Ellerini arkasında birleştirerek yürüdü. Pencerenin önünde durup dışarıyı seyretti. Ara sıra siyah çizmelerinin topuklarını birbirine vurarak, tak tak diye ses çıkardı. Beklenmedik bir anda hızlıca masanın başına gelen Kumandan Nikoloyeviç yumruğunu sertçe masaya vurup; “Yakın, yıkın, halka korku verin, dehşete düşürün ki bölgeden çekilip, azınlığa düşsünler ve olası bir ayaklanmada Rus’un gücünü görsünler.” diye bağırdı.
Elviye-yi Selase(*) talan emri almıştı.
***
Birkaç yıldır işgal altındaki sancak zor günler geçiriyor olsa da böyle talan görmemişti. Saldatların(**) halkı göçe zorlamak için yaptıkları baskı karşısında, millet elele vermiş tek yürek olmuştu. Atları, eşekleri, öküzleri, kağnıları kayıt defterine yazdıkları yetmiyormuş gibi, yakıcı güneş altında çalışıp, didinerek elde ettikleri rızıklarını; ambarlara, aşhanelere dolduran köylünün elinden silah zoruyla alıyor, karşı koyanları ya dövüyor, ya da öldürüyorlardı. Evlerin kilerlerine kadar girip, erzaklarını, teknedeki ekmeklerini ellerinden alarak, atların çektiği furgonlara(***) yükleyip götürüyorlardı. Bunlar yetmiyormuş gibi arkalarında ağlar bıraktıkları insanları ölümle de tehdit ederek gözdağı veriyorlardı. Köylüler hayvanlarının çoğunu dağlara kaçırmış, arpa ve buğdaylarını kazdıkları kuyulara saklamıştı. Değirmenler ise ancak gece yarısından sonra ay ışığında çarklarını döndürebiliyordu.
Kars’ın, Ardahan’ın, Batum’un merkezindeki durum köylerden farklı değildi. Sırtlarında süngülü tüfeklerle mahallelere dağılan saldatlar evlerde ne varsa topluyorlardı. Kadınların parmaklarındaki yüzük, kulaklarındaki küpe, bellerindeki gümüş kemere kadar hepsini aşikâr soyuyorlardı. Şehrin çarşı pazarında ise pırtı mağazaları talan ediliyor, berber, terzi, nalbant gibi küçük esnafın da en küçük akçesini silah zoruyla ellerinden alıyorlardı. Cephede savaşmaktan daha beter olan bu soygunun sonu gelmiyordu.
Rusların bütün olanaklarını kullanarak, kırk yıl uyguladıkları işgalci politikaları hiçbir zaman Elviye-yi Selase’yi yıldırıp, Müslümanları azınlığa düşüremedi. Tek yürek olan bu üç sancak halkı, askerinin yanında yer alarak, lokmalarını, hırkalarını, evlatlarını vatana feda ettiler.
***
Köylülerin gönüllü olarak topladığı erzakı çuvallara doldurarak, gecenin karanlığında öküzlerin çektiği arabalara yüklediler. Çoban olan ikiz kardeşler araziyi iyi biliyordu. Arabaları süren arkadaşları da onlara yardımcı olmak için çalışıyordu. Düşmana görünmemek için gündüz kayalık yerlerde saklanıp gece ay ışığında en gizli, en zor yollardan geçerek, kışlaya bir haftada vardılar.
Birbirinin aynısı olan iki delikanlı Mecidiye kışlasının merdivenlerini koşarak çıktılar. İkinci kattaki odanın çift kanatlı kapısını tıklattılar. “Gir!” cevabıyla içeri girdiler.
– Kumandanım köylülerin askerimize yardım için topladıkları erzakı aşhaneye, zahireyi de değirmenlere teslim ettik. Dikilen çarık ve analarımızın bacılarımızın ördükleri yün çorap ve yelekler de dağıtılmaya hazırdır. İzniniz olursa Arpaçay’daki ordugâha dönmek isteriz. Karslı Mustafa ile Şevki Çavuş da bize katılacak. Kumandanım; birçok Türk aileleri göçü önlemek ve ordumuza destek vermek için camilerde ve evlerde gizli toplantılar yapıyorlar. Allah’ın izniyle tek nefer bu topraklardan ayrılmayacaktır.
