USARE DERGİSİ 8. SAYI
Dışarıdaki fırtına, tipi, içerideki kişiyi ürpertebilir ama duyguları buza kesmiş olanların beyin ve vücutlarına hiç bir şey kar etmez! Bir yerde beş kuruşunu yitiren, o beş kuruşunu yitirdiği yere her geldiğinde, bulma ümidi ile veya kaybettiğini alma isteği ile defalarca döner, döner bakar.
Kişilerdeki bu duyguların bastırılması nerede ki imkânsızdır. Elbette ki insanın fıtratında olanlar kınanamaz, yadırganamaz. İnsanın iç âleminde olanlar kendi nefsi ile ilgilidir yani kişiseldir, o yüzden diğer insanlar tarafından görülmeyebilir veya diğerlerini pek ilgilendirmeyebilir.
Bazılarının davranışlarında aşırılık bulunsa da kişinin, malını mülkünü korumak için gösterdiği çaba ve gayretler, yerine göre olması gerekenler cinsindendir, yerine göre de güzeldir. İnsanda; malını, mülkünü, parasını, işini koruma azmi olmasa anarşi bir anda çığ gibi büyür, ortalık eşkıyalardan geçilmez olur, toplum tehlike yaşar, tehdit altında kalır, sosyal dengeler bozulur.
Kişisel olan duygu ve etkenlerden bir kısımları toplumlara da sirayet eder. Kişiler olmadan toplum olunmaz ilkesine göre toplumsal bağlılıklardan birçokları da kişisel davranışları dışarıdan destekler. Aslında toplumsal davranışlardan çokları; toplumsal olduğu kadar kişiseldir de, zaten toplumla birlikte kişileri ayakta tutan temel unsurlar da bunlardır. En büyük sosyal tehlike ise bu bağları koruyamamaktır. Ne var ki; toplumu ve dolayısıyla kişiyi ayakta tutan kültürün yozlaştırılmasına karşı, gerektiğinde makul bir tepki ortaya konmaz veya toplum içinden buna pek aldırış eden olmazsa işte o zaman değerler kaybolmaya ve zarar görmeye başlar!
Bizden önceki toplumların yaşantı şeklini ancak sözlü veya yazılı anlatılanlar kadar bilmekteyiz. En iyi bildiklerimiz ve doğru olanlar ise gördüklerimiz ve yaşadıklarımızdır. Bunlar bile bizi ayakta tutmaya yetecek hacimdedir. Ancak, toplum olarak o kadar hızlı değişimler yaşamaktayız ki; yakın tarihte yaşananları bile duyanlar, asırlar öncesi yaşanmış olanlar anlatılıyor hissine kapılmaktadırlar. Toplum hayatımız bu yönüyle, varlıktan yokluğa düşmüş insanların haline ne kadar da benzemektedir, müflis tüccar gibiyiz vesselam.
İmkân olsaydı da; her gün kaybettiklerimizi arkamızda bir yere biriktirebilseydik, bir süre sonra dönüp baktığımızda, kaybettiklerimizin dağlar gibi yığıldığını görürdük! Kaybedilenler para olsa, mal, mülk olsa, bunlara yananların âhı, feryadı arş-ı alayı bulurdu, belki de yürekleri dağlardı. Kaybedilenler para ve mal cinsinden olmadığı için halimiz işte ortada!
Bu kaybettiklerimizin arasında bizim bir “Mahalle Ailemiz” vardı, bilmem hatırlayanlarımız var mı? Anlatılacakları okuyanlar içerisinden, o günleri görmüş veya duymuş olanlar varsa; “Sahi böyle bir aile yapısı vardı!” veya ”Duymuştum!” diyenler çıkacaktır. Kaybedilişinin bugün farkında olmayanlar bulunduğu gibi bu değerlerle iç içe yaşadığı halde onların farkında olmayanlar da elbette vardı! Kurşun yiyen, darbenin sıcaklığı ile, aldığı yaranın ilk başta farkına varmazmış. İşte sonuç ortada; bu toplumun birer ferdi olarak kurşun yemiş yaralı aslanlar gibiyiz! Başka ne denilebilir ki?
