Category: “Kümbet” dergisi

  • Mahmut HASGÜL.”EY SEVGİLİ, EN SEVGİLİ”

    14 Şubat sevgililer günü.
    Eski Roma’dan kalma bir gelenek.
    Öğretmenler günü, anneler günü, gibi bir güne sıkıştırılmış hatırlamaların günü.
    Hediye alıp vererek hediyelik eşya pazarının can bulduğu gün.
    Diğer 365 günde hissedilmeyen inceliklerin yaşandığı gün.
    Herkes bu sebeplerden ötürü karşı çıkabilir böyle günlere.
    Ben de eleştirebilirim bazı açılardan. Ama topyekun cephe almak da doğru değil.
    Söz konusu olan dünya genelinde kutlanan sevgililer günü, anneler günü..vs. “Dünya Kin Günü” değil, “Diğerlerine Lanet Okuma Günü” değil… Sevme ve sevilme günü, hediyeleşme günü. Güzel şeyler yapma, güzel şeyler düşünme günü. Başkalarının adetiymiş, küresel bir sömürü sistemiymiş. Allah aşkına sömürüldüğümüz onca şey varken, insanların sevgiyi, aşkı hissettiği günleri mi görüyor gözümüz.
    Aşk ve sevgi öyle kutsal duygular ki ancak kişinin kalbinin güzelliği kadar güzel, büyüklüğü kadar büyük, temizliği kadar temiz, masumluğu kadar masumdur. Hiç sevmemiş, hiç âşık olmamış kişi bir bakıma yaşamamış kişidir. Bir bakıma“ainesi aşktır kişinin.”
    Aşk insanın alışveriş düşünmeden, menfaat gözetmeden yaşadığı bir halet-i ruhiyedir. Saygınlığı da asaleti de buradan gelir. Aşk adına kötülük, zulüm, çirkinlik yapılamaz. Aşk bir güzelden esinlenilerek güzellikler inşa etme niyetidir.
    Aşk mantıkla ilgisi olmayan ama mantığın temel problemlerinden olan yaratılışın hikmetine çok farklı ve kestirme bir yoldan cevap arama macerasıdır. Aşk olgunlaştırır. Gönül yoluyla aklı ehlileştir.
    * * *
    Alemler yaratılmazdan evvel Cenabı Hak Teala bilinmek ve sevilmek diledi. Kendi nurundan Alemlere Rahmet olarak nitelendirdiği Muhammed Mustafa’yı yarattı.Onun nurundan da alemleri yarattı. Bu alemle ilgili tüm yaratılmışlıkların hikâyesi böyle başladı tasavvufa göre. “Muhabbetten Muhammet oldu hasıl” yaratılışın kaynağı muhabbet duygusuydu. “Aşk imiş alemde ne varsa/ Gayrısı kıyl-u kâl imiş.”
    Muhabbetin tecellisi Hz. Muhammed’in veladeti ne güzel bir tesadüftür ki 14 Şubat Sevgililer gününe rastlamıştır bu sene. Sevgililer sevgilisi, en sevgili bu güzel günde dünyaya gelmiştir. Cihanı nura gark eden, gelmiş geçmiş en yüce insan bu günde doğmuştur. Hediyeler sunmalı ona. Mesela temiz bir yürek, halis bir dua, pırıl pırıl bir fatiha, içten bir salâvat… Bu gün bir yetim bulmalı örneğin. Adı her neyse ona Mustafa demeli. Okşanmaya hasret saçlarına dokunmalı. Bir eksiği giderilmeli sessizce. Gözlerine tebessümle bakmalı. Bir lütufta bulunurcasına değil, bir şefaat umarcasına bakmalı o gözlere. O gözlerde görmeli Amine’nin yetim oğlu Mustafa’nın hüzünlü gözlerini. İşte o zaman yanmalı yürek içten içe çöl kumları gibi.
    Bugün sevgiden bahsetmeli her şeye rağmen. Kin, nefret, haset, gıybet, bir kenara bırakılmalı. Kötülüklerden ve kötülerden hiç bahsedilmemeli. Aşk anlatılmalı, aşkın kirletilmeyecek kadar kutsal bir duygu olduğu öğretilmeli yeni nesillere. “Melali anlamayan nesle aşina değiliz.” Diyor A.Haşim. Yeni nesle melali anlatmalı. Aşk kalpte duyulan ince bir sızıdır denmeli. Aşkın onuru vardır denmeli. Mevlana’dan, Yunus’tan, Hacı Bektaş’tan sözler söylemeli, şiirler okumalı. Bugün tüm derslerin konusu aşk olmalı.

  • Mahir GÜRBÜZ.”ŞİKÂYETİM VAR”

    Gönül avcısından şikâyetim var
    Yaralı bırakıp gitti hâkim bey,
    Bekledim dönmedi bugüne kadar,
    Biçare, aşkımız bitti hâkim bey.

    Arzuhale geldim yüce makama
    Başka gül koklamam, takmam yakama
    Mazide ne varsa aldım arkama
    Hasreti gözümde tüttü hâkim bey.

    Bu ayrılık belki uzun sürecek
    Araya set çekip, ağlar örecek
    Kalbimin acısı nasıl dinecek
    Sevene bu zulüm yetti, hâkim bey.

    Gönül sermayemi ona bağladım
    Gözyaşım dinmiyor, yeter ağladım
    Yaklaşayım derken hep adım adım
    Beni de canımdan etti, hâkim bey

    Aşka ihanetten müebbet alsın
    Hakkın adaleti yerini bulsun
    Beni anlamazsan sanın sağ olsun
    Umutlarım zaten bitti, hâkim bey

  • İsmail Bingöl.”SÖYLENİR SÖZÜ EMRAHIN”

    Çağdan çağa sesi gelir
    Şu bizim Koca Emrah’ın
    Niksar’dan kokusu gelir
    Şu bizim Koca Emrah’ın

    Palandöken ona kucak
    Âşıklıkta sönmez ocak
    Yedi köşe, dört bir bucak
    Bilir ününü Emrah’ın

    Aşk oduna yanmış her an
    Türkülerde olmuş nihan
    Can özünde tütmüş canan
    Savrulmuş külü Emrah’ın

    Her güzele meftûn olmuş
    Gün be gün sararmış solmuş
    Feryadı cihânı tutmuş
    Kulakta sesi Emrah’ın

    İnci dökülmüş dilinden
    Kimse bilmemiş halinden
    Çekmiş nâdânlar elinden
    Büyümüş derdi Emrah’ın

    Çöllerdeki vaha gibi
    Âşıklıkta dehâ gibi
    Erişilmez bahâ gibi
    Şiirde sözü Emrah’ın

    Türkülerde sesimizdir
    Şarkılarda sözümüzdür
    Yürekteki özümüzdür
    Bu yolda dili Emrah’ın

    Aşk için gelmiş nevbete
    Göçmüş gitmiş ahrete
    Bundan böyle kıyamete
    Söylenir sözü Emrah’ın

    Ay Düşleri s:154

  • Şair Mais Təmkinin şeiri “Kümbet” dərgisində çap olunub

    Azərbaycan Jurnalistlər Birliyi Sumqayıt şəhər təşkilatının təşəbbüsü və dəstəyi ilə həyata keçirilən “Çağdaş Azərbaycan poeziyasının inkişafına dəstək” layihəsi çərçivəsində Azərbaycanlı şair Mais Təmkinin şeiri “Kümbet” dərgisində Azərbaycan türkcəsində çap olunub.
    Qeyd edək ki, “Çağdaş Azərbaycan poeziyasının inkişafına dəstək” layihəsinin rəhbəri və müəllifi Azərbaycan Jurnalistlər Birliyinin Sumqayıt şəhər təşkilatının sədri, respublikanın Əməkdar jurnalisti, AJB Sumqayıt şəhər təşkilatının sədri, Gündəlik Analitik İnformasiya Agentliyinin və Azərbaycanın Mədəniyyət və Ədəbiyyat Portalının təsisçisi və direktoru, “Kümbet” eğitim, kültür, sanat ve edebiyat dergisinin Azərbaycan təmsilciliyinin rəhbəri Rafiq Odaydır.

    Azərbaycanın Mədəniyyət və Portalının Mətbuat xidməti

  • Şair Müzəffər Məzahimin şeiri “Kümbet” dərgisində çap olunub

    Azərbaycan Jurnalistlər Birliyi Sumqayıt şəhər təşkilatının təşəbbüsü və dəstəyi ilə həyata keçirilən “Çağdaş Azərbaycan poeziyasının inkişafına dəstək” layihəsi çərçivəsində Azərbaycanlı şair Müzəffər Məzahimin şeiri “Kümbet” dərgisində Azərbaycan türkcəsində çap olunub.
    Qeyd edək ki, “Çağdaş Azərbaycan poeziyasının inkişafına dəstək” layihəsinin rəhbəri və müəllifi Azərbaycan Jurnalistlər Birliyinin Sumqayıt şəhər təşkilatının sədri, respublikanın Əməkdar jurnalisti, AJB Sumqayıt şəhər təşkilatının sədri, Gündəlik Analitik İnformasiya Agentliyinin və Azərbaycanın Mədəniyyət və Ədəbiyyat Portalının təsisçisi və direktoru, “Kümbet” eğitim, kültür, sanat ve edebiyat dergisinin Azərbaycan təmsilciliyinin rəhbəri Rafiq Odaydır.

    Azərbaycanın Mədəniyyət və Portalının Mətbuat xidməti

  • KÜMBET DERGİSİ 43. SAYISI BÜTÜN SAYILARI GÖSTEREN KAPAĞI İLE ÇIKTI

    Kümbet Dergisi 43. sayısı bütün eski sayılarının kapak resimlerinin yer aldığı kapağı ile 2017 yılının ilk sayısı olarak okuyucuları ile buluşuyor. Bu sayımızda nelerin yer aldığını editör yazısından şöyle okuyoruz:

    Yeni bir yıl ve yeni bir sayımızla siz değerli okurlarımız kültür-sanat dostlarının karşısındayız. 2016 yılında beklenmedik bir şekilde vuku bulan sıkıntılı olaylar bir müddet kültür–sanat faaliyetlerinin de aksamasına ya da yavaşlamasına sebep oldu. Ancak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin demokrasi çerçevesinde halkıyla bütünleşmesi ile bu badireler atlatılarak yeniden normal hayatına geçiş yaptı. Bu bütünleşmelerde milli birlik ve beraberliğimizin kısa sürede tesis edilmesinde halkımızın kültürel değerlere olan bağlılığının da payının olduğunu unutmamamız gerekir.
    Dergimizin kapağında da görüldüğü üzere bir kilimin nakışları gibi işlenmiş bu sayımızda birbirinden değerli akademisyenlerimiz, araştırmacı yazarlarımız sizler için farklı konuları çalışarak gün yüzüne çıkardılar. Şairlerimiz de gül bahçelerinden derledikleri rengârenk çiçekleri yürekleriyle birleştirip sizlere sunma zarifliği gösterdiler.
    Geride bıraktığımız 2016 yılı içerisinde gerçekleştirilen etkinliklerden biri de hiç şüphesiz ki 28-29 Ekim 2016 tarihleri arasında Niksar Kaymakamlığı-Niksar Belediyesi ve Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği işbirliği gerçekleştirilen Erzurumlu Emrah’tan Cahit KÜLEBİ’ye Kültür Sanat Şöleni idi. Bu çerçevede Niksar’da yedincisi yapılan “Cahit KÜLEBİ Memleketime Bakış Şiir Yarışması”nda dereceye girenler ödüllerini aldılar.
    Bir diğeri de Tokat Belediyesi ve TOŞAYAD işbirliği ile Tokat’ta düzenlenen “Yeşilırmak Şiir Şöleni” oldu. Ülkemizin değişik yörelerinden gelen halk âşıkları, devlet sanatçıları ve şairlerimiz en güzel şiirlerini sanatsever halkımızla paylaştılar.
    Bu etkinliklerin gerçekleşmesinde hiçbir desteği esirgemeyen Tokat Belediye Başkanlığına, Niksar Kaymakamlığına, Niksar Belediye Başkanlığına ve emek sahibi çalışanlarına ayrı ayrı teşekkür etmeyi bir borç biliyoruz.
    Bu sayımızda makale, araştırma ve yazıları ile Prof. Dr. Tamila Abbashanlı, Prof. Dr. Ertuğrul Yaman, Yard. Doç. Dr. Mehmet Yardımcı, Bedrettin Keleştimur, Abdullah Satoğlu, Böyükbey Elekberoğlu, Mustafa Ceylan, Yard. Doç. Dr. Necati Çavdar, İbrahim Düğer, Ülkü Taşlıova, M. Necati Güneş, Nihat Aymak, Gülden Taş, Ahmet Divriklioğlu, Levent Konyar, Kutluhan Saygılı, Sündüs Akça, Semra Meral, Harika Ufuk, Zübeyde Gökbulut, Şerare Kıvrak, Burhan Kurddan, Nihat İmaç yer alırken;

    Halil Soyuer, Halistin Kukul, Vedat Fidanboy, Ayhan Nasuhbeyoğlu, Celaletin Kurt, Deniz Garipcan, Recep Yılmaz, Celalettin Çınar, Hanefi Işık, H. İrfan Önder, Hüseyin Koç, İsmail Bingöl, Doğan Kaya, Âşık Eşref Tonbuloğlu, Nermin Akkan, İbrahim Sağır, Öz Ali Yılmaz, Kumrugül Akın, Mücella Pakdemir, Mais Temkin, Muzaffer Mezahim, Mahir Gürbüz, Nezihe Güler, Dilek Yeğnidemir, Orhan Tamtürk, Osman Sağbaş, Ömer Micingirt, Tülay Aydın, Bekir Aksoy, Hasan Koçak, Ahmet Özeke bir arı gibi yüreklerinde bal eyledikleri duygu yüklü şiirlerini sizlerle paylaştılar.
    Dergimizin etkinlikler bölümünde şair ve yazarlarımızın katıldıkları programlar yer alırken, “Bize Gelenler Dosyası”nda da elimize geçen değerli araştırmacı, yazar ve şairlerin eserlerine yer vermeğe gayret ettik.
    Yeni sayımızda buluşmak dileğiyle…..

    Remzi ZENGİN/TOŞAYAD Başkanı

  • Remzi ZENGİN Hocamızın doğum gününü kutluyoruz!

    10498648_1088017144548624_2375876398071380324_o

    TOSAYAD (Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği) Başkanı,
    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temsilcisi

    Dilerim yüce mevlâdan
    Gözlerin yaş,
    Tekerin taş,
    Memleketin savaş görmesin.

    Cebinde bitmesin para
    Başın düşmesin hiç dara
    Dırdırı çok bir kaynana
    Başından eksik olmasın.

    Altında bir arap atı
    Gezesin hep memleketi,
    Malının bet bereketi
    Azalmasın, daim artsın.

    Duaların kabul olsun
    Mutluluğun bâki kalsın,
    Beklediğin yolcu gelsin
    Gözlerin yolda kalmasın

    Dilerim hiç çekme tasa
    Düşmeyesin derin yasa;
    Bir kel ile bir de köse
    Düğününde davul çalsın.

    Rüyaların gerçek olsun
    Dilerim hep yüzün gülsün,
    Seni sevmeyenler ölsün
    Yüz yirmi yıl yaşayasın.