– Hakkınız helâl, gazanız mübarek ola yiğitlerim.
– Helâl olsun komutanım!
Koşarak merdivenlerden indiler. Duvarın dibindeki ağaca bağladıkları atlarına bindiler. Başlarındaki eski kalpakları at üzerindeki mağrur duruşlarına heybet katmıştı. İkiz kardeşlerden Hasan’ın şalvarındaki yırtıklar yama üstüne yamayla kapatılmış, Hüseyin’in ise çarığının altındaki delikten sızan su ayaklarındaki yün çorabı ıslatmıştı. Onların yürekli hallerini pencereden seyreden komutan nemli gözlerle arkalarından selama durmuştu.
Kurtuluş, özgürlük, ümit, dua dolu yürekleri ve dillerinde:
“Bu zulmetler içinden çıkarız bir gün.
Şarka, garba yıldırımlar çakarız bir gün.”
Türküsüyle Mezra köyüne varmak için yola koyuldular.
Bacaları tüten topraktan evlerin pencerelerinden, gaz lambalarının fersiz ışıkları seçiliyordu. Köyün ortasındaki caminin önünde atlarından inen Hasan ve Hüseyin, abdest aldıktan sonra akşam namazını kılmak için camiye girdiler. Yanan sobanın yanında namaza duran kardeşlerin içini huzur kaplıyordu. Ayaküstü, camideki cemaatle konuşurken, arkadaşları Şevki Çavuş ve Mustafa da gelmişti.
Köyün ileri gelenlerinden Yusuf Ağa dört yiğidi o gece evinde ağırladı. Geç saatlere kadar süren sohbetlerinde ikizlerin en çok hoşuna giden Yusuf Ağa’nın saklı olarak köylüye okuma yazma öğretmesi olmuştu. Babaları Ruslar tarafından casuslukla suçlanarak kurşuna dizilen ikizler medreseyi bitirememiş, geçimlerini sağlamak için çobanlığa başlamıştı. Hele de Hasan’ın içinde büyük yaraydı babasına yapılanlar.
O geceyi Yusuf Ağa’nın evinde yün yataklarda uyuyarak geçirdiler. Dört arkadaş uyandığında şafak sökmek üzereydi. Süt, tandır ekmeği ve çeçil peynirden oluşan yer sofrasında karınlarını doyurdular. Kendileri için hazırlanan yiyecek torbasını da alarak dışarı çıktılar. Kırağının yaydığı soğukla içleri titredi, Yusuf Ağa’yla helâlleştiklerinde ortalık aydınlanmaya başlamıştı. Köpek ulumasından başka ses duyulmuyordu etrafta. Dört arkadaş atlarına binerek yola koyuldular.
Saatlerce süren yolculuklarına, susayınca çeşme başında ara verdiler. Yusuf Ağa’nın torbaya koydurduğu yiyeceklerden yiyerek, buz gibi sudan içtiler. Hüseyin kalpağını düzelterek; “Kardaşlar, uzaktaki karartıyı görüyor musunuz, düşman olmaya?” dediğinde dördünün de bakışları o tarafa dikilmişti. Bir müddet kayaların arkasında bekledikten sonra gelenlerin Muhtar Paşa komutasındaki keşif askerleri oluğunu anladılar. At üstünde kısa sohbetten sonra askerler kol gezmeye devam ederken söylenenler dört yiğidin yüreğini yakmıştı. “Başgedikler ve Borluk’dan da çekilme emri alındı. Vezin köy tarafındaki müfreze de düşmek üzere.” demişti kolcular.
Hasan, Hüseyin, Mustafa ve Şevki Çavuş mola verdikleri bulak başında “Dayan geldik paşam!” diyerek atlarına binip kamçıyı şaklattılar. Rüzgâr gibi at süren dört yiğidin yürekleri göğüslerinde patlayacak gibiydi. Bütün ağırlıklarıyla geri çekilmeye başlayan orduya yetişmek için atlarını dere, tepe demeden dörtnala sürüyorlardı.
