USARE DERGİSİ 8. SAYI
Mevsimin en sıcak günleri! Eke çoban, dağın yamacından, canlara can katmak istercesine çağlayarak çıkan soğuk suyun beslediği, heybetli ceviz ağaçlarının derin gölgesinde sürüsünü topladı.
Davarlar, demirci körüğü nefes alıp veriyorlardı. Hızını kesmek ve akışını sakinleştirilmek için önüne gelişigüzel kademeli bentler kurulan su, iri taşlara çarptıkça bembeyaz köpükler oluşturuyor, etrafa saldığı serinlikle sürüyü kışkırttıkça kışkırtıyordu. Cazibesine dayanamayıp suya dalmak isteyen asi hayvanlar ise çobanı ve köpeğini bir türlü geçmiyorlardı.
Onları sükûnetle nefeslendiren çoban, köpeğini yanına çağırdı, sürüde hemen bir hareketlilik başladı. Mır mır sesler çıkararak kıpırdanan davarlar, çoktan kulaklarını dikip teyakkuza geçmişlerdi. Çoban ve köpeği önlerinden çekilir çekilmez, bentlerin etrafına, gerdanlığın habbeleri gibi dizilmeleri bir oldu.
Süt emen kuzular misali süzdüre süzdüre sularını içenler, bir bir ceviz ağaçlarının derin gölgesinde dinlenmeye çekiliyorlardı.
Sürüsünü kontrol eden çoban, işin buradan ötesini köpeğine bıraktı, sonra kendisine uygun bir yer seçip oturdu. Günlerdir süren kurgusunu bugün gerçekleştirecekti, hem çok heyecanlıydı, hem de çok mutluydu. Kendi kendine; “Bugün çok güzel bir gün olacak!” dedi.
Yerinde duramıyordu, kalktı, azık çıkınını aldı, arkadaşları ile her gün birlikte sofra kurdukları sekiye gitti. Kurgusunu bir an önce gerçekleştirmek için sabırsızlanıyordu ama önce yemek yenilecekti. Bunun için arkadaşlarını beklemek zorundaydı. Çünkü usul böyleydi. Allah ne verdi ise beraberce yemek, onların ortak özelliklerindendi.
Peş peşe toplanma yerine gelen arkadaşlarından her biri de sürülerini dinlenmeye aldı, sonra da azıklarında olanları getirip orta yere koydu. Elbirliği ile sofra açıldı. Onların, böyle ortaklaşa yediklerini eşleri de biliyorlardı, nevaleler ona göreydi. İçlerinden birisi: ”Soframız, Halil İbrahim Sofrası gibi bereketli olsun inşallah.” dedi. Besmeleler çekildi, yemekler yendi, dualar edildi, sofra toplandı, birlikte namaz kılındı.
Hafta sonları şehirden piknik için gelenler olsa da hafta içinde buraya çobanlardan başka kimseler gelmezdi, her bakımdan burası onlar için müsait bir yerdi.
Serinlik yayılana kadar dinlenmek üzere çantalarını başlarının altına alanlar uyumaya hazırlanıyorlardı.
Eke çobanda yatma gibi bir hazırlık yoktu ama telaşlı bir hâli vardı. Bakışlar, ondan bir açıklama bekleniyor gibiydi ama o, cesaret edip de düşüncesini söyleyemiyordu. Arkadaşlarının uykusunu bölmek de istemiyordu. Nihayet cesaretini topladı, boğazını ayıklar gibi yaptıktan sonra: ”Arkadaşlar! Sizden bir isteğim olacak, benim için bunu yaparsınız değil mi? Ben şehre gitmek istiyorum, gelesiye kadar benim sürüye de göz kulak olsanız, ne dersiniz?” diyebildi.
Arkadaşlarından aldığı olurun hemen arkasından dik yamacı uçarcasına katetmesi bir oldu. Dolmuşların güzergâhı yol, tam da köyün ortasından geçiyordu. İlk gelen dolmuşa binip şehrin yolunu tuttu.
Zaten köyleri şehir merkezine çok uzak sayılmazdı. Köye yakın yayla evleri sahiplerinden birçoğunu yakinen tanıyordu, hatta bazıları ile dostlukları bile vardı. Şehre iner inmez bunlardan kendisine en yakın ve akran olarak gördüğü birisinin iş yerine gitti. Karşılıklı hal hatır soruldu. Ismarladığı çayı karşılıklı içerlerken dükkân sahibi arkadaşı; ”Hayırdır, bir durum mu var, niye şehre geldin bu saatte?” diye sordu. Öyle ya, çoban dediğin bu saatlerde sürüsünün başında olmalıydı!