    Remzi’den sana nasihat
    Adımını dikkatli at,
    Her şeye eyleme inat,
    DOĞUM GÜNÜN KUTLU OLSUN

    Ömür treni

    Uzun, kara bir katar
    Altmış vagonlu kadar
    Büyük bir hızla akar
    Geçti ömür treni

    Nice dağları aştı
    Nice tünelden geçti
    Sonunda düze erdi
    Geçti ömür treni

    Çok hızlı gidiyordu
    Makinistini yordu
    Şimdiyse artık durdu
    Göçtü ömür treni

    Artık gelmez islimi
    Düşünüyor teslimi
    As duvara resmini
    Geçti ömür treni

    Nice yolcular bindi
    Nice yolcular indi
    Düşün, son inen kimdi
    Geçti ömür treni

    Rengi sarardı soldu
    Şimdi miadı doldu
    Artık jiletlik oldu
    Geçti ömür treni

    (Tokat/17.8.2012)

  • Hasan AKAR.”GÜLÜMSEYEN GÖZLERİNİZ DAİMA GÖZLERİMİZDE OLDU”

    hasanakarhocamiz

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    “Değerli Lütfi SEZEN Hocama saygı ile”

    “Dr. Lütfi SEZEN Armağanı” adını taşıyan vefa eseri, Yıldız Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü Doç. Dr. Ali Fuat ARICI tarafından hazırlanarak PEGEM Yayınları arasında yayınlandı. Dr. Lütfi Sezen Hocamızın yetiştirdiği öğrencilerinden biri olan Doç. Dr. Ali Fuat ARICI Hocamıza –bize de yer verdiği-bu vefalı çalışmasından dolayı tebrik ve teşekkürlerimi sunuyorum.
    2016 Eylül’ünde gün yüzüne çıkan eserde dört bölüm mevcut. Birinci bölümde: Aile ve arkadaşları ile öğrencilerinin dilinden Lütfi Sezen; ikinci bölümde: Makaleleri, konferansları, bildirileri ve yayına hazır araştırmaları; üçüncü bölümde; Hatıralarından örnekler; dördüncü bölümde de: Yurt içinde ve dışında katıldığı etkinlikler fotoğraflarla birlikte yer alıyor.
    Eserin üçüncü sayfasında Atatürk Üniversitesi Araştırma Görevlisi Fatma Albayrak tarafından “Halk Bilimine Büyük Hizmetler Veren Dr. Lütfi Sezen Hocamız İle Röportaj” başlığıyla bir yazı oldukça dikkatimi çekti. Hocamız yedi yıl görev yaptığı Tokat Gazi Osman Paşa Lisesi’nden ayrılırken kendisine bir veda yemeği veriliyor. Burada okul Müdürü Hamdi Gökalp Bey bakın ne demiş:
    “Bizim okulumuzun direği çöktü. Yani arkadaşlar arasında uyum sağlayan, dirlik, düzene katkısı olan bir arkadaşımızın gitmesiyle bunun devam etmemesi endişesini duyuyorum.”
    Evet, Lütfi Sezen Hocamız buydu işte. Hayata, insanlara ve çok değer verdiği öğrencilerine daima iyimser gözlerle bakan bir eğitimci. Aynı yazıda şahsımdan da bahsetmiş, kendisine minnettarım.
    Bu değerli eserin 108-110 sayfalarına yukarıdaki başlıkla konulan yazımı aynen aktarıyorum:
    Lütfi Sezen Hocamız 1971-1972 Öğretim yılında Tokat Gazi Osman Paşa Lisesi’nde göreve başladığında ben aynı okulun ortaokul son sınıfındaydım. Okul, öğretmen ve öğrenci sayısı bakımından oldukça fazlaydı. Çünkü şehrin tek ortaokulu ve lisesiydi. Onu ancak uzaktan tanıma imkânına sahip olduk.
    1975-1976 Öğretim yılında lisede edebiyat bölümünü seçtiğimde dersimize Lütfi Sezen Bey gelmeye başladı. Ayrıca sınıf öğretmenliğimizi de üstlenmişti. Dolayısıyla asıl tanıma ve tanışıklık o yıl gerçekleşti. Oldukça sessiz, sakin beyefendi kişiliği anlattığı dersiyle örtüşüyordu. Diyebilirim ki Edebiyat dersini ola daha fazla sevdik. Zira bilgisi ve anlatımı bütün sınıfı tatmin ediyordu. Bugün pek çok lise öğrencisine ağır geleceğini tahmin ettiğimiz Nihat Sami Banarlı’nın Türk Edebiyatı kitabını takip ediyorduk.
    Rehberlik derslerinde, ders gereği bilinmeyenlerimizi daima babacan tavrı ve sözleriyle paylaşmış, hemen her öğrencinin kalbinde güzel bir taht kurmuştu. Hani velilerimiz ve diğer sınıflardaki arkadaşlarımız sorsalar ya: ”Gençler, hocanızı nasıl buluyorsunuz? Emininim ki hep bir ağızdan ,çok seviyoruz” diye cevaplandırırdık.
    Hocamızın kalın çerçeveli, renkli gözlüklerin arkasında daima gülen gözleri ve kalbinin dışa yansıdığı apaçık belli, tebessüm eden bir yüzü vardı. Tebessümü sanki yüzünün biz öğrencilere ikram edilen bir sadakasıydı. 1979 yılında öğretmenlik mesleğime başladığım hocamın memleketi Erzurum’da bu izleri taşımaya çalıştım. Çünkü hocamızın gülümsemesi bize her zaman bir güven, bir başarıyı yükseltme mesajı gibi geliyordu. Çoğu kez ben de onun o gülümsemesi karşısında ölçümü kaçırmadan yüzüne gülerek bakar, selamlaşırcasına karşılık vermeye çalışırdım sanki.
    Hatıralarımızın olmaması mümkün mü? Bunlardan birini aktarayım: Edebiyat bölümünde olduğumuz için ders saati zaten fazlaydı. Bu yüzden hemen her gün bize dersi vardı. Siyasi dönemlerin en çalkantılı günlerini yaşıyorduk. Sağ-sol diye bugün bile hâlâ mana veremediğimiz yıllarda sınıfta bile, arkadaşlığı bırakmış ikiye bölünmüştük. Öyle ki ders kitabımızda yer alan yazar ve şairleri de sağcı, solcu diye neredeyse akıl almaz bir şekilde sınıflandırmıştık. Edebiyatta konu Tevfik Fikret’e gelmiş, hocamız da Fikret’i hazırlayıp, derste sunma ödevini bana vermişti. Bize göre FİKRET, Sultan Abdülhamit’e karşı geldiği için karşı sınıfta yer almalıydı herhalde ben de derste onu eleştirmeli, fikrimi apaçık ortaya koymalıydım. Konuyu sınıf tahtası önünde anlatırken sözlerimin arasına: “Tevfik Fikret, çok korkak bir şairdi” deyince sınıfta bir kıyamet koptu .Hocam da beni o sessiz duruşunun ötesinde ortamın dengesini de düşünerek “Sus, Tevfik Fikret korkak değildir, otur yerine bakayım Hasan” uyarısıyla bir güzel azarladı.
    Biz mezun olduktan sonra da hocamızla irtibatımız hiç kopmadı. O,1978 yılında Tokat GOP Lisesi’nden ayrılarak Erzurum Kazım Karabekir Eğitim Enstitüsü’ne gittiğinde ben Konya Selçuk Eğitim Enstitüsü’ne devam ediyordum. Ama Tokat’a her gelişimde bana edebiyatı sevdiren ve aynı branşı seçmemde büyük etkisi olan hocamı ziyaret etmeyi ihmal etmedim.
    1990’lı yıllarda hocamı tesadüfen Tokat’ta görünce içim içime sığmadı. Vefasını göstermiş, yedi yıla yakın görev yaptığı şehrimize eşini, dostunu, öğrencilerini ziyarete gelmişti. Belediye parkında oturup uzunca bir sohbet yaptık. Bu buluşmanın sonrasında iletişimimiz -telefonla da olsa-hiç kopmadı.
    2010 yılında ailesiyle birlikte Tokat’a davet ettiğimiz hocamız bizi kırmayıp şehrimize geldi. Pek çok arkadaşımızı da arayarak bir buluşma gerçekleştirdik. Eski günleri yâd ettik ayrıca hocamızı Salih Aktaş arkadaşımızla birlikte Tokat GÜNEŞ Televizyonu’nda “Kültür Sofrası Programı” na konuk ettik.
    MEB’nın Erzurum’da düzenlediği bir seminer vesilesiyle 2013 yazında biz hocamızı Atatürk Üniversitesi’nde ziyaret ederek hasret giderdik. Şehri, sayesinde yıllar sonra bir kez daha gezdik. Hocamla en son, emeklilik sonrası 2015 yazında geldiği Tokat’ta çok sevdiği dostu, hemşerisi Şahistan Ceylan Ağabeyin evinde bir yemekte buluşma ve kültür ve sanat üzerine sohbet etme imkânımız oldu.
    Artık Lütfi Sezen Hocamızı aramadan duramıyoruz. Sağ olsun o da bu değersiz öğrencisini unutmuyor. Bir bakıyorum telefonda hocam, yine bizi mahcup ediyor.
    Evet, Lütfi Sezen Hocamız, kırk iki yıla ulaşan meslek hayatında Türk kültür ve sanatına kazandırdığı on iki eserle ve 2007 yılında Türk Folklor Araştırmaları Kurumu’nca ”Türk Kültürüne Hizmet Ödülü ”nü almaya hak kazanışıyla bize daima örnek oldu. Ancak bu süreçte çok yorulduğunu, zaman zaman alanında önünün kesildiğini, haksızlıklara uğradığını hatıralarında da yansıttığı gibi biliyoruz.
    Ben, bütün bu olumsuzluklara rağmen hayatla mücadele etmesini bilen meslek ve memleket sevgisini kaybetmeyen, kendisinin bilgisinden ve şahsiyetinden derin feyz aldığım Lütfi Sezen Hocamın edebi kişiliğinin önünde saygı ile eğiliyorum.

  • Hasan AKAR.”GÖĞE BAKAN TOPRAKLAR / ÖMER BEDRETTİN UŞAKLI’NIN ŞAVŞAT’I”

    hasanakarhocamiz

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    “ Değerli Ağabeyim Seyit KOÇAKER’e”

    Seyit Koçaker,1951 Tokat doğumlu. Ailesi yıllar önce Sivas’tan Tokat’a göçmüş. Bizim aile dostluklarımız da buna dayanıyor zaten. Çocukluğumun bazı dönemleri onların -şimdi yerinde yeni bir apartmanın konulduğu- Ardala Sokağı’ndaki iki katlı betonarme evleri ve bahçesinde geçti desem yeridir. Her zaman rahmet ve saygı ile andığım Hüseyin ve Şükriye Koçaker çiftinin en küçük evlatları. Şimdi eşi Nezahat Hanım ve Gazeteci kızı Mihriban’la mutlu bir hayat sürdürüyor. Ara sıra da diğer kızı Esra’dan olan torununu sevmek için kendisini kalın urganlarla saat kulesine bağladığı bu şehirden kopuyor.
    O, iyi bir aile reisi, yıllarca öğrenci yetiştirmiş başarılı bir akademisyen, gittiği ova ya da yaylaklardan pek boş dönmeyen yetenekli bir avcı ve Tokat’taki bazı sanayi iş yerlerine taş çıkartacak kadar evinin altında zengin bir atölyeye sahip bir sanatkâr. Müzik, resim, spor ise çocukluğundan beri içinden hiç çıkmadığı ilgi alanları.
    Seyit Koçaker Ağabeyimin hayatıyla alakalı diğer bir güzelliği daha var. Plevne kahramanı Tokatlı Gazi Osman Paşa’nın adının verildiği yerlerde doğmanın ve yaşamanın haklı gururunu yaşıyor. Tokat Gazi Osman Paşa İlkokulu, Gazi Osman Paşa Ortaokulu, Gazi Osman Paşa Lisesi’nde okudu. Gaziosmanpaşa Üniversitesi’nde Öğretim Görevlisi olarak çalıştı. Şimdi de Gazi Osman Paşa Caddesi’nde oturuyor.
    Bir yıla yakın oldu Gazi Osman Paşa Lisesi’nin her yıl yayınladığı ALMANAK çalışması için Seyit Koçaker Ağabeylerin evine gitmiştim. Röportaj sonrası çocukluğunda ilkokul kitaplarında da yer alan çok sevip ezberlediği bir dörtlüğü okuyup bu şiirin kalanını ve şairini çok merak ediyorum, araştırdım ama bulamadım şeklinde bizden isteğini dile getirdi.

    “Gümüş bir dumanla kapandı her yer;
    Yer ve gök bu akşam yayla dumanı;
    Sürüler, çimenler sarıçiçekler,
    Beyaz kar, yeşil çam yayla dumanı”

    Şiir, özellikle Kemalettin Kamu’nun tarzına çok benziyordu. Zira onun Bingöl Çobanları şiiri bizim de gezebildiğimiz o yöreyi ve yaşayanlarının duygularını ortaya koyan hepimizin yüreğimizin derin pınarlarından akan billur suların akışıyla okuduğu nadide şiirlerden biridir.
    Bana göre bu şiirlerin sahibine yaklaşan ikinci bir şairimiz daha vardı: Ömer Bedrettin Uşaklı. Ancak şairin yazabilmesi, duyguları dağarcığına yüklemesi için genellikle onu yaşaması, gezmesi, görmesi gerekiyordu. Biz de bu açıdan bakınca şiirin kaynağına ve sahibine daha kısa zamanda ulaşabilip Seyit Koçaker Ağabeyimin arzusunu yerine getirdik.
    Bu yıl 14-15 Mayıs 2016 tarihleri arasında yapılan “Artvin Birinci 7 Bölge 7 İklim Şiir Şöleni” nin ikincisi 15 Mayıs 2016 ‘da Şavşat’ta yapıldı. Programda yer alan Şavşatlı şairlerden Yalçın Temiz kendi şiirini sunuşu sırasında 1933 yılında Ardahan üzerinden yakın dostu Ardanuçlu Âşık Efkari’yi (Adem Şentürk,1900-1980) ziyaret amacıyla Şavşat’a gelen Behçet Kemal Çağlar’ın bir şiirinden yaptığı alıntıyı dile getirdi. Behçet Kemal (1908-1969) , Yavuzköy (Mamanalis)’den Şavşat’a bakan yamaçları gördüğünde dayanamaz hemen kalemi eline alır.” Cennetin direklerinin çürüyüp düştüğü yer olarak Artvin’i düşünür ve bu ünü “ Çoruh Destanı” şiirine taşır.

    “Kokla gönül Artvin’in gülünden
    Şavşat’tan, Borçka’dan, Yusufeli’nden.
    Git Hopa’da anla deniz dilinden,
    Bak Çoruh namını yayıp geliyor.”

    Ve asıl Şavşat’ın tarif edilemez güzelliğini yansıtan dizeleri:

    “Kirazmış, elmaymış, narmış, erikmiş,
    Üst üste üst üste köşkler birikmiş,
    Gökte iken temelleri çürümüş,
    Cennet yere doğru kayıp geliyor.”