Hasan’ın en çok yüreğini dağlayan Mecidiye kışlasında duyduğu; “Ahmet Muhtar Paşa hasta.” sözüydü. Fevkalade komiser olarak da bilinen büyük kumandan, üç sancağın ve tüm Kafkas cephesinin ümidiydi. Yorgun ve tükenmiş bir halde çekilen orduyu gördüklerinde yürekleri kederle doldu. Gözleri askerin başında savaşa giden Muhtar Paşa’yı aradı, o an içine bir korku düştü “Yoksa şehit!” diye geçti aklından.Cephaneyi taşıyanların önünde Ömer Çavuş’u gördü, askere yardım getirirken tanışmışlardı onunla, atını o tarafa sürdü. Ömer’in “Paşa yaşıyor. Korkma!” sözü az da olsa sakinleştirmişti onu.
At üstünde yol alırken aklından geçenleri arkadaşlarına da anlattı. Bu uğurda canlarını ortaya koyan bu dört yiğit üç sancak için ölmeye hazırdı artık.
“İşte Muhtar Paşa ve yedi asker!” diye sağ elinin işaret parmağını uzattı Hüseyin. Atların topuklayarak dörtnala koşturdular. Muhtar Paşa’nın yanına vardıklarında attan inip selam durdular. Kendilerini tanıttılar. Muhtar Paşa omuzlarına dokunarak “Bizim ikizler ve iki arkadaşı yani dört fedaimiz, ününüzü duydum evlatlar.” dediğinde dört fedai paşanın karşısında dimdik durarak emir almaya hazırlardı.
Arkada yedi kişiyle yürüyen paşa, hastalığı nedeniyle yavaş hareket ediyor ve sık sık mola veriyordu. Neden arabalardan birine binmeyip, at sırtında gitmeyi tercih ettiğini kimse soramadı Kumandan’a.
Ordu bütün ağırlıkları ile geri çekilmeyi sürdürüyordu. Yavaş ilerleyen Ahmet Muhtar Paşa ile aralarındaki mesafe epeyce açılmıştı, hemen yetişelim dense bile birkaç saat sürecekti. Mustafa gayri ihtiyari etrafına göz gezdirirken uzaktaki karartıyı gördü; “Paşam arkamızda bize yaklaşan düşman müfrezesi var!”
***
Karla karışık yağan yağmur altında düşman müfrezesi hızla yaklaşıyordu. Anadolu orduları komutanı büyük asker Ahmet Muhtar Paşa düşman eline düşmek üzereydi. Her şeyin bittiği düşünülen bir anda; “Paşam izin ver bize, bu Urus kâfirlerini yerle bir edelim.” diyerek öne atıldı Hüseyin.
***
Paşa ve yedi asker ordunun arkasına yetişmek için yol alırken, dört fedai ve paşanın üç muhafızı kayaları siper edip avcı pozisyonuna yattılar. Göğüslerine çapraz taktıkları fişekliği çıkarıp yanlarına koydular. Kurşun menziline girdiklerinde yaylım ateşine başladılar… Düşman müfrezesini yavaşlatarak paşanın uzaklaşmasına zaman tanıdılar. Hüseyin başını çevirip arkasına baktı. Muhtar Paşa iyice uzaklaşıp gözden kaybolmuştu.
Yanlarına katılan üç arkadaşlarının adlarını soracak vakitleri bile olmamıştı, “Gaza zamanıdır kardaşlar! Allah Ekber, ya Allah!” diyerek ateşe başladıklarında tek mermileri bile boşa gitmiyordu. Hilâl şeklinde dizilmiş olan yedi cengâver kendilerinden kat kat fazla olan düşmana kan kusturuyordu. Saatler süren çatışmada Rus müfrezesi bir adım atmak bir tarafa yerlerinden bile kımıldayamıyordu. Cesetleri siper edip arkasına saklanan saldatlar zaman geçtikçe daha çok panikliyor rastgele ateş ediyordu.Karla karışık yağan yağmur hızını kesmiş, bulutlar ardında batmaya başlayan güneş ufku kızıla boyamıştı. Yedi fedai inançlarını yitirmeden her kurşunu vatan için sıkıyorlardı.