Önce ne diyeceğini bilemedi. Niçin geldiğini söylese acaba nasıl karşılanırdı? Kısa süreliğine bir tedirginlik yaşadı. Çünkü onlara göre kurgusu, bir çobanın yapacağı işlerden değildi. Ama başkalarının ne ayrıcalığı vardı ki? Kendisinin yapmak istediğini şehirli biri, özellikle de modern ya da sosyete diye adlandırılan kesimden birisi yaptığında incelik sayılır, köylü yaptığında ise taaccüp edilirdi, bunu tahmin edebiliyordu. Ama ince düşünmek herkesin hakkı değil miydi?
İşyeri sahibi, ne söyleyecek diye dikkatle ona bakıyordu. ”Şey, ben” dedi ama kulaklarına kadar kızardı. Bunu, kulaklarındaki sıcaklıktan kendisi de hissetti. Söyleyeceği, işyeri sahibinin tahmin edebileceği, kendisinden bekleyebileceği bir söz değildi. Ama olan olmuştu bir kere. Buraya kadar gelmişti, söze de başlamıştı. Adamı daha fazla meraklandırmaya gerek yoktu. Bir taraftan heyecanını yenmeye çalışırken diğer taraftan da yapacağı açıklamaya kendisini hazırladı. Gizleyemediği titrek sesiyle:
“Söyleyeceğim size garip gelebilir ama ben düşündüm ve kararımı verdim, buraya da onun için geldim. Bugün benim evlilik yıldönümüm. Bacınıza, ayıplarsınız belki ama eşime, çünkü bizim hoca: ‘Eşiniz sizin nikâhlınız, hayat arkadaşınızdır. Onlardan söz ederken yabancı birinden söz eder gibi konuşmayınız, birbirinizi sahipleniniz ki; bağlarınız kuvvetlensin, birbirinize olan saygı ve güveniniz güçlensin, herkes de size saygı duysun!’ diyor, bu yüzden diyorum ki; bugünün anısına” dedi, yutkundu. Kısa bir aralıktan sonra, hâlâ titreyen sesi ile “Eşime bir hediye almak istiyorum. İlk defa böyle bir iş yapacağım. Şehrin ve bu işlerin yabancısı sayılırım. Kendime yakın gördüğüm için size danışmak istedim.” diyebildi.
Böylesine ince bir düşünce karşısında şaşkınlık yaşadığı belli olan arkadaşı hayretini gizleyemedi:
“Vallahi ne yalan söyleyeyim, beni ziyadesiyle şaşırttın! Bu ne kadar ince bir düşünce, biz güya şehirde yaşıyoruz, açık söylemek gerekirse; böylesine güzel ve nazik bir davranış, bugüne kadar benim hiç aklımdan bile geçmedi, daha siftahım yok bu işte. Eee! Söyle bakalım, böyle düşündüğüne göre basma alacak değilsin, ne alacaksın, kadife mi alacaksın, yoksa beşi bir yerde mi? Ama o biraz pahalı olur, yine de sen bilirsin ya!” dedi.
Korktuğu olmuş, alacağı cevabı da almıştı işte!
Artık kendisini toparlamış, biraz da cesaretlenmişti. “Ben, şöyle satılmayacak ama değerli ve de güzel, benim anlatabileceğim ve anlayabileceğim şekli ile yükte hafif, pahada ağır bir şey olsun istiyorum.” dedi.
“Anladım! O zaman haydi kuyumcuya gidelim.” dedi arkadaşı.
Onu tanıtmak isteyen arkadaşının sözünü ağzında bırakan kuyumcu; “Ben çobanı tanıyorum.” dedi. Aynı köylü sayılırlardı ama yakın bir ilişkileri yoktu. Ailesi şehre yerleşeli yıllar olmuş, büyüyünce de ticaret adamı olmuştu, onun ailesi ise köyde kalmış, o da çoban olmuştu.
