İnsan… Unutan varlık insan… Doğası gereği albenili, farklı, renkli cisimlere dikkat eden varlık. Genellikle, gözünün önünde olan çoğu şeyi fark etmez insan. Tıpkı her gün üzerinden geçip gittiği yolları, toprakları fark etmeyişi gibi. Bilemez oysa bu toprakların altında nice hazineler yatar. Toprağa dokunursun, anlamak için. Yaklaşırsan, kazarsan içinden ne zenginlikleri çıkar. Yapaylığın karışmadığı doğal güzellikler sunar sana. Çünkü kutsaldır toprak. Doğallığını kaybetmemiş nice değerlere sahip bu topraklardan, kültürel değerlerden beslenen ve bu güzellikleri bünyesinde bulunduran mümtaz bir şahsiyet Yaşar Metin Aksoy ile bir röportaj yaptık. Yaptığımız bu çalışmadan büyük bir kıvanç duyduğumu söylemeliyim. Çünkü sorulara verilen cevaplar son derece bilgi doluydu. İnsana bilmediklerini, merak ettiklerini öğrenmek kadar mutluluk verici başka bir şey olabilir mi?
Soru: Bize kendinizden bahseder misiniz?
1967 yılında Niksarlı bir ailenin Ankara Hacettepe Tıp Fakültesinde dünyaya gelen ilk çocuğuyum. Benden öncekiler sebepsiz ölünce annem beni Ankara’da doğurmaya karar vermiş. Nüfus cüzdanımda Ankara yazar ama ben kendimi hep Niksarlı olarak gördüm. Niksar’da büyüdüm ve lise son sınıfına kadar okudum. İzmir İnönü Lisesinden mezun oldum. Ankara Ünv. Tıp Fakültesinden 1989 yılında mezun oldum. Sonra sırayla Kars, Ankara, Sivas ve sonra da Tokat’ta çalıştım. 22 yıldır Tokatta Kalp ve Damar Cerrahı olarak çalışıyorum. Bir süre başhekimlik ve Sağlık Müdürlüğü görevlerinde de bulundum. Tıp Fakültesinin yanında İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü mezunuyum. Hobi olarak müzik, ok ve yay yapımı, spor olarak atlı okçuluk yapıyorum. Bestelerim ve romanlarım var.
Niksar’daki evimiz Türkiye’nin Diyarbakır’dan sonra en büyük kalesi olan kalenin orta surlarına sırtını yaslamıştı. Evin hemen yanı başında tolas adı verilen depolar ve tüneller olduğundan tarihin içerisinde yaşıyorduk. Tüm bunları tamamlayan şey ise mahalle çocuklarını büyüsü altına almış olan okçuluk kültürüydü. Bu kültür ise Cüneyt Arkın’ın Battal Gazili filmlerindeki müthiş okçuluk gösterilerinden besleniyordu kuşkusuz. Basit ok ve yaylar yapar bunlarla oynardık. Dedem marangozluk yapıyordu. Kültürel midir genetik midir bilemem ağaca karşı ilgim hiç eksilmezdi. Bir gün “Gerçek bir yay nasıl yapılır” diye düşünmeye başladım. Merakıma mahalleden hiç bir çocuğun iştirak etmediğini belirteyim. Araştırmacı bir ruhum vardı benim. Niksar Kütüphanesinde zorlukla ulaştığım bir ansiklopedi maddesinde şu kadarcık bir bilgi vardı “Türk yayı kemik, ağaç, sinir ve balık tutkalından yapılıyordu”. İş karışmıştı. Beni kat be kat aşardı. Ortaokul vakti de gelmişti. Mahallede Battalgazilerin birbirine karşı savaştığı oyunlar artık mazide kalıyordu. Maalesef büyümüştük. İlkokuldan sonra gelen bu okul zorluğu nedeniyle birçok eğlencemizin tarihe karışmasına sebep oldu. Tek güzel şey cuma günleri öğleden sonrasındaki dört saatlik ağaç işleri dersi idi. Cuma günlerini iple çekerdim. İskarpela ile bir şeyler oymak, sıkıcı derslerin arasında ilaç gibi geliyordu. Okçulukla bağlantısız gibi görünse de yıllar sonra tuhaf bir şekilde birbirlerine bağlanmıştır.