Anaerkil, babaerkil aile tiplerini ve günümüzde bunlara getirilen eleştirileri şöyle böyle bilenlerimiz vardır mutlaka, ancak itiraf etmeliyiz ki; çoklarımız bugünün modası, modern aile yapısını da anlamakta zorluk çekmekteyiz. Filmlerde gördüklerimiz, basından okuduklarımız açısından baktığımızda, modern ailelerin sorunsuz bir yapısının olduğu imajı verilmektedir, hâlbuki bunların daha çok sorumsuz fertlerden oluştuğu ayan beyan ortadayken bazılarımız/birçoklarımız, işin bu tarafını göremiyoruz. Sorunlulukla sorumluluk arasında dramatik bir farklılık bulunmaktadır, bu da; iki kelime arasındaki bir harfin yaptığı değişiklikte gizlidir!
Dikkat edilirse; daha çok sorumsuz bireylerin aileleri devamlı sorun yaşamaktadır. Sorunların yaşandığı bir ortamda nasıl modern olunuyorsa onu da anlamak mümkün değildir. Birbirini anlamayan, saygılı olmayı ve sevmeyi unutmuş insanlar, bazı kelimelerin sadece efsununa kapılmışlardır. Modernlik bağlamında herkes hak ve hukuka saygılı olacaksa ve hak-hukuk anlamında demokrat olunacaksa bunu kim istemez ki? Aklı başında olduğu halde, baskıcı insan tipinden hoşlananı, sorumsuzluktan da felah bulanını ben henüz görmedim. Necip Fazıl’ın deyişine nazire gibi olacak ama davranışları sulandıranlar, sosyal hayatı bataklığa çevirmişlerdir. Tabi yaşadıklarını fark etmeyenler için yaşamın biçimi önemli değil, ama işler zannedildiği gibi gitmiyor ki. Aslında kimileri için karmaşada, dolayısıyla bu alanda epeyce iş var! Bozulmuşluk, daima küçük ya da fırsatçı grupların işine yarar, hem de çok… Bataklıkta yaşayanların da bir hayatı var elbette, onların besin kaynakları da bataklıktır, oradan beslenirler!
Olumsuzluklar her devirde olmuştur, hayat devam ettiği sürece olacaktır da, buna bir itirazımız olamaz. Olumsuzluklara yenik düşmemektir önemli olan. Eskiden bu sıkıntıları fark edenler, çözümü bulmuşlar ve de başarılı da olmuşlardır, işte işin çaresi: Mahalle Ailesi.
Yakın zamana kadar ekonomik durumu normal ve üstü olan insanların diğerlerine göre sayısal oranı ne idi bir hatırlayalım! Yıllar içerisinde geriye doğru gidildikçe bu oranın daima düşük olduğu görülecektir. Çoğu zaman, çoğu yerde insanlar açlık sınırının altında, hem de çok altında yaşamışlar ve hâlâ da yaşamaktadırlar. Çok geriye gitmeye gerek yok, bu memlekette en ucuz besinlerle beslenildiğini benim yaşımdakiler bile bilir. Ekmeğe Sana Yağı sürülüp kahvaltı yapıldığını, çökelek içerisine kuru soğan doğranıp ekmeğe katık yapıldığını, bize göre genç olanlar bilmezler ama biz unutmadık!
Az paranın zor kazanıldığı zamanlarda ayakta durabilen insanlarla çok daha fazla para kazandığı halde bugünün ayakta duramayan insanları arasındaki zıtlıklar ya da farklılıklar nedir acaba? Bu zıtlık ve farklılıklar arsındaki etken güç nedir ki? Peki, yarınlarda insanları neler beklemektedir?