    Bir şehrin, bir ilçenin, insanların ruhunu zenginleştiren tabiat güzelliği benim de 1982-1985 yılları arasında görev yapma şansına sahip olduğum Arhavi ‘de denizin maviliği ve Şavşat’ta yeşilin derinliği daha nasıl anlatılabilir bilmem?
    Lise yıllarında bir arkadaşımın hediye ettiği Fakir Baykurt’un görev yaptığı Şavşat’ı anlattığı “Efkâr Tepesi” romanını ne kadar merakla okumuştum ki kader bizi öğretmenliğimizin ilk yıllarında o güzel topraklara sürüklemişti. Eserde adı geçen hayatta olan kişilerle görüştüğümde de –tabi iddialar kendine aittir-yazar nedense bazı doğrulardan uzak kalmıştı. Yıllar geçti aradan ama Şavşat’ta eğitim vermeye çalıştığım öğrencilerimle hiç irtibatım kopmadı. Çünkü onlar okumak için karda kışta yürüyerek okula koşup geleceğe aydınlık içinde bakmayı bilen Efkâr Tepesi’nde, Sahara’da, Bilbilan’ın dumanlı yaylalarında çiseyle büyüyen birer cesur yürektiler. Ve bugün her biri bir yerde İstanbul’da, Bursa’da ekmeklerini eline almış, yuvalarını kurmuş memleket hizmetindeler.
    Ömrümün en güzel misafirperverliğini o topraklarda tabiatla, yoklukla mücadele edebilmeyi başaran insanlarla yaşadım. Ruhuma, duygularıma can veren, yüreğimde derin izler bırakan Şavşatlıları unutmam mümkün değil. Biz onların güzelliğini anlatmakta zorlandığımız gani yürekli bu insanlardan Behçet Kemal Çağlar’a geçelim.
    Behçet Kemal’in bu güne ulaşan hatta bir mısraının Artvin Valiliği’nce markalaştırıldığı yukarıdaki şiirinin dışında Artvin’le, özellikle de “Göğe Bakan Toprakların” en yakın olduğu Şavşat’la başka bir bağlantısı yoktu.
    Öyleyse Ömer Bedrettin Uşaklı’ya (1904-1946) bakmalıydı. Ve de öyle olup araştırmalarımız onun 1933 yılında kaymakam olarak görev yaptığı Şavşat’ta buluştu.
    1904 yılında Uşak’ta doğan Ömer Bedrettin (Gökbelen, bazı kaynaklarda Belenli soyadını kullandığı da görülmektedir) edebiyata ilgisini Sivas Lisesi’nde iken hocası olan Kozanoğlu Cenap Muhittin’e bağlar.1924 yılında Mekteb-i Mülkiye’ye girmiş, 1927 ‘de mezuniyetinden sonra Bursa’da Maiyet Memurluğuyla devlet hizmetine başlamıştır. İlk asil kaymakamlığı Manavgat’tadır. Bu görevini Ünye, Şavşat, Artvin (Vali Vekili ) ve Edremit’te sürdürür.
    Şair, 1931 yılında Bedia (Çandır) hanımla evlenmiş bir kız bir erkek babası olmuştur. 1932-1933 yılları arasında Ünye Kaymakamlığı yaparken ilk çocuğu Ümran burada doğmuş, ancak biricik evladını üç yaşında iken veremden kaybetmiştir. Onun ölümüyle derin bir hüzne kapılmış sonraki yıllarda bu acıyla kendisini de ölüme kadar sürükleyen verem hastalığına yakalanmıştır.(Ünye Kaymakamlığı ve Şavşat Kaymakamlığı’nın resmi sitelerinde aynı görev tarihleri bulunmaktadır. Bilinen bir gerçek varsa şairin kendi eserlerindeki ifadesinde de olduğu gibi Şavşat ilçesine Ünye’den gittiğidir.)Ümran’a: 1936 yılında “Sarıkızın Mermerleri” adlı şiiri yazmış,1940 yılında yayınladığı “Sarı Kız Mermerleri “ kitabını ona adamıştır. Bilahare eşini de kaybeden şair dönemin “Anadolu Şairi” unvanına layık görülmüş, şiirlerine bir hüzün ve iç duyarlığı katmak zorunluluğu hissetmiştir.

    Nasıl gitti babasız “bilmediği bir yere…
    Nasıl gitti o yavrum karıştı ölülere…”

    Yayla Dumanı eserinde o da Behçet Kemal gibi “Çoruh Akşamları “şiiriyle o bölgeye hem hayat veren hem de alan coşkun nehrine Bayburtlu Zihni’nin koşmasını da duygularına katarak seslenir:

    “Kızıla boyanmış koynunda sular
    Yandım mı bu gurbet elinde Çoruh?
    Bayburtlu Zihni’nin koşması mı var,
    Türküler söyleyen dilinde Çoruh?

    İçine kapanık, çok hassas olan şair tabiata âşıktır. Onun Faruk Nafiz, Orhan Seyfi Orhon çizgisinde şiirleri memleketimizi her yönüyle dillendirir. Çünkü o görev yaptığı yerlerde duygularını köy odalarında, çam ve meşe diplerinde bulup soluklandıktan sonra şiirler yazar. Zaten “Yayla Dumanı” şiiri onun çalıştığı topraklarda çoban ateşinin dumanında hüzünlenen duygularının umutla karışık bir serzenişidir.
    Bunun yanı sıra Ömer Bedrettin Uşaklı ,temiz Türkçesiyle memleket gerçeklerini, yalnızlık, gurbet duyguları, tabiat varlıkları, sıla ve sonsuzlukla birlikte kendi hayatından da biyografik kesitleri, Atatürk, Milli mücadeleyi eserlerine konu edinir.
    Yıldızların Altında, Eğilmez Başın Gibi, Kapıldım Gidiyorum Bahtımın Rüzgârına gibi bestelenmiş şiirleriyle gönüllerimizde taht kuran Ömer Bedrettin Uşaklı’nın 1934 yılında yazdığı “Yayla Dumanı” şiirinin diğer bölümünü Dağların Düşü eserinde yer aldığı gibi aktaralım:

    “…
    Ben de duman olsam senin yerine,
    Dağılsam dağların şu mahşerine
    Güzelim saçına ve gözlerine
    Ben girsem ben dolsam yayla dumanı.
    Beni içlerine aldın dağ gibi
    Doldu gözlerine bir rüya gibi;
    Ben de gören gibi, yüce dağ gibi
    İçinde kaybolsam yayla dumanı!
    İçinde kaybolur insanın eşi
    Kaybolur obalar çoban ateşi
    Yemyeşil dağların hem yas edişi
    Hem de gülüşü olur yayla dumanı.”

    Ve 1943 yılında Kütahya’dan milletvekili seçilen bu değeri görevde iken verem hastalığından 1947 yılında genç yaşta (42 yaşında ) kaybettik.
    Seyit Koçaker Ağabeyime sohbet sırasında sormuştum. “Artvin’e, Şavşat’a gittiniz mi ?“diye. Bir tabiat aşığı olan bu saygıdeğer ağabey beklemediğim şekilde “Hayır” dedi. Şimdi ümit ediyorum ki; Ömer Bedrettin Uşaklı “Yayla Dumanı “ şiiriyle onu “Göğe Bakan Topraklara” Şavşat’a çağırıyor.
    Sizi, o topraklarda hâlen kopmadığımız dostlarımız ve cennetin yıkılmış direkleri bekliyor. Ne zaman ist

  • Abdulla Məmmədi doğum günü münasibətilə təbrik edirik! ( 4 noyabr 1963-cü il)

    abdullamuellim

    ETİRAF

    Nə qədər gizləyim baxışımı mən,
    Nə qədər gözündən yayınım, qaçım?
    Sığınıb gecənin ağuşuna mən,
    Tənha bir qüssəni nə qədər qucum?

    Sənli ümidimin gerçəyi baha,
    Sövq etmə əlçatmaz istəyə məni.
    Ömrümün payızı yetişib daha,
    Salma dərd eləyib ürəyə məni.

    Bu könül dünyam da könlümü almır,
    Könülsüz açılır gözümdə səhər.
    Ürəyim könüllü qayğıma qalmır,
    Haradan qarşıma çıxdı bu qədər?!

    Səninlə bağlıdır könül süstlüyüm,
    Könlümü açıram yuxutək suya.
    Könlünü üzməsin könülsüzlüyüm,
    Könlümdə tək sənsən – sevgili dünya.

    Tər gülsən, ətrin də ürəyimcədi,
    Qışımda bahartək könlüm də sənsən.
    Nə desən, haqqın var – ürəyincə de…
    Dəymə ürəyimə – könlümdə sənsən.

    Özümdən qaçıram dili dualı
    Günlərin əlində nazilir könlüm.
    Bu dəli sevdamla başı havalı
    Nə qədər sızlayım, əzilim, könlüm?!

    Nə qədər daş olum baxışına mən,
    Nə qədər gözündən o yana qaçım?
    Nə deyim bu həsrət yağışına mən,
    İslana-islana hayana qaçım?

    PAYIZ YAMAN TƏLƏSDİ

    Külək çaldi yel kökləyən kamançani,
    Şahə qalxdi ağaclarin həyəcani.
    Yarpaq örtdü yay ətirli göy xonçani,
    Payiz yaman tələsdi.

    Susdu şirin nəğməsi də turaclarin,
    Doluxsundu nanəsi də yamaclarin.
    Həna yaxib əllərinə ağaclarin
    Payiz yaman tələsdi.

    Gözüm düşdü ağaclarin sirğasina,
    Əsmə külək, sirğa düşər, sirğa sinar!
    Həsrət qaldi bu cöllər də durnasina,
    Payiz yaman tələsdi.

    Rübənd saldi çöhrəsinə ulduzlar da,
    “Sari gəlin” yenə dindi ağizlarda.
    Köçən köçdü, nişanlandi…
    Bu qizlar da
    Bu payiz yaman tələsdi.
    Payiz yaman tələsdi…

  • Rahilə DÖVRAN.Yeni şeirlər

    rahileanam

    Şairə-jurnalist-publisist
    Azərbaycan Yazıçılar Birliyinin üzvü,
    “Qızıl qələm” media mükafatı laureatı,

    CAVABINI TAPAMMIRAM

    “Könül dəftərim” – silsiləsindən

    Çəkilibdir ərşə yuxum,
    Göy buludlar kədər, ahım.
    Sənsizliyim kabus, qorxum.
    Kiprik yumub, yatamıram.

    Qəm, qüssədir, qəlb düşməni,
    Sancıb köksə,dərd qəməni.
    Leyli edib sevdan məni,
    Ahu-zardan, utanmıram.

    Kimlər girdi aramıza?
    Duz basdılar yaramıza.
    Küsmək bizim haramıza?
    Heç ağlımdan atammıram.

    Ovsunlayıb hicran bizi,
    Eşq tərk edib qəlbimizi.
    İtirmişəm yolu, izi,
    Vüsalına, çatammıram..

    Durub saat, donub zaman,
    Ömür deyil,yarsız bir an.
    Necə yaşar, sənsiz Dövran?
    Cavabını, tapammıram…

    BAXMIR GÖZƏLİM

    “Qəzəllərim” – silsiləsindən

    Necə küsübsə məndən, üzə baxmır gözəlim,
    Hicrindən od tutmuşam, közə baxmır gözəlim.

    Nə qədər namə yazıb, etmişəm, – dərdi bəyan,
    Uyub əğyarə yəqin, bizə baxmır gözəlim.

    Çıxiram qarşısına, dayanaq göz- gözə biz,
    Süzdürür baxışların, gözə baxmır gözəlim.

    Hər sabah əldə kuzə, keçirəm hey qapıdan,
    Salmışam neçə cığır, izə baxmır gözəlim.

    Bircə “hə” kəlməsiçün, dolannam mən başına,
    Neyləsin yazıq Dövran, sözə baxmır gözəlim.

  • Kutluhan SAYGILI.”HAKKI ALBAYRAKOĞLU (1921-…)”

    “Tek isteğim Tokatlıların mutluluğudur.” / 11.03.2012

    Tokat’ta görev yapmış valilerimiz için özel bir sayı çıkarılması kararını aldığımızda bu çalışmanın Tokat siyasi, idari ve kültür tarihi bakımından büyük önem arz edeceğini düşünüyordum. Tokatlılar bu güzel şehre hizmetleri geçmiş valilerimizi tanımalıydı. Hakkı Albayrakoğlu’nu hatırlamalıydı.
    Hakkı Albayrakoğlu 1960-1964 yılları arasında Tokat valiliği, 1960- 1963 ve 1968-1972 yılları arasında Tokat Belediye Başkanlığı görevlerinde bulunmuştur. Bu vesile ile Sayın Valimiz hakkında bilgi edinebilmek maksadıyla çeşitli kaynakları araştırarak Cinlioğlu Kütüphanesi’nde Sayın Mehmet Ali Cinlioğlu’nun da yardımlarıyla gazete arşivlerini taramak suretiyle bazı bilgilere ulaştık. Hakkı Albayrakoğlu’nun 1921 yılında Kemaliye doğumlu ve 1948 yılında da Kemaliye Kültür ve Kalkındırma Derneği kurucu üyesi olduğunu öğrendikten sonra dernek başkanı Sayın Gönül Önderoğlu ile görüştük ve Gönül Hanım’ın yardımlarıyla Sayın Hakkı Albayrakoğlu ile iletişim kurduk.
    Sayın Valimizle görüşmemizi 11 Mart 2012 Pazar günü Heerilife Dergisi Yayın Kurulu Başkanı Sayın Hasan Akar ile birlikte yaptık. İlk görüşmemiz Sayın Ülker Albayrakoğlu (eşi) ile oldu. Sayın Valimizin istirahatta olduğunu ifade etti. İkinci görüşmemiz Sayın Hakkı Albayrakoğlu ile oldu, bizleri telefonda çok hoş ve nazik karşıladı. Ne kadar sevgi ve muhabbet dolu biri olduğu konuşmalarından anlaşılıyordu. Belki bedeni Tokat’tan çok uzaklardaydı ama kalbiyle, ruhuyla sanki yanımızdaydı. Kısa süren görüşmemizde ilk olarak hayat hikâyesi hakkında bilgiler aktardı:
    “1921 yılında Kemaliye’de doğdum. Kemaliye İstiklal İlkokulu, Manisa Ortaokulu ve Kütahya Lisesi’nde okuduktan sonra 1944 yılında Siyasal Bilgiler Fakültesinden mezun oldum. Siyasal bilgiler fakültesinden mezun olduktan sonra sırasıyla Ankara Maiyet Memurluğu, Anamur Kaymakamlığı, Ankara Nallıhan Kaymakamlığı, Sinop Ayancık Kaymakamlığı, Iğdır Kaymakamlığı, Ankara Emniyet 1. Şube Müdürlüğü ve İskenderun Kaymakamlığı yaptım. İskenderun Kaymakamlığı’ndan istifa edip üç yıl görevden ayrıldım. Devletin teklifi üzerine 13 Haziran 1960 tarihinde Tokat Valisi oldum. Daha sonra Aydın Valiliği ve Hatay Valiliği yaptım. Hatay’daki görevimden İçişleri Bakanlığı’na geçmek üzere ayrıldım. 1968 Yılında Tokat’tan bağımsız belediye başkanı oldum. Tokat halkına muhabbetim vardı, saygım vardı. Tokatlıya yok diyemedim, kıramadım. Dört yıl belediye başkanlığı yaptım. 1972 yılında emekliliğimi istedim ve Tokat Belediye Başkanlığı’ndan emekli oldum. İzmir’e yerleştim.”
    Sayın Valimizin konuşmalarından Tokat’ı ne kadar sevdiği ve özlediği anlaşılabiliyordu. Kendisini Tokat’a davet ettik “Artık yorgunum” diyordu. Ne Tokat’ı ne Tokatlıları ne de mesai arkadaşlarını unutabilmişti. Kendisinden şehrimizde görev yaptığı yıllarla ilgili bazı hatıralarını aktarmasını istedik, bizleri kırmadı:
    “En iyi hatırladığım, sevinçle ve gururla hatırladığım hizmetim Tokat’ta korunmaya muhtaç çocuklar için yetiştirme yurdunu açmak oldu. Elli yıldan bu yana kimsesiz çocukların okuması, yetişmesi için hizmet eden bir müessesedir. Tokat’ta en çok sevdiğim işlerden biri budur. Yetiştirme yurdu konusundaki heyecanım hala devam ediyor. Sulusaray Kaplıcaları’nı hatırlıyorum. Daha önce küçük bir kulübeydi, yer altındaydı. Sulusaray’da yaptırdığımız tesisler şehrimize yaptığımız önemli hizmetlerdendi. Birlikte mesai yaptığım arkadaşlarımı da hala en iyi duygularla hatırlıyorum.”
    Sayın Valimizin, Tokat’ la ilgili duygu ve düşüncelerini anlatırken ne kadar samimi, hasret dolu ve bir o kadar da heyecanlı olduğu apaçık ortadaydı:
    “Tokatlıları halen dostlukla hatırlıyorum. Sevgi ve saygıyla hatırlıyorum. Daima bana yardımcı oldular. Müzahir oldum. Hiçbir kötü hatıram yok. Meslek hayatımda zevk duyarak çalıştığım, halkla muhabbet duyarak kaynaştığım bir yer. Tüm Tokatlılara saygı ve sevgilerimi iletiyorum. Tokat’a hizmetim oldu ise helal olsun. Hiç pişman değilim. Yapılan hizmetler imkân bulunurdu da öyle yapılırdı. Bu bir vazifeydi. Ben bu imkânları iyi kullanmaya, dürüst kullanmaya çalıştım. Vazifemi yaptım. Kimseye sitem edecek durumum yok. Yakında doksan iki yaşıma basacağım. Bu yaşıma kadar olduğu gibi bundan sonra da Tokat’ı daima sevgi ve saygıyla hatırlayacağım.”
    Sayın Hakkı Albayrakoğlu ve Tokatlıların karşılıklı sevgi ve muhabbetlerine Sayın Valimizin Tokat’tan ayrıldığı aylara ait gazete yazlarında da şahit oluyoruz. Bu güzel yazılara geçmeden önce Sayın Metin Gürdere’nin “Zamana, Olaylara ve İnsanlara Şahitlik Edenlerin Anlattıklarıyla 20. Yüzyılda Tokat – Bir Şehrin ve İnsanlarının Hikâyesi” adlı kitabında yer alan, Sayın Hakkı Albayrakoğlu’nun Tokat Valiliği dönemine ait bazı bilgi ve hatıralara yer vermek istiyorum.
    “Tokatlılar Hakkı Albayrakoğlu ile 27 Mayıs Askeri Müdahalesi’nden sonra Tokat Valisi olunca tanıştı. O dönemde Tokat’ta askeri birlik ve üst rütbeli subay olmadığı için müdahalenin sert ve otoriter yüzünü vali temsil ediyordu. Her ne kadar sağda solda “Ben ihtilal valisiyim” gibi sözler etse de kişilik olarak böyle şeylerden çok uzaktı. Beyefendi, sakin ve düzgün bir insandı. O günlerin şartlarında başka yerlerde DP iktidarının yanlış işlerinin hesabının sorulması adına pek çok haksızlıklar yapılırken, O bunlardan uzak durdu. Yıllar sonra Tokat’lı olmadığı halde Tokat Belediye Başkan adayı olacak kadar olumlu izler bıraktı.”
    Adı geçen kitapta Sayın Mustafa Balcı (İşadamı), Sayın Hakkı Albayrakoğlu ile ilgili bilgiler veriyor:
    “27 Mayıs Askeri Müdahalesi olunca CHP’liler DP’lileri şikâyet etmeye başladılar. Vali’nin bütün şikâyetleri dikkate alması, kendi görüşleri doğrultusunda hareket etmesi için baskı yapıyor, CHP’nin valisi gibi davranmasını istiyorlardı. Bu şikâyet ve baskılar karşısında Vali Hakkı Albayrakoğlu: “Ben devletin valisiyim” diyerek şikâyetleri ve şikâyet edenleri reddetti.”
    Sayın Naci Yazoğlu (İnşaat mühendisi) ise Sayın Hakkı Albayrakoğlu’nun dürüstlüğü ve mütevazılığını şöyle tanımlıyordu:
    “Hakkı Albayrakoğlu dürüsttü. Tokat Valisi iken, vali konağından Namık Kemal İlkokulu’na kadar çocuğunu elinden tutarak getirir, O’nu bıraktıktan sonra peşi sıra boş olarak gelmekte olan valilik makamı aracına binerdi. Devleti ve devlet malını korurdu.”
    Aynı kitapta Sayın Hakkı Albayrakoğlu’nun valiliği döneminde Tokat’ta voleybolun gelişmesi adına önemli ve gayretli çalışmalar yapıldığını görüyoruz:
    “…Dönemin Valisi Hakkı Albayrakoğlu ile Dr. Zeki Akengin Tokat’ta voleybolun devam etmesi için benim voleybol ajanı (il temsilcisi) olmamı teklif ettiler. Teklifi şimdiki Ali Yücel Spor Salonu’nun sportif faaliyetlere açılması şartı ile kabul ettim. O zamana kadar salon spor faaliyetlerinden çok sosyal faaliyetlerde kullanılıyordu…”(Burhan Yamanoğlu)
    “1963 yılında Ali İhsan Kalmaz adına düzenlenen bir turnuvaya Ankara, İstanbul, İzmir’in yanı sıra Tokat ili karması da çağrılmıştı. Balıkesir, Eskişehir, Konya, Adana il karmaları da katılıyordu. Günün Valisi Hakkı Albayrakoğlu, Gençlik Spor Bölge Başkanı Dr. Zeki Akengin, Başsavcı Veysi Sami Ünser ve fotoğrafçı Celalettin Peker’in daveti üzerine veteriner hekim Burhan Yamanoğlu valiliğe çağrılarak Tokat ili karması oluşturmak üzere görevlendirildi. Burhan Yamanoğlu’nun çalışmaları ile turnuvaya katıldık. Ankara, İstanbul, İzmir tüm karmaları yenerek birincilik kupası ile Tokat’a dönüldü. Tokat ilinde güreş ve futbolun dışında aktif spor yoktu. Bu kupa ile Tokat ilinde voleybol sporuna karşı büyük ilgi oluştu…”(Güngör Kaya)
    Haziran 1964’te Sabah Postası Gazetesi’nde yayınlanan “Valimizin Ayrılık Bildirisi” adlı yazıda Sayın Hakkı Albayrakoğlu Tokatlılara hitap ediyor “Hizmetinizde bulunmuş olmaktan ömrüm boyunca gurur duyacağım” diyordu. Halis Cinlioğlu, 01 Temmuz 1964 tarihinde Sabah Postası Gazetesi’nde “Bir ‘Adam’ Yolcu Ettik” adlı yazısında Tokatlıların sevgi ve muhabbetlerini dile getirmiş Sayın Hakkı Albayrakoğlu’da aynı adlı gazetede bir teşekkür telgrafı yayınlatmıştır.