2000 yılında Tokat’a taşındık ve muayenehane açtım. Fazladan bir odam vardı küçük bir atölye için. İskarpela takımları dizdim. Tokat’ın eski evlerindeki oyma tavan göbeklerinin kopyalarını yapıyordum. Bu konuda iyi bir yere gelmiştim. Ve 2005’de her şey değişti. Eylül ayıydı. Askeri müzeyi geziyordum. Yaylar vitrininin önünde. Yaylara uzun uzun bakarken vitrinin altında bir A4 sayfasında yayların nasıl kurulacağını gösterir şemayı gördüm. Çocukluğumdaki zorluğu hatırlayıp O eski Türk yayını tekrar yapmaya karar verdim. Kolay mı oldu, hayır… Yerli kaynak yoktu. Osmanlıcadan çeviri yaptık, yurtdışından kitaplar getirttik, çalıştık çabaladık. Adeta bir ölüyü diriltiyorduk. Yay yapımı unutulalı elliye yakın yıl geçmişti. Boynuz, akçaağaç bulmak çok zordu. Mandanın neredeyse nesli tükenmişti. Akçaağacın kesimi yasaktı. Ve balık tutkalı Almanya’dan ithal geliyordu. Bulabildiğimiz kısıtlı bilgiler tatmin edici değildi. Kafayı müzedeki yaya takmıştım. Acaba nasıl bir yapısı vardı. Boynuz ağaç ve sinir hangi oranlarda kullanılıyordu? MR veya tomografi ile incelemek mümkün olur muydu? Yayı izin alıp önce MR’a soktuk lakin görüntüler çok kötü idi. Şansımızı tomografi ile denemeye karar verdik. Tomografiyi çekince elde ettiğim görüntüler inanılmaz derecede bilgi verici olmuştu. Bu konuyu Kore’de 2007’de Dünya Geleneksel Okçuluk Festivali Kongresinde seminer olarak sundum. Zamanla bu tür okçuluk patlama yaptı. Federasyonu dahi kuruldu. Sadece biz değil dünyadaki tüm ilgililer Türklerin bu konudaki uyanışını takip etmeye başladılar. Tokat’ta öğrenciler yetiştirdim. Çin’den, Güney Kore’den Macaristan’a kadar birçok ülkede okçuluk kültürümüzü temsil ettik. On yıl önce de bir at alıp atlı okçuluk sporu yapmaya başladım. Şu an Danişment Gazi Atlı Okçuluk Kulübünün başkanlığını yapıyorum.
Soru: Tıp ve edebiyat çok farklı alanlar. İkisini ortak nokta olarak hayatınıza almanız nasıl gerçekleşti?
Roman yazmam tesadüfen oldu. Bir arkadaşım roman yazıyordu. İncelemem için bana verdi. Konu pek güzeldi ama eksik yönler buldum ve kendisinden tamamlamak için izin aldım. Oturup romanın girişine ilaveler yaptım. Sonra da kendi yazdığımı beğendim. Roman yazabileceğimi fark ettim. Bir süre sonra Evliya Çelebi Seyahatnamesinde “Varvar Ali Paşanın İsyanı” hadisesini okurken bir arkadaşım Mahperi Hatun Kervansarayının restorasyonunda bulduğu çok yıpranmış iki ok ucu getirerek onların kervansarayda ne işi olabileceğini sordu. Bu konuya bir cevap vermenin imkânı yoktu. Her şey mümkün idi. Ok uçları duvara saplı halde bulunmuş. Demek ki bir çatışma olmuştu. Bu çatışma ile Varvar Ali Paşa’nın isyanı hakkında bir ilgi kurmaya başladım. Bundan iyi bir film çıkar diye düşünmeye başladım. Oturup senaryo nasıl yazılır diye bir araştırma yaptım ve yazmaya başladım. Ama yazdıkça yazıyordum. Yazdıklarımın hacmi bir senaryoyu kat kat aşınca bunu romana çevirmeye başladım ve ilk romanım olan “Sipahi” böylece ortaya çıkmış oldu.
