USARE DERGİSİ 14.SAYI

Davranış ve hareketleri ile otel yaşamına adapte olmuş görünen insanlar, otel kapısından kafileler hâlinde içeri giriyorlar aynı şekilde dışarı çıkıyorlardı. Görüntüye bakılırsa; inancın aynı düşünce etrafında bir araya getirdiği insanlardan çokları kendi âleminde yaşıyorlardı. Ayrı dünyaların insanları mıyız?” diyecek oldu, “Tevbe, tevbe” dedi, yorumlamak istemedi, “Lahavle” çekerek otelin girişindeki birkaç basamaklı merdiveninin bir tarafına çekilip oturdu.
Ellerini şakaklarına koymuş, çaresiz beklerken, üzerine düşen gölgenin farkında bile değildi. Birisi; “Selamünaleyküm hemşerim!” deyince önce etrafına bakındı, çünkü tanış olmayanlar selamlaşmıyorlardı! Adam Türkçe konuşmuştu, gömleğinin döşünde Türk bayrağı vardı, kendisinin de döşünde Türk bayrağı vardı, etrafta başka Türk görünmüyordu, belki de kendisi görmüyordu, elbette ki selam kendisine verilmişti.
Yorgun ve bitkin bir sesle “Aleykümselam” diyerek karşılık verdi. Konuşmaya takati yoktu, elleri ayakları kımıl kımıl çekiliyordu, her şey dönüyor, o devasa otel sanki üstüne üstüne geliyordu.
Merdiven basamaklarını çıkmaya devam eden kişi birden durakladı, sonra da bir basamak aşağıya indi;
“Hemşerim, sen Türk müsün?” dedi.
Alha! Döşündeki Türk bayrağını görmemiş olabilirdi ama hem “hemşerim” diyordu, hem de; “Türk müsün?” diye soruyordu. Bir şeyler söylerdi ama konuşacak mecali yoktu, sadece başını aşağı yukarı sallayarak, işaretle cevap verdi.
“Peki, Nerelisin? Seni tanır gibi oldum da!” dedi. Adam konuşmak istiyordu, memleketi özlemiş olabilirdi, belki de meraklıydı!
Yahu bu adam da kimdi, bilmediği bu kişinin kendisi ile ne işi olabilirdi? Zaten şekeri düşmüştü, konuşmak bir tarafa oturmaya bile takati kalmamıştı. Bir laf söyleyecekti, kırıcı olmaktan korktu. Biliyordu, burada cedelleşmek yoktu, kırmak dökmek hiç yoktu. “sana ne be adam, benim nereli olduğumdan? Yetmez mi; Allah’ın kuluyum işte!” diye içinde seslendirdi ama söyleyemedi.
Adam bir soru sormuştu, selam alışından daha isteksiz bir şekilde, içinden lahavle çekerek; “Maraşlıyım.” dedi.
Bu sefer adam;
“Bak sen, demek Maraşlısın!” dedi, gölgesi altında kaldığı uzun boylu adam tebelleş olmuştu.
“Yahu bu adam bela mıdır, nedir, sana ne kardeşim benim Maraşlı olmamdan, şimdi bir de hemşeri çıkarsa dinle artık.” diye içinden geçirdi geçirmesine de yine bir türlü söyleyemedi.
Adamı kim tutabilirdi ki artık!
“Peki, Maraş’ın neresindensin desem, çok mu olur?” demez mi? “Evet, çok olur, hem de çok, çok olur.” diyecekken bulunduğu yer ve konum tekrar aklına geldi, burada cedel yok, kimseyi kırmak yok, sabır var, hoş görmek var sadece, bu yüzden yine söyleyemedi!
Toparlanmaya çalıştı ve biraz daha yumuşak üslupla;
“İçindenim yani merkezden.” dedi. Adam;
“ A! Ne güzel, ben de Maraşlıyım, ben de merkezdenim.” dedi.
“Eee! Bir de kimlerden olduğunu söyle bakalım!” demez mi? Bilmez olur muydu, ya da tahmin etmeliydi; işin bu kadar dibacesine ineceğini Maraşlı oluşundan anlamalıydı. Sonra da “Bu kadar merak ancak bizimkilerde olur!” diye içinden geçirdi.
