Şehirler bir medeniyetin insan eliyle oluşmuş en somut göstergelerinden biridir. Arap dilinde şehir anlamına gelen Medine kelimesi ile medeniyetin aynı kökten geliyor olması şüphesiz bir tesadüf değil. Bir yandan medeniyetler şehirler inşa ederken, diğer yandan şehirlilerin ürettiği medeniyet şehirleri besler ve geliştirir. İşte bu yüzden, Ortadoğu merkez olmak üzere Atlas okyanusundan Uzakdoğu’ya, İslam Medeniyetinin yeşerip yayıldığı çok geniş bir coğrafyada üç aşağı beş yukarı benzer biçim ve anlayışla inşa edilmiş şehirlerle karşılaşabiliyoruz. Merkezinde iman, ilim ve irfanın (cami, medrese ve tekke) yer aldığı, yaratan başta olmak üzere, insana, diğer yaratılmışlara, hatta cansız varlıklara dahi hürmet ve muhabbetin tezahürü olan şehirlerdir bunlar. Sosyal hizmet işlevi taşıyan anıtsal yapılarda kalıcı malzeme ile görkemli bir mimari dil ortaya konulurken, kişisel kullanıma ait evlerde geçici malzeme ile mütevazı, mahremiyeti önceleyen, tabiatla barışık bir anlayış hâkimdir. Yine bu şehirlerin en önemli özelliklerinden biri de, ölümü bir son değil, ebedi hayatın başlangıcı olarak gören bir inanç sisteminin doğal sonucu olarak, mezarlıklarla iç içe yaşamalarıdır. Tokat bu yönüyle de tipik bir İslam şehridir.
Eski kültürümüzde sanki gülistan dermiş gibi, kabristan diye adlandırılan mezarlıklar yalnız şehrin çevresinde değil, cami ve tekkelerin hazireleriyle ve türbe yapılarıyla şehrin her yerinde karşımıza çıkıverirler. Korkulacak yerler gözüyle bakılmaz buralara. Bir ev hanımı kapı komşusu gibi addettiği bitişikteki evliya kabrinin toprağında hercai menekşeler yetiştirirken, çocuklar bir tekke bahçesinde mezarların tam önünde, neşe ile oyunlar oynarlar. Kabirlerin önünden geçilirken birkaç dakika duraklanır, selam verilir, bir Fatiha yollanır. Mezarlıklar ekseriyetle Allah dostu büyük bir zatın etrafında, hem o zata kabir komşusu olmak, hem de onun ziyaretçileri vesilesiyle daha fazla hayır dua almak umuduyla oluşturulmuştur. Genellikle manzaralı ve sefalı yerlere konumlanmış durumdadırlar. Şehrin batı çıkışındaki adı üstünde Erenler Mezarlığı ile doğu yakasındaki Şeyh-i Şirvanî Mezarlığı ve Beybağı taraflarında kalıp yazık ki, son yıllarda çevre yolu inşaatı nedeniyle tarumar olan Alpgazi mezarlıkları bunun tipik örneğidir. Bu erenler bu dünyadan göçmüş olsalar da, ruhaniyetleri, feyiz ve bereketleri ile capcanlıdırlar. Seyyid Seyfullah hazretlerinin;
“Biz aşığız biz ölmeyiz
Çürüyüp toprak olmayız
Karanlık yerde kalmayız
Bize leyl-ü nehar olmaz.” deyişi bu gerçeğin ne güzel ifadesidir.
