Her şeyi (vardan değil) yoktan var eden Kâmil Kudret; her mahlûkuna had tayin etmiş, sınır çizmiş… Işıkla, sesle, renkle, zamanla, gıda ile, dozla, görülmeyle, görmeyle, duymayla, hislerle, içgüdülerle, ölümle, miktarla, soğuk ve sıcakla, iklimle, mesafe ile eşya ile vesaire… Her türe kendine has yaşama şartları… “Şüphesiz Biz her şeyi bir ölçüye göre yaratmışızdır.” (Kamer; 49).

Meselâ ışık… Ne büyük nimet… Görmeyi sağlıyor… Ama belli bir volttan sonrası karanlık tesiri yapıyor. Halbuki biz, daha fazla ışık, daha iyi görmek diye düşünürüz. Belli bir volttan sonrası, daha iyi görmeyi sağlaması bir yana geçici körlük yapıyor. Haddini aşmış ışığa bakmakta ısrar eden, gözünden olur. Demek ki “El Muktedir” aynı şeyle hem görme nimeti veriyor hem sınır çiziyor… Dilediği gibi tasarruf eden ve her şeyi kolayca yaratan… Kudretine nihayet olmayan… Demek ki bir şey, şartlara göre hem fayda, hem zarar olabiliyor.

Sınırlama, her varlığa ve ayrı ayrı… Biz önümüzde belli bir açıyı görebilirken, bukalemun 360 dereceyi kontrol edebiliyor. Üstelik bunu iki gözü ile ayrı ayrı yapabiliyor… Bize uzaktaki eşya küçük görünüyor, kartal yükseklerden yerdeki istediği noktayı zum yaparak daha büyük ve net görüyor, yılan 2 metre ötesini göremiyor, üstelik sağır da… Köpek bizim duymadığımız sesleri duyuyor; koku üstünlüklerinin ne kadar faydalı olduğunu haberlerde görüyoruz, duyuyoruz. Soğuk da, belli bir dereceden sonra hissedilmiyor; ama şiddeti artınca hayatı sona erdiriyor. Ateş sayesinde sıcak yemek yiyebiliriz; ama kontrolden çıkan ateş, her şeyi kömür ediyor, ormanları kül haline getiriyor. Aynı maddenin farklı dozları, birbiri ile alâkasız tesirler meydana getiriyor. Kopya yok, tekrar yok; her yaratması orijinal. “Es Samed”… Hiçbir şeye muhtaç olmayan ama herkesin muhtaç olduğu Kâmil Kudret; İmam-ı Rabbânî’nin buyurduğu gibi, kanununu koymuş:

“HADDİNİ AŞAN ZIDDINA DÖNER!”…
Her mahlûk değişik şekillerde sınır içinde… Her mahlûk ihata edilmiş. Kimisi için sıcak iyi, kimisi için soğuk… Birine hayat veren, bir başkasına ölüm… Yarasaya ışık lâzım değil, bize şart… Renkli ve siyah beyaz görenler… Hiçbir şey haddini aşamaz. Kimse tayin edilenin dışına çıkamaz, ihata duvarlarını aşamaz. Her şeyi kusursuz yaratan “El Bâri”; her varlığa bir mekân, bir zaman ve bir rızık tayin etmiş. “…yerde bir debelenen yoktur ki nasıyesini O tutmuş olmasın, şüphe yok ki Rabbim doğru bir yol üzerindedir.” (Hud, 56).

