k

Yetim kütüphane olabilir mi derseniz? Olur derim. Ben o yetimi gördüm.
Hocam bu başlığı verdiğinde yıllardır içimde saklanan bir yeri daha doğrusu kütüphaneyi anlatmak istedim. Yetim kütüphane ismi gönlüme hüzün serpse de tam yerini buldu diye düşünüyorum.
Bulgaristan seyahatinde gözyaşlarımın akmasına sebep olan yer geldi aklıma. Gördüğüm anda kaybettiklerimizin acısı bir kez daha can evimi yakmıştı. Beş yüz kırk beş yıl bizim olan, her taşında toprağında nehrinde iz bıraktığımız o yerler sessiz mahzun ve kederliydi.
Bizi Vidin’de karşılayan Müftü Necati Ali Bey gideceğimiz yere doğru yürürken etraf hakkında da bilgi veriyordu.
Yer yer sıvaları dökülmüş, alçak bahçe duvarı içindeki camiye doğru yürüdüğümüzde hem heyecanlanmış hem de duygulanmıştım. Uzaktan gördüğüm tek şerefeli beyaz minarenin yanındaydım. Sağında, solunda, karşısında süslü, yüksek, bakımlı kiliseler vardı. O gösterişin arasında sade ve suskun duran caminin birkaç taş basamaklı merdiveninden yukarı çıktık. Çift kanatlı, el işlemeli büyük yeşil kapıya vardık. İçeriye girmeden önce etrafa şöyle bir göz gezdirdim. Caminin sağında bir kaç mezar ve duvara yaslanmış uzun mezar taşları vardı. Sordum. Taşları başka yerlerden bulup getirmişler, eski Türkçe yazılıymış. Eski yazı okuyan olmadığından ne yazdığını bilmiyorlarmış. Seyahat gurubumuzdaki eski yazı bilen iki büyüğümüz taşlardaki yazıyı okudu. Caminin imamı da söylenenleri not aldı.
Caminin içini gezdikten sonra Müftü Efendi birde kütüphanemiz var dedi. Sol tarafta olan kütüphane birkaç adım ilerideydi. Biri büyük, biri küçük iki kubbeden oluşan kütüphaneye, küçük kubbe altındaki iki sütun arasındaki kapıdan giriliyordu. Kesme taştan yapılan kütüphane akıp giden onca zamana yenik düşmemişti.
Kare şeklinde olan yapı birkaç metre kareden ibaretti. Üç tarafında demirli büyük penceresi vardı. Kubbenin kemerli tavanı Osmanlı motifleri işli, sütun aralıklarında ise dört halifenin adı ve dini motifler vardı. Tahta döşemeli zemine eski bir kilim yayılmıştı.
Adı Osman PAZVANTOĞLU Camii kütüphanesiydi. Karşı köşesinde tahta masa ve yanlarda oturmak için dar sedirler vardı. Kapının sağında ve solunda yerden yukarıya doğru birkaç raftan ibaret olan kitaplık tahtadan rast gele çakılmıştı. Kitaplığın rafından bir kaçında kahverengi bezli ciltleri eskimiş ve yer yer yırtılmış kitaplar vardı. Oturduğum yerden epeyce seyrettim onları. Her biri anasını babasını yitirmiş yetim çocuklar gibiydi. O an aklımdan öyle çok şey geçti ki. Müftü ve Hoca Efendilerin anlattıklarını dinlerken, bir zamanlar o kitapları yazanları, okumak için dokunan elleri düşündüm. Yerimden kalktım izin isteyerek kitaplardan bir kaçını raftan alıp açtım. Eski Türkçe ile yazılmış kitaplardı.
Bir birine tutunan sararmış sayfalar belki de yıllardır açılmamıştı. Nasıl açılsın ki? Bulgaristan da eski Türkçeyi okuyan mı kaldı ki? Dedim kendi kendime.
Kütüphanenin boş kalan raflarına çay bardakları, şekerlik, tornavida gibi şeyler konulmuştu. Hüzünlendiğimi saklayamamıştım. “Bir zamanlar burada çok kitap varmış. Camide medrese eğitimi de verilirmiş. Dersten çıkanlar gelip kütüphaneden istifade edermiş. Sonra ne o kitaplardan eser kalmış ne de okuyanlardan. Dönemin yöneticileri yok etmişler hepsini. Bu gördüklerinizi de birkaç yıl önce yaşlı insanlar evlerinden getirip dizdiler. İçlerinde ne yazdığını kimse bilmiyor. Bizde yadigâr diye saklıyoruz.” Diyerek içini çekmişti Necati Ali Bey.
Yüreğim acımıştı. Aklıma öksüzlük geldi. Sadece insan değilmiş yetim kalan. Yetim kalan kütüphane sessiz, masum, boynu büküktü. Bağrında sakladığı birkaç cilt kitapla kala kalmıştı oracıkta. Ve ona hizmet veren birkaç gönül erbabının gayretiyle ayakta durmaya gayret ediyordu.
“Nasip olur bir daha yolum buraya düşerse. Hediye kitap getirerek ata yadigârı raflara dizeceğim.” dedim.
Gün geldi oralara gitmek yeniden nasip oldu. Bütün sevdiklerime amacımı söyledim. Birer kitap alarak iç kapağına duygularını yazıp imzalamalarını rica ettim.
Bende evimdeki kitaplarıma göz gezdirdim. Hiç biri bir diğerinden üstün değildi. İnci tanesiydi her biri. Benim kıymetlilerimdi. Sırdaşlarım, dostlarım, biraz düşüncelerim birazda düşlerimdi her biri. Fikirlerimdi kimisi. Kimisinde aklımın tenviriydi. Bende onların sahibiydim. Sahipsiz bırakmadım hiçbirini. Şimdi tek tek yerlerinden indirip bir yetimi sevindirecektim. Pür dikkat kapaklarını açarak her birine gönlümden geçenleri yazdım. Her okuyana bin selam olsun dedim. Adımı soyadımı yazarak altlarına tarih ve imza attım. Yanımda duran karton kutuya alabildiğince doldurdum.
Hani Hz. Mevlana der ya; “Altın ne oluyor, can ne oluyor, inci, mercan da nedir? Bir sevgiye harcanmadıktan, bir sevgiliye feda edilmedikten sonra…”
***
Yolculuk bitmiş, uzun zaman sonra yeniden yetimin yanına varmıştım. Bu sefer sevindirecektim onu. O da sanki kollarını açmış beni bekliyordu. Dolu birkaç karton kutuyu arkadaşların yardımıyla kütüphanenin boş rafları önüne koyduk.
Dolan her raf sanki gülümsüyordu bana. Bende mutluluktan uçuyordum. Sanki yetimin saçlarını okşuyordum. Sanki öksüze bayram kıyafeti almış sevindirmiştim. Arkadaşlarımın kitaplarını dizerken yazdıklarına bakmayı da ihmal etmedim. Her biri yüreklerini sayfa aralarını sıkıştırmıştı sanki.
Az da olsa yetim sevinmişti.

(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Deneme Atölyesi 2014)