Tokat, Anadolu ve Rumeli’nin hemen her köşesi gibi bir evliyalar beldesidir. Şehir fethedilmeden önce gelip gönüller fetheden Yesevi erenlerinden Gıjgıj Baba, şehre hâkim Gıjgıj tepesi üzerinden Tokat’ı koruyup gözetmektedir. Efsanelerde Gıj- gıj sesleri ile düşmana taş yuvarlayarak mücahitlere yardım ettiği anlatılır. Evliya çelebi seyahatnamesinde, Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli’nin Horasan’dan Anadolu’ya göçü sırasında Tokat’ta bir müddet konakladığı ve halifelerinden Sümbül Baba’yı burada bırakarak Tokat için, âlimler yurdu, fazıllar konağı ve şairler yatağı olması yönünde dua buyurduğunu anlatır. Sümbül Baba halen 13. yy sonlarına tarihlenen zaviyesinin bitişiğindeki türbesinde yatmaktadır. Halvetiliğin Anadolu’dan İstanbul’a geçişinde önemli halkalardan biri olup, Sivas’ta medfun bulunan Şems-i Sivasî hz.’ni yetiştirmek üzere Tokat’a gelen Abdülmecid Şirvanî k.s (Şeyh-i Şirvanî) Çay mahallesindeki mütevazı kabrinde istirahat etmektedir. Mü’min kardeşlerinden ayırt edilmemek için hazretin türbe istemediği, ölümünden sonra sevenleri ve takipçileri tarafından birkaç kez yaptırılan türbenin bu nedenle ertesi sabah yıkıldığı rivayet edilir. Tokatlılar tarafından mübarek günlerde yoğun olarak ziyaret edilmektedir. Hac kafilelerinin hazretin huzurunda toplanarak yapılan duanın ardından yola çıkmaları geçmişin güzel geleneklerindendi. Küçük bir çocukken yaptığımız kabir ziyaretlerinde, kendi aile büyüklerimizden önce mutlaka Şeyh-i Şirvanî hazretlerinin kabrini ziyaret ettiğimizi ve ebeveynimin huzurdan arkalarını dönmeksizin geri geri ayrılarak, büyüklere böyle hürmet edilmesi gerektiğini öğütlediklerini hatırlarım. Kendi adıyla anılan caminin bitişiğinde cennet bahçesi gibi huzur dolu bir bahçede yatan Hoca Behzat-ı Veli, şair, âlim ve mutasavvıf, İshak-ı Zencanî, Ali Tusî, Nurettin Sentimur, Sefer Beşe, Acepsır, Murat sevdakâr, Kırkkızlar, Halef Sultan, Şeyh Meknun, Pir Ahmet türbeleri, Ebu Şems Hangâhı, Ahi Muhyittin Zayiyelerinde yatan zevat ve isimleri tam olarak bilinmese de yer yer karşımıza çıkan tek mezarların sakinleri, Tokat’ın dört yanına dağılmış durumda manevi mühürleri gibidirler.
Hayat ve ölüm, bir elmanın iki yarısı gibi birlikte akar bu şehirde. Yeni doğan bebeğin ismi konulurken kulağına okunan ezan, vefatında kılınacak cenaze namazı içindir. Hakikaten, ömür dediğimiz şey, ezanla namaz arasındaki süre kadar bir şey değil midir? Bembeyaz kundak ile kefen, yapılan mevlit törenleri, eşe dosta dağıtılan helvalar doğum ve ölümün ortak şiarıdır. Bu ikisinin arasında bir yerde duran düğün törenlerinde de aynı tema kendini hissettirir. Vakıf malı olarak halkın hizmetine sunulmuş olan aynı kazanlarda pişer düğün ve ölüm yemeği. Aynı sofra etrafında kaşık sallar eş, dost ve akrabalar. Gelin kızlarını uğurlayan ana-babası, beyaz gelinliğiyle gittiği yeni evinden ancak beyaz kefeniyle çıkabileceğini hatırlatırlar.