Mahalle Ailesi dediğimiz yaşam tarzı, çelik gibi yapısı ile dünyanın en güçlü sosyal yapısı olma özelliğine sahipti. Toplum, hayatın tabii seyri içerisinde en güçlü desteğini buradan, yani mahalle ailesinden alıyordu. Yokluk çekenlerin, aç kalanların, bugünkü kadar ajite eden veya yürekleri dağlayan feryatları duyulmuyordu. Çünkü anında yaralar sarılıyor, paylaşılması gerekenler paylaşılıyordu. Mahalle Ailesi bunu, her şeyini Mekke’de bırakıp hicret eden kardeşlerine gönlünü açmış ve paylaşma medeniyetini kurmuş olan Medineli Ensar’dan ve hayatı kurumsallaştıran ecdadından öğrenmişti. O nesil, İslam’ın tarihi gelişiminden, o gün adına sosyoloji denilmese de toplumsal hayatı dengeleyen dayanışma kültüründen az çok haberdardı. Bu sayede güçlü toplum olmuşlar ve zorluklara direnebilmişlerdi. Takatini yitirmiş veya yitirmek üzere olanlara, görülmeyen eller olarak destek vermek suretiyle hem toplumu hem de onların onurlarını kurtarıyorlardı. Bugün, ulu çınarlar gibi yıkılan ailelerin, sadece merhametli gönül sahipleri ve yakınları tarafından duyulan sessiz çığlıkları, Mahalle Ailesi’nin aktif olduğu zamanlarda hemen hiç duyulmuyordu.
Ana yüreği taşıma özelliğini kaybetmemiş, evlat sahibi ve sorumlusu olmanın bilinci ile şefkatini evine sığdıramayıp uzak ve yakın çevresini de merhamet ve sevgisiyle kuşatan analar, mahalle ailesinin onursal liderleri olma şerefini, bir taç olarak her zaman başlarında taşımışlar ve bu sayede etrafa ışık saçmışlardı. Daha henüz bir misyon yüklenilmeye çalışılan, kendi öz dinamiklerinden habersiz, günümüz kadın kuruluşlarının mevcut durumlarının aksine, Mahalle Ailesi’nin yegâne hamisi olan kadınların yapılandırdığı sosyal yapı, asırlar boyu ayakta durmayı başarmıştı. Ne zaman ki şefkatin ciğerlerine kurt düştü, işte o zaman toplumun beli de bileği de büküldü, takati kesildi, dizlerinde derman kalmadı!
Farklı yörelerde, benzer şekillerde tezahür eden ve hâlâ devam eden dayanışma örnekleri mutlaka vardı, ancak bizzat gördüklerimizi yazdığımız için diyoruz ki; Maraş’ta bu, bir farklı idi. Bize mi öyle geliyordu diyeceğim ama veriler de böyle farklı bir oluşumu işaret etmektedir.
Mahalle Ailesi içerisinde, olgunluk çağına ermiş ve beceri kazanmış, o güne kadar taşımış olduğu sorumluluktan farklı olarak, çevresinde bulunun bir kısım insanların sorumluluğunu da üstlenebilecek şekilde tecrübe edinmiş, kıdemlenmiş, çocuklarını büyütmüş analar, aynı zamanda mahallenin de anası durumuna gelmiş oluyorlardı ve bu sosyal yapıya güç katıyorlardı. Ailenin anası ile mahallenin anası bazı işleri tatlı bir diyalog içerisinde birlikte yürütüyorlardı.
Mahalleden askere gidenler, askerden gelenler, hastalar, hamileler, doğum yapanlar, lohusalar, gelinlik çağına gelenler, evlenme yaşına erenler, yüksek tahsil için diğer illere gidenler, tatil için okuldan dönenler, kent dışında görevde olup da izine gelenler, dargınlar, kimsesizler, hastalar, çaresizler ve daha nicelerinden her biri, mahallenin anaları tarafından takip edilir, bunlarla ilgili, yapılması gerekenler, ihtiyaca göre ve usulünce yapılırdı.
Akşam olunca evin beyi, mahallede olup bitenlerden gerektiğince haberdar edilir, gerekiyorsa bu işler için onlardan maddi ve manevi destekler alınırdı. Yerli yerince hediyeler alınır, adına düşelge denilen ikramlarda bulunulur, hediyeler göndermek suretiyle gönüller yapılır ve ailelere, ihtiyaca göre destek sağlanırdı.
Bir bakıma imece usulü ile çalışan mahalle ailesinin anaları, bulundukları ortama hem emeğin hem de ekonominin en güçlü desteğini verirlerdi. Tıpkı, bir evin içerisinde, işleri el birliği ile yapan aile bireyleri gibi mahalle çapında yardımlaşmayı da komşu aileler gerçekleştirirlerdi.