Arkadaşı, bir taraftan çobanın meramına tercüman olurken diğer taraftan da kuyumcunun kırdığı potu düzeltmeye çalışarak; “Benim arkadaşım kültürlü ve ince ruhludur, saygı duyduğum bir kişidir, güzel bir hediye almak istiyoruz.” dedi.
Kuyumcu, belli ki espriyi anlamamıştı. “Bir çoban ancak böyle bir hediye alabilir ya da bunlardan seçebilir!” şeklinde düşünmüş olabilirdi, belki de o yüzden klasik takılarından çıkarmaya başlamıştı.
O, arkadaşının gözüne baktı, çünkü kendisi öyle düşünmüyordu, alacağı hediye estetik ve zarif bir şey olsun istiyordu, göz kaş hareketleri ile anlaşılmamış olduğunu ifade etmeye çalıştı. Utandığı ve hislerine tercüman olması için onu yanına yoldaş almamış mıydı?
Arkadaşı kendisini çabuk toparladı, uyanık davrandı, olası bir yanlışlığın kıvraklıkla önüne geçmek için daha açık söyleyerek:
“Siz şöyle alyanslardan çıkarın da onları görelim.” dedi.
Kuyumcu dükkânındaki kadın müşteriler, kendi aralarında konuşmayı bırakmışlar, onları dinlemeye başlamışlardı. Belki de mal bulmuş mağribi misali, dedikodu üretecek, akşama evde çıngar çıkaracak malzeme topluyorlardı!
Kuyumcunun çıkardığı takıların içerisinden, çoban bir alyans beğendi ki, kuyumcu: ”Bravo! Tebrik ederim, en güzel alyansı seçtiniz!” dedi. “Ne alacak, nasıl bir hediye seçecek!” diye çobanı sinsice takibe alan kadın müşteriler, dönüp bir seçtiği alyansa bir de ona baktılar. Sonra da, ”Çobana bak, çobana!” dercesine, dudak bükerek birbirlerine bakıştılar. Bakışları, yakıştıramamaktan çok, gizli bir kıskançlığı ifade ediyordu!
Kısa bir duraklamadan sonra kuyumcu, her şeyi tüccar kafasıyla değerlendirmeye alışmış olduğundan mıdır; ”Ama bunun fiyatını sormadınız!” dedi. Çoban:
“Sevginin bedeli ancak sevgidir, saygıdır. Sevgi için yapılanlara parasal değer biçilmez ve onun parasal değeri sorulmaz. Onun, sizin dükkânınızdaki parasal değeri, size ödenecek olan miktardır, ona da biz razıyız!” dedi. Kadınlardan biri yavaş bir sesle yanındakine: ”Adam çoban mı, filozof mu?” dedi. Ne kadar yavaş söylese de sessizliğe bürünmüş bu ortamda, kadının sözünü herkes duydu.
Belli etmemeye çalışıyordu ama bu laftan da çok rahatsız oldu. Bu bereketsiz ortamdan bir an önce kurtulmak için kuyumcunun parasını ödeyerek birlikte gittiği arkadaşı ile oradan ayrıldı.
Arkadaşı teselli etmeye çalışsa da onun morali çok bozulmuştu. “Bu adamlar kendilerini ne zannediyorlar, başkalarını küçük görme hakkını neden kendilerinde görüyorlar? “ dedi. Lahavle çekti yine de kendini toparlayamadı, arkadaşına teşekkür ederek ondan ayrıldı ve köyüne giden dolmuş güzergâhına saptı.
Güzel bir iş yaptığından emindi ama kendini beğenmiş kişilerin söz ve davranmalarına fena halde içerlemişti. Dolmuşa bindi, sevinmesi gerektiği halde sevinemiyordu. ”Bugün, güzel bir gün olacak!” demişti ama işler demekle güzel olmuyordu. İçine kasvet çökmüştü. Kadınların ve kuyumcunun, rahatsız edici söz ve davranışlarını unutmaya çalışıyordu ama unutamıyordu. Bütün bunları düşünürken yolu nasıl katettiklerini fark edemedi, şoför uyardı, köyüne gelmişti bile.
Dolmuştan indi, sürüsünün bulunduğu yere varmak için dik yamacı tırmanmaya başladı. Güneş, ateşten çıkmış iri bakır bir levha gibi dağa doğru sarkmaya başlamıştı. Seyretmeye doyamadığı bu görüntü de kasvetini dağıtmaya yetmedi. Ne olduysa kuyumcuda olmuştu. Adamlarda hem nezaket yoktu, hem de kusurlarını görmüyorlardı. Üstelik başkalarını kıskanıyor, onların inceliklerine tahammül edemiyorlardı.