Gösterişten çok kullanışı önceleyen geleneksel evler, doğumdan ölüme kadar hayatın her aşamasını kapsayacak şekilde yapılmıştır. Her birinde cenazelerin yıkanması için teneşirin rahatça döndürülebileceği genişlikte hayatlar mutlaka vardır. Apartmanlaşma furyasının başladığı 70’li yıllarda aile büyükleri sırf bu nedenle, eski konaklarından apartman dairelerine geçmemek için hayli direnmişlerdi. Buna çözüm olarak birtakım anlayışlı (!) müteahhitler, giriş katında bir gasilhane bulunan apartmanlar bile yaptılar o dönemde. Ölümlerin evden çok hastanelerde gerçekleştiği günümüzde ise, belediyeler seyyar cenaze araçlarıyla olaya son noktayı koymuş durumdadırlar. Dede ve ninelerimizden bize kalan önemli bir görenek de; kefen ve cenaze çeyizi denebilecek bir bohça kâfur kokulu eşyanın yaş kemale erince hazırlanıp, sandıklarda veya ahşap dolaplarda kullanıma hazır vaziyette bekletilmesidir. Evdeki gençlere ara sıra ”Ölürsem telaşa kapılmayın, kefen bohçam falanca dolapta” diye hatırlatılırdı. Kuruyan ağaçların düzgün olanları, ”bundan güzel kabir tahtası olur” diye biçtirilerek bir köşeye konurdu. Ölüm her an gelebilecek bir misafir gibi beklenirdi hatta. Azrail a.s batı toplumlarındaki gibi elinde tırpanla resmedilen korkunç bir yaratık değil, emaneti Sevgiliye kavuşturacak bir elçi tasavvurundadır bizim medeniyetimizde. Rahmetli dedem hasta bile olmadan – hani ayakta ölmek diye bir tabir vardır- tam da öyle, ağaç dikerken ruhunu teslim etmişti. O gün kefen bohçasını bulunduğu dolaptan almak için rahmetlinin odasına giren anneciğim, bohçayı dedemin yatağının başucuna konmuş, hazır halde bulacaktı. Onların endişe ettikleri tek şey, elden ayağa düşüp yatağa bağımlı hale gelmek ve başkalarına yük olmaktı. Ninelerimiz ”pişirdiğim aş ile bağladığım baş ile emanetini al Allah’ım” diye dua ederlerdi. Rahmetli anneannemim ”ölmekten değil, ölmemekten korkun yavrum ” diyen sesi hala kulaklarımdadır.
Ölüm, her ne kadar bir mümin için korkulacak bir son değil, vatan-ı asliye göç olarak algılansa da geride bırakılan yakınlar ve sevilenlerin mevcudiyeti nedeniyle her zaman hüzünlü bir yan barındırır kuşkusuz. Göçen yakınların ardından yaşaran göz ve hüzünlenen kalp son derece doğal ve insani bir gerçektir. 14. yy başlarında inşa edilmiş bir İlhanlı eseri olan Abdul Muttalip (Ahi Muhyittin) zaviyesinin kitabesinde bu insani hüzün çok veciz bir eda ile taşa hakkedilmiş bir ibret levhası olarak durmaktadır;
“Dünya geçici ve değersizdir. Evveli ümit, sonu ölümdür. Elimizde olmayarak dünyaya geldik. Orada şaşkın bir şekilde konakladık. Ve istemeye istemeye oradan çıktık.”
Zaten mezar şahideleri eski kültürümüzde hat sanatımızın en nadide örneklerinin sergilendiği birer sanat eseri durumundadırlar. Öte yandan sahiplerinin cinsiyetini, hangi mesleğe, hangi meşrebe dâhil olduklarını, hangi yolun yolcusu olduklarını dilsiz ve dudaksız bir şekilde söylemektedirler.
Gülbahar Hatun (Meydan) Camii haziresinde yer alırken, Hatuniye medresesinin yıktırılması esnasında oradan kaldırılan mezarlardan biri olup, şu an Tokat müzesi olarak hizmet veren tarihi bedesten önüne nakledilmiş bulunan 1913 tarihli bir lahit vardır. Kırık şahidesindeki yazıdan anlaşıldığına göre bu, Sivas valisi Ahmet Muammer Bey’in refikası Faika Hanımın kabridir. Bakınız Ahmet Muammer Bey, verem nedeniyle kaybettiği sevgili eşine, zarif bir talik hatla nakşedilmiş şu satırlarda nasıl sesleniyor;
Ey tenha Türk kadını hayatımın yoldaşı
Sen mi varsın altında kaldırırsam bu taşı
Yok, sen yoksun cismin var zulmet dolu bu yerde
Sen bir ruhsun gülersin yıldızlarla göklerde
Ay doğdukça ruhunu hissettirir bu yerler
Söyler benim hüznümü ağladıkça bülbüller
…
Hicran ateşinin âşıkta meydana getirdiği sarsıntıyı en sanatkârane bir şekilde gösteren bu taşın önünde, bir asır önce yarım kalmış bu aşk için hüzünlenmemek elde değil. Muammer Bey, Faika hanımına çoktan kavuşmuş olmalı. Aşkları ziyade olsun. Nur içinde yatsınlar.