    Valimizin Ayrılık Bildirisi:
    “Yurdun bir başka bölgesine tayinimden dolayı Tokat’tan ayrılıyorum. Dört yılı aşan hizmet süremin devamınca, müstesna vasıf ve meziyetlerine hayranlık duyduğum çok muhterem Tokat’lı vatandaşlarımdan, onun bütün müessese ve kuruluşlarında görev almış güzide temsilcilerinden, daima yüksek bir anlayış, vefa, kadirbilirlik ve müzaheret gördüm.
    Yine bu müddet içinde birlikte çalıştığım mesai arkadaşlarımın bilgili, feragatli ve vatanperver çalışmalarına şahit oldum. Tokat’a ve Tokatlılara ait anılarım, hatıralarım arasında her zaman en mümtaz mevkii işgal edecektir.
    Aranızdan ayrılmak üzere olduğum şu günlerde iyi dileklerimi, en güzel temennilerimi sizlere iletmek istiyorum. Hizmetinizde bulunmuş olmaktan ömür boyu gurur duyacağım. Hepinize gönlümüm dolusunca muhabbetler ve saygılar sunarım.”
    Hakkı Albayrakoğlu
    Tokat Valisi

    Bir ‘Adam’ yolcu ettik
    Halis Cİnlioğlu

    “Büyük bir kalabalık yemyeşil bir bahçenin içini dışını kaplamış. Herkesin yüzünde bir hüzün var, bazılarının gözleri bile yaşlı. Ölüm mü var burada?
    Herkes hatıralar anlatıyor. Herkes “Ne güzel adamdı”, “Böyle birini görmemiştik”, “Ne sabırlı ne alçak gönüllü adamdı” diyordu. Ebediyete göçen birisini mi konuşuyorlardı? Acele acele eve girenler, yeni yeni, telaşlı telaşlı gelenler bir fevkaladeliği gösteriyordu. Kendisine bu telaşlar, bu heyecanlar gösterilen adam kimdi? Sonsuzluğa mı gidiyordu?
    Hayır, hayır… Bu adam ölmemişti. Gönlümüzün derinliklerinde ebedi bir yaşama mahkûm etmiştik onu. Evet bu adam bir sonsuzluğa gidiyordu, fakat bu bizim bildiğimiz bir sonsuzluk değil sonu gelmeyen, ucu bucağı bulunmayan bir sonsuzluğa gidiyordu: Yüce Türk vatanının bir köşesinden bir köşesine gidiyordu.
    Evet, bu adam değerli valimiz Hakkı Albayrakoğlu idi. Aydın ilimize aydın bir adam olarak gidiyordu. Kelimenin gerçek anlamıyla adam gelmiş, adam gidiyordu. Ondaki “Adam”lık değeri, onu uğurlamaya gelenlerin çokluğundan; ağlayan, sarılan iki tarafında halinden belliydi. O yola dizilmiş gidiyor, arkasından “Uğurlar olsun”, “Allah selamet versin”, “Yolun açık olsun” sesleri de birlikte gidiyordu. Allah, Hakkı Albayrakoğlu’na ve bütün iyi adamlara sağlıklar versin, iyi günler nasip etsin…”

    Eski Valimiz Sayın Hakkı Albayrakoğlu’nun Tokat Halkına Teşekkür Telgrafı:
    Halis Cinlioğlu/Gazeteciler Cemiyeti Başkanı
    “Tokat halkından gördüğümüz çok müstesna ve sıcak ilgiyi hatıralarımızın en güzeli olarak daima minnet ve şükranla anacağız. Yüksek insan meziyetlerinin hayranı olduğumuz Sayın Tokatlılara en iyi dileklerimizin ve saygılarımızın iletilmesine lütfen delaletlerini her vesile ile yardım ve müzaheretine mazhar olduğumuz muhterem matbuatımızdan saygılarımızla rica ederiz.”
    Albayrakoğulları

    Sayın Hakkı Albayrakoğlu 11.07.1964 tarihinde Aydın’da iken Tokat için “Mektup” adlı 13 kıtadan oluşan bir şiir yazmış ve şiiri 30 Ekim 1964 tarihli Sabah Postası Gazetesinde yayınlanmıştır. “Mektup” şirinde Tokat Kalesi, Yeşilırmak, Behzat Deresi, Topçam Tepesi ve Gıjgıj gibi şehrimizle özleşmiş mekânlara yer verirken Tokat ile birlikte Turhal, Zile, Niksar, Erbaa, Reşadiye, Almus ve Artova için de güzel ithaflarda ve temennilerde bulunmuştur.

    “Selam yemyeşil ovaya,
    Selam doruğu ormanlı dağına,
    Selam kadınına erkeğine,
    Selam sevgilerin en gerçeğine…”
    diye başlayan şiir yine sevgi dolu sözlerle bitiyordu.

    Yüce yüce dağlar ötesinde,
    Bir bakır tepside, bir su sesinde,
    Her yerde, her şeyde sen varsın Tokat.
    Birkaç gün de değil, her gün her saat,
    Ağzımızda senin ismin dolaşır.
    Tokat unutulmaz, hatıralaşır…

    Köyümüze, şehrimize kısacası vatan topraklarımızın her bir köşesinde devletimize ve milletimize hizmeti geçenler asla unutulmayacaktır. Hizmet ettikleri topraklara sevgiyle bağlanan, yıllar sonra dahi bu sevgi bağını hatıralarında yaşatanlar kalbimizde sonsuza dek yaşayacaktır. Sayın Hakkı Albayrakoğlu’nda bu sevgi bağına bir kez dahi şahit olduk. Kendisiyle görüşmemizi sonlandırmadan önce “Tokat’tan bir isteğiniz, bir arzunuz var mı?” diye sorduk. Sayın Hakkı Albayrakoğlu şu cevabı veriyordu: “Tek isteğim Tokatlıların mutluluğudur.”

  • M. Ali CİNLİOĞLU.”26 HAZİRAN 1919’UN IŞIĞINDA ATATÜRK’Ü ANLAMAK VE ANLATABİLMEK”

