Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi
YAZIN İNSANININ SORUMLULUĞU
Dostoyevski der ki: “Her insan herkes karşısında her şeyden sorumludur.” Çağdaş dünya görüşü ve buna bağlı olarak çağdaş sanat anlayışı sanatçıya özellikle de yazara büyük sorumluluklar yüklemiştir. Yazarın yüreği halkıyla birlikte çarpmış, halkın bilinçlenmesine önderlik etmiş, halkın direniminde onun yan başında yer almış, bu yüzdende haksızlık yapan, ezen kitlenin hışmına uğramıştır. Bu durum daha da güçlü kılmıştır sanatçıyı. Çünkü sanat sürekli bir baskının sonucudur. Büyük sanatçı, güçlüğün oluşturduğu engeli kendisine atış potası yapan adamdır. Bir de sahte yazarlar vardır; kendini yazar sayan, öyle gözükenler…
“Yazar yazıyorsa, özgürlüğün hep tehlikede olduğu bir dünyada, özgürlüğü belirtme ve ona seslenme görevini üstüne almış demektir. Bu ortama girmeyen bir yazar suçludur. Sade suçlu olmakla kalmaz, çok geçmeden yazar olmaktan da çıkar. İnsan bir şeyler söyleyeceğim diye yazar olmaz, o bir şeyleri belli bir biçimde söylemek için olur.” Diyen J.P.Sartre yazın insanının sorumluluğunu da kesin çizgilerle ortaya koyar. Yine bu konuda kalemine özlü düşünceler akıtmış düşünür ve felsefeci Nermi Uygur’un birkaç cümlesini de yansıtmadan geçmek istemiyorum: “ Yazar, tepeden düşen taş gibi, esmekten başka bir şeyi olmayan rüzgar gibi, düz yolda yuvarlanan tekerlek gibi, akan su, çöken sis, parlayan güneş gibi olmalı: ödev diye zorlamayla değil, kendiliğinden; ödül için değil, gerçek özden geldiği için yazmalı. Yaşantıyı kağıda gömmek değildir yazarlık. Yaşantıyı , okununca yeniden yaşanacak biçimde yok olup gitmekten kurtarana yazar denir. Bunu da yazar ancak okurla başarabilir.”
Sanatın ve edebiyatın toplum üzerinde etkinliği elbet ki çok büyüktür. Bu etkinlikte yazarlar, sanatçılar insanların var olma ve hak elde etme çatışmasının birer parçasıdırlar. Çünkü sanat, edebiyat damarlarını besleyen asıl güç insan yaşamından ve tarihsel olgulardan kaynaklanmaktadır. Sorunların bir su aygırı gibi büyümesi ve özgür düşüncenin kısıtlanması durumunda yazar bir kalkan korumasıyla girer araya. Toplumu kendi bütünü içerisinde doğa-insan, insan-üretim ilişkileri konumunda kalemine alır. İnsanın kendine ve alın terine yabancı düşmesini önler. Barışçı bir davranış ortaya koyup bunun çabasını gösterir. Haksızlık tepelerine savunma sözcükleri gönderir. Bu haksızlıkları gün ışığına seriverir. Boileau’un: “Sanatın aynasında güzelleşmeyen hiçbir canavar yoktur.” sözü sanatçının toplum yaşamındaki giz dolu önemini de gökçek bir duyguyla belirtmektedir.
