelesiz, gagasız, dişsiz âciz bir et parçası mı demiştik, insan için? Bu düşmanlar karşısında bunlarla donansa ne olacak?

Demek ki insana, diğer varlıklardan farklı savunma mekanizması lâzım.

Gönüldaşlar, biri içimizde bizi kötülüklerle yaşatmaya, biri dışımızda ama her an ense kökümüzde kötülükler ilkah etmeye uğraşan iki düşmanı olan varlığın; bizim de, onların da, bütün yaratılanların da fevkinde, kimseye muhtaç olmayan, herkesin ve her şeyin muhtaç olduğu bir zata ihtiyacı olduğu ortadadır.

İnsanın, nasıl yaşaması gerektiğini belirtecek kitabı verecek ve nasıl yaşaması gerektiğinin örnek zatını ihsan edecek şefkat ve merhamete ihtiyacı var.

Engin kâinata bakıp kendisi dışında sayısız varlıkları ve onların kendisine benzemeyen hallerini görüp, düşmanlarına bakıp, kendi aczini idrak edip, buna rağmen yaratıcıyı inkâr eden insanın haline gülüp akıbetine ağlamak lâzım.

Öyleyse insanın korunma mekanizması imandır ve ondan neşet edecek fikirdir.

Sevgili Gönüldaşlar biz, fikrin değerini bilenlere demekte ne kadar haklıymışız değil mi?

36. Toplantı Başkanı Kadir Bayrak’ın Konuşması

Kıymetli gönüldaşlar,

1940 yılında yazılan Nakarat şiirinde “Doğar bir gün benim günüm/Çoğu gitti, azı kaldı.” “Bir gün anlaşılır şiir/Çoğu gitti, azı kaldı” mısraları kaleme alınmış.

Üstad, aransa hemen bulunacak daha pek çok şiirinde ve yazısında, Allaha ve Resulü’ne iman etmiş bütün bir ümmetin hasretini dile getiriyor. Geleceği muhakkak olan bir güne duyulan hasret… Adaletin güneş gibi parladığı, üzerinde kir namına tek toz zerresinin bile olmadığı, olamayacağı kardan beyaz günlere duyulan hasret…

Kardelen de her sayısında aynı hasreti sayfalarına taşıyarak çıkıyor. Bu hasreti yüreklerinde, gönüllerinde taşıyan bütün gönüldaşlara selâm…

Dünya kuruldu kurulalı, vahye dayalı olsun olmasın tarihe iz bırakan bütün aksiyonlar üç temel unsura dayanıyor; İman edilecek, teslim olunacak değerler bütünü, biz buna ‘dava’ diyelim. İman edilen davanın lideri. Lider etrafında hayatları dâhil her şeylerini feda etmeye hazır üstün bir kadro.

Hz. Ebubekir’in (ra) kıymetini anlayabilmek ve anlatabilmek için önce Hz. Ömer’in (ra) kıymetini anlamaya çalışmak gerekiyor. Allahın Resulü (sav) bir hadisinde “Benden sonra peygamber gelseydi o Ömer olurdu.” buyuruyor. Bu hadisten sonra Hz. Ömer’in (ra) kıymetini sizlere anlatma edepsizliğine düşmek istemem. İşte içinde o Ömer’in (ra) de olduğu bütün ümmetin imanı terazinin bir kefesine, Hz. Ebubekir’in (ra) imanı da diğer kefeye konulsa, malûmunuz Sıddıkiyet makamının sahibinin imanı ağır gelir.

Bu girişten de anlaşılacağı üzere üstün davanın “kadro”su üzerine bir şeyler söylemeye gayret edeceğim…

Mekke’nin en zengin hanımı iken, Efendisinin davası uğruna bütün servetini harcayan, infak eden ilklerin ilki, gökteki yıldızım, annemiz Hz. Hatice(ra).

Zorluk seferinde infaka davet edilince elinde avucunda ne varsa getiren, geriye ne bıraktın diye sorulunca Allah ve Resulünü diyen Hz. Ebubekir(ra).

Niçin oğlunu halife olarak tayin etmiyorsun denilince bir evden bir kurban yeter diyen Hz. Ömer(ra).

Hudeybiye zamanı, diğer sahabiler 6, o ise Habeşistan hicreti sebebiyle 13 yıldır Kâbe’yi görmeyen ve Mekke’ye elçi olarak gönderilince “ne güzel hepimizden önce Kâbe’yi görecek” sözleri üzerine “benim tanıdığım Osman, ben görmeden Kâbe’ye bakmaz” iltifatına mazhar olan ve aynen de öyle davranan Hz. Osman (ra).