    Tokat Atatürkçü Düşünce Derneği 2.Başkanı

    Milli Mücadelenin başlangıcı ve Türkiye Cumhuriyetinin ön sözü Çanakkale’de yazılmıştır. Bütün akvam-ı beşerin yığıldığı Çanakkale, en son 18 Mart 1915 günü bütün dünyaya “Geçilmez”, Türk’ün de yenilmez olduğunu göstermiştir. Bu yüzden yazıma Çanakkale’den başlama gereği duydum.
    Çanakkale, bir başka güzel, gizemli, doğası başka denizi bir başka, rüzgârı hiç dinmeyen esen, soluğu kesen denizi, insanıyla dalga geçen, dağları içinde yaşayana yamaç, yayla ormanı bol, kışın üşütmeyen kendine sıcak, yabana soğuk, çok görkemli, kıyıya vardıkça kıyı dağa doğru dikilir gibi, geleni de ürkütür gibi işte… 250 000 şehidiyle, Mustafa Kemal’i, komutanları, Yahya Çavuş’uyla, Koca Seyit’i ile Çanakkale…
    1071 den 1453’e kadar gelip geçen yıllar… Ve “Hasta Adamı” yok etmek için sevinç çığlığı atan Avrupalılar… Korsan kafalı, Avrupalı emperyalist düşlü, Avrupalı zevki âlemdeki İngilizler. Bu arada Kral George’un tek kızı Mary’nin düğünü oluyordu. Winston Churchill’in üniforması ve süslü şapkası denizci kılıcıyla görünümü, yeni kurulan BBC ve 5 İngiliz lirası ödeyerek bir “alıcı telsiz aracı” edinenler eğlencelerle günlerini gün ediyorlardı.
    Bu arada İngiliz gazeteci Ward Price’e, Mustafa Kemal “Artık savaşmak için bir sebep kalmadı” demişti. “Türkiye için çizilmesini istediğimiz sınırlar Suriye ve Irak’ı içine almıyor ama Türk ırkının oturduğu bölgelerinin sınırlarımız içinde kalmasını istiyoruz. İsteklerimiz önceden ne ise kazandığımız zaferden sonra da aynıdır. Biz batı Anadolu’yu, Meriç nehrine kadar Trakya’yı ve İstanbul’u istiyoruz…” demiştir.
    Word Pirece, Atatürk’e müttefikler İstanbul’u teslim etmeyi reddederlerse ne yapacağını sormuş. Atatürk’ün cevabı ise kesin; “Başkentimizi geri almamız şart. Aksi halde ordumla beraber İstanbul üzerine yürümek zorunda kalacağım ki bu da benim için birkaç günlük iştir. Elbette şehri karşılıklı görüşme yolu ile geri almayı tercih ederim fakat ilelebet bekleyemem.” sözleriyle kesin amacını açıklamıştır.
    Yabancıların bu düşünceleri, hain planları devam ederken Anadolu bağımsızlığı için farklı cephelerin içindedir. 1915’de Çanakkale Savaşı ve 1922’de İstiklal Savaşı’nın en hareketli ayları 21 gün 21 gece süren Sakarya Meydan Muhaberesi gibi bu iki büyük savaşın Atatürk’ün üstün dehası ve askeri bilgi birikimiyle kazanılıp ulusal kurtuluşa giden yolun başıydı. Onun için büyük bir mücadele verdiğimiz Ulusal Kurtuluş Savaşı, emperyalist güçlerin iç mihraklarla birlik olup, Türk Milletini tarihten silme amaçlarına karşı asla unutulmaz bir ders verdiğimizin, yenilmezliğimizin karşılığıdır.
    Biz, son Türk kalesini düşmana teslim etmemek için “Ya İstiklal ya Ölüm” parolasıyla savaşa başlarken, emperyalistler içerideki gayrimüslim milletlerin örgütlenmesini sağlamışlardır. Örneğin İstanbul Rum Patriği himayesinde kurulan Mavri Mira Cemiyeti, Yunan Kızıl haçı, Resmi Göçmenler Komisyonu, Ermeni Patriği Zaven Efendi, Rum patriği ile birlikte bütün Karadeniz kıyılarında kurulmuş Pontus cemiyetleri ülkenin parçalanmasında faal haldeyken, doğudaki Kürt Teali Cemiyeti (Kürt yükselme derneği; Bu derneğin amacı yabancı devletlerin kanadı altında bir Kürt hükümeti kurmaktı.) faaliyetlerini Türk milletinin parçalanması için sürdürmüşlerdir.
    Bunlara karşı da Anadolu’nun birçok yerinde Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri kurulmuştur. Anadolu’da kurulmuş olan milis kuvvetleriyle, ayrı ayrı bölgesel çatışmalardan bir şey elde edilemeyeceğini gören büyük Atatürk nihayetinde bunları milli birliktelik çatısı altında toplamayı amaçlayarak 15 Mayıs 1919’da İstanbul’dan hareketle 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkıp, oradan Amasya’ya geçerek Amasya Tamimini yayınlamıştır. Bağımsızlık için çıkılan bu yolda daha sonra da Sivas ve Erzurum Kongrelerini yapmıştır.
    Milli Mücadele’de alınan kararların oluşmasında Tokat’taki görüşmelerin oldukça ehemmiyetli olduğunu belirtmek için Amasya’dan Sivas’a geçerken Tokat’ta yaşadığı bir olayı kendi söylevinden aktarıyorum:
    “25/ 26 Haziran gecesi yaverim Cevat Abbas beyi çağırdım ve: “Yarın sabah karanlıkta Amasya’dan güneye gideceğiz” dedim. Bu gidişimiz gizli tutularak hazırlık yapılması için emir verdim. Bir yandan da 5. Tümen komutanı ve kurmaylarımla gizli olarak şu önlemi kararlaştırdık: 5. Tümen komutanı tümeninden seçme subay ve erlerle olabildiğince güçlü bir piyade birliğini hemen o geceden başlayarak çabucak kuracaktı. Ben 26 Haziran 1919 sabahı karanlıkta arkadaşlarımla birlikte otomobil ile Tokat’a gitmek üzere yola çıkacaktım. Birlik kurulur kurulmaz Tokat üzerinden Sivas’a doğru gönderilecek ve benimle bağlantı kurulacaktı. Gidişimiz hiçbir yere telle bildirilmeyecek ve elden geldiğince Amasya’da da açığa vurulmayacaktı.
    26 Haziran da Amasya’dan yola çıktım Tokat’a varır varmaz telgrafhaneyi gözaltına aldırarak benim varışımın Sivas’a ve hiçbir yere bildirilmemesini sağladım. 26/ 27 Haziran gecesini Tokat’ta geçirdim. 27 de Sivas’a doğru yola çıktım. Otomobille Tokat’tan Sivas’a aşağı yukarı 6 saattir. Özel bir amaç güderek telde çıkış saatimi bildirdim ama bu telin ayrılışımdan 6 saat sonra çekilmesini ve o zamana dek hiçbir yoldan Sivas’a bilgi verilmemesini sağlayacak önlemleri aldım.”
    Tokat Belediye salonunda 25 kişilik aydınlara özetle: “…Hiçbir savunma vasıtasına sahip olmasak dahi, dişimiz, tırnağımızla, zayıf ve dermansız kolumuzla mücadele ederek şeref ve haysiyetimizi, namusumuzu müdafaa etmeyi zaruri görüyorum. Tarih bize, vatan uğrunda, canını malını esirgemeyen milletlerin asla ölmediklerini, hala yaşadıklarını göstermektedir. Ben hayatımı hiç bir zaman milletimden üstün görmedim ve görmeyeceğim. Her an milletim için şerefimle ölmeye hazırım.”
    İşte Atatürk, Tokat’tan yaptığı görüşmeler neticesi milletinden aldığı bu milli ruhun feyzi ile ayrılmıştır.
    23 Temmuz 1919 Erzurum Kongresi-4 Eylül 1919 Sivas Kongresi İstiklal Savaşımızın asıl temelini oluşturan iki büyük karar kongresidir. Kuvayi Milliye ruhunun yaratılmasında, savaşın başarıya ulaşmasında 29 Ekim 1923’te kurulan Cumhuriyet’in temellerinin atılmasında Samsun, Amasya ve Tokat’tan sonra bu şehirlerdeki çalışmaları dikkate almak gerekir.
    Ve TBMM’nin açılışı, Doğu’da, Batı’da değerli komutanların komutasında aralıksız iki yılı aşkın süren savaşlar… İşgal kuvvetlerinin bir bir topraklarımızdan çekilmesi, antlaşmalar… 22 Ağustos, 26 Ağustos, 30 Ağustos’ta kazanılan zaferler. 9 Eylül 1922’de İzmir’de son Yunan kalıntılarının denize dökülüşü…
    Milli Mücadelenin sona ermesi, nihayetinde 24 Temmuz 1923’te yapılan Lozan Barış Antlaşması ile her şey bitmiş değildir. Cumhuriyet’in ilanından sonra da yeni kurulan Türkiye’yi yine zor şartlar beklemektedir. Ama çağdaş bir lider olmanın gereğini taşıyan Gazi Mustafa Kemal bütün imkânsızlıklara rağmen Milli Mücadelede olduğu gibi yapacağı inkılâplarda da üstün dehasını göstermiştir. O, bütün hayatı boyunca ”ben” den sıyrılarak “Toplum, millet” olmayı bilmiştir.
    İşte bizim anlayamadığımız, büyük önderi bakın bir İngiliz devlet adamı Lord Kinross nasıl anlatıyor: “Atatürk’ü Mussolini ve Hitler gibi yöneticilerden ayıran nokta işte bu niteliktir. Onlar her yaptıklarında kendilerini düşünerek hareket ediyorlardı. Oysa Atatürk, kendisinden ötesini 20 – 30 yıl ilerisini görerek hareket edebilme başarısını göstermiştir.”
    Bana göre 20 – 30 yıl değil 100 yıl ötesini görebilmiş, Sovyetler Birliği’nin tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya – Macaristan gibi gün geldiğinde parçalanabileceğini sezinlemiştir.
    Dünyadaki bağımsızlık mücadelelerinin sürebileceğini söylerken Türk milletinin gelişmiş ülkeler düzeyine ulaşması için yurdun her köşesinde fabrikalar, demiryolları, limanlar, elektrik santralleri, çimento fabrikaları, demir çelik işletmeleri, uçak motor fabrikası, mensucat fabrikaları yazmakla sayfaları dolduracak yatırımların yapıldığı ve 1923 – 1950 arasında tüm bu yatırımlar gerçekleştirilirken tek kuruş bile borç alınmamıştır. Borç alınmadığı gibi Osmanlı’nın bıraktığı Düyun-u Umumiye borçları da ödenmiş, Osmanlı’da köylüden alınan aşar vergisi de kaldırılmıştır. 1929 – 1932 arası Dünya tarihinde şu ana kadar yaşanan en büyük kriz olan “ Dünya ekonomik bunalımı dönemidir.”
    Atatürk ve silah arkadaşlarının dünya tarihinde görülmemiş emperyalizme karşı verilen bağımsızlık mücadelesinin bir örneği dünyada yoktur. Biz bu bağımsızlık mücadelesinden ne anlayabildik? Ne dersler çıkarabildik? Atatürk’ün bir dahi olduğunu bütün dünya kabul etti, biz Türk milleti olarak kabul edemedik. Atatürk’ün kendi döneminde 15 yılda eğitimde, sanayi ve zirai kalkınma hamlesinde yaptıklarının dünyada bir örneği yoktur.
    Bu hamleler kültür ve sanat alanında da devam etmiş, millet olma, öze dönme bilincini Türk toplumuna vermek adına Türk Tarih Kurumu’nu, Türk Dil Kurumu’nu, Halkevlerini, Türk Ocakları’nı kurmuştur. Bu kurumlar Türk birliğini ve dirliğini yaşatmak için kurulmuştur. Yoksa içi boşaltılmış bir binada levhası bulunsun diye değil.
    Atatürk’ün emanet ettiği siyasi partisi Türk siyasi hayatına geçmişinde büyük hizmetler yaparak iz bırakmıştır. Yazımızın başlığında olduğu gibi Atatürk’ü anlamak, anlatabilmek cümlesinde bugün Atatürk’ün nasıl anlatıldığıdır. Koskoca mirasına sahip olup 6 ilkesini benimsediğini söyleyenler iki ilkesini içselleştirip diğer dört ilkeyi neden topluma anlatmıyorlar. Diğer ilkeleri de günün koşullarına göre değerlendirilip anlatılabilinirdi. Hâlbuki Atatürk’ü iyi okuyup anlasalardı bir toplumun varlık sebebinin millet ve milliyetçilik olduğunu bilmeleri gerekirdi.
    Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı etkin bir şoven milliyetçilik değildir. Ziya Gökalp’in belirttiği hars (kültür) milliyetçiliğidir. O, son dönem Osmanlı aydınlarının ümmetçiliğine eğilmelerinin, milliyetçiliği dışlamalarının olumsuz sonuçlarını görmüştür. O’nun milliyetçiliği din ve ırk ayrımı gözetmeksizin milletin tanımını dil, kültür ve siyasi birliktelik değerlerine dayandıran milliyetperverliktir.
    Onun hâlâ anlaşılmak istenmeyen çalışmalarının başında 3 Mart 1924 tarihinde 429 Sayılı Kanun’la Başvekâlete bağlı (Başbakanlık) Diyanet İşleri Reisliği, bugünkü adıyla Diyanet İşleri Başkanlığını bizzat kurdurması gelir. Böylelikle din hizmetlerinin siyasetin dışında ve üstünde tutulduğunu göstermiştir. Bu önemli çalışma O’nun dine karşı zayıf olduğunu savunanlara en güzel cevaptır.
    Beni çok duygulandıran Nazım Hikmet’in Kuvayı Milliye Şiirinden seçtiğim 26 Ağustos gecesini anlatan şu dizelerini aktarmadan geçemeyeceğim.
    “…
    Sarışın bir kurda benziyordu.
    Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
    Yürüdü uçurumun başına kadar,
    Eğildi durdu.
    Bıraksalar ince uzun bacakları üstünde yaylanarak
    Ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
    Kocatepe’den Afyon ovasına atlayacaktı.
    Yüzbaşı sordu: Saat kaç?
    Beş. Yarım saat sonra demek…
    Alacakaranlıkta, bir çınar dibinde,
    Beygirin yanında duran
    Sarkık, siyah bıyıklı süvari
    Kısa çizmeleriyle atladı atına.
    Nurettin Eşfak baktı saatine
    Beş otuz..
    Ve başladı topçu ateşiyle
    Ve fecirle birlikte Büyük Taarruz…”

    Ve son sözlerimizi bir Norveç atasözü ve Gazi Mustafa Kemal’in, her zaman mensubu olmaktan gurur duyduğumuz milletimizle ilgili bir vecizesiyle tamamlayalım:
    “Çaresiz kaldığında ATATÜRK gibi düşün” Biz de öyle düşüneceğiz.
    “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” Biz de öyle hissedeceğiz.

  • Yusuf UÇAR.”AĞUSTOS TÜRKLERİN ZAFER AYIDIR”