Soru: Edebiyata olan ilginizi nasıl, ne zaman fark ettiniz? Etkilendiğiniz şahsiyetler oldu mu?
Muhtemelen rahmetli öğretmen annemin sayesindedir. Beni okumaya daima teşvik etmiştir. Evde hikâye kitabı hiç eksik olmazdı. Doğum günümde bana ansiklopedi bile hediye etmiştir. Altı cilt ansiklopediyi tamamen okumuştum. 1976’ya kadar televizyonumuz olmadı. Yeni şeyler keşfetmenin tek yolu okumaktı. Ben de okumaya karşı sürekli bir açlık çekerdim. Seçici de değil, ne bulursam okurdum. Sonradan Kemalettin Tuğcu ve Enid Blyton’ın hemen bütün romanlarını, ardından Jules Verne’nin romanlarını okudum. Okul çıkışında halk kütüphanesine uğrar ve kitap okurdum. Kışları hava kararır ben farkına bile varmazdım. Genellikle babam gelir ve beni eve götürürdü. Annem ve babam bana kitap yetiştirmekte zorlanırlardı. Sanıyorum onların öğretmen arkadaşlarının bütün kitapları bizim evden geçmiştir. Ben üç kuruş harçlığını da okumaya yatıran bir öğrenciydim.
Romanlara karşı olan ilgimi hep muhafaza ettim. Üniversitenin ilk yılında bir kırtasiye dükkânının ardiyesinde birkaç ay kalmak zorunda kalmıştım. Kırtasiyenin sahibi bir edebiyat öğretmeni olan Hami Karslı idi. Allah selamet versin ardiyenin duvarları baştanbaşa kitaplıktı. Burada Fakir Baykurt, Orhan Kemal ve Orhan Pamuk ile tanıştım. Yaşar Kemal ile zaten liseden tanışıyorduk. Böylece Türk Klasiklerine de bir giriş yapmış oldum. Üniversitede iken “Av” dergisinde küçük av hikâyeleri yazarak yazın hayatına giriş yaptım. Ayrıca çeviriler de yapıyordum. Ama Tıp Fakültesi böyle yan uğraşları birlikte yürütebilmek için çok da uygun bir yer değil. Bunları devam ettiremedim. Bütün büyük yazarlardan bir miktar etkilenmişliğim vardır. Ama bana tek bir tane diye sorarsanız “Mehmet Eroğlu” derim. O da “Yarım Kalan Yürüyüş” kitabı sebebiyle.
Soru: Türk edebiyatına olan katlılarınızı anlatabilir misiniz?
Belki tarih romanları hususunda mütevazı bir katkım olmuştur. Okumuş olduğum tarihi romanlarda gördüğüm kuru hamaset, tarih yanılgısı, döneme uygunsuzluk, detaysızlık gibi beni rahatsız eden tüm noktaların romanlarımda olmamasına çalıştım. Hikâyeden önce, tarihin bir dönemini okuyucuya aktarmaya ve onun ilgisini daha çok tarihe yöneltmesine gayret ettim. Hiç yaşanmamış şeyleri anlatmak yerine yaşanmış olayları anlatıp bu olaylar arasındaki boşlukları yaşanmış olabilecek hikâyeler ile doldurmaya çalıştım. Tarihe dair öğrendiğim şeyleri de okuyucu ile paylaşmaya çalıştım.
Soru: Doktorluk gibi bir meslek yaparken edebiyat dünyasına iki roman kazandırmak çok takdire şayan bir tutum. Romanlarınızı hayata geçirmede etkilendiğiniz şahsiyetler mutlaka vardır. Bize bu kişilerden bahseder misiniz?
