Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temsilcisi
1. COĞRAFYA
İnsanın, mensubu olduğu millet hakkında değerlendirme yapması kolay değil. Bizce bunun iki sebebi var; birincisi içerisinde yaşayıp, genlerini taşıdığımız milletin kendine has özelliği: Överken de, yererken de ölçüyü kaçırıyoruz. “Orta Asya’dan yola çıkan milletimiz…”diye başlayan hamaset yüklü nutuklarla, “el âlem aya giderken, biz hâlâ…” şeklindeki serzenişler bu iki tavrımıza örnek. İkincisi ve asıl önemli olanı da Everest Tepesi ile Lût Gölü kadar birbirine uzak, inişli çıkışlı tarih çizgimiz. “Orta Asya’dan…” diyerek sözlerine başlayanın bir haklılık payı var; zira o, bu milletin büyük kısmı tarih kitaplarına yansımayan, dost düşman herkesin büyüklüğünde, haşmetinde ittifak ettiği geçmişine atıfta bulunuyor. Diğeri de haksız değil, çünkü o da böyle bir tarihe sahip milletin bugününe bakıp Nasrettin Hoca misali soruyor: “Bu etse, kedi nerede; kedi ise, et nerede?” Niyetimiz esasta doğru, uygulamada hatalı her iki görüşe de saplanmadan, olabildiğince hakka yakın bir muhasebe yapabilmek…
Öncelikle şöyle bir tespitle işe başlamanın doğru olacağına inanıyorum: Bu topraklarda, bu coğrafyada, zamanın tam da bu deminde dünyaya gelmeyi, var olmayı biz tercih etmedik, kader bu şekilde tecelli etti. Zannederim işin nirengi noktası, anahtar kelimesi bu cümlede saklı; kader… Her şeyin, her şeye yol ve yön veren gücün, kaderin de sahibi Mutlak Kudret’in iradesi. Kutuplardaki Eskimo’dan Afrika’nın uçsuz bucaksız çöllerindeki yerliye kadar, fikir namusu taşıyan herkes bu ölçü karşısında baş eğmek mecburiyetinde…
İnsan tohumu Âdem peygamber, bütün insanlığın babası olduğu ve her kavmin kök başı kendisine dayandığına göre, O’nun bir millete mensubiyetini iddia etmek doğru ve mantıklı olmaz. Hal böyle olunca milletlerin birbirleri üzerinde nesebe dayalı üstünlük izafe etmelerinin, seçilmiş millet iddialarının kısacası ırkçılığın gülünçlüğü ortaya çıkıyor. Ne var ki, Mutlak Kudret’in bütün insanlığı tek bir çatı altında birleştirmek yerine, onları ayrı hususiyetler taşıyan kavimlere ayırmasında da bir hikmet bulunduğu muhakkak.
Tarih kitapları milletimizin, insanlığın ikinci babası Nuh peygamberin oğlu Yafes’ten geldiğini iddia ederler. Bu andan, Orta Asya steplerinde meydan yerine çıkıncaya kadar geçen zaman dilimi tarihin karanlık sayfalarında yazılıdır. Orta Asya bozkırlarındaki maceramızı ise tek kelime ile özetleyebiliriz; arayış. Gözlerindeki enerjisi bitmek tükenmek bilmeyen, kızgın bir mayi gibi oradan oraya akan dinamik, canlı, hareketli, at üzerinde doğup, at üzerinde ölen insanın arayışı.
8.yüzyıl aranan kanın, İslâm’ın bulunup, bir yenisine; vatan hasretine yol veren tarihtir. Bizce Anadolu’nun yurt edinilmesine kadar süren Türk’ün tarih seyri, kendisi farkında olsun olmasın, bir amaca matuftur: Genelde Anadolu, esasta ise İstanbul’un fethi. İşte bu andan sonra Türk’ün kaderine, kimliğine bu topraklar mı yön verir, yoksa Türk mü bu topraklara, orasını Allah bilir…
“Anadolu… Bozkurdun bir dere kenarında gümüş sulara dalıp gözlerindeki tılsımlı ateşi seyrede ede, içli ve mütevekkil bir söğüt ağacına istihale ettiği mübarek diyar…
Anadolu… Türk’ün, gerçek ruh muhtevasını bulur bulmaz seyyarlıktan sabitliğe geçtiği ve ruh vatanıyla iç içe yeryüzü vatanını kurduğu büyük mânâ çerçevesi…
Anadolu kıtalar arası tarihi hesaplaşmaların geçit meydanı, medeniyetlerin sergi evi, mahrem ve muazzam Asya’nın, Avrupa’ya bakan cumbası…
Anadolu… Putların ve salibin binbir cümbüşü arkasından kendisini topyekûn hilâle teslim eden ve onun davasını bütün dünyaya şâmil bir aksiyon halinde güden aslî ve asîl unsur kadrosu…”(Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü)