    azb

    Türk tarihinin zaferler ayı olarak bilinen Ağustos ayında küçük büyük 62 zafer kazandığımızı tarihler kaydeder. Bunlardan 26 Ağustos 1071 Malazgirt, Mohaç Savaşı, Mercidabık Savaşı, 26 Ağustos Sakarya Savaşı ve 30 Ağustos Başkumandanlık Meydan Muharebesi Türklerin tarihte kesin çizgilerle iz bıraktığı zaferlerden birkaç tanesidir.
    26 Ağustos 1071 Malazgirt Savaşıyla Anadolu’nun kapıları Türklere birer birer açılır. Bizans İmparatorluğu’nun doğuda en kuvvetli kalesi ve şehri olan Ani’nin Alpaslan tarafından fethedilmesi, Hıristiyan dünyasında büyük üzüntü ve İslâm dünyasında ise büyük sevince yol açmıştır.
    Çağrı ve Tuğrul kardeşler, rüzgâr gibi uçan atlar üzerinde uzun saçlı Türkmenler olarak anılırlar. Çağrı Bey eşsiz bir savaşçı ve kardeşi Tuğrul Bey ise siyasi bir deha sahibidir.
    Alparslan’ın amcası Tuğrul Bey, yaşlı olduğu için yerine yeğeni Alpaslan’ın üvey kardeşi Emir Süleyman’ın geçmesini istiyordu. Alpaslan kendini iyi yetiştirmiş ve Horasan’da vali iken her yönüyle kendini iyi bir kumandan olarak tanıtmış ve ünü her yana yayılmıştı. Beylerin de desteğini alarak amcasının muhalefetine rağmen Selçuklu tahtına oturur. Kendine isyan eden kardeşleri ve yeğenlerini affeder ve onlara tekrar görev ve sorumluluk verir. Onların gönlünü de alır.
    Alparslan asıl amacının Türklere Anadolu’nun kapısının açmak olduğunu şöyle söylüyordu: “Beylerim, yeğenlerim, kumandanlarım, Biliniz ki biz, amcam Tuğrul Bey’in açtığı yoldan yürüyeceğiz. Bu yol Türklüğün yükselmesi, yeni bir vatan kazanması için takip edeceği yoldur. Birliği, kardeşliği bozmayalım. Sultana isyan edenler felah bulamazlar. Birlikte çalışacağız, birlikte yaşayacağız ve zaferlerimizin meyvesini birlikte tadacağız.”
    Alparslan doğuda seferlerine devam ederken Afşin, Sav Tekin, Ay Tekin. Gümüş Tekin gibi komutanları da Bizans’ın dayanma noktalarını yok etmek, Bizans’ı hırpalamak ve yıldırmak, Anadolu’yu Türkmenleştirme işini kolaylaştırmak amacını güdüyorlardı.
    Bizans Türk saldırıları karşısında imparatorluğun gittikçe zayıfladığını, tedbiri almazsa çökeceğini anlamıştı. Kraliçe Odokya, Türk saldırılarına karşı koyacak iyi bir teşkilatçı, soylu bir asker aramaya koyuldu. “Ben ancak Türkleri durdurabilecek bir kumandanla evlenebilirim ve Bizans tahtına yalnız onu oturturum.” diyordu. Yeni İmparator Romen Diyojen ilk iş olarak Makedonya, Yunanistan, Franklar, Normanlar, Slavlar, Almanlar, Ermeniler, Abhazlardan asker topladı. Orta ve Batı Anadolu’da yaşları uygun olan erkekleri asker yaptı. Rumeli’deki “Oğuz ve Peçenek” Türklerine de görev verdi.
    Bizans ve bütün Hıristiyan dünyası Romen Diyojen’in kesin zafer kazanacağına inanıyordu. Çünkü o çağın en büyük donanma ve ordusuna sahipti. Bizans’ın ve Hıristiyan dünyasının bütün imkânları bu savaş için sarf edilecekti.
    200 bin kişilik Bizans ordusu Malazgirt önlerine geldi. İmparator elçi gönderdi. Alpaslan sert bir cevapla elçiyi geri gönderdi. Alpaslan 54 bin kişiden ibaret bir ordu ve tanınmış onlarca seçkin kumandanlarıyla Bizans ordusunu karşıladı. Aralarında 5–6 kilometre mesafe vardı. Alparslan Bizans İmparatoruna bir elçi gönderdi. O sırada Alparslan’ın yanında Abbasi Halifesinin elçisi de vardı.
    Türk elçileri imparatora: “Ordunla beraber geri dön ve bu büyük savaş olmasın, kan dökülmesin; barışı gerçekten arzu ediyorsan bunu Halife aracılığı ile yaparız. Aksi takdirde biz azimliyiz. İşi, samimiyetle bağlı olduğumuz Ulu Tanrı’ya bırakırız dediler.”
    İmparator elçileri küçümseyerek ve şu cevabı gönderdi: Barış görüşmelerini ancak Rey şehrinde yapabiliriz. Ben, Rum ülkesine yapılanları İslâm ülkesine yapmadıkça, İslâm ülkelerine kendi ülkem gibi hâkim olmadıkça, dönmeyeceğim. Bu sefer için muazzam paralar sarf ettim, nasıl dönerim!”
    İmparator elçilerle alay ederek sordu:
    -İsfahan mı daha güzeldir yoksa Hemedan mı?
    – Hemedan’ın soğuk olduğunu haber aldık, biz İsfahan da, hayvanlarımız da Hemedan’ da kışlayacak.” Sav Tekin bu anlamlı sözlere daha fazla dayanamayarak şu anlamlı karşılığı verdi:
    -Atlarının Hemedan’da kışlayacakları doğrudur, ama senin nerede kışlayacağını bilmiyorum.”
    Elçiler geri döner. Alparslan olup bitenleri elçiden dinler. Kumandanlarını ve imam olan büyük âlim Buharalı Ebu Nasr Muhammed (İmam Buharî)i alarak yüksek bir tepenin üzerine çıkar. Büyük Bizans ordusunu görür. Buhari’ye dönerek fikrini sordu. İmam Buhari şu cevabı verdi:
    “-Sen Tanrı’nın başka dinlere üstün tuttuğu İslâm dini için savaşıyorsun. Ümidim kuvvetlidir ki Tanrı senin için bir fetih takdir etmiş olsun. Yarın cumadır. Bu mübarek günde hatipler bütün camilerde askere zafer duası ederler. Bu saatler duaların kabul edildiği saatlerdir. Cuma günü savaşa başlayalım.” Kumandanlar da hem fikirdir. 25 Ağustos 1071 Cuma gecesi sabaha kadar orduda kimse uyumaz. Cuma namazı kılındıktan sonra o muhteşem, o mübarek ordusuna şöyle hitap etti:
    “Kumandanlarım, askerlerim, biz ne kadar az olursak olalım, onlar ne kadar çok olurlarsa olsunlar, daha fazla bekleyemeyiz. Bütün Müslümanların minberlerden bizim için dua ettiklerini şu saatlerde, kendimi düşman üstüne atmak istiyorum. Ya muzaffer olur gayeme ulaşırım ya da şehit olur cennete giderim. Beni takip etmek isteyenler arkamdan gelsinler. Gelmek istemeyenler gidebilirler… Ayrılanları ahirette ateş, dünyada ise şerefsizlik beklemektedir.”.
    Bundan sonra naralar ta düşman karargâhında yankılandı. Erler ve kumandanlar hep bir ağızdan:
    “Ey yüce Sultan, biz senin kullarınız. Her zaman senin emrinde ve seninle olacağız. Sen ne yaparsan onu yapacağız, nereye gidersen oraya gideceğiz.”
    Alparslan, yarattığı heyecan, hareket ve jestleriyle daha da artırarak, yay ve okunu fırlatıp eline kılıcını ve gürzünü aldı. Atının kuyruğunu kendi eliyle bağladı. Hücum öncesi şunları söyledi:
    “İşte şehitlik kefenim, Savaş meydanında ölürsem, beni bu elbise ile gömersiniz. Yerime oğlum Melikşah geçer. Ona itaat ediniz.”
    Savaş, Alparslan’ın ileri atılmasıyla başladı. Düşman tuzağa düştüğünü, çembere alındığını anladığında iş işten geçmişti. Tam bu sırada Uzlar, az sonra Peçenekler, düşman diye saldıracakları ordunun kendileri gibi Oğuz soyundan olduklarını kılık ve kıyafetlerinden anlamış ve aynı dili konuştuklarını anlayınca Türk ordusu safına katılmışlardı. Alparslan’ın ordusu daha da güçlenmişti.
    Bizans ordusu paramparça olmuş ve binlerce Bizans askeri ve İmparator Romen Diyojen esir alınmıştı. İmparator zincirlenmiş olarak Alparslan’ın huzuruna getirilir. Zinciri çözülür. Sultan:
    “-Savaştan önce dostluk kurmak için sana elçi gönderdim. Sen dostluktan kaçındın. Sana düşmanlarımın verilmesi için Afşin’le de bir heyet göndermiştim. Fakat sen, çok para sarf ederek ordu topladın, buralara kadar geldin, aradığımı yakaladım, ülkelerime yapılanları İslâm ülkelerine yapmadan nasıl dönerim?’ dedin. Serkeşliğin sonunu nasıl buluyorsun?
    İmparator:
    -“Doğrudur, senin ülkelerini almak için türlü kavimlerden ordu topladım, paralar sarf ettim. Şu anda memleketim ve kaderim senin elindedir. Azarlamayı, parlamayı bırak, ne istiyorsan onu yap.” Sultan:
    “-Zaferi sen kazansaydın bana ne yapardın? İmparator:
    “-Sen, benim veya adamlarımın lütfuna terk edilmiş olsaydın, ya başını kesmelerini veyahut bir darağacına asmalarını emrederdim.” Sultan, yüksek sesle:
    “-Sana ne yapacağımı sanıyorsun?” İmparator:
    “-Üç şık var: Birincisi beni öldürürsün. İkincisi, üzerlerine yürümekten ve fethetmekten bahsettiğim ülkelerinde beni dolaştırır, teşhir edersin. Üçüncü şıkka gelince, yapamayacağın için söylenmesinde bir fayda yoktur. ”Sultan:
    “-Sen yine de söyle.” İmparator cevap verdi:
    “-Affedilmemdir. Sunacağım paraları kabul etmen, beni dost edinmen, aramızda dostluk kurulması, beni bir kölen, kumandanlarından biri ve Rum’da bir naibin olarak memleketime iade etmendir. Beni öldürürsen sana bir faydam olmaz. Bir başkasını Bizans tahtına çıkarırlar.” Sultan:
    “Ben senin hakkında aftan başka bir şey düşünmedim. Kendini satın al! İmparator:
    “-Sultan ne istediğini söylesin.” Alparslan imparatorun can bedelini söyledi:
    “ -10 000.000 dinar (altın).” İmparator üzüntüsünü şöyle ifade etti:
    “Hayatımı bağışladığın takdirde Rum mülkünü bile istemekte haklısın. Ordular kurmak için çok paralar sarf ettim. Hazineleri boşalttım. Halkımı fakir düşürdüm.”
    Serbest kalma sonucu yapılan anlaşma şu idi.
    İmparator altın karşılığı büyük miktarda vergiye bağlandı. Bizans’ta bulunan Müslümanlar serbest bırakılacak, İmparator gerektiğinde sultana askeri yardımda bulunacak ve Malazgirt, Urfa, Antakya, Membiç yöreleri ve Kızılırmak’ın doğusu Türklere terk edilecek.
    Artık Bizans ordusu yoktu. Anadolu’nun kapıları Türkler için ardına kadar açılmış bulunuyordu. Zaten asıl ödülü bu olacaktı.
    Malazgirt zaferinden sonra Alparslan’ın şöhreti, yalnız İslâm âleminde değil Japonya’dan İngiliz adalarına kadar üç kıtaya yayıldı. Adil sultan, fetih babası lakaplarını da verdiler.
    Ne diyor o koca sultan, “Kaç kere söyledim, biz bu ülkeleri silah kuvvetiyle aldık, temiz Müslümanlarız ve bid’at bilmeyiz. Bu sebeple, Allah, halis Türkleri aziz kıldı.”
    Sakarya ve 30 Ağustos Büyük Türk Zaferi
    Sakarya ve 30 Ağustos Başkumandanlık Meydan Muharebesi Türk Milletinin var olma ve yok olma mücadelesidir. İnönü savaşlarından sonra galip devletler Anadolu’da işgal ettikleri yerleri boşaltmaya başlayınca, Yunanlılar bütün kuvvetlerini Anadolu’ya geçirmeye çalıştılar. Kral Konstantin, Sevr Antlaşması’nı Yunan askeri gücü ile uygulamak istiyordu.
    Mustafa Kemal Paşa, ikinci İnönü zaferi de kazanılınca Batı cephesi Kumandanı İsmet Paşa’ya çektiği kutlama telgrafında “Siz orada yalnız düşmanı değil, milletin makûs (tersi dönmüş) talihini de yendiniz.” der.
    Sakarya Meydan muharebesi,13 Eylül 1683 günü Viyana’da başlayan çekilmeyi,238 sene sonra Sakarya’da durdurmuştur. Bu savaş ile Anadolu’nun bir “küffar” ülkesi olmasının önü alınmıştır.
    Malazgirt Savaşı da 26 Ağustos 1071 Cuma başlamıştı, Sakarya Savaşı da 26 Ağustos Cuma’yı Cumartesi’ye bağlayan gece idi.
    30 Ağustos Büyük Türk Zaferi aynı zamanda bütün batılı ülkelerin de yenilgisi mahiyetinde idi. Bu Türk zaferi sonucunda ortaya çıkan durum, tarihe yepyeni bir Türk devletinin tamamıyla milli ve dipdiri bir Türk Devletinin doğmasını sağlamıştır. Avrupalı emperyalist güçlerin tam bir oyunu olarak ortaya çıkan ve Sevr’in zorla Türklere kabul edilmesi için tertip edilen bu Anadolu seferi, onların oyuncağı olan ve kendi küçük ülkesinin ulaşamayacağı bir serüven halinde başlayıp sona eren Yunan macerası, aynı zamanda tarihin bir dönüm noktasıdır.
    Avrupalı emperyalist güçlerin ve sömürgelerin sonunu ilan eden bir Türk zaferidir. Bu büyük Türk zaferidir ki, Batılı ülkelerin demir pençeleri altında inleyen esir ülkelerin ayaklanması ve milli devletlerini kurmak için savaşmaları dönemini de başlatmıştır. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın deyimi ile “artık her zincir kırılışının başında Anadolu mücadelesi, Türk Kurtuluş Savaşı ve sonuçları anılacaktır.
    30 Ağustos, etnik köken ve mezhebine bakılmaksızın kendisini “Bu vatanın evladıyım” diye tanımlayanlardan oluşan bir ulusun şahlanışıdır. Atatürk’ün önderliğinde küllerinden yeniden doğan Türk Milleti’nin destansı başarısıdır. Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu destansı şiirinde:
    Aylardan Ağustos, günlerden Cuma,
    Gün doğmadan evvel iklim-i Ruma,
    Bozkurtlar ordusu geçti hücuma,
    Yeni bir şevk ile gürledi gökler,
    Ya Allah… Bismillah… Allahü ekber.
    Biz asil Türk Kurtuluş Savaşının ruh yapısını, milli vicdanını, ıstırabını bu şiirlerle öğrendik. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şu dizeleri gün gibi hafızalarımızdadır.
    Bir avuçtan fazla insan değildi/ Bize dünya düşman oldu, yenildik
    Bilirlerdi şan vermişti eski Türk / Sandılar ki can vermiştir eski Türk
    Topumuzu, süngümüzü aldılar/ Ülkemize Yunanlıyı saldılar
    Minareler duyguları var gibi/ Bizi kurtar! Bizi kurtar ya Rabbi,
    Deyip yanan şehirlere kapı/ Bu yıkılan bütün her şey vatandı.
    26 Ağustos 1922’de sabaha karşı başlayacak olan Büyük Türk Taarruzunun hazırlık safhaları büyük bir gizlilik içinde devam etmiştir. Türk birlikleri saldırı hattına doğru yığınak yaparken, gündüzleri bir ağaç gölgesine gizleniyor, yürüyüşlerini hep gece yapıyordu. Karşı tarafın hiç haberi olmamıştı. Altı adet Yunan keşif uçağının bütün uçuşlarına rağmen hiçbir haber alamamışlardır.
    O güne kadar Ankara’da çalıştığı Türk istihbarınca da bilinen bir İngiliz gizli ajan teşkilatı TBMM’deki gizli görüşmeleri bile iki gün sonra öğrenmiştir.
    Türk saldırı harekâtının başlamasından 10 gün önce Türk hükümetinin bir emri ile Anadolu’nun bütün dünya ile irtibatı kesilmiştir. Öyle ki, sahillerden bir tek kayığın hareketi bile yasaklanmıştır. Telefon, telgraf ve mektup gibi her türlü muhaberat aracı çalıştırılmamıştır. Ankara’daki İngilizlerin “Karajumbo” casus teşkilatı hiçbir haber alamamışlar ve Londra’ya ulaştıramamışlardır. İngiliz ajanları atlatılmışlardır. Londra ancak Türklerin İzmir’e doğru akmaya başladıkları zaman haber alabilmişlerdir.
    Türk ordusunun 26 Ağustos sabahındaki hazırlık ateşinden birkaç saat sonra, Piyade tümenleri saldırıya geçerek düşmanın ilk hatlarını yardılar. Daha, sabahın erken saatlerinden itibaren düşman büyük bir şaşkınlık içine düşmüştü.
    Ertesi gün 27 Ağustos’ta Yunanlıların uzun çalışmalar ve büyük emeklerle sağlamlaştırdıkları bütün istihkâmlar Türk askerinin metin saldırısı sonucunda birer birer aşılıyordu. Gerçekten de mevziler iyi hazırlanmıştı. O mevzileri gezen bir İngiliz subayı “Türkler bu mevzileri altı ayda aşabilirlerse altı saatte aşmış gibi övünebilirler.” demişti.
    30 Ağustos’ta bizzat Türk Orduları Başkomutanı Gazi Mareşal Mustafa Kemal Paşa tarafından yönetildiği için Başkumandanlık Meydan Savaşı adını alan çarpışmalar başlamıştır. Bu çarpışmalar ve boğaz boğaza yapılan amansız bir savaş sonucunda düşman ana kuvvetleri büsbütün yok edildiler.
    Artık düşman ordusu yoktu. Mustafa Kemal Paşa’nın, daha önce söylediği gibi, “düşman, vatanın harim-i ismetinde boğulmuştu. Çatalköy civarında 100 bin ölü, 20 bin esir, çok sayıda top, tüfek ve cephane bırakmıştır.” Geri kalanların bir kısmı da esir edildiler. Savaş alanının büyük bir kısmındaki Türk kasaba ve köyleri ise büyük bir katliama uğrayarak halkı vahşice öldürülüp evleri yağmalandıktan sonra ateşe veriliyordu. Bazı yerleşim birimlerinde sivil halk, kadınları, çocukları ve ihtiyarları ile beraber ahşap köy camilerine doldurularak gazyağı dökülüp ateşe veriliyordu. Can havli ile yangından kaçanlar ise camilerin önüne dizilen mitralyözlerin ateşi ile öldürülüyorlardı.
    1 Eylül’de Başkumandan Mustafa Kemal Paşa Türk ordularına şu emri verdi:
    “Türkiye Büyük Millet Meclisi Ordularına! Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!”
    Köyleri ve kasabaları yakma emrini veren Yunan Başkumandanı General Trikopis, General Diyenis ve kurmay subayları ile birlikte Türk ordusuna teslim olmuşlardır. Bu esir Yunan Generallerini karşılayan Türk Ordusu Kurmay Başkanı General Asım Gündüz’ün onlara Türkçe ilk hitabı bir tokat gibi suratlarında şaklamıştır:
    “Sizleri medeni bir ordunun mensupları olarak mı, yoksa bir eşkıya sürüsünün temsilcileri olarak mı karşılayacağımdan mütereddidim?”
    Daha sonra kumandanlar Mareşal Mustafa Kemal Paşa’nın huzuruna getirilir. Mustafa Kemal:
    “Birkaç ay önce başkumandanınız Hacı Anesti cepheyi teftiş edip dönerken, gazetecilere verdiği beyanatında, ‘Mustafa Kemal mi? Ben bu isimde bir kumandan tanımıyorum, cephede hiçbir yerde rastlamadım.’ demişti. Şimdi ben bir haftadır muharebe meydanındayım, ama başkumandanınızı hiçbir yerde göremedim, nerededir?”
    Bundan sonra Mustafa Kemal Paşa, General Trikopis’in Hacı Anesti yerine başkumandan tayin edildiğini bildiren ama onun eline geçmeyen emri Yunan generaline verdi.
    Yine de onları Türk asaletine sığacak şekilde, kimsenin tacizine uğramadan Anadolu’da iskân ettik, ülkelerine sağ salim gönderdik. Bunların birçoğu ülkelerinde kurşuna dizildiler.
    Kurtuluş Savaşımızı sona erdiren bu büyük Türk Zaferi öyle bir zafer ki, Viyana’dan başlayan bozgun, Ankara önlerine kadar gelmişti. Türk bayrağı eski Şehsuvarların kavukları üzerinde bir kızıl gül gibi zaferden zafere koştuktan sonra çocuklarının başına bir yas çevresi gibi düşüyordu. Fakat Anadolu bozkırlarındaki bir avuç büyük mazlumun direnmesi sonucunda yeniden doğdu. Bir kızıl yele gibi göklere doğru savrulmaya başladı. Ankara önlerinde Sakarya’da durdurulan ve geri atılan bu zaferimizde biz yeryüzündeki Son Türk Devletinin kalesini savunduk.
    30 Ağustos Atatürk komutasındaki Türk ordusunun “Ya İstiklâl Ya Ölüm” parolasıyla başlattığı harekâtın 94. yıldönümüdür. Bütün şehitlerimize Allah’tan rahmet dilerim. Ruhları şâd olsun!
    Ağustos Türklerin Zafer ayıdır. Bu nedenle 22 Ağustos’ta Türkmen kardeşlerimize destek vermek ve oradaki insanların haklarını korumak için Türk ordusu “Fırat Kalkanı” operasyonu ile bir haftadır Suriye’de terörist gruplarla mücadele etmektedir. Türk ordusunun bu mücadelesine, Atilla Yılmaz’ın şu mısraları ile destek veriyoruz:
    Vur çelik kolları kopana kadar/ Olanca aşkınla şiddetinle vur
    Son düşman son gölge kalana kadar/Olanca kininle şiddetinle vur.
    Yararlanılan Kaynaklar:
    1.Türklerin Altın Kitabı/ Refik Özdek Tercüman Gazetesi Yayınları. Cilt: 2/4, Sayf:.174…185/909…913
    2.Muhittin Nalbantoğlu/Kocatepe’de Türk Başkumandanının Zafer Duası. Yeniçağ Gaz. 30 Ağustos 2012
    3.Kerrar Esat Atalay/Atatürk Diyor ki, Zaman Tüneli/ Sakarya Melhame-i Kübrası-Büyük Kan Gölü