Hz. Mevlana’nın sağlığından itibaren sevenleri ve takipçilerini barındıran Tokat’ın elbette yüzyıllar boyunca Aşk talimhanesi olmuş güzel bir mevlevihanesi de vardır. Semahanesi, derviş hücreleri, şeyh dairesi ve hamamı ile günümüze ulaşmış olan bu nadide mevlevihanenin yazık ki hamuşanından eser kalmamış. Hamuşan muhtemelen son yüzyılda, civardaki resmi kurumlardan birinin alanında kalarak yalnız sessizliğe değil, görünmezliğe de karışmış olmalı.
Asırlar boyunca farklı dinler ve etnik kökenlerin bir arada kardeşçe, barış içinde yaşadığı Osmanlı coğrafyasının bütün kadim kentlerinde olduğu gibi 20. yy’ın son çeyreğine kadar Tokat’ta da biraz Musevi, biraz Rum ve hatırı sayılır bir Ermeni nüfus vardı. Millet-i sadıka denen bu hemşerilerimizle atalarımız güzel komşuluk ve arkadaşlık ilişkileri içinde yaşadılar. Karşılıklı olarak bir birlerinin dinlerine, kutsal değerlerine saygılı oldular. Sözgelimi Ermenilerin evlerinde her zaman Müslüman komşuları için seccadeler bulunduruldu. Bayramlarımız karşılıklı olarak kutlandı. Kurban’da onlara komşu payı gönderilirken paskalyada bize yumurta gelirdi. Cenazelerde komşuluk bağları çerçevesinde her zaman birbirlerine destek oldular. Ermenilere ait maşatlık adıyla bilinen mezarlık, Gıjgıj tepesinin kuzeybatı eteklerinde halen mevcuttur. Birlikte cemaat oluşturabilmek ve çocuklarını daha kolay evlendirebilmek gibi pratik gerekçelerle 50’lerden itibaren şehirdeki Ermeni nüfus giderek büyük kentlere göçmüş, günümüzde yazık ki yalnızca birkaç aile kalmıştır. Bunun doğal sonucu olarak maşatlığın ziyaretçileri gitgide azalmaktadır. Birkaç yıl önce, yıllardır Amerika’da yaşayan, Tokat sevgisi ortak noktasında buluştuğumuz değerli ağabeyim ve hemşehrim Dr. Vahe Karaçorlu, bir miktar para göndererek babasının medfun bulunduğu Ermeni mezarlığının kapısını boyatmamızı rica etmişti. Biz de bu isteğini yerine getirdik. Bu esnada olayı muhterem kayınpederim Hafız Hüseyin Efendiye anlattığımda, kayınpederim 1960 larda yeniden inşa edilmesine öncülük ettiği Şeyh-i Şirvanî camisinin doğramalarını Vahe beyin babası Haçik Ustanın gönüllü olarak bila ücret yaptığını tebessümle hatırladı. Evrensel kaide olan, iyilik yap, iyilik bul ve her milletin iyisi iyidir düsturlarını bu tevafuk vesilesiyle bir kez daha idrak ettik. Keşke en az bizim kadar buralı olan Ermeni hemşehrilerimizle, barış ve esenlik içinde hala birlikte yaşıyor olabilseydik. Onların Maşatlıkta yatan ataları içinde; dinince dinlensinler, toprakları bol olsun demeden geçmeyeyim.