Yine benim ve akranlarımın bildiği kadarıyla her evde yılda en az bir-iki kere yüzlerce yufka ekmekler açılır ve pişirilirdi. Mayasız, tamamen doğal undan yoğrulmuş hamurdan, üç, beş, altı, yedi veya daha fazla sayıda kurulan ekmek tahtaları üzerinde açılan yufkalar, genelde tasarrufa ve israftan kaçınmaya dayalı olarak biriktirilen çalı, çırpı cinsinden yakacaklarla ekmek sacı üzerinde pişirilir, zahire türünden bir katkı ve ara yiyecek olarak tüketime hazırlanırdı.
Hangi gün kimin evinde ekmek yapılacağı, komşu kadınlar arasında gün öncesinden kararlaştırılırdı. Ekmek yapılacağı günün erken saatlerinde evin hanımı, varsa kızları, gelinleri hamuru yoğurur, komşuların gelme saatine kadar dinlendirirlerdi. Evin erkeklerine bu hamurdan yapılan, isteğe, biraz da ekonomik duruma göre peynirli, çökelekli veya tereyağı ile tek taraf yüzeyi yağlanan, tercihe göre üzerine toz şeker serpilen yağlamalı bazlamalarla kahvaltılar yaptırılıp işe öyle gönderilir, daha sonra, gelen komşu ve akrabalarla işe başlanılırdı. Bu işlem, sırası ile diğer akraba ve komşularda da uygulanırdı. Yardıma gelenlerin evlerine, hatta bu ekibin içerisinde bulunmayan bir kısım komşulara da aynı şekilde bazlamalar yapılır gönderilirdi. Akraba ve komşularda olup bitenlerin, mahalle veya kentte yaşananların değerlendirilmesi, daha çok bu ortamlarda yapılarak görüşülür, toplanan bilgiler içerisinden aktarılması uygun olanlar, akşam evin beyi ile paylaşılırdı. Bir hastalık, acil bir durum ve geçerli bir mazeret olmadan hiçbir kimse bu uygulamanın dışına çıkmazdı.
Genişletilmiş aile yapısı içerisinde olduğu gibi mahallenin de erkekler arasından sözü dinlenilir, hakemlik yapabilecek saygın kişileri vardı. Bunlar da mahalle analarının üstlendiği görevlerin dışında kalan veya onların müdahil olamayacakları durumlarda, doğal olarak, daha çok arabuluculuk veya hakemlik yapma gibi kritik konuların çözümünde, üzerlerine düşeni yaparlardı. Bu konumda olan hiçbir kimse kendine düşeni yapmaktan uzak kalamazdı. Her olumsuzluk, neredeki hemen anında çözüme kavuşturulur, gönüller yapılır, kırılmalar tamir edilir, dallanıp budaklanmadan örtbas edilirdi. Özellikle karı koca arasında meydana gelebilecek huzursuzlukları bertaraf etmek için Kur’an-ı Kerim’deki; kadın ve erkek taraflarından birer hakem seçilerek aralarını düzeltmeye çalışılması tavsiyesine (Nisa S.4/35) bağlı olduğunu düşündüğüm bu davranış, kültürümüzün çok önemli kollarından biri olarak o zamanki hayata girmiş olmalıdır.
Sorumluluk taşıma işi, aile reisi kadar mahallenin her ferdinde farklı şekillerde kendini gösterirdi. Sürekli mahallede bulunmaları sebebiyle bu görevi üstlenenlerin belki de en başında mahalle bakkalları gelirdi. Mahalleye girip çıkanları en sıkı takip edenler bunlardı. Yabancı, özellikle de şüpheli gördükleri kişilerle yardımcı olma görünümünde hemen diyalog kurarlar ve maksadı tez elden anlayarak sorunu çözerlerdi. Eğer yardımcı olunacak bir durum varsa derhal yardımcı olurlar, hoşlanmadıkları bir sezi elde etmişlerse, o işi, usturuplu bir şekilde bertaraf ederlerdi.