  • Nihat Aymak.”SIHHIYE MEMURLUĞUNDAN MEBUSLUĞA UZANAN YOL”

    nt

    Mehmet Bey ve Hamide Hanım’ın çocuğu olarak 1897 yılında Tokat’ta dünyaya gelir Nuri Turgut TOPÇUOĞLU.
    Gencecik bir delikanlı olarak ilk devlet görevine Reşadiye Belediyesi Sıhhiye Memuru olarak başlar. Reşadiyeliler onu, o Reşadiyelileri ve Reşadiye’yi sever. Sağlık işlerini kısa bir zamanda yoluna koyan bu gencin gayretini gören Reşadiyeliler kendisine büyük bir teveccüh ve itimat beslerler. Kaymakam Münir Raif Bey ve Abdülhadi Bey dönemlerinde henüz yirmi üç yaşında iken Belediye Reisliğine tayin edilir.
    Belediye Başkanı olarak görev yaparken çalışmalarına hız vererek diğer ilçe ve illerden kiremit, çanak, çömlek ustaları getirerek Reşadiye’nin doğusunda Kelkit nehri kenarında bir kiremit fabrikası tesis ettirir. Reşadiye merkez ve köylerinin inşaat malzemesi ihtiyacı olan kiremitler buradan temin edilmeye başlanır. Böylece hem nakliye zahmet ve masrafı azalmış olur, hem de birçok aileye istihdam sağlanır.
    Hafta pazarının kurulduğu meydan, merkez ve köylerden gelenlerle tıklım tıklım dolarken, yazın güneş ve sıcak, kışın kar, ayaz ve soğuk vatandaşı ve pazarcıları müteessir etmektedir. Kısa zamanda üzeri kapalı gayet geniş bir pazar yeri hangar ile tahıl hapanı yaptırıp, yan taraftaki derenin üzerine köprü kurdurur. Halkın yüzü güler, Nuri Turgut Beye muhabbet her geçen gün daha da artar. Belediye işlerine tertip, düzen ve intizam kazandırır.
    Belediye başkanlığından ayrıldıktan sonra asıl görevi olan sağlık işleriyle beraber Kızılay Cemiyeti ve savaş ekonomisiyle ilgili olan mal ve malzemeleri vatandaştan toplayarak cepheye gönderilmesini sağlayan Kaymakam başkanlığındaki Tekâlif-i Milliye komisyonu kâtiplikleri ve merkez mıntıka memurluğu görevleri de kendisine verilir.
    1924 yılında Tokat il merkezine nakli çıkana kadar Reşadiye’deki hizmetlerine aşk ve şevkle devam eder. Bu arada Öğretmen Okulu’nu bitirir.
    1927 tarihinde Tokat Maarif Başkâtipliğine ve 1928 de Sivas ve Trabzon Mıntıkaları Maarif Eminliği Mümeyyizliğine tayin edilir. İki sene kadar fahri olarak Tokat Kızılay Cemiyeti muhasipliğini ifa eder. Bu suretle bir taraftan maarif işlerine ve bir taratan da hayır işlerine kendisini vermiştir. O tarihte Kızılay Cemiyeti Umumi Reisi olan merhum Refik Saydam tarafından Kızılay hakkındaki iyi düşüncelerinden dolayı kendisine bir teşekkür mektubu gönderilir.
    16 Nisan 1932 tarihinde Ankara İstatistik Umum Müdürlüğü Maarif İstatistik Mümeyyizi olarak göreve başlar.
    Bir taraftan resmi görevine devam ederken gecesini gündüzüne katarak çalışıp, Ankara Hukuk Fakültesine de devam eder. Buradan mezun olduktan sonra zekâ ve çalışkanlığı sayesinde Başvekâlet Genel İstatistik Umum Müdürlüğü, Eğitim Şube Müdürü olur. Maliye Şubesi 1. Sınıf Mümeyyizi, Maarif Şubesi Müdür Muavini, Ziraat İstatistikleri Şubesi Müdürü, Kızılay Mesul Muhasibi ve Mümessili, Muhacir Değişimi İskân Komisyonu Kâtibi ve Başkanı, UNESCO Türkiye Millî Komisyonu Sosyal ve İnsani Bilimler Kolu Temsilcisi ve Üyeliği görevlerinde bulunur.
    Ankara’da olduğu süre içerisinde Tokat ve Tokatlılarla ilişkisini hiç kesmez. Sık sık Tokat’a gelir, Tokatlılar her müşküllerinde Ankara’da Nuri Turgut beyi bulup yardım isterler. Tokat orta ve lise okulları ile ve Niksar Ortaokulunun açılması hususunda büyük emek ve gayret sarf eder. Bu gayretinden dolayı zamanın Tokat valileri İzzettin Çağpar ve Cavit Kınay tarafından teşekkür mektupları alır. Tokatlılar tarafından kendisine teşekkür telgraf ve mektupları gönderilir.
    Tokat Lisesinin açılması münasebetiyle kendisine hemşerileri tarafından gönderilen teşekkür mektubuna şu cevabı verir:
    “Bu Kutsi amacın tahakkukunda takdire layık olanlar fedakâr Tokatlıların bizzat kendileridir. Onların samimi alâkaları, kuvvetli muzaheretleri, büyük fedakârlıklar ile dikilen irfan ocağının memleket ve gençlik hakkında hayırlı ve verimli olmasını dilerim.”
    Niksar Ortaokulunun açılmasındaki gayretlerinden dolayı da Niksarlıların gönderdiği teşekkür mektupları birbirini takip eder.
    Nuri Turgut Bey, Cemiyetler Nizamnamesine göre Tokat’ta “Okur Sevenler Derneği” adıyla bir dernek açılmasına öncülük eder ve tüzüğünü bizzat kendisi hazırlar. Okumayı ve okutmayı çok önemseyen Nuri Turgut Bey, 1000 kitap Tokat umumi kütüphanesine, 400 kitap Tokat Lisesi kütüphanesine, 200 kitap Zile kütüphanesine, 100 kitap Niksar Ortaokulu kütüphanesine olmak üzere 1700 kitap bağışlar. Aynı zamanda araştırmacı ve yazar olan Nuru Turgut Bey’in; İstatistik Kılavuzu, İmparatorluk, Cumhuriyet Devirlerinde Türkiye Maarifi Mukayeseleri, Yabancı Dillerden Fransızca isimli yayınlanmış eserleri bulunmaktadır.
    1950 genel seçimlerinde Demokrat Parti’den dokuzuncu dönem Tokat milletvekili seçilir. Evli ve bir çocuk babası olan Nuri Turgut TOPÇUOĞLU 04 Haziran 1952 tarihinde henüz 55 yaşında iken vefat eder.
    Allah rahmet eylesin.

  • Yrd. Doç. Dr. Mehmet YARDIMCI.”CAHİT KÜLEBİ’NİN HİKÂYE ŞİİRİNDE ZİLE ÖZELİ VE HİKÂYE ŞİİRİNİN YAZILIŞ ÖYKÜSÜ”