Her mahlûk, kendisine tayin edilen dünya içinde… Yaratıldıklarından beri; inek süt verir, arı bal yapar, örümcek ağını örer, salyangoz saldığı sıvı ile dik duran ustura üzerinde yürüyebilir, kartal zum yapar, bukalemun renk değiştirir, ateş böceği ışık saçar, mürekkep balığı renk püskürtür… Zürafa göklere uzanır, solucan yer altında sürünür. Ayı iri, karınca ufak… Yaratıldıklarından beri yılan soğuk, aslan heybetli, at sevimli, fare ürkütücü… Vesaire… Yaratıldıklarından beri çınar yaprağı el, çam yaprağı iğne gibi… Kavak uzun, ot kısa… Trenin ray üzerinde gitmesi gibi, kendilerine çizilen hayatı yaşar her şey… Kimse rayından çıkamaz… Kimse yüce Yaratıcı’nın çizdiği kaderin dışına çıkamaz. “O öyle Allah’tır ki vücuda getireceği her şeyi hikmeti muktezasınca takdir edendir. Onları var edendir. Varlıklara suret verendir. En güzel isimler O’nun. Göklerde ve yerde ne varsa (hepsi) O’nu tesbih (ve tenzih) eder. O galib-i mutlaktır. Yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.” (Haşr, 24). “Ol!” demesi yeter. Kim ne yaparsa yapsın, hüküm sahibi O’dur. Dilemiştir: Çiçek güzelliğinin farkında olunacaksa da olunmayacaksa da açar; tohum, toprağa gömülecek olsa da olmasa da geleceği üzerinde taşır; ağaçlar, kıymet bilinse de bilinmese de meyva verir. Bütün bunların tek bir izahı olabilir, başka bir izah olamaz: Yaratılanlar, yaratanını zikrediyor. Her şey hal diliyle zikir halinde. “Göklerdeki ve yerdeki her şey Allah’ı tespih etmektedir. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Haşr, 1). İnsanlığın Kılavuzu, Peygamber Efendimiz buyuruyor: “Nice binilen hayvan vardır ki sırtına binenden daha hayırlıdır ve Allah Teâlâ’yı ondan daha çok zikretmektedir.”

Yalnız insan!.. Evet, yalnız insan!.. Yüce yaratıcının lütfuyla ve O’nun verdiği nimetler sayesinde sınırlarını zorlar… Odada hapis kedi gibi duvarları tırmalar. Yeni imkânlar ve yeni yaşayışlar peşinde koşar… Ölümsüz olmak ister… Öteleri merak eder, var oluşu ve var edişi sorgular… Sebepler ve sonuçlar üzerine düşünür… Dünü araştırır, yarın için hayal kurar… Sorar sorgular… Tavır alır… Kızılötesi, morötesi ışınları, röntgen dalgalarını araştırır, faydalanır. Kendi frekansının altındaki ve üstündeki sesleri de duymak ister. Görünmeyeni görmek ister. Yerine göre görünmez olmak ister. Başka renk ve boyutları araştırır. Yıldızlara ulaşmak ister. Hayal kurar, plân yapar, tasarlar ve uygular… Hedefine ulaşmak için eşyayı (her şey) kullanır. Bütün varlıkları aşmak; onlardaki üstünlüklere de sahip olmak ister… En küçük zerreden, en uzak yıldızlara gezeğenlere, sistemlere kadar her şeyi emrine almak ister. Düşünür, akıl eder, tercihler yapar, buluş sahibidir, keşfeder, icat eder. Başarısız olsa da vazgeçmez.

İşte insan bu!.. Arama iştiyakı, bulma neşvesi… Düşünme, akıl etme, tercih etme, bulma, keşfetme, icat etme… Bu sayede bütün varlıkların üstünde. Her şeyi yoktan var eden ve her şeyi kendisini zikreder yaratan; bir de vardan var edebilme kabiliyetinde ve yaratıcısını iradesiyle arayacak ve O’na iradesiyle itaat ve ibadet edecek bir varlık yaratmayı irade etmiştir… Sınırsız Kudret, sınırlı irade yaratmayı murat etmiştir. İşte insan bu; rey sahibi varlık!.. “Sonra onu düzeltip tamamladı. İçine ruhundan üfledi. Sizin için de kulaklar, gözler, gönüller yarattı. Ne az şükrediyorsunuz?” (Secde, 9).