Kısa sürede indiği yamacı şimdi yokuş olarak çıkıyordu. Hayat da böyle değil miydi?
Köpeği hızla koşarak geldi, kendisini karşıladı, kuyruğunu sallayarak etrafında turlar atıyor ve sevgi gösterisinde bulunuyordu, davarlar da melemeye başlamışlardı. Birden her şeyi unutmuş gibiydi.
Seslerden, arkadaşları onun geldiğini anladılar ve uzaktan birbirlerini selamlayarak sürüsünü sağ salim teslim etmenin işaretlerini verdiler. O da teşekkür ettiği mesajını verdi.
Akşam yaklaşıyordu, sürüyü ancak toparlayıp evlerine dönerlerdi. Her şeye rağmen bu akşam evde güzel bir sürpriz vardı. ”Bakalım hanım bu günü hatırlayacak mı?” diye mırıldandı.
Köpeğinin de yardımıyla manevralar yaptırarak sürünün yönünü evlerine doğru çevirdi. Köpek, bir taraftan geç kalanları hareketlendiriyor, sapanların istikametini tepki vererek düzeltiyor, diğer taraftan da sürünün arka taraflarına doğru koşarak gidip geliyordu, bunları yaparken daha uzağa doğru da sesli ikazda bulunuyordu. Başarılı olamayınca nihayet çobana yaklaştı, uyarmak için etrafında dönerek sürtünmeye başladı. Ancak o, sürünün yanında sanki yoktu. Köpeğin ısrarlı uyarlarını, sonunda fark edebildi.
Etrafı hızlıca kolaçan etti. Köpeğin uyarısını anlamaya çalışıyordu ki sürüden ayrılan bir keçinin, burundaki kayalar üzerine çıktığını, oradaki bir fidanın en tepe filizini yemeye çalıştığını gördü. ”Ne haylaz bir hayvansınız siz yahu! Akşam saati otlanmaya başlar, hiç uzanılmamış filizlere uzanırsınız, bir de kendi başınıza olmayı seversiniz ki!” dedi ve tebessüm etti. Keyfi yerindeydi.
Keçiyi usulünce birkaç kez çağırdı ama karşılık bulamadı. ”Haydi be, uğraştırma, işimiz var, şimdi eve geç kalacağız.” dedi.
Çabaları fayda vermiyor, keçi yayılmaya devam ediyordu. Eğilerek yerden bir taş aldı ve ürkütmek için keçiye doğru fırlattı. Bunu bir kaç kere tekrarladı ise de netice alamadı. Keçi cinsinin azimkâr ve inatçı olduğunu herkesten daha iyi biliyordu ama bunu biraz fazla görerek sinirlendi. Yerden aldığı taşı daha sert ve hızlı bir şekilde keçiye doğru attı. Ne de olsa bu tür işlerde antrenmanlı idi. Bu sefer attığı taş, keçinin tam da başına isabet etti. Taş değer değmez keçi öyle bir ses çıkardı ki, feryadı dere içinde yankılanırken acısı da aynı şiddette kendi yüreğinde karşılığını buldu. “Eyvah!” diye bir çığlık attı. Çobanın çığlığı ile keçinin feryadı birbirine karışmıştı. Sesi duyan etraftaki diğer çobanlar, korku ve telaşla hemen arkadaşlarına doğru koşuşmaya başladılar.
Keçi, aldığı darbenin şiddeti ile sert bir şekilde kayadan aşağıya düştü. Feryat ederek dağın sarp yamacından süratle yuvarlanmaya başladı. Yuvarlanırken çıkardığı ses, akşamın sükûnetinin çöktüğü ortamda, çarptığı her cisimden yankılanarak tekrar dağlara aksediyordu. Can bu, hayvan için de aynı, insan için de aynı değil miydi? Farklı olan ne idi ki? Tutunma gibi bir yeteneğe sahip olmayan keçiyi durduracak, önünde bir engel de yoktu. O yuvarlanıyor, çoban da arkasından yetişmek için ayakkabısının yan tarafını toprağa vererek hızla yamaçtan kayıyordu. Diğer çobanlar da onun peşinden aynı şekilde kayarak olay yerine doğru iniyorlardı.