Bu arada o, elindeki kâğıt mendili sürekli parmaklarının ucuna hafifçe bastırıyordu. Parmak uçlarındaki kızarıklık adamın gözünden kaçmadı;
“Ne o öyle, parmaklarına ne oldu hemşerim, doktora gittin mi?” dedi. Kararını vermişti, bu adama karşı içinden de olsa sert sözler söylemeyecekti, adam kendisinin sınavı olabilirdi. Uzun uzun parmaklarına baktı, çok acıyordu, gözleri yaşardı. O parmaklarına bakmaya devam ediyor, adamsa cevap bekliyordu.
Sınırda pasaport kontrolü yapılırken, bu yıl parmak izlerine de bakılıyordu. Bir yıl önce Türkiye’ye dönmek üzere geldikleri sınır kapısında, işçi olarak giriş yaptıkları halde işçi olarak çalışmayıp ibadet maksadıyla ülkeye girdikleri gerekçesiyle toplama kampında alıkonulmuşlardı ve parmak izlerini almışlardı.
Bu yıl, parmak izi kontrolü uygulamasına başlanıldığını, işlemleri yaptırmak için sıraya girdiği sınır kapısında görmüştü. Olup bitenler gözünün önünde canlanıvermişti; Kesin kendisini tespit edecekler ve sınır dışı edeceklerdi. Uygulamayı fark eder etmez sıradan çıkıvermişti. Yapılan işlemleri bir müddet dışarıdan takip etmişti.
O sırada çare arıyor fakat bulamıyordu. Bir ara cesaretlendi, ne olacaksa bir an önce olsun kabilinden işlem yaptırmak için girdiği sıradan “Sen niye geldin buralara kadar o zaman?” diyerek geri çıktı. Sürekli yer değiştiriyor, ortalıkta bir beri bir öte gidip geliyordu. Daral gelmiş, sıkıntı içine sığmaz olmuştu. O, bu hâlde iken yanına sokulan adam;
“Mimli misin?” dedi. Birden gözleri parladı, heyecanlandı, konuşmaktan korkuyordu, evet anlamında gözlerini kırparak adama cevap verdi. Adam, cebinden çıkardığı bir parça zımpara kâğıdını yavaşça avucuna sıkıştırdı; “Tuvalete git, parmak uçlarına işlem yap!” dedi. Bu adam yoksa Hızır mıydı? Söylediklerini düşündü mantıklı geldi. Zaten başka çaresi de yoktu, son kozlarını oynamalıydı. Buraya kadar gelmişti, anlamayanlar olsa da; seviyorsan, sevdiğin için göze alamayacağın hiçbir şey olmamalıydı.
Adamın dediğini yaptı, parmaklarından inceden inceye sızan kanı kâğıt mendille sürekli kuruluyordu. Ayet’el Kürsi, İhlas okuyarak sıraya girdi. Sıra kendisine geldiğinde görevli, elini aygıta koymasını söyledi, elbette ki anlamıyordu, görevli de bunu bildiği için bir de işaretle anlattı.
Kalp atışlarını rahatlıkla duyuyordu. Aygıta elini koydu, görevli şaşkın bir şekilde elini çekmesini, arkasından tekrar bırakmasını işaret etti. Görevli başını sağa sola çevirdi, bir daha işaret etti, o elini çekti, işarete uyarak tekrar aygıta elini koydu, değişen bir şey yoktu. Bu sefer görevli kafasını sağa sola çevirerek beklemesini işaret etti.
Epeyce zaman geçmişti, görevli unuttu mu diye düşündü ama sormaya cesaret edemiyordu. Nihayet görevli kendisine işaret ederek çağırdı, aynı şekilde elini aygıta bırakmasını söyledi fakat yine netice alamadı, görevli hâlâ şaşkındı. Başını yine beri öte çevirdi, pasaportuna kaşeyi bastı, verdi.