Mahallenin yoksulunu, garibanını, sıkıntısı olanlarını ilk elden bilenlerinden biriydi bakkallar. Modernleşmenin getirdiği, müşteriye iltifatı bile bilmeyen bugünkü marketlerin aksine, günlük ihtiyaçlarını karşılayacak veya anlık para verebilme durumu olmayan herkese, aile reisi gibi davranmayı bilen usta esnaflardı onlar. En yakınına derdini açamayanlar, soluğu mahallenin bakkalında alırlardı. Mahalle sakinlerinden bazıları onları incitseler de onlar incinmezlerdi. Birçoklarının ekonomik sırlarını yine onlar bilirlerdi. Birçok kereler alışık defterlerini yakmış olmalarına rağmen veresiye isteme durumunda olanlara şefkatle muamele yaparlar, eski defterden söz dahi etmezlerdi. Kendileri kıt kanaat geçinseler bile yokluk çekenlere bunu hissettirmezler, bilakis onları en iyi yine onlar anlardı. İnsanlara, belki akrabalarının gösteremediği yakınlığı yerine göre onlar gösterirlerdi.
Bakkal dükkânlarında veya yakınlarında oturan kişileri halk makbul adam kabul etmezlerdi. Bu yüzden bakkallarda kimse oturup kalmaz, işini bitirdiğinde hemen terk ederdi. Her aile reisi de çocuğuna bu yönde tembihte bulunur, nedenini de açıklardı. Borca almaktan çekinenler, veresiye aldığının bilinmesini istemeyenler veya parası ve ihtiyacı kadar almak isteyenler olabileceği, çocuklara anlatılırdı.
Mahalle bakkalları bir danışma bürosu gibi çalışırlardı. Dünürcüler, postacılar, polisler, icracılar hepsi adresleri onlardan sorarlar, onlar da iyilik umduklarına yardımcı olurlar, zarar geleceğini anladıklarında ise sorulanları asla bilmezlerdi! Gerek duyduklarında yetkili bildikleri kişilere bilgi verirler ve ikazda bulunurlardı.
Şimdilerde olduğu gibi mahalle muhtarlıkları öyle yarışla elde edilecek bir iş olarak görülmezdi. Mahallenin sanki baş aile reisi durumunda görülen mahalle muhtarlığı için kâmil, her yönüyle güvenilebilir, tahsilli olmasa da arif, görgülü ve saygın bir kişi, tek aday olarak seçime girdirilir, belki de ölene kadar o mahallenin muhtarı yapılırdı. O, bırakmak istese de mahalle onu bırakmazdı. O da kendisine olan sevgi, saygı ve güvenin hakkını verme gayretinden asla taviz vermezdi. Her şeye karışmaz, ama göz ucuyla mahalleyi, bir baba şefkat ve sorumluluğunda takip ederdi. Yardımda bulunacaklara o işarette bulunur, yardımlar gizlice, çoğu zaman onun eliyle yapılırdı. Yardımlar, gecenin en ilerleyen saatlerinde götürülürdü. Yardım yapılacak evin kapısı hafifçe tıklatılır, ses alındığında veya ayak sesleri işitildiğinde paket kapıya bırakılarak gecenin karanlığına gizlenilir, yardımın içeri alınması ile birlikte yine gecenin karanlığında kaybolunurdu. O iş, hemen orada unutulurdu. Muhtar azaları da aynı kapasite ve duyarlıktaki kişilerden sıralanırdı.
Bu davranış ve anlayış hemen her yerde hâkimdi. Baba, çocuğunun harçlığını o görmeden elbisesinin yakınına bırakır, çocuk da aldığı bu kültürün gereği olarak sessizce alır, cebine koyardı. Ya da baba, çocukların harçlığını anne aracılığı ile verirdi. Hiçbir çocuk, babasından harçlık istemediği gibi kardeşlerinin ne kadar harçlık aldığını bilmez ve öğrenmeye de meraklı olmazdı. Bu, bir bakıma çocuğu geleceğe ve hayata hazırlamaktı. Babası dahi olsa kimseden bir şey istememeye çocuk yaşta alıştırılmış olurdu. Nasıl yorumlanırsa yorumlansın, ancak bunun, yine peygamberî bir kültür eseri olduğunu, Peygamberimizin, ilk Müslüman olanlardan bir kısmına; ”Atının üzerindeyken kırbacın yere düşse dahi, kimseden bir şey istememek üzere bana biat ediyor musun?” şeklinde aldığı biatlerden esinlendiğini düşünüyorum.