Çocukken aklımda iz bırakan büyüklerden, öğrenciliğimde etrafta olan arkadaşlarımdan, hocalarımdan ve sonradan meslektaşlarımdan olumlu veya olumsuz olarak beni etkileyen birçok husus olmuştur. Kafamda bir roman kahramanı tasarlarken bu özellikleri kahramanlara aktarıyorum. Bu kişilerin başında üniversite hocalarımdan birisi var. İsim vermeyeceğim. İlk romanım olan Sipahi’yi yazarken romanın kahramanı olan Süleyman Bey’in mükemmeliyetçiliği hususunu hocamızın bize karşı olan tavırlarından esinlendim Hocamız yaptığımız işi hiç beğenmez ve bunu yüzümüze karşı söylerdi. Kırk yılın başı bir işimizi beğenirse de bunu öyle bir ifade ederdi ki seviyor mu dövüyor mu anlamazdık. Ama işinin erbabı denilen bir hocaydı. Sanırım Süleyman Bey de onun bu yönüne çekmiş.
Soru: Roman yazarken mutlaka bir ön çalışma yapıyorsunuzdur. Romanlarınızı nasıl oluşturduğunuzu, nelerden etkilendiğinizi, hangi zaman ve olaylardan yola çıkarak yazdığınızı bize anlatabilir misiniz?
Ben tamamen kurgudan oluşan kitaplar yazmadım. Yazabileceğimi de sanmıyorum. Her iki kitapta da beni onları yazmaya zorlayan ipuçları vardı. Sipahi’de bu ipucu kervansarayın duvarına saplı bulunan iki ok ucu ve geçmişte yaşanan bir isyandı. İkinci kitap olan Yeniçeri de ise daha farklı bir şey oldu. Mora Yarımadasında bir kale var: adı Moton. Osmanlı- Venedik Savaşları sırasında bu kalenin 1500 yılında zaptı esnasında kalede bir kitap bulunmuş. Bu bir tıp kitabı olup içerisinde ok yaralanmalarının nasıl tedavi edileceği konusunda kısa bir bölüm var. Bu kitap saray baş cerrahı tarafından tercüme edilerek Sultan 2. Bayezid Han’a sunulmuş. Bu kitap bir doktora tezi olarak çalışılmış. Ben de o tezi bulup okuduğumda anlatılan tedavi usullerini görünce birden ilham geldi. Kale kuşatmasını, öncesini, çevresinde olan bitenleri ve bu kitabın kaleye nereden ve nasıl geldiğini ve oradan sultana sunulmasına kadar olan bir yolculuğunu yazdım. O sırada Sultanın almak istediği başka kalelerde var iken neden Moton Kalesinde karar kılmıştı? Acaba bu kitabın o kalenin tabibinde olması Moton’un kuşatılıp alınması için bir sebep miydi? Eğer öyleyse bu kitap binlerce yeniçerinin ölmesine değer bir kitap mıydı? Peki, Sultan neden ısrarla bu kitabı ele geçirmek istiyordu? Bunlar benim hayal kurarken kendime sorduğum sorular. Bu soruların cevabını da ikinci kitapta verdim.
Soru: Roman kahramanlarınızla kendinizi ve yakınlarınızı özdeşleştirdiğiniz oluyor mu?
Olmaz mı? Kendimin beğendiğim yanlarım kadar beğenmediğim yanlarımı da kahramanlara yapıştırıyorum. Misal benim çok fazla at ile yıkılmışlığım vardır. Sipahi Süleyman’da bir savaşın en önemli anında at ile yıkıldı. Yeniçerinin ikinci kahramanı olan saray cerrahı’da tıpkı benim gibi çok latifeci bir şahıs. Süvari alayının belli başlı askerleri hep benim okçu arkadaşlarım.
Soru: Yazmayı istediğiniz bir dönem ve anlatmak istediğiniz bir şahsiyet mutlaka vardır. Gelecekte yapacağınız çalışmalarla ilgili bize bilgi verir misiniz?
En fazla ilgimi çeken dönem 17. Yüzyıl. Sebebi de Evliya Çelebi. O dönem yaşantısı ve askerlerin ortamları hakkında ilginç ayrıntılar veriyor. Muhtemelen yine bu dönemle ilgili bir şeyler yazarım. Sipahi iyi bir baskı sayısı yakaladı. Okurlardan devamının gelmesi yönünde talepler var. Lakin yayınevi Sipahi 2’yi istemiyor. Henüz karar vermedim. Ama muhtemelen tanınmış bir şahsiyet yerine ilk iki romanda olduğu gibi gölgede kalmışlardan bir kahraman veya kahramanlar seçerim.