En küçük yaşından vefatına kadar, “kim var?” denilince eli hep havada olan, hep öne çıkan “mübareze” kahramanı, ilmin kapısı Hz. Ali (ra).

Fedakârlığın en üstün örnekleri… Onlar yaşanmaya değer hayatın her alanında olduğu gibi fedakârlığın da ufuk çizgileri oldular. Gelelim bize…

Efendi Hazretleri buyuruyor; siz onları görseydiniz onlara deli derdiniz, onlar sizi görseydi bunlar Müslüman değil derlerdi…

32 yıldır bir gayret içindeyiz, aklımız erdiği, dilimiz döndüğü, kalemimiz elverdiği ölçüde yazıyor, çiziyoruz.

Ama bazen, kendi adıma konuşayım, “ya biz ne yapıyoruz, yazdıklarımızın kıymeti bir yana, bunları kim okur, kim anlar” diye düşünmeden edemiyorum. Bir insanın susadığını anlaması için önce su diye bir varlığın olduğunu bilmesi gerekir. Fikri, su’ya benzetecek olursak, cemiyetteki birinci tavır, susamak gibi bir ihtiyacı olmadığı için suyu da bilmemesi. İnsanoğlunun var olmasına rağmen bazı şeyleri görememesi, bazı sesleri -köpek düdüğü gibi- duyamaması gibi bir hal. Aslında var ama onlar için yok.

İkinci tavır, su diye bir varlığı biliyor ama kendisi susamadığı için suyun ne anlam ifade ettiğini bilemiyor. Evet, ortada dergi denilen bir nesne var ama bunu alıp okuması gerektiğinden habersiz.

Üçüncü tavır, suyu da susuzluğu da biliyor ama ya susuzluğunu başka sıvılarla gideriyor veyahut da susuz yaşamaya alışmış.

İşte biz böyle bir cemiyet içinde hem susuzluğun hem de suyun kıymetini bilenleri arıyoruz. Bulunca seviniyor, bulamayınca üzülüyoruz. Çünkü eksiğiz, yaptığımızın karşılığını hemen görmek istiyoruz. Bir dereceye kadar bu tavrımız anlaşılabilir ama fedakârlık ahlâkına uygun olmadığını kabul etmeliyiz. Arı, beğenildiği, methedildiği için bal yapmaz.

İstanbul’un kıyamete kadar İslâm beldesi kalacağının delili büyük sahabe Eba Eyyüb el-Ensarî (ra)… Allah Resülü’nün vefatından sonra Hz. Ali’nin yanından ayrılmayan, onu çok seven, niçin Hz. Ali’yi bu kadar seviyorsun diye soranlara onda peygamber kokusu var, siz almıyor musunuz diye cevap veren, Türk milletine Allah’ın lütfu olan büyük sahabe… İlerleyen yaşına rağmen Hz. Muaviye’nin (ra) oğlu Yezid’in kumandasındaki orduyla İstanbul’u fethe geldi. Burada da kim bilir ne hikmetler gizli…

Vefat edeceğini anlayınca cenazesinin surlara en yakın yere defnedilmesini vasiyet etti. İslâm ansiklopedisinde yer alan bilgiye göre vefat tarihi miladî 669 yılı. İstanbul ise 1453 yılında fethedildi. Vefatından tam 8 asır sonra kabrini, onun kıymetini en iyi bilen bir büyük velî, Akşemseddin Hazretleri keşfetti.

Allah için çıkılan bir seferin bu dünyadaki bizim anlayabildiğimiz en ufak karşılığı; zahirde 8 asır sonra keşfedilse de kıyamete kadar hayırla anılmak, bir milletin bütün hayırlı işlerinde (padişahının kılıç kuşanmasından, en küçük ferdinin sünnetine, evliliğine dek) şahit kılınmak… Fedakârlık ahlâkının göz önünde bir örneği…

Kardelen, küçük cüssesiyle en büyük dava taşının altına elini koydu. Daha doğru ifadeyle Allah bize bunu nasip etti, hamd ediyoruz. Bunu yaparken de bütün kadrosuyla bugünkü cemiyetin anlamadığı, anlayamadığı bir fedakârlık ahlâkı ortaya koydu. Allah, bugüne kadar ilmiyle, maddî manevî her türlü imkânlarıyla destek veren bütün gönüldaşlardan razı olsun.

Şiirin anlaşılacağı güne hasretle gönüldaşları selâmlıyor, toplantımızın hayırlı olmasını temenni ediyorum.

Mənbə: https://kardelendergisi.com/