***
Ordu Kars’a vardığında geri çekilmenin verdiği üzüntüyle perişandı. Karargâhtaki odasına çekilen paşa hem hastalıktan, hem yenilgiden tükenmiş haldeydi. Gelen bozgun haberlerini duyunca, omuzları iyice çöken paşa, hemen toparlanıp komutanlarını karargâha çağırdı. Masaya açılan haritanın etrafına toplanan kumandanlar yeni güzergâhlar oluşturuyordu.
***
— Hüseyin… Cephanen nasıl benim mermiler tükenmek üzere.
— Benim de azaldı Hasan, boşa gidecek tek bir kurşunumuz yok.
Bu konuşmaları duyan Şevki Çavuş; “Allah Kerim’dir kardaşlar!” diye seslendi. Arkadaşlarını duyan Karslı Mustafa bir türkü tutturdu, hem söyledi hem tüfeğini ateşledi.
Gökyüzü grileşmiş, hava iyice soğumuştu. Hasan göz ucuyla yanında duran cephanesine baktı, sayılı kurşunu kalmıştı. Başını çevirip şefkatle önce arkadaşlarını sonra da ikizini seyretti. Altısı da yere uzanmış nişan vaziyetindeydiler. Gözlerinden akan yaşlar yanaklarına bulaşan çamurda iz yapıyordu. Vatanı için, kardaşları için, babası için, ikizi için akan gözyaşlarını silmiyor, yüreği vatan aşkıyla doldukça doluyordu. “ Bu toprakları size yâr eden namerttir.” diyerek içinde birkaç mermi kalan fişekliği Hüseyin’e fırlattı. Belinden çıkardığı kasaturayı tüfeğine taktı. Yerinden doğrulup eline aldığı süngüsüyle düşman üzerine var gücüyle koştu… koştu… Arkasında kalan altı can yoldaşı ne yapacaklarını bilemeden bir müddet donup kaldılar. Hüseyin “ Ya Allah, ya Settar!” diyerek nişana yattı, diğer arkadaşları da koruma ateşiyle destek verdiler.
Elindeki süngüsüyle düşmanın üzerine yürüyen Hasan, tek başına var gücüyle savaşıyordu. Neye uğradığını şaşıran Rus kumandan panikleyerek komuta gücünü yitirdi. Komutanın şaşkınlığını gören Hasan, bir hamle yaparak belindeki kılıcı çekti aldı. Düşmanın ortasına daldı. Her kılıç sallayışında sıçrayan kan yüzünü ıslatıyordu. Bir an canının acıdığını hissettiğinde sol elinden kan akıyordu. Yüksek sesle; “Sizi darmadağın etmek boynumun borcu oldu.” dedi. Kargaşada gözüne ilişen Rus kumandanın üzerine yürüyerek onu bir darbede yere serdi. Kumandanın öldüğünü gören saldatlar başsız kalarak her biri bir tarafa dağılmaya başladılar.
Cesetlerin ortasında ayakta duran Hasan hiçbir şey olmamış gibi sağa sola kaçışan saldatların arkasından baktı. Yerdeki komutanın cesedini gördüğünde eğilip açık kalan gözlerini kaparken, “Yurdun neredeydi, mezarın nerede oldu komutan.” dedi. Biraz ileride duran ata bindi. Rahvan yürüyen at üstünde dimdik oturdu, yuları ellerine alınca birde ıslık tutturdu. Atın karnını topuklayarak arkadaşlarına doğru yöneldi.
(*) Elviye-yi selase: Osmanlı devletinde Kars, Ardahan ve
Batum’dan oluşan üç sancak.
(**)Rus askeri.
(***)At veya öküzlerin çektiği araba