Maraşlı her evin vazgeçilmezi Maraş tarhanası, yapımı çok zahmetli ve oldukça da zor işlemleri olan zahire türlerinden biridir. Kahramanmaraş’ta bu iş, şu anda sektör haline gelmiş olmakla beraber tarhanasını evinde yapan ailelerin öyle tek başlarına üstesinden gelebilecekleri bir iş değildir bu. Bu iş için mutlaka malzemeye, yardım almaya, iş paylaşımcılığına ihtiyaç vardır. Burada da yine akrabaların yanı sıra komşular yani mahalle ailesi devreye girdiği gibi işe en fazla omuz verenler de onlar olurlardı.
Her ailenin, evinde tarhana yapımı için gerekli malzemeleri bulundurması mümkün değildi. Gücü yetenler, evi müsait olanlar, evinde müsait yeri olanlar, tarhana yapımında kullanılacak malzemeleri hayrat olarak bulundururlardı. Bu iş için; yan yana getirilerek, özel iplerle örülen, serildiğinde bir kilim şeklini alan, çok ince kamışlardan yapılmış ve adına çığ denilen malzemeler kullanılır. Bunun, Kahramanmaraş dışında kullanıldığını henüz duymadım ve kullanıldığını da zannetmiyorum.
Bir aileye kış boyu yetecek kadar tarhana yapımı için bu çığlardan, en az 20–30 tanesine ihtiyaç vardır. Bitmedi; bu çığların, üzerine serilmesi için daha çok kavak ağaçlarının ince ve düzgün olan kısımlarından özellikle seçilmiş, 3–4 metre boyunda, 40–50 den fazla, Maraş deyimi ile “şapta”ya ihtiyaç vardır. Tarhananın pişirildiği, oldukça büyük, iç yüzeyi kalaylı bakır kazanlar yani masara kazanları ile malzemelerin bir kısmı veya tamamı hayrat edilirdi. Bu hayrat malzemeler, ilkbahardan itibaren sahibinin evinden çıkar ve komşudan komşuya dolaşmaya başlar; bir, hayrat sahibinin tarhanası yapıldığında, bir de mevsim tamamlandığında yani sonbaharda, korunmak için tekrar sahibinin evine getirilirdi.
Yenmesi çok zevkli, yapımı ise çok zor olan tarhananın işleri bu kadarı ile sınırlı değildir. Bu işin, aşının pişirilmesi bir merhale, yoğurt katılması, dama taşınması, dinlendirilmesi ikinci merhale, serilmesi ve kuruduktan sonra çığlardan alınıp güneşte iyice kurutulup saklama kaplarına konulması ise üçüncü merhalesidir. Üçüncü aşamada işler, ev halkı ile yapılmasına karşılık, ilk iki merhalede çevre desteğine ihtiyaç vardır. Bu kadar zor bir işlem, elbirliği ile yapıldığında, kısa bir sürede tamamlanırdı. Akrabalardan, evleri yakın olanların katılımı olmakla beraber bu işler, daha çok mahalle ailesi desteği ile yapılan işlerdi. Özellikle tarhana serilirken, yoğurda katılmış aş serilmeye hazır kıvamına getirilir, topaçlar yapılır, topaçların sericilere taşınmasında çocuklar severek görev alırlardı. Bir bakıma, henüz çocuk yaşta kişiler bu dayanışmaya bu şekilde alıştırılmış olurdu. Şimdilerde tarhana sermek için mala kullanılması bir kolaylık olmasına karşılık eskiden el marifetiyle serilirdi. Tabi en ince serenler takdir edilir ve her yerde övülürdü. Bu da bir ustalıktı. Bu maharetin sahipleri ise hiçbir surette ustalıklarını gizlemezler ve işten kaçmazlardı yani kurnazlık yapıp iş bilmez görünmezlerdi, hatta böyle davranmak ayıp sayılırdı.