Bunlar gözünün önüne geldi,
“Önemli bir şey yok.” dedi. Fakat parmak uçları çok acıyordu, adama bunları söyleyemedi.
Adam onun “Önemli bir şey yok!” demesini kâle almadı ama üstelemedi de. Bu sefer;
“Peki, sen ne iş yapıyorsun?” diye sormaz mı? “Yoksa Hızır benim peşimde mi, şimdi de burada mı?” diye düşündü, adama; “Sen Hızır mısın?” diyecek oldu, diyemedi.
İçinden çektiği lahavle peşinden, hafif bir sesle;
“Matbaacıyım.” dedi. Gerçekten takatten kesilmişti, zor ses veriyordu. Bu sefer adam;
“A! Ne güzel, yahu arkadaş, ben de kartvizit bastıracaktım, bak şu işe, iş yapacak adam yanı başımda imiş. Paketini kaça basıyorsunuz kartvizitin?” deyince;
“Yahu, Hacı Efendi, buraya ibadet etmeye geldik, ticaretimizi Maraş’ta yaparız, hele bir memlekete varalım da hallederiz.” dedi. Adam;
“Olsun Hacı Efendi, burada ticaret yapılmaz mı? Al hele sen şu elli Riyali, memlekete varınca ben sana uğrarım, işi yapınca da hesaplaşırız.” dedi.
Bir an parayı almayacak oldu, kafası karıştı. Burada Allah’ın misafiri değiller miydi, insanlar olarak evlerine gelen misafirleriyle ilgilenmiyorlar mıydı, üstelik burada Allah’ın misafirleriydi. Zaten açlıktan elleri titriyordu, yemek yemeye ihtiyacı vardı, parası yoktu. Bu para herhalde kendiliğinden gelmemişti. Eee, o zaman!
Adamın verdiği parayı aldı, bir elindeki paraya, bir de adama baktı! Hâlâ bir şey anlayabilmiş değildi. “Yoksa sen Hızır mısın arkadaş?” diyecek oldu fakat yine diyemedi.
Bu adam kimdi? Birden kendine geldi;
“Ben burada Yüce Allah’ın misafiriyim, O’nun her şeye gücü yeter, her şeyi O planlar.” dedi.
Adam kendisine verilen görevi yerine getirmeye devam ediyordu, üstelik kendileri anlamasalar da!
“Biz arkadaşlarla otelin terasında kebap yiyeceğiz, çok güzel yapıyorlarmış, haydi sen de gel hemşerim, benim misafirim ol.” dedi.
Yoldaşıyla otelden beraber çıkmışlardı. Paralarını, “Ben mukayyet olamam.” diyerek arkadaşına vermişti. “Tavaftan hangimiz erken çıkarsak, müezzin mahfelinin altında bekleyelim, orada buluşup, yemeğe gideriz.” diye sözleşmişlerdi. Kendisi tavafını tamamladıktan sonra söylenilen yere geldi, oturdu, bekledi, bekledi. Arkadaşı gelmedi. Üzerinde bir kuruş para yoktu, memleketi değildi ki, bir yere varıp yemek yiyebileydi. Çaresiz, Mescid-i Haram’ın dışına çıktı, otele geldi, arkadaşı orada da yoktu. Şeker çarpmıştı, bir an önce yemek yemeliydi, otelin merdivenine oturdu, arkadaşını beklemeye koyuldu. Nasıl olsa gelecekti ama beklediği gibi olmadı, arkadaşı gelmedi ancak bu kişi gelmişti ve ticaret yapabilmişti.
Allah kendisine gurbette müşteri göndermiş, sıkıntısını giderecek kadar ticaret yapmıştı.
“Allah, en sıkıntılı zamanımda bana seni gönderdi. Bu kadar nimetin üzerine bir de senden kebap mı yiyeyim?” diyecekti ki diyemedi.
Hâlâ kafasında bu soru vardı; “Bu adam Hızır mıydı?” Bir an ağzından kaçırıverdi; “Maraş’a varınca anlarız!” dedi. Adam; “Anlamadım!” dedi, o az önce söylediğini tekrar edemedi. Sadece,
“Yok bir şey!” dedi.