Soru: Okuyucularınızla günlük hayatta karşılaştığınız zaman yaşadıklarımızı anlatabilir misiniz?
Genelde yeni kitap talebi geliyor. Bazen de ilk kitabın hüzünlü sonu konusunda da eleştiriler. İki defa da teknik hata uyarısı geldi ki çok değerliydiler. Böyle bilgili okuyucuların olması çok iyi bir şey. Kaç kişinin gözünden kaçmış bir şeyi bulup bana ulaştırmalarına minnettar oluyorum. Okuyucu ile kitabın sahnelerini konuşup tartışmak çok keyif veriyor.
Soru: Ülkemizdeki edebiyat çalışmalarını, özellikle roman ve hikâyecilikteki çalışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Roman yazarı olmama rağmen edebiyattan oldukça uzak kaldım. Sebebi kırk parçaya bölünmüş olmak. Bu nedenle hataya düşersem affola. Türk romancılığının duraklama devrinde olduğunu düşünüyorum. Hikâyecilik ise takibimde değil. Bunları söylerken çok tedirginim. Sağdan soldan eleştiri okları yemem inşallah. İnternetin ve asri zaman yaşantısının darbe vurmadığı sanat dalı mı kaldı siz söyleyin?
Soru: Edebiyata olan ilgi ile günlük ilgi gören ancak çok edebi değeri olmayan çalışmaları toplum genelinde incelediğimiz zaman nasıl sonuçlara ulaşıyorsunuz?
On puanlık uzman sorusu oldu bu. Ben bu sınavdan kalırım ellağam. Şakanın yanı sıra ciddi bir araştırma konusu bu. Bir ürünün değerini yazılmasından yıllar sonra tartışmak lazım.
Soru: Sizce kıymetli bir okuyucu nasıl olunabilir?
Doktor Fatih Şua Tapar gibi olunabilir. Ayda birkaç kitap bitirip sonra bunları internet ortamında kendi okuyucularına değerlendiren, bu kitaplardan alıp seçtiği mottoları (vecize) veya hikâyeleri başka yazılarda kullanarak gerek kendi dünyasını gerekse okuyucusunun dünyasını renklendiren bir okuyucu kıymetli bir okuyucudur. Buradan Fatih Bey’e de selamlar.
Soru: Ülkemiz gençlerinden beklentileriniz nelerdir?
Tabi ki sosyal medyadan olabildiğince uzak dursunlar. Bir sporu düzenli yapsınlar. En az bir hobi edinsinler. Bir müzik aleti çalmak veya resim yapmak ile mutlaka ilgilensinler. İş sahibi olmak yerine meslek sahibi olmaya çalışsınlar. Kötü alışkanlıklardan uzak durup, kötü arkadaşlıklar kurmasınlar. Allah’ın verdiği devasa hard disklerini bolca yazılım ile doldursunlar ki bir gün işlerine yarar.
Soru: Hayatı daha anlamlı hale getirebilmek için edebiyat dünyasında ve yaşadığımız toplumda neler yapılabilir?
Hayata kulak vermemiz ve onu dinlememiz lazım. Hayattaki her varlığın bir dili ve bize anlattıkları şeyler var. Kulak vermiyoruz ve dinlemiyoruz. Çok şey kaçırıyoruz. Onu dinleyip başkalarına anlattıkça edebiyat dünyamız zenginleşiyor. Ben gariban bir doktorum. Edebiyat ilgili ne kadar az konuşursam o kadar iyi. Konuyu uzmanlara bırakıyor ve izzeti ikbal ile çekiliyorum. Teşekkür ederim.
Sayın Yaşar Metin Aksoy, Kümbet dergisi olarak bize zaman ayırdığınız için çok mutlu olduk. Ayrıca dünyanızın kapılarını bize araladığınız için teşekkür ediyoruz. Edebiyat dünyasında fersah fersah yol almanızı diliyor, şükranlarımızı sunuyoruz.