Maddî ve manevî bütün gelişmeleri insanın, bu sayede. Arama iştiyakı, bulma neşvesi… “Ben insanı, eşya ve hâdiseleri zapt ve teshir etmesi için kendime halife olarak yarattım.”… Bu sayede bütün varlıkların üstünde… Her şeyi yoktan var eden, her şeyi kendisini zikreder yaratan, günah işlemez ve hep ibadet halinde varlıklar yaratan; bir de vardan var edebilecek, iradesiyle ve aşkla kulluk edecek bir varlık yaratmak irade etmiştir.

İTAAT ETMELİ DEĞİL MİDİR?
Öyleyse, o varlık, mutlak itaat halinde yaratabilecekken, inanma ve inanmamada serbest bırakana; daha çok ve daha bir sadakatle inanmalı değil midir? “Göklerde ve yerde bulunanlar da onların gölgeleri de sabah akşam ister istemez sadece Allâh’a secde ederler.” (Ra’d, 15). Madem onlardaki üstünlükleri kazanmak istiyor, onların zikrinden de ibret almalı değil midir? Tabiatı, kâinatı, mahlûkatı bu idrakle incelemesi icabetmez mi: “Allâh’ın yarattığı herhangi bir şeyi görmediler mi? Onun gölgeleri, küçülerek ve Allâh’a secde ederek sağa sola döner.” (Nahl, 48). Her varlığı kuşatanın; kendisini de, “cüz’i irade” vererek nasıl kuşattığını görüp, ona göre minnetle itaat etmeli değil midir? Kendisini üstün yaratan iradenin neyi murat ettiğini anlayıp ona göre yaşamalı, emrine verilen kâinatı ona göre kullanmalı, bütün ameliyesini ona göre yapmalı değil midir? Bütün buluşları, keşifleri, icatları, tercihleri, vardan var ediş kapasitesi bu arama iştiyakı ve bulma neşvesi sayesinde olan insan; maddî ve manevî bütün yaptıklarını o ilâhî iradenin emrine göre yapmalı değil midir? Kendine hasredilen yeryüzünde (hattâ kâinatta) emrine verilen canlı cansız her şeyi, bu ahlâkla kullanmalı değil midir?

DEĞİLDİR (!)
Değildir (!)… Kâinat bir kâse süt, insan da kaymağı… Kaymağın; bir ayrıcalığı ve üstünlüğünü bilerek yaşamaya hakkı olmalı… Haddini aşmak diye bir şey söz konusu olmamalı… Haliyle haddini aşarsa, zıddına döneceği, yani âsi olursa canavarlaşacağı da söz konusu olmamalı. Yaratılmışların en üstünü olduğuna göre her varlığın imkânlarını aklı, kabiliyetleri ve kapasitesi ile aşabilir… Bu aklınin müktesep hakkı… İhsan değil, lütuf değil, ikram değil… Çalışır, kazanır. Her buluşundan, keşfinden ve hele icadından sonra burnu biraz daha havada olabilir. Onları ortaya koyarken de, kullanırken de hiçbir müeyyideye muhatap olmamalı. Faydalanır, o kadar… Tabiî olanların yerine sentetiğini yapabilen hesap vermez. Tohumlarla, genlerle, varlıkların gelişmeleri ile oynayan havalara girebilir, gururlanabilir, hattâ kibirlenebilir. Faydanın nerden, neden, kimden geldiği, ne olduğu mühim değil. Tufandan, yaptığı yüksek evlerde korunur, dağların üstüne çıkabilir… Sert rüzgârları disiplin altına alabilir, fizik kanunlarını bilir ve yaptıkları ile gökte uçabilir, mağma tabakasında piknik yapabilir. Muhatap kabul edilmenin ne büyük nimet, lütuf ve ikram olduğunu; her şey insan için olduğuna göre, gündemine almayabilir.

HALBUKİ…
Halbuki hakikati görmek için şöyle bir düşünmek yeter insana. Zira her şeyi idrak edecek kabiliyet verilmiştir. Ama yine de aralarından günah işlemez, doğruyu gösterici örnek kılavuzlar gönderildi… Merhameten… Kitaplar verildi. Şefkatle… İradesini itaat yönünde kullanırsa mükâfatın ne olduğu, isyan ederse başına gelecekler belirtildi.