Ve İstanbul;
“İstanbul!.. Dünya üzerinde her çeşitten insanın ilgisini en çok çeken şehir… Ehemmiyetine bakın; onu insanlığın Ufku, ümmetine hedef gösteriyor. İdeal denebilecek bir hedef… Fethini müjdeliyor ve fethedecekleri övüyor. Bu sayede “en büyük Bayraktarı” kazanıyor İstanbul. İnsanlık tarihinin eşi bulunmaz Bayraktar’ını… İnsanlık Ufku’nun temsil ettiği Allah dâvasının bayraktarını… Yüceliğin zirvesine bakın!.. Müjdeli emir, İstanbul’a coğrafya avantajının üstünde fikri, imanî ve içtimaî bir fonksiyon kazandırıyor. Hele bizim için… Düşmanlarımız bile, onun hakkında fanatik emeller beslemekle, -farkında değiller ama- o emrin güdümünde hareket ettiler ve etmekteler.” (Ali Erdal, Yeni Bir Diyalektik)
Bilinen en eski üç kıtanın ortasında ve yine bilinen en eski medeniyetlerin merkezinde, en işlek kara, deniz ve hava ticaret yollarının üzerinde, soğuk deniz ve iklimlerle sıcaklarının arasında “yedi iklim”in hüküm sürdüğü Anadolu ve onun incisi İstanbul. Bu coğrafyaya hâkim olanın, dünya siyaseti üzerinde söz sahibi olması, insanın nefes alıp vermesi kadar doğal. Nitekim bu topraklarda devletlerini kuran Bizans (Doğu Roma) ve Osmanlı’nın dünyanın en uzun ömürlü devletleri olduklarını tarih söylüyor.
İşin nirengi noktası, anahtar kelimesi demiştik ya yukarıda, Allah’a hamd olsun ki kader bu şekilde tecelli etti ve bu topraklar bize nasip oldu. İngiliz tarihçi Arnold Toynbee’nin, dünyanın kuruluşundan bugüne kadar geçen zamanı göz önüne alıp, firavunun ehramına taş taşıyanlarla bizleri çağdaş saydığı tezini dikkate alırsak, bugün milletimizin içinden geçtiği berzahın, O’nun tarih seyri içinde deryada bir su damlası gibi kaldığını kabul edebiliriz. Yeter ki, bu coğrafyanın, bu toprakların hakkını verelim.
2. RUH
Çanakkale’de, muharebeler esnasında hücum sırası bekleyen askerlerimiz, hem şehit olan arkadaşları hem de az sonra şehit olacak kendileri için cenaze namazı kılıyorlar. Öleceklerini bildikleri halde hiçbirinin aklına cepheyi terk etmek gelmiyor.
99 depremi olduğunda devlet, felâket bölgesine aynı gün ulaşamamıştı. Deprem sırasında Gölcük’te, Adapazarı’nda olan veya kendi imkânlarıyla yardım amaçlı bölgeye ulaşanlar, oralardaki trafiği ve asayişi, sağ kurtulan gençlerin idare ettiğini anlattılar. Onbinlerce insanın enkaz altında kalıp can verdiği, bir artçı depremde sağ kalanların da hayatlarını kaybetme ihtimalinin olduğu bir ortamda kendi nefsinden geçip cemiyet hayrına bir işe kalkışmak… Bir kere bu fedakârlığın adını koymak gerek.
15 Temmuz akşamı daha Cumhurbaşkanı halkı meydanlara çağırmadan, kendini sokağa atanlara ne demeli? İhanet kalkışmasını ne zaman duydu ve anladı da eğer ben yoksam devlet de olmaz anlayışıyla inisiyatif aldı. Elinde bayrağıyla koca tankların önüne geçenleri, savaş uçaklarına meydan okuyanları gördük. İnternet vesilesiyle izledik. O gece, meyhaneden Boğaz Köprüsü’ne şehit olmaya giden gençler vardı. Göğsünü hainlerin kurşunlarına siper edenlerin hareketlerinin bir izahı olmalı.
“En ulvî tecrid ve mânâlandırmalara, çok defa en süflî teşhis ve maksatlandırmalar musallattır.”
Rahmetli Üstad, Büyük Doğu yayınlarının dördüncü, fakat bütün geçit ve kilit noktalarını gösterici ve davayı temellendirici baş eseri olarak ilân ettiği İdeolocyaÖrgüsü’nün daha başında yukarıdaki cümleyi kaleme alarak dikkatimizi bir noktaya çekiyor. Âcizane kanaatim, eserin tamamını okuyup anlamamızı arzu ediyor. Bektaşî gibi aradan bir cümleyi çekip devamı için bahane üretilmesinin önüne geçmek istiyor.
Fakir de, yazının başlığına odaklanıp, devamı hakkında kanaat sahibi olacaklar için bu hatırlatmayı yapmayı vazife bildi.