Yazarın kullandığı malzeme dildir. Ancak ozan bu malzemeyi özgün bir biçimde kullanır. Yazarın malzemesi olan sözcükler yaşamın içinden düşünce kalemine gelirken üzerlerindeki anlam yükünü de birlikte getirirler. Yenilikçi bir yazar kullandığı öz suyunu halkının yaratıcı bütünlük kültüründen alır; bu birikimi kendi özü ve yaratıcılığıyla kucaklaştırır. Yazar içindeki bu sonsuz güzellikteki kır yamacını insanlarına sunarken de son derece cömerttir. Nice şiirler vardır ki düşünce penceremizi her açtığımızda derinlerde buluruz kendimizi. Zaman olur sevinç dallarında uçuşan kuşlar, zamansa gözyaşı oluruz. Böylesi duygularla bazı ozanlarımızın şiirlerinin sözcük bahçelerinde gezdirmek istiyorum sizi: “pencereyi açtım/elma ağacı serçe cıvıltısı/ve kedi/güneşle döküldüler sabaha”(Ahmet Özer), “Bir virgül dilimin ucunda/Ezik ve kekremsi/Her bütüne meydan okuyan!”(Oktay Rifat),”Şiir bir çıngıraktır, diyor/Ne türlü cayırtı koparsa/Kopsun ya da susmuşluğun en/Koyusunda çalıp durur hep/Avucumda”(Sabahattin Kudret Aksal), “ben sana mecburum bilemezsin/adını mıh gibi aklımda tutuyorum/büyüdükçe büyüyor gözlerin/ben sana mecburum bilemezsin/içimi seninle ısıtıyorum”(Attila İlhan), “Anılar, küllü karanlık/Arsız çocukları sokağın/Unutmak istesek de/Peşimizden geliyor”(Gülten Akın), “Ömrünüz taş olsa da gide gide yorulur/Bir gün ölüme çıkar bu yolun kıvrımları/Ne kaldırımlar kadar seni anlayan olur/Ne senin anladığın kadar kaldırımları”(Necip Fazıl Kısakürek), “Bu yıl gene güz/Geçer gibi bir savaşın çatı katından/Yakıp günü birliğin kurşuni tozlarını”(Sezai Karakoç), “Günler günlere benziyor bazen/Ateş yakmıştık reçine kokuyordu elim/Ve sesler: Bir çavlan vardı da sanki/Başka günlere kalmadı açtım güneşi”(Adil İzci), “Neydi damarlarımızda çoğalan, çoğalan/Neydi bu tepenin ardı?/İçimizde sadece vatan değil/Yeryüzü kadar bir şey vardı/Ateş mi gelirmiş, yel mi esermiş/Akıyoruz, hayatımız nerde pek belli değil/Kurtulmuşuz bedenden artık/Kimse ayaklı, elli değil”(Fazıl Hüsnü Dağlarca), “Neylersin ölüm herkesin başında/Uyudun uyanmadın olacak/Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında/Bir namazlık saltanatın olacak/Taht misali o musalla taşında”(Cahit Sıtkı Tarancı)”Oğulları gibiydik o konduların/Bıçakla çizilmiş yüzleri/Yazılmamış tarihi kentin/Yanından geçerken denizin/Gizleyemezdik utancımızı/Oysa hazırdık gökyüzünü/Sırtımızda taşımaya”(Mehmet Başaran)
Bir yazının yazı olması, bir şiirin şiir olması için yetkin bir düşüncede olgunlaşması gerekir. Yıllar geçse de insanların yüreklerinden ayrılmayan yazılar, şiirler ve resimler artık ölümsüzlüğe erişmişlerdir. Ya o oluşumları kalemlerine yansıtan o özlü insanlar, yanı başımızın en sağlam dostları onlar değil midir? Türk toplumuna kurtuluş yolunda öncülük etmiş, Türk insanının duygularını harekete geçirmiş, İstiklal Marşı’yla tarihimize bizleri sıkı sıkıya bağlamış bir Mehmed Akif Ersoy’u Türk toplumu unutmamıştır ve de unutmayacaktır. Çünkü o sorumluluğunu yerine getiren yazarlarımızdandır.
Niyedir ozanların, yazarların hiçbir engel tanımadan “yeni oluşumlar üretmek” isteyişleri? Niyedir kendilerini “amansız bir yarış” içine koymaları? Ben ozanların, yazarların topluma karşı olan sorumluluklarını zamanın sırtına yükleyerek, geleceği güzel kılma isteyişlerine bağlıyorum bunu. Elbet ki rahatına düşkün kişilerin işi de değil edebiyat: Gerçekleri dürtükleyip uyandıracaksın; yine gerçekleri söylediğinde yalnız bırakılacaksın; bindiğin dalı keseceksin; herkesin sustuğu bir yerde çıkıp konuşacaksın; sorunlar yokuşunda nefes nefese kalacaksın. Tüm bu güçlükler bir yazarı her an bekleyecek konular olacaklar.
Sanatın işlevlerinden biri de, insanı insana tanıtmaktır. Yazın insanı yapıtlarıyla ulaşır okuyucusuna. Yazın yoluyla bir toplumun insanlarını başka toplumların insanları tanımış olur. Çehov’la, Gorki’yle, Tolstoy ve Dostoyevski’yle Rus insanını, Balzac, Zola, Flaubert’le Fransız insanını tanırız. Tanımak sevmenin de ilk adımıdır. Yazar yapıtıyla savaşa karşı çıkar. Eğer dünyada sanat birikimleri tüm insanlara ulaşmış olsaydı şimdi barıştan söz edilirdi. Bugün savaşmaya yönelik insanları ele alacak olursak onların çoğunlukla sanat yapıtlarından uzak düştüklerini anlarız. Büyük yazarlar ve sanatçılar azalım gösterdikçe dil kötüleşecek, kültür ise soysuzlaşacaktır. Asıl korkulacak olansa insanlığın yitip gitmesidir kuşkusuz.