İNSAN ve İCATLARI
18. yüzyıldan itibaren Batı, gittikçe artan bir ivmeyle, maddeye hâkim olmanın hakkıyla, uyuşuk dünyayı hegemonyası altına aldı. Miskin yığınlar; eşya ve hadiselere hâkimiyetin remzi makineyi icat etmiş efendinin köleleri kabul edildiklerine şükretsinler… Yine artan bir ivmeyle, maddeye hâkimiyetin sembolü makine sayesinde, dünyanın bütün dengeleri, efendinin lehine altüst oldu. Bu durum, makineyi hangi fikrin emrinde kullanacağını bilemeyen Batı’yı da şaşkına çevirdi ve şımarttı. Ve makine haddini aştı… Daha doğrusu insanın makineye bakışı haddini aştı. Makine, bilhassa köle yığınlar nazarında masallardaki “dile benden ne dilersen” diyen cin zannedildi. Halbuki “cin” maddî ve manevî bütün değerleri hercümerç ediyor farkında değil… “…Makine, eski beşerî muvazeneleri silip süpürür, el işini ve sanat emeğini çürütür, sınıflar batırır ve sınıflar çıkarır, bilhassa ‘mâverâî – ötelere bağlı’ itikatları pörsütürken, şaşkın insan ruhunda alabildiğine putlaşmış ve insan yapısı olduğunu unutturarak yeni bir insan yapma kudretinin sahibi zannedilmiştir.” (Necip Fazıl, Türkiye’nin Manzarası, 60).“Eşya ve hâdiseleri zapt ve teshir etmesi için halife olarak yaratılan insan”; makinenin hakikatini anlamadığı gibi –bizde bazılarının değer atfettiği sözüm ona şair Nazım Hikmet’in ifadesiyle– makine olmaya bile özendi:

“Trum, trum, trum

Makineleşmek istiyorum!”

Eliyle yaptığı puta tapmaktan farkı ne bunun? Acaba bugün yaşasaydı, ilerlemenin ve ilericiliğin kaynağı ve belirleyicisi gördüğü makineye özenir miydi? Makinenin abartılması yetmedi, günümüzde, teknik gelişmelerin sanalı, insanın üzerine binbir başlı ejderha gibi yüklendi. Makinenin teknik gelişmelerin alâmeti, internet de haberleşmenin ve iletişimin remzi sanıldı. Makine, dünyadaki değerleri alabora etmişti… İnternet ise keşmekeş hale gelen değerleri temelinden yok etme yolunda… Maddî ve manevî… Makine daha çok maddî değerleri bozdu, internet ise daha çok manevî değerleri yok etmek yolunda hiçbir engel tanımıyor.

Mesele makine ve internet değil… Bir fikir ve iman manzumesi emrinde istihdam edilmeyen her şey haddini aşar ve fayda yerine zarar verir. İşte anlaşılamayan bu… Dünyanın buhranını (Pikasso) ve (Dali) gibi ressamlar Süperviyel gibi şairler hissetti…

“Binbir başlı ejderha

İnsan beyniyle doyan!”

Makine tıkırtıları aslında, dünyanın bir iman hamlesine ihtiyacı olduğunu haykırıyordu. Anlaşılamadı…

Bütün haberleşme ve iletişim imkânlarını tuşa getiren, her zaman herkesin ihtiyacına amade internet de aslında, kan ve gözyaşı içinde yüzen dünyanın canhıraş feryadı… Kendini emsal göstererek, bütün gücü ile insanlığın bir nizama ve nizamlanmaya ihtiyacı olduğunu ifşa ve ilân ediyor: İnternet dâhil her şeyi disiplin altına alabilecek bir iman manzumesine!.. Yani İslâm’a!.. Evet, “İSLÂM’A NÜFUZ ETMEDEN BU ÂLEMDE NÜFUZ EDEBİLECEĞİMİZ HİÇBİR ŞEY YOKTUR.” (Necip Fazıl, Çerçeve 1, 147, 3.b., 1998)