Türk milleti… Pazarlıksız, samimi Müslüman… Az sonra öleceklerini bildikleri halde cepheyi terk etmeyenlerin, kendi nefsinden geçip toplum hayrına işe kalkışan ve göğsünü hainlerin kurşunlarına siper edenlerin cemiyeti… Allah’ın İslâm ümmeti içinde aksiyonla vazifeli kıldığı topluluk…
Bu millet, bu kadar badireye rağmen hâlâ ayakta durabiliyorsa bir hikmeti olmalı. Çanakkale’de, depremde, 15 Temmuz’da gösterilen kahramanlıkları izah edebileceğimiz bir hikmet.
Zannederim işin sırrı pazarlıksız ve samimi Müslüman olmakta. Ne zaman ki kendisine İslâm teklif edilen ilk atamız, teklifi hiçbir şart koşmadan, can baş üstüne deyip kabul etti, atını ve kılıcını bu yeni imana adadı, işte o gün milletimizin kaderi de belli oldu.
3. DEVLET BİLİNCİ
İstiklal Harbi’nin devam ettiği günlerde Bilecik istasyonunda, oğluna nasihat eden Söğütlü annemizin dudaklarından dökülen cümleler, Anadolu’daki devlet bilincini uzun söze gerek bırakmayacak şekilde açıklar:
“Oğlum!.. Dayın Şıpka’da, baban Dömeke’de, ağabeylerin Çanakkale’de şehid düştü. Son yongam sensin. Eğer minareden ezan sesi kesilecekse, caminin kandilleri sönecekse sütüm sana haram olsun. Öl de köye dönme!”
Türk milletinin, Tuna’dan Nil’e, Hazar’dan, Kırım’dan Kızıldeniz’e uzandığı haşmet devirlerinde değil; toprakları verimli üç kıtadan, Anadolu’nun bozkırlarına hapsedilmeye çalışıldığı bir zamanda söylendi bu sözler. Bu sebeple kıymetli. Yoksa tarih hafızamızda daha nice örnekleri mevcuttur.
Ankara Savaşı’ndan sonra merkezî otoritenin zayıfladığı, neredeyse yok olduğu Fetret Devri’nde bile devleti yıkılmak ne kelime sanki bütün kurumlarıyla dimdik ayaktaymış gibi davranan bir milletten bahsediyoruz. Bu manâda,“kan kusup kızılcık şerbeti içtiğini” söyleyen, “kol kırılır yen içinde kalır” diyen bir milletin yakın tarihimizde atlattığı bütün darbelerden sonra sessizliğini, onun olup bitenden habersizliğine, cahilliğine yoranlar, önüne koyulan ilk sandıkta sanki sözleşmiş gibi aynı noktada nasıl birleştiğini de izaha mecburdurlar.
4. NETİCE
15 Temmuz, İslâm’da aradığı kanı, ruhu bulan, İslâm’a pazarlıksız teslim olmanın karşılığında Anadolu ve özelde İstanbulla şereflendirilen Türk Milleti’nin, devleti zora düştüğünde neler yapabileceğinin ete kemiğe bürünmüş halidir.
15 Temmuz’la ilgili olarak geleceğin tarafsız tarihçisinin yazacağını biz şimdiden söyleyelim: 1789 Fransız Devrim’i Batı dünyasında ne ifade ediyorsa, Fransız Devrimi’nin dünya tarihindeki etkisi neyse 15 Temmuz’un ondan eksiği yok fazlası vardır.
Milletin devletine sahip çıkması noktasından, Türk tarihinde ilk değildir. 15 Temmuz’a yol veren, sebep olan bütün saikleridoğru tespit edip ortadan kaldırmadıkça belli ki son da olmayacaktır. O halde son hükmü yine Üstad’a bırakalım:
“Evvelâ şahsını, sonra bütün Doğu âlemini kurtarması, daha sonra da çepeçevre yeryüzüne ve insanlık kadrosuna sahip bir kurtuluş ifadesine varması için Türk milletine gereken yol, en girift, en mahrem ve en iç kavranışiyleİSLÂMİYET’tir.
İslâm vecd ve imanının, ana sütünden daha beyaz ve daha temiz çarşafı üzerine Yirminci Asır dünyasına ait şifalı ve zehirli ne kadar yemiş varsa hepsini silkeledikten sonra, bizden olan her şeyi çekici ve bizden olmayan her şeyi itici bir ana kıyas vahidine sahip, sağ elimizde Allah’ın kul parmağı girmemiş biricik Kitabı ve sol elimizde insanoğlunun olanca fikir ve iş kütüphanesi, ânî bir şahlanışla kendi kendimizi bulmak! Kurtuluşumuzun ve dünya çapında kurtarıcılığımızın reçetesi sadece budur: Ve bu reçetenin temel unsuru İslâmiyettir. İşte bu günden başlayarak kendimizi çerçevelemeye memur bildiğimiz muhteşem ve açıklığı içinde bir o kadar mahrem hakikat!” (İdelolocya Örgüsü)