Öyle bir an geldi ki; keçiden ses kesildi. İşte o zaman, tam anlamı ile yıkılmıştı. Dizlerinin bağı çözüldü, umudunu yitirdi ve olduğu yere yığılıverdi. Ona göre her şey kıymetli idi. ”Ne olacak, nihayet o bir hayvandır!” diyemezdi, bugüne kadar da dememişti zaten. Keçi, kendini bırakmış, serilmişti, o ise gözyaşlarını tutamıyordu. Bir cana sebep olmuştu. Gün boyu, çocuklarından çok onları görüyor, onlarla beraber oluyordu. Sürüdekileri birer hayvan olmanın ötesinde kendisine bir emanet biliyor, onlar için sorumluluk duyuyordu. Arkadaşları teselli etmeye çalışıyorlardı ama o; “Olan olmuştur, çaresi de yoktur.” diyemiyordu!
Akşam oluyordu, karanlık çökmeden evlerini bulmaları gerekirdi. Yaşadığı şoku atlatana kadar arkadaşları yanından ayrılmadılar, ancak karanlık bastırmadan herkes evinde olmak zorundaydı.
Sürüsünü ahıra götürdü, ilk şoku atlatsa da olay gözünün önünden bir türlü gitmiyordu. Hayat devam ediyordu, biliyordu. Davarların yemliklerini suluklarını kontrol etti. Piston gibi göğsünü zorlayan duygularını iradesiyle bastırmaya çalışıyordu. Son kontrollerini yaptıktan sonra ahırın kapısını kapatıp evine çıkmak için geldiği merdivenin daha ilk basamağında yığılıp kaldı, bitap düşmüştü. Dizlerinde derman kalmamıştı. Keçinin feryadı hala kulaklarında yankılanıyordu. Eee! Kolay değil, gözünün önünde bir can gitmişti.
Merdivenleri zor çıktı.
Akşam olduğu için aile efradı toplanmış, sofra kurulmuş, herkes aile reisini bekliyordu. Selam verdi, selamı alındı. Halinden belli ki; bir şey olmuştu. Meraklı bakışlarla bir açıklama bekleniyordu. Ama onun konuşmak içinden gelmiyordu. Ev halkının her biri bir psikolog gibi birbirini iyi tahlil ediyordu. Bekledikleri cevabı alamayınca evin hanımı, kendisinin deyimi ile evin sultanı:
“Bir şey söylemeyecek misin, bu ne hal, ne oldu?” diyerek sükûneti bozdu.
Bir şey demese de olmazdı. Biliyordu, ne olduğunu anlamak için ısrar edeceklerdi.
“Tamam, merak edecek fazla bir şey yok. Bugün biraz karışık geçti günüm, yani zikzaklı. Bir sevinç, bir hüzün, bir sevinç, bir hüzün! İşte öyle.” dedi. Sonra da ayrıntılara girmeden olup bitenler hakkında bilgi verdi.
Keçinin feryadını anlatırken kendini tutamadı. Herkes, dağ gibi adamın sarsıntısını seyrediyordu. Etkilenmemek mümkün değildi. Bir süre ortalığa hüzün hâkim oldu. Sakinleştikten sonra elini yüzünü yıkadı, zor da olsa kendini toparlamaya çalıştı.