Tarhananın, serildiği günün ikindi sonrasında, garbi yelinin de etkisi ile kurumaya yüz tutmuş haline firik denilir ki firik olduğunda tarhana sahibini tatlı bir telaş sarardı. Yerine göre beş, altı, sekiz ve daha fazla çığ üzerinden firik, akrabalara, komşulara ve dostlara dağıtılırdı. Mahallede, her gün kimin firiği varsa bilinirdi ve gelmesi de beklenirdi. Üstelik ceviz içi, badem içi gibi katkı kuru yemişler de yanında gönderildi. Yani eksiksiz ikramda bulunmak, kültürün en bariz ve vazgeçilmez örneğiydi. Firik, özel tabaklarda ve özel bezlere sarılarak gönderilirdi ki bütün bunlar zamanla ya şekil değiştirmiş veya uygulamadan kalkmıştır.
Her Maraşlı evin zahire türlerinden biri de kolay gibi görünmekle beraber işlemleri bir hayli zaman alması bakımında meşakkatli bir iş olan “kuru” yapmaktı. Yazın nimetlerinden kış aylarında da yararlanmak, ekonomiye destek sağlamak, en önemlisi de geçim zorluklarını hafifletmek için yaz aylarında ucuz ve bol bulunan sebzelerin bir kısımlarından kurutmak suretiyle kışa stoklar yapılırdı. Bunların başında patlıcan, kabak ve biber kurusu gelirdi. Bu, Maraşlı ailelerin biraz da dolma yemeğine düşkünlüklerinden kaynaklanan bir zahire türüydü. Kabak ve biberlerin içinin oyulması patlıcan kadar zor olmadığı için dışarıdan desteğe pek ihtiyaç duyulmazdı. Bundan dolayı kurusu yapılmak üzere patlıcanların içinin oyulmasında çevre desteğine ihtiyaç vardı. Çünkü hem biraz zor, hem de bir an önce içi alınıp kurumaya bırakılması gerekmektedir. Bekletilen patlıcanlardan verim almak zor olduğu gibi işlemleri de zorlaşır. Ortalama beş kişilik bir ailenin kışlık iki yüzden az olmamak üzere üç, dört yüz kuru yaptığını biliyorum. Bunların, üçte ikisi gibi miktarları komşulara paylaştırılır ve kısa sürede iş bitirilmiş olurdu.
Bağcılığın bir hayli yaygın olduğu zamanlarda, yapımı zahmetli ve zor olan şıra yapımı sırasında da bağ komşularından veya yakınlarda bulunan akrabalardan destek alınır, işler elbirliği ile ve özenle yapılırdı. Şıra yapıma işi, tarhananın yapılmasından süre olarak dava uzun zaman alması ve çeşitliliği bakımından daha zordur. Tek kişi ile üstesinden gelinebilecek bir iş değildir. Bütün zahmetine rağmen kimse; ”Bu iş zahmetli bir iştir, kolayına yapılmıyor öyle!” demez, o imkâna sahip olmayanlara en azından, bu ürünlerden tattırmaktan geri kalınmaz, hatta büyük zevk alınırdı. Üzümlerin yetmesi yani olgunlaşması ile ikramlar başlar, eş, dost ve ahbaplara, komşulara bir ilk turfandadan, bir de güz mevsiminde bağbozumundan önce, bağın en güzel üzümlerinden ve çeşitlerinden seçilerek hazırlanmış, en az orta boy sepetlerle hediye gönderilirdi. Güz üzümünün yanında tabi ki üzeri taze cevizle süslenmiş hatta kaplanmış, en az beş kişilik bir aileye yetecek miktarda bir kap bastık hapısası ile birlikte gönderilir, genelde evin hanımına, annenin selamı ile evin çocukları tarafından takdim edilirdi. Hediyenin çocuklarla gönderilmesi işi de çocukların hediyeleşmeyi öğrenmesi bakımından kültürün bir parçasıydı. Şıraların tazesinden ve kurumuşundan ayrı ayrı, çevreye hediyeler gönderilir, uzun kış gecelerinde gelen misafirlere de mutlaka bunlardan ikram edilirdi.