Çocukluğumun Tokat’ında, mahalle kültürünün bütün canlılığı ile hüküm sürdüğü devirlerde birisi vefat ettiğinde yardıma koşacak ilk kişi komşular olurdu. Yakın komşunun ana-babadan bile ileri sayılması işte tam da bu yüzdendi. Komşular el birliği ile cenazenin gereken hizmetini görürler, rahat yatağına yatırırlar, uzakta yakınlar varsa haber verme, telgraf çekme gibi işleri yaparlar, mezar yerinin tespiti ve hazırlanması gibi konuları hallederlerdi. Böylece cenaze yakınlarının ilk şoku atlatmasına yardım ederler ve bu kederli günde yalnız bırakmazlardı. İçli selalar ile tüm şehre duyurulurdu vefat haberi. Cenazenin gasl ve defin işlemlerinde hizmet, en başta evlatları olmak üzere en yakınlarına düşerdi. Erkekler 3 gün, kadınlar bir haftadan az olmamak kaydıyla, 40 güne kadar taziye ziyaretlerine devam ederlerdi. Bu süre zarfında cenaze evinde yemek pişirilmez, eş, dost ve komşular sıra ile bu işi hallederdi. Mahallede planlanmış düğün varsa yapılmaz, cenazeye hürmeten bir süre ertelenirdi. Taziye sürecinde vefat eden kişi güzel vasıflarıyla ve rahmet dileğiyle yâd edilir, aşrı şerifler okunur, hatimler indirilir, 71.000 kelime-i tevhit tesbih edilirdi. Geride kalanlar “Allah sizlere ömür versin, Allah daha ağır acı göstermesin, Allah sabr-ı cemil ihsan eylesin, Takdir-i ilahi” gibi cümlelerle teselli edilirdi. Cenaze kadın ise tabutun üzerine iğne oyalı yeşil bir yazma örtülürdü mutlaka. Cenaze günü yakınları defin işleminden sonra mezarlıkta ıskat sadakası dağıtır, sonraki günlerde vefat eden kişinin tüm giyecekleri, ihtiyaç sahiplerine verilir ve hayır hasenat yapılırdı. 40. ve 52. günlerinde Kur’an-ı kerim, kelime-i tevhid ve mevlit meclisleri düzenlenir, ardından misafirlere aynen düğün yemeklerinde olduğu gibi, yoğurtlu yarma çorbası, pehlili pilav, helva ve ayrandan oluşan bir yemek ikram edilirdi. Cenazenin en yakınları ve sevenleri tarafından bu süre zarfında her gün bir şişe içindeki suya Kur’an-ı kerim, en çok ta Yasin-i şerif okunur ve 41. gün kabir ziyaret edilerek bu su mezar toprağına dökülürdü. Daha sonraki yıllarda genellikle vefatın sene-i devriyesinde bu yemekli meclisler tekrarlanacaktı. Arefe günleri bilhassa ikindiden sonra veya bayram sabahları namazdan sonra kabirler ziyaret edilerek, bayram sevinci göçüp gidenlerle de paylaşılmış olurdu.
Adeta hamamlar başkenti olan ve doğum, düğün başta olmak üzere her vesileyle hamama gidilen bu şehirde elbette ölümü takip eden bir hamam töreninin olmaması düşünülemez. Genellikle 40 günlük taziye süresi dolduktan sonra, yakın akrabalardan biri, cenaze yakınlarını hamama davet eder, onları araba göndererek aldırır, üzüntülü oldukları için yıkanma ve giyinmeleri ile olağan vakitlerden daha fazla alakadar olur ve hamam ücretlerini öderdi. Buna yas hamamı denir ve ölenin ardından kalan yakınların, olağan gündelik hayata dönüp adapte olabilmeleri için adeta bir sınır teşkil ederdi. Hayat devam ediyor, ölenle ölünmüyordu elbette. Yine düğünler olacak, bebekler dünyaya gelecek velhasıl devran dönecek, “Ey hayat, seni böyle sıkı tutuşum ölüm sayesindedir” diyen filozof haklı çıkacaktı.
Halk irfanından süzülen o güzel ifade “Ölüm Allah’ın emri ayrılık olmasaydı” der demesine ama asıl önemli olan ahiret ayrılığı olmamasıdır. Cemal cennetlerinde başta Efendimiz s.a.v olmak üzere, sevdiklerimizden ayrı düşmemek duasıyla noktalayalım. Allah kimselere ahiret ayrılığı vermesin efendim.