Yemekler yendi, çaylar içildi. Her şey bir kekre geliyor, tadını alamıyordu. Eve de kasvet çökmüştü. Her işin, vaktinde yapıldığı zaman bir değeri vardı, bunu biliyordu. Aldığı hediyeyi şimdi vermezse yaptığı iş yerini belki de bulmayacaktı. Metin ve örnek olması gerekirdi. Çocuklar da bu incelikleri öğrenmelilerdi, aksi halde nasıl öğreneceklerdi? Aslında kendisi de ilk defa böyle dişe dokunur bir iş yapıyordu. Bugüne kadar çocuklar böyle bir şeye hiç şahit olmamışlardı. Bu ilk olacaktı. Kararını verdi, hediyesini takdim edecekti. Yorgun bir sesle:
“Herkes gelsin buraya, söyleyeceklerim var.” dedi. Evde bulunan herkes sofada toplanınca gündüzden almış olduğu hediyeyi cebinden çıkarttı:
“Hayatımda ilk defa evimizin sultanına yani annenize yani eşime, evlilik yıldönümü hediyesi alıyorum.” dedi. Herkes birbirine baktı. O devamla; “Garibinize gitse de, ben zorlansam da artık ona “eşim” diye hitap edeceğim. Yanlışları hayatımızdan çıkarmak için bir yerden işe başlamak zorundayız. Yoksa hiçbir iyi iş yapmaya, hiçbir güzel söz söylemeye fırsat ve cesaret bulamadan bu dünyadan gideriz. Kimse de arkamızdan ‘Şu işi de yapacaktı!’ demez, diyemez, dese ne olacak ki? Ortaya çıkmayan bir işi kim nereden bilecek ki? Güzellikleri biz yaşayacağız, bizler yaşatacağız. Güzelliklerin yaşanmasını herkes başkasından beklerse o hiç yaşanmaz. Her insan, arkasında, küçük büyük, az çok unutulmaz hatıralar bırakmalıdır ki bıraktıkları ile anılabilsin. Bu dünyadan göçenler, iyi veya kötü hatıralarla anılırlar. Hayat bunu gerektiriyor. Yoksa insanlar çabuk unutulurlar.” dedi. Sonra da eşine dönerek: ”Sana bu alyansı aldım, sürekli gözünün önünde olsun, onu gördükçe mutlu olasın diye. Şimdi bu alyansı kendi ellerimle parmağına takacağım ki beni daha çok hatırlayasın!” dedi.
Herkes kısa süre bir şaşkınlık yaşadı ama mutlu da olmuşlardı, belli oluyordu. Bugüne kadar bu evde hiç böyle bir şey olmamıştı. Hatta dedelerinin, ebelerine ayaklarını yıkattığını, çoraplarını çıkarttırdığını, mestini giydirdiğini bilirlerdi. Tabir yerinde ise ailede büyük bir dönüşüm yaşanıyordu. Meraklı bakışlara o açıklık getirdi: ”Bugüne kadar bize ait olmayan bir kısım davranışlara inadına sahip çıkmışız, gereksiz yere savunmuşuz. Bilen adamın hali bir başkadır elbet. Köye yeni gelen şu genç hoca var ya; yemin ederim bize göre çok şeyler biliyor ve de doğru biliyor. Hediyeleşmenin güzel bir şey olduğunu, buna da en yakınımızdan başlamamız gerektiğini o salık veriyor. Elbet bir bildiği var, o da bir yerlerden öğreniyor. İşte bu hediye, benim öğrendiklerimin ilk meyvesidir. Sizlerin de güzellikleri hayatına sindirmesini, meczetmesini diliyorum. Şimdi herkes dinlenmeye, bugünlük bu kadar!” dedi.
Zorlansa da çok önemli bir iş başarmıştı.
El ayak çekildi, herkes dinlenmeye geçti. “Erken kalkmak için erken yatmak, dinlenmek ve sabah işe dinç başlamak gerekir!” prensibi herkes için geçerli olmakla beraber elinin emeği ile geçimini kazananlar için daha çok geçerli olduğunu biliyorlardı!
Olumsuzluklar, bugün yaşanan bütün güzellikleri ve sevinci tamamen silip götürmese de kara bulutlar gibi gölgelemişlerdi. Şehirde yaşadıkları bir tarafa, o dehşetli anı bir türlü unutamıyordu. Bitap düşmekten ve sinir harbine yenik düşmüş olmaktan olacak ki, bir müddet sonra uyuya kaldı. Sabaha kadar sayıklamak suretiyle mutsuzluğunu geceye ortak etti.
Sabah kalktığında ilk aklına gelen, dün akşamüzeri yaşanan olay oldu. Bu daha ne kadar devam edecekti, bilmiyordu. Aslında sıkıntısı bir değil ikiydi. Sürünün bir ortağı vardı. Onu da bilgilendirmesi gerekiyordu.
Sürüyü ahırdan çıkardı, yola koyuldu. Yurtdışından yeni izine gelmişti ama söylemeden edemezdi, meraya giderken ortağının evinin önünden geçti ve ”Müsait olduğun bir vakitte görüşmemiz gerekir.” diye ona seslendi.
Hayatın devam etmesi, kader, işte buydu!