Burada öyle zannediyorum ki; Yüce Allah’ın: ”Ey iman edenler! Kazandıklarınızın ve yerden sizin için çıkardıklarımızın temizlerinden infak edin (ihtiyacı olanlara verin). Ve sakın onun kötüsünden ve kendiniz için gözü kapalı (gönül rahatlığıyla) alamayacağınız (ucuz ve düşük evsaflı) şeyleri infak etmeye meyletmeyin (kalkışmayın). Allah’ın Ganî ve Hamîd olduğunu bilin (Bilin ki Allah zengindir, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur ve övülmeye layık olandır.) (Bakara 2/267) ayetini, o zamanın insanları çok iyi anlamışlar ve bunu ilke edinmişlerdir. Son zamanlara kadar, bu toplumun inandıkları esaslar aynı zamanda kültür olarak yaşantılarına geçmiştir. Üzülerek belirtmek gerekirse bu davranışlar da bugün kaybettiklerimiz arasında bulunmaktadır.
Her Cuma sabahı kentteki bütün camiler, etrafta ikamet eden hanımlar tarafından, yıkanacak yerleri yıkanmak, silinecek yerleri silinmek suretiyle temizlenir, Cuma saatine kadar pırıl, pırıl yapılarak Cuma namazının huzur içerisinde eda edilmesi için namaz kılınmaya hazır hale getirilirdi. Camilerin, Allah’ın şanına yakışır vaziyette tertemiz olması gerektiğinin herkes şuurunda idi! Bu işleri herkes canla başla yapar, severek yaptıkları için bunu yük sınmazlardı. Benzer bir hazırlık da Ramazan ayı ve bayram arifelerinde yapılırdı.
Maraş geleneğinde, Ramazan Bayramı’na mahsus, Ramazan’ın son haftası içerisinde yine Maraş usulü çörekler yaptırılır, hane halkı sayısından az olmamak kaydı ile yakın akraba ve komşulara da çoğunluk aile fert sayısına göre bu çöreklerden gönderilirdi. Ayrıca, bayramda ziyarete gelenlere de hoşaf yanında bu çöreklerden ikram edilirdi.
Mahallelinin işleri bunlarla da sınırlı değildi, onlar birçok aileden oluşan, gerçek büyük bir aile gibiydiler. Birbirlerinin işlerini görmekte, sıkıntılarını gidermekte ve ortak olmakta, cenazelerinde- düğünlerinde birlikte bulunmakta, mahalleye kol kanat olmakta velhasıl bir ailenin yükümlülüklerinde ve bu yükümlülüklerin icrasında bir aileden asla farkları yoktu. Bir mahalleye bir yabancı girse hemen hepsinin haberi olur, olumsuz bir davranışta bulunmaması için o kişi takibe alınırdı. Bugünkü evlerin çift kapılı olmasının aksine aileler fazla tedbire bile gerek duymayacak kadar kendilerini güven ve koruma altında hissederlerdi.
Birisi üzgün ve neşesiz görülse, yaşça kendisinden büyük ablaları, ağabeyleri tarafından sıkıntıları araştırılır ve en kısa sürede çözüm bulunurdu.
Şimdi bunların hiçbirisi kalmadı. Mahalle Ailesi çöktü, sosyal yapı yaralandı, gemi su aldı. Gemiyi bilinçli delenlerin keyfine diyecek yok, bilinçsiz olarak bu işi yapanlar veya yapanlara davranışlarıyla destek olanlar, henüz işin tam olarak farkında değiller ama gemi su almaya devam etmektedir, sonucun ne olacağı ise belli, tabi görenler için!
Sürekli; “Aynı apartmanda yaşayanlar, uzun zaman bir birini görmüyorlar, bu nasıl iş, bu nasıl komşuluk!”, diye serzenişte bulunanlar, en azından hâlâ vardır. Ateş güçlü, böyle devam ederse bunların da yarın sesleri kesilecek, takatleri kalmayacaktır. Tehlike, bilinenden de büyük ve büyümeye devam ediyor. Bırakalım birbirini görmediklerini, aynı apartmandaki komşular birbirlerini tanımaz olmuşlar. Bu sosyal yapı bu kadar çürümeye dayanamaz. Kurtarabilecekleri kurtarmak suretiyle bu yapıyı restore etmeye bakmak gerekir hiç değilse, hem de acilen, tamirata devam etmek şartıyla tabi!