Doğu ile Batı toplumlarını temelde birbirinden ayıran bir fark var… Bu fark, inanışları, milliyetleri ve yaşama biçimleri ne olursa olsun doğu ve batı toplumlarına ayrı ayrı siyaret etmiş ve bütün hayat örgüsünü temelleyici bir ayrım olarak belki de insanlık tarihinin başlangıcından beri yaşayagelmiştir. Doğu ve Batı insanı arasındaki hayata, meselelere, maddeye bakıştaki tüm incelik ve nüansları işte bu fark ortaya koymaktadır.

Nuh Aleyhisselâm, Allahü Telâ’nın kendisine verdiği uzun ömür ile, insanları Allah’ın dinine davet ederken, maalesef inanandan çok inanmayanlarla karşılaşmıştı. Allah’a inanmayanlar, her dönem olduğu gibi, o dönem de Müslümanlara türlü eziyetler etmişler, hem Nuh Aleyhisselâm hem de ona iman edenleri alaya almışlar ve gerçek sahibine gelmeden önce peygamberden peygambere geçen (Nur)u karalamaya çalışmışlardı. Bunun üzerine Nuh Aleyhisselâm çok büyük bir gemi yapması emredilmiş, gemi bitince Allah’a iman edenlerle birlikte bu gemiye binenler dışındaki dünyadaki hayat; çıkan tufan ile yeryüzünün tamamının suyla kaplanması sebebiyle son bulmuştur.

Tufanın sona ermesi ile birlikte sular yeryüzünden çekilmeye başlamış ancak bu esnada Nuh Aleyhisselâm ve yanındaki müminlerin beraberinde gemiye aldıkları erzak da bitmiştir. Karınlarını doyurmak amacıyla müminler gemide kalan bütün erzakı bir arada toplayarak bununla bir çorba kaynatır ve geminin karaya oturduğu ve dünyada yeni bir hayatın başladığı güne kadar bu çorba ile karınlarını doyururlar.

Geminin karaya oturduğu gün ise, hicri takvime göre Muharrem ayının onuncu günüdür.

İşte yazımızın başında bahsettiğimiz Doğu ile Batı toplumları arasındaki temel fark burada bir kere daha tezahür ediyor. Batıda olsa bütün dinlerde bahsi geçen, bütün toplumun inanç kesimlerine ulaşan böyle bir gün, mutlaka çok özel bir isimle adlandırılır; batı toplumu gün ve ay isimlerini bile inandıkları batıl tanrılara adadıklarına göre, dünyada ikinci doğuşun yaşandığı böyle bir olayın nihayetindeki bu güne mutlaka anlı şanlı bir isim bulma gayretine düşerlerdi. Doğu toplumu ise bu işlere hiç tenezzül etmemiş ve tarih sistemlerine bakarak bu güne denk gelen günün ismiyle anmayı yeterli buluvermiştir.

Bizim “Aşure” dediğimiz kelime bize Arapça’dan geçti. Arapça’da “On”, “Aşere”; “Onuncu” ise “Aşir” demektir. Arapça’ya ise Yahudiler’in kullandığı İbranice’den geçtiği ve kelimenin burada da “On” manasına gelen “Aşura” olduğu söylenmektedir.

İşte Batı’da olsa, kim bilir hangi tanrıya(!) adanarak onun ismi ile anılacak olan bu gün; doğuda, günün kendisinin bir kıymetinin olmadığı ve derinliğinde bu günde yaşanılanlardaki hikmetin tefekkür edilmesi sebebiyle, özel bir isimlendirmeye tabi tutulmamış ve takvimde onuncu güne tekabül etmesi sebebiyle “Aşure günü” (Onuncu gün) olarak isimlendirilip geçilmiştir.

Batı düşünce tasavvuruna göre o gün kutlu bir gün olduğu için, inanç sistemindeki pek çok olay o günde yaşanmışken, doğu disiplinine göre, o günü kıymetli yapan, çoğu dini kaynakta geçen bu olayların o günde yaşanmış olmasıdır.

İslâm inancına göre;

•Hazreti Âdem’in tövbesi bugün kabul edilmiş,

•Hazreti İbrahim Nemrut’un ateşinden bugün kurtulmuş,

•Hazreti Musa kavmini Firavun’un zulmünden bugün kurtarmış,

•Hazreti Yunus balığın karnından bugün kurtulmuş,

•Hazreti Eyüp bugün dertlerine şifa bulmuş,

•Hz. Yakub oğlu Hz. Yusuf’a bugün kavuşmuştur.

Muharrem ayı ve Aşure günü İslam inancı yönünden de çok önemli ve kıymetlidir. Sahabiler’in Mekke’den Medine’ye hicretleri Muharrem ayında başladığından Hazreti Ömer döneminde ayın hareketlerine göre esası teşkil edilen kamerî takvim bir sisteme bağlanmış ve takvimin başlangıcı da hicretin başlangıcı ile sabitlenmiştir. Buna göre Muharrem ayı hicri takvimini ilk ayıdır. Aynı şekilde Allah’ın Resulü’nün mübarek torunları Hazreti Hüseyin de, yine bu ay içerisinde ve aşure günü şehit edilmiştir. Bu bakımdan aşure günü İslâm tarihinde hem bir vuslat hem bir yas günü olarak değerlendirilmiştir.

Müslüman olduktan sonra her şeyi sistemleştirmekte pek mahir olan milletimiz Aşure gününü de sistemleştirmiş ve Muharrem ayının ilk gününden onuncu gününe kadar geçen bu süreyi sosyal barışın sağlanması ve insanlar arasındaki ilişkinin gelişmesine bir vesile haline getirmiştir. Osmanlılar döneminde aşure günü âdetâ bir devlet töreni gibi kutlanmış ve sarayda pişirilen aşureler “Aşure testisi” adı verilen özel kaplarda halka dağıtılmıştır. Bu aşureyi dağıtmada halkın gönüllü olduğu ve dağıtıcıların gönüllüler arasından seçildiği de bilinen bir gerçektir.

Bu vesileyle, her ne kadar zamanı geçmiş ise de, günün kendisinden gelen kıymetten ziyade, İslâm tarihinde bu günde yaşanan olaylardaki kıymetin tefekkürü ve her günümüzün bir aşure günü olduğu bilinci ile “Onuncu günü”nüzü tebrik ederim. (Bu yazı Osmaneli Haber Gazetesi’nin 12.10.2017 tarihli nüshasında yayınlanmıştır.)