Öğle saatinde, dinlenme yerinde toplandıklarında, yanında çocukları ile birlikte ortağı çıka geldi. Ellerindeki çıkınları zor taşıyorlardı. Belli ki bugün öğle yemeği ortağındandı. O da değişiklik olsun diye şehre gitmiş, yemekler yaptırmış, köylerinde henüz yetişmemiş meyvelerden alarak bir ziyafet hazırlamıştı.
Sofra kurulurken çobanın huzursuzluğu depreşmeye başladı, kendisini zor tutuyordu. Hep beraber sofraya oturuldu, o duramadı: ”Konuşmamız gerek!” dedi. Ortağı, yemekten sonra konuşabileceklerini söylese de: ”Hayır, şimdi konuşalım.” diye ısrar etti. Ne konuşacağını kimse bilmiyordu. Kiminin elinde ekmek, kiminin elinde kaşık öyle kalakaldılar. Çaresi yoktu, huzursuz olmanın da âlemi yoktu. O da “Peki konuşalım, ne diyeceksen söyle bakalım.” dedi.
O, bir gün önce akşam saatinde yaşananları anlattı, sonra ilave etti:
“Bakınız, biz ortaklaşa bir iş yapıyoruz, ben sana zarar verdim. Ben düşündüm; sana verdiğim bu zararı tazmin etmem lazım. Ben çok huzursuz oldum.” dedi.
Olayı dinleyen ortağı: ”Senin, bu keçinin bedelini ödemen gerekmez. Evet, biz ortağız ama bu sürüye her şeyi ile ortağız. Bu bir kazadır, buna benzer durumlar her zaman olabilir. Bunları konuşmanın gereği bile yok. Şimdi yemeğimizi yiyelim. Ben, gönül rızam ile senden hiçbir şey istemiyorum, şimdi yemek saati, haydi bakalım yemeğe.” dediyse de onu ikna edemedi.
“O zaman müftülüğe gidip soralım.” dedi.
Ortağı: “Tamam, gider sorarız, madem öyle istiyorsun, şimdi yemeğimizi yiyelim, uygun bir zamanda gider sorarız. Sormaya gerek yok ama seni ikna edemem ben!” dedi. O, illaki ‘bugün soralım’ diye ısrar edince ortağı da ister istemez kabul etti.
Yemek yendikten sonra ortağına; ”Haydi gidiyoruz.” diye tutturdu. Çaresi yoktu, bu iş çözülmeli idi. Ortağının arabasına binip beraberce müftülüğe vardılar.
O ona dedi “Sen anlat!”, öbürü öbürüne dedi “Sen anlat!”. Sonunda ortağı; “Tamam ben anlatayım.” dedi, sonra da olayı, kendisine anlatıldığı gibi anlattı ve:
“Ben yurt dışında işçi olarak çalışmaktayım, tatile geldim. Bu, benim çocukluktan beri arkadaşım, birbirimizi çok severiz ve birbirimize güveniriz. Birkaç yıldan beri, ben parasını veriyorum, arkadaşım, köyümüzden ve çevreden toplayabildiği kadar kuzu ve oğlak satın alıyor. Diyeceğim odur ki; sermaye benden, çobanlık arkadaşımdan olmak üzere Kurban Bayramı’na kadar bu davar sürüsünü besliyor, bayram öncesinde satıyoruz, bütün işleri arkadaşım yapıyor, neticede parasını ortaklaşa bölüşüyoruz. Yıllardan beri böyle devam ediyoruz. Bu sürü de aynı minval üzere meydana gelmiştir. Çobanlıkta usuldür, sürü, taş veya sopa yardımı ile yönlendirilir, toparlanır. Olayı size anlattım. Şayet benim bir hakkım da varsa helal ediyorum. Fakat arkadaşım bunu kabul etmiyor, ben de kendisinin, keçinin bedelini bana ödemek istemesini kabul etmiyorum.” deyince çoban orada söze karıştı: ”Ama farklı bir durum var ortada; ben o keçiyi, bizzat yanına varmak suretiyle çevirebilirdim. Ben tembellik ettim, taş attım ve hayvanın ölümüne sebep oldum, bu yüzden benim, o keçinin bedelini ödemem gerekir.” deyince orada bulunanlardan birisi:
“Hâlâ kıyametin neden kopmadığını şimdi daha iyi anlıyorum!” dedi.