    ck

    Cahit Külebi, şiirlerini Anadolu insanına, daha özelinde 1917 yılında doğduğu yer olan Zile halkına özgü sade bir dille, türkülerden ve yöre âşıklarının söylemlerinden kaynaklanan rahat bir söyleyişle dile getirmiştir.
    7 Kasım 1996’da Münevver Oğan ve Nuray Altıntaş’la yaptığı söyleşide “Tokat’ın Zile ilçesine 12 km uzaklıkta bulunan Çeltek köyünde doğdum. Annem zengindi. Zamanla ekonomik durumumuz bozuldu. Babam, parasal durumumuz kötüleşince önce Zile’de memur oldu. Daha sonra (Zile’ye 30 km. uzaklıktaki) Artova ve Niksar ilçelerinde çalıştı.” biçiminde özel yaşamı ile ilgili bilgiler vermiştir.
    Külebi, Zile’de üç yaşında başlayan okul hayatını “Sanıyorum iki-üç yaşıma geldiğimde Zile’ye taşındık. Beni hemen anaokuluna verdiler. Annem beni sabahları döverek okula göndermek isterdi. Ben de gider gitmez kaçardım. Okulda sonsuz bir yalnızlık ve gurbet duygusuna kapılır ve korkardım. Ya eve ya da ablalarımın okuduğu İnas Mektebine giderdim.
    Sonra bir Numune-i Terakkî adlı Allah’ın belası güya modern okula verdiler. Orada hiç ders yapılmazdı. Bizi davar gibi sınıfa kapatırlardı. Ben de pencereden kaçardım.” sözleriyle anımsamaktadır.
    Külebi’nin yüreği, ilköğretime başladığı Dutlupınar İlkokuluna ilişkin iyi anılarla doludur. Bunları “Pamuk Hoca, hiçbir derste bizi kapatıp gitmez, çok sevgi gösterir ve elişi kâğıtlarından levhalar yaptırırdı. Hele elişi kâğıtlarından hasırlar ördürürdü ki bugün ilkokullarımızda niçin yaptırılmaz, şaşarım. Pamuk Hoca beni öyle bir bağladı ki, bir daha hiçbir okulda dersten kaçmadım.” biçiminde anımsar.
    Zile’de bir süre okuduğu bu okuldan, babasının memuriyeti gereği Zile’ye çok yakın olan Artova ilçesine gitmeleri nedeniyle ayrılmasına karşın Zile özelini hiç unutmamış, gerek anılarında gerekse bazı şiirlerinde yer yer dile getirmiştir.
    1977’de Turhal Belediye Başkanının vefatı nedeniyle Erdal İnönü ile birlikte Turhal’a geldiğinde kısa bir süre heyetten ayrılıp benimle birlikte Zile’ye gelmesi, zaman darlığı nedeniyle kısa bir şehir turundan sonra bir süre okuduğu Dutlupınar, bugünkü İstiklal ilkokulunu görmek istemesi anılarının hiç silinmeyişinin ifadesidir.
    Şiire 13-14 yaşlarında başlayan Külebi’nin önemli bir bürokrat olmadan önceki şiirlerinde yani Türk Mavisi, Yangın, Güz Türküleri gibi şiirlerinden önce yazdığı Adamın Biri, Rüzgâr, Yeşeren Otlar vb. kitaplarındaki şiirlerinde bu özellik daha belirgindir. Örneğin Hikâye şiiri bu rahatlık içinde söylenmiş olup, olması gerekeni, ideal olanı gözler önüne sermektedir.
    Anadolu insanı türküyü çok sever. Bahçede, tarlada, harmanda hep yanık türküler söyler. Bunlarla yoğrulur. Çocuğunun ninnisi çoğu kez anasının yanık ezgisi olur. İşte Külebi’nin dili, Anadolu insanının bağrında elif elif tüten bir türkü, gerçekten bir türkü dilidir. Cemal Süreya, Külebi için “Sonuçta ulaşır türkülere.” demektedir. “Tokat’a Doğru” şiiri
    Irmaklar gibi uzaklaşır
    Bir türkü kadar uzak
    Tekerler döner çizgi bırakır
    Hamutlar şak şak eder dön geri bak
    biçiminde her dörtlüğün son dizesinde geçen “dön geri bak” yinelemeleri, bir türküde bulunan:
    Bu dere baştanbaşa cevizli bağ
    Cevizler şak şak eder dön geri bak
    biçimindeki “dön geri bak” yinelemelerinden; “Çare” şiirinde “Bir fakirlik, bir yalnızlık, bir gurbet” dizesi, türkülerden geçmektedir.
    Çocukluğunda duyduğunu ve hiç unutmadığını bir röportajında dile getirdiği Zile türkülerinden Şu Zile’den gece de geçtim duydun mu ile Armuttan kayacağım/ Sallan gel bakacağım/ Yârime nazar değmiş/ Nazarlık takacağım gibi türkülerin havası ilk dönem şiirlerinde daha fazla hissedilmektedir.
    Külebi’nin ilk şiirleri, yapmacıksız, zorlamasız, içimizi ışıtıp, doğaçlamadan düz bir anlatımla söylenivermiş hissini uyandırır. Şiiri okurken de dinlerken de konuşur gibi rahatlık duyar, yaşar gibi oluruz. Bu edayı kapmasına Zile türkülerinin yanı sıra Zileli Âşık Ceyhunî, Zileli Talibî, Erzurumlu Emrah, Niksarlı Bedrî gibi İç Anadolu’nun güçlü âşıklarının şiirlerini küçük yaşta tanıması, Sivas Lisesi’nde Ahmet Kutsi Tecer gibi hem şair, hem de Âşıkları koruyup kollayan Halk Şairlerini Koruma Derneği kurup Âşık Veysel, Ali İzzet, Talibî Coşkun ve Meslekî gibi önemli âşıkları ünlendiren önemli bir kişinin öğrencisi olması, Behçet Necatigil’in sınıf arkadaşı olması önemli etkenler olarak görülebilir.
    Külebi’nin dillerden düşmeyen ve yazımızın konusu olan Hikâye şiiri için Fevzi Halıcı “Bu şiirde Türk şiirinin asırlar boyu gelişiminin ortak bir yanı mevcut. Bu şiiri tekmil Anadolu olarak da yorumlayabilirsiniz.” demektedir. Zile özelini dizeler içine gizleyip Anadolu genelinde ortak bir kimliğe büründürdüğü Hikâye şiirini yazışı oldukça ilginçtir.
    Külebi’nin Fevzi Halıcı’ya anlattığına göre olay şöyle cereyan eder:
    Külebi, stajyer öğretmen olarak çalıştığı okula atanan Tarih öğretmeni Süheyla Hanımla 1944 yılında evlenir. Karı koca Antalya Lisesi’ne tayinleri çıkar. Kendilerine mütevazı bir ev tutarlar. Okulla ev arasında pek değişikliği olmayan bir yaşam sürerken her aile gibi sudan sebeplerle tartıştıkları olur.
    Titiz bir kişiliği olan Külebi, temizlik yapıyorum diye masasını dağıtan eşi Süheyla Hanım’a “Masama elleme” diye bağırır. Süheyla Hanım da “Bundan böyle tozunu kendin al” der. Külebi, “Alırım almam, seni ilgilendirmez.” deyince Süheyla Hanım, “Ne demek beni ilgilendirmez. Pislik içinde oturamam, anlıyor musun?” sözüne karşılık Külebi, “Ne yani şimdi sen bana pis mi diyorsun? Hiç kimse söyleyemez bana bunu hiç kimse.” der. Süheyla Hanım, “Tamam anlaşıldı, seninle konuşulmaz. Sözleri çarpıtıyorsun.” deyince Külebi, “Tabii ya, ben anlayışsızım. Daha başka? Daha başka söyleyecek bir şey, bana takacağın sıfat var mı?” der. Süheyla Hanım, küser, kapıyı çarpıp yatmaya gider.
    Eşini kırdığına çok üzülen Külebi, tartışmanın sonunu şöyle anlatır: “Benim, inatçı tabiatım yüzünden, hiçten çıkmıştı tartışma. Hissettiklerimi söyleyemezdim, yapımda var bu. İşte Hikâye adlı şiirim o gece hem de yarım saat içinde ortaya çıkıverdi.
    Böylesine kısa zamanda şiir yazan birinin, elli yılı aşkın bir süre şiirle haşır neşir olmasına karşın yayımlanan şiirlerinin azlığı dikkat çekebilir. Açıklayayım. Bir şiir üzerinde çok çalıştığım için değil, o şiiri yaşadığım için diyebilirim. Az şiir yazmam, şiirde bilinçli bir titizlikten ileri gelmiyor. Yani ben şairin bir şiirini kuyumcu gibi işlemesi benzeri düşüncelere hiç kapılmadım. Kafamda birçok şey dolaştırıyorum, uykuyla uyanıklık arasında. Yolda yürürken, yalnızken, her yerde o şiiri yaşarım. Şöyle diyelim: Bir sözcükten, bir imgeden, bir düşünceden yola çıkıyorum. Bunu geliştiremezsem şiir yazamıyorum. Ama bu yola çıkışta biçimsel yönden bir kalıp oluşturabilirsem eğer, o şiiri yarım saatte, bir saatte yazarım. İşte o gece, eşimle kavga ettiğimiz o gece, içim içime sığmıyor, vicdan azabı çekiyordum. Kendimi suçlu buluyordum. Haksızlık etmiştim. Sabaha kadar uyuyamadım. Masamın başına oturup bir çırpıda Hikâye şiirimi yazdım. Eşim sabahleyin masanın üstündeki şiiri görünce eline aldı. Mırıldanarak okudu:
    Senin dudakların pembe
    Ellerin beyaz
    Al tut ellerimi, bebek,
    Tut biraz
    Bana dönüp, Cahit, niye yazdın bu şiiri diye sordu. Tartıştık, kavga ettik ya deyince gülmeye başladı. Tabiatıyla her zaman olduğu gibi barışıp yolda tekrar tekrar Hikâye şiirini okuyarak okula gittik.” 1944’teki yazılış öyküsünü Fevzi Halıcı’ya bu şekilde anlatan Külebi’nin 70 yıla yakın süredir dillerden düşmeyen:
    Senin dudakların pembe
    Ellerin beyaz
    Al tut ellerimi, bebek,
    Tut biraz.
    Benim doğduğum köylerde
    Ceviz ağaçları yoktu
    Ben bu yüzden serinliğe hasretim
    Okşa biraz.
    Benim doğduğum köylerde
    Buğday tarlaları yoktu
    Dağıt saçlarını bebek
    Savur biraz.
    Benim doğduğum köylerde
    Şimal rüzgârları eserdi
    Ve bu yüzden dudaklarım çatlaktır
    Öp biraz…
    Benim doğduğum köyleri
    Akşamları eşkıyalar basardı
    Ben bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem
    Konuş biraz
    Sen Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin
    Benim doğduğum köyler de güzeldir
    Sen de anlat doğduğun yerleri
    Anlat biraz.
    biçimindeki şiiri, doğallığı, rahat söyleyişi, zorlama hiç bir sözcüğe yer vermeyişi ve ustaca oturttuğu şiir kurgusuyla yeniliğinden hiç bir şey yitirmeyen deyim yerinde ise durup durup da okunan ender şiirlerdendir.
    Şiiri, dilin en üst düzeyde kullanıldığı anlatım biçimi olarak düşünürsek, malzemesi dil olan Külebi, hayal gücünün süzgecinden geçirdiği duygu ve düşüncelerini en güzel biçimde Hikâye şiirinde sergilemiştir.
    Külebi gerçekçi bir şairdir. Bu şiirde her bölüm başında gerçekçi bir söylem içinde kalıp bir ifadeyle Benim doğduğum köylerde biçiminde vurguladığı yer 1917 yılında doğduğu Zile’nin Çeltek köyüdür. Tanpınar’ın dediği gibi “bir sanat anlayışında hâkim olan, esas söylenilen şey değil, söyleyiş tarzıdır.” Külebi kendine özgü bir tarz yakalamış ve bu tarzı ustaca uygulamıştır. Suut Kemal Yetkin’in belirttiği gibi “Kelimelerin ahengi, hecelerin ritmi, bu ahenk ve ritmin uyandırdığı hayaller, bu hayallere takılan belirsiz hasret ve ümitler. Bütün bunlar hiçbir kaidenin tayin edemediği nispetler içinde birleşerek, şekilden ve şeklin manâ ile münasebetinden gelen musikinin yardımıyla derin bir telkin kudreti kazanır.” Bu telkin kudretiyle şiirin ilk dörtlüğünde bir eşe, bir sevgiliye söylenebilecek en zarif ifade kullanılmıştır. Çünkü Anadolu’nun pek çok yerinde olduğu gibi Zile’de de kadın güzelliğinden söz edilirken bebek gibi ifadesi kullanılır.
    Buradaki bebek sözü bayağılığa kaçmadan sevgilinin, burada eşin güzelliğinin vurgulanmasıdır. Zile ve yöresinde güzelim yerine bebeğim sözü yaygın olarak kullanılır.
    Şiirin ikinci bölümünde şiir kurgusu adına şairane bir söyleyişle karşılaşıyoruz.
    Benim doğduğum köylerde
    Ceviz ağaçları yoktu
    Ben bu yüzden serinliğe hasretim
    Okşa biraz.
    Aslında, Külebi’nin doğduğu Çeltek köyü ve civarında O yörenin ince kabuklu en güzel cevizleri yetişir. Burada eğer Benim doğduğum köylerde / Ceviz ağaçları çoktu dese idi şiir kurgusu bozulacak ve koyu gölgesindeki serinlikten böyle bir ifadeyle söz edemeyecekti. Külebi’ye özgü uzak uyak da diyebileceğimiz biraz sözcüğü üzerine oturtulan müzikalite kaybolacaktı. Bilindiği gibi uyak, şiirde yer alan diğer sözcüklerin ses ve anlam değerleriyle uyum içinde olduğu zaman etkilidir. Eliot’un ifade ettiği gibi “Bir kelimenin musikisi, bu kelimenin şiirde kendisinden önceki ve sonraki kelimelerin ve bütün diğer kelimelerin yarattığı musikiyle uyum içinde olmasıyla ölçülür.” Bu ölçüyü Külebi çok iyi tutturmuştur.
    Üçüncü dörtlükte de aynı söylem devam etmekte, Zile ovasının güneyinde yer alan Çeltek köyünde en kaliteli buğday üretilmektedir.
    Benim doğduğum köylerde
    Buğday tarlaları yoktu
    Dağıt saçlarını bebek
    Savur biraz.
    İlk dörtlükle bir bütünlük oluşturmak ve kurguyu güçlendirmek için sanatkârane bir söyleyiş uygulamıştır. Şüphesiz bu zor bir iştir. Çünkü Mehmet Kaplan’ın dediği gibi, “bir yazarın özelliğini ele aldığı konudan çok, onu ele alış, işleyiş ve ifade ediş tarzı tayin eder”. Külebi’deki ses, estetik ve dil disiplininin yarattığı çağrışım gücü, Hikâye şiirinin 70 yıldır güncelliğini korumasına neden olan unsurlardandır.
    Gerçekçi bir kişiliğe sahip Külebi, Zile özelini gerçek biçimiyle dördüncü dörtlükte vurgulamıştır.
    Benim doğduğum köylerde
    Şimal rüzgârları eserdi
    Ve bu yüzden dudaklarım çatlaktır
    Öp biraz…
    Gerçekten de Zile’de Karadeniz’den kışın çok sert ve soğuk Kuzey (Şimal) rüzgârları eser. Bu rüzgârlar öyle serttir ki zaten Külebi başka şiirlerinde de bu soğuk kuzey rüzgârlarına değinmiş, 1943’te yazdığı bir şiirinde de:
    Ne, yıldızlar kaynaşır gökyüzünde
    Ne, sevdayla dolar taşar gönüller
    Bir rüzgâr eser ki bıçak gibi
    El ayak şişer
    biçiminde yer vermiştir.
    Zile özeli Külebi’nin büyük şehre ısınamayıp hep ‘doğduğu yerleri’ hatırlamasının dürtüsü gibidir. Bu dürtüde Artova ve Niksar’ın da payı vardır. Çünkü doğduğum yerler derken doğup büyüdüğüm, çocukluğumun geçtiği çevreler kavramı da içerilmektedir.
    Dörtlükteki öp biraz söylemi bütün Anadolu’da olduğu gibi Zile özelinde bir yeri acıyan çocuğa anne şefkatiyle “Öpeyim de geçsin” denir. İşte burada Külebi, masumane bir ifadeyle bu soğuk ve sert rüzgârların çatlatmasıyla acıyan dudaklarımı öp biraz derken halk kültüründeki bu olguyu vurgulamıştır. Külebi’yi Külebi yapan da budur. Beşinci dörtlükte de Külebi’nin doğduğu yıllardaki Zile özelinde Anadolu gerçeği dile getirilmektedir.
    Benim doğduğum köyleri
    Akşamları eşkıyalar basardı
    Ben bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem
    Konuş biraz.
    Külebi’nin doğduğu yıllarda dağlarda eşkıyalar mevcuttu. Zile’de de Kel Bekir adlı eşkıya halk üzerinde korku salıyordu. Hatta halk arasında eşkıyalar üzerine menkıbeler oluşmuştu. Çocukların akşam evden çıkmalarını engellemek için “Eşkıya gelir, Kel Bekir seni kaçırır.” gibi ifadeler yaygındı. Zile’de Ana Okulu’na gittiği yıllardan aklında kalan bu gerçek o kadar yerli yerine oturtulmuş ki yalnızlık ancak bu kadar güzel işlenebilir. Zaten Cahit Külebi’nin şiirlerinin can damarı olan tema, şehre gelmiş köylünün yalnızlığı, özlemi, yoksulluğu ve kimsesizliğidir.
    Cahit Külebi’nin içine öyle işlemiş ki yalnızlığı Türk edebiyatında en kısa, en etkili ve en güzel dizelerden biri ile haykırmıştır.
    Ağlamayacak kimse ardından, gülmeyecek
    deyişiyle tek dizeye kimsesizliği, yalnızlığı ve sanki bir yaşam öyküsünü sığdırmıştır.
    İlk şiirini yayımladığı Sivas Erkek Lisesi’nin “Toplantı” adlı dergisinde hece ölçüsünün yedili kalıbı ile kaleme aldığı memleket özlemi yüklü bir dörtlüğü:
    Gözyaşım ateş oldu
    Elem bana eş oldu
    İçime zehir doldu
    Gurbetin acısıyla
    biçiminde olan şiirindeki gurbet ve yalnızlık duygusu yaşamı boyu egemen kalmış, doğup büyüdüğü küçük yerlerden büyük kentlere gelen insanların dünyasına çöken yalnızlığı:
    Bir yoksulluk, bir yalnızlık, bir gurbet
    biçiminde yoğunlaştırmıştır.
    Benim doğduğum köyleri
    Akşamları eşkıyalar basardı.
    Ben bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem
    Konuş biraz!
    Altıncı dörtlükte,
    Benim doğduğum köylerde
    İnsanlar gülmesini bilmezdi,
    Ben bu yüzden böyle naçar kalmışım
    Gül biraz
    diyerek Anadolu’daki genel havayı, Çeltek köyü özelinde yansıtmıştır sanki.
    O yıllar, İkinci Cihan Savaşı arifesidir. Kurtuluş Savaşının yaraları yeni sarılmaktadır. Endişeden, korkudan, yoksulluktan deyim yerinde ise İnsanların ağzı bıçak açmamaktadır. Yoksulluğun, kıtlığın had safhada olduğu bir ortamda insanlar gülmesini bile unutmuştur. Külebi, Mehmet Ali şiirinde:
    Zeytinyağı ve ekmek kadar
    Kıttı hürriyet memlekette
    Büyüdüğü zaman Mehmet Ali’nin
    Her şey bol olur elbette
    Diyerek o yıllardaki kıtlığı ve genel durumu bildiri niteliğine düşürmeden sergilemiştir.
    Adamın Biri şiirinde de:
    Sen ki kış ve yaz düşünceli
    Sen ki kış ve yaz yalnayak
    diyerek köyündeki gülmesini bilmeyen, düşünceli insanların genel halini dile getirmiştir. Doğduğu köylerdeki insanların genel hali, Külebi’nin yüreğine öyle işlemiş ki; Ben bu yüzden böyle naçar kalmışım dizesiyle Zile özelini kendi yaşamında somutlaştırmıştır. Ben bu haldeyim, bari sen biraz gül de bu efkâr, bu hüzünlü ortam senin gülüşünle dağılsın.
    Hikâye şiirindeki bu yalnızlık ve özlem, Yurt şiirinde:
    Yağmur yağar camlarına dökülür
    Benim yüzümdür çizilen camlarda
    Yalnızlığın sesidir rüzgâr değil
    Gürgen ağaçlarında
    Gel dere ak derim, gürül gürül
    Dağdan aşağı akar gider
    Hayal kurmak istese canım,
    Bulutlara bir seslenmek yeter.
    diyerek, memleket özlemi içtenliğiyle dile gelirken Çare şiirinde:
    Sen her gün akşama kadar ağacığım
    Anaya hasret, babaya hasret,
    Ekmeğe, insan yüzüne,
    Sokaklara hasret.
    Türkiye uçsuz bucaksız ağacığım!
    Bu yerlerin havası bize yaramadı,
    Kalkıp başka şehirlere gidelim artık
    Çare kalmadı.
    dizeleriyle daha belirginleşir.
    Artık ne pencerem var seni koyacak
    Ne masam
    Sevgilim de yok ki bu şehirde
    Çiçek seni alıp ne yapsam
    deyişinde yalnızlığı en duygulu dizelerle anlatan şair, köyden kalkıp büyük şehre yerleşmenin yarattığı yabancılaşma, kaybolma ve kimsesizlik duygularını; doğduğu yerlerden, sevdikleri insanlardan, baba ocağından ayrı kalan her insan gibi yaşamıştır.
    Zaten Külebi, birçok şiirinde Zile özlemini özenle dile getirmiştir. Yurdum şiirindeki
    1917 senesinde
    Topraklarında doğmuşum,
    Anamdan emdiğim süt
    Çeşmenden, tarlandan gelmiş,
    Emmilerim sınırlarında
    Senin için dövüşürken ölmüşler,
    Kalelerinin burçlarında
    Uçurtma uçurmuşum,
    Çimmişim derelerinde,
    Bir andız fidanı gibi büyümüşüm
    Topraklarının üstünde.
    biçimindeki söylem, görüşümüzü kanıtlamaktadır.
    Bir konuşmasında “Zile’de atlarımız, arabalarımız, bunlara ilişkin serüvenlerimiz olmuştu ama, o sırada çok küçüktüm.” diyen Cahit Külebi’deki yalnızlık; doğduğu, ilk anılarını unutmadığı Zile’ye olan özleminin genelleşerek, Anadolu’ya duyulan yurt özlemi biçiminde yansımasıdır.
    Külebi’nin ustaca kullandığı ses yinelemeleri ve ritmik unsurlar, şiirde akıcılığı sağlamada üstlendikleri görev açısından yadsınamayacak kadar önemlidir. Bunun önemi,
    Sen Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin
    Benim doğduğum köyler de güzeldi
    Sen de anlat doğduğun yerleri
    Anlat biraz.
    dizelerinde belirgin şekilde gözler önüne serilmektedir.
    Son bölüm olan altıncı dörtlükte, eşe, sevgiliye güzellik adına yakıştırılan en güzel ifade kullanılmıştır.
    Bilindiği gibi bir şiiri çekici kılan ve şiirde ahenk sağlayan özelliklerin biri de rahat ve doğal söyleyişlerdir. Külebi, Hikâye’de sanki şiirle musikinin iç içe olduğu bir atmosferin havasını teneffüs ettirmiş, şiirin akıcılığı ise anlamla bütünleşen bir ahenk sağlamıştır.
    Gerçekten Türkiye çok güzeldir. Eşini bu güzellikle denk tutması ona çok değer vermesinden, sevgi dolu şair yüreğinden kaynaklanmaktadır. Benim doğduğum köyler de güzeldi derken gerçekten güzel bir köy olan Çeltek köyünü dile getirip Zile’nin çok güzel ve özel bir yer olduğunu vurgulayıp Zile özelini kendine özgü şairane bir dille sergilemektedir. Sonra ustaca, Türkiye gibi aydınlık ve güzel olan senin şüphesiz doğduğun yerler de güzeldir. Haydi, sen de doğduğun yerleri, o yerlerin güzelliklerini anlat biraz demektedir.
    Cahit Külebi’nin Hikâye şiirinde Zile özeli’nin göz ardı edilmemesini vurgulayıp, Zile’de yapılan Tarihi ve Kültürü ile Zile Sempozyumları bildiri kitapları ile Zile Kültür Sanat Dergisi’nin arka kapağında yer verdiğimiz Dünyanın en güzel yerlerinden biri Türkiye, Türkiye’nin en güzel yerlerinden biri Zile’dir. ifadesini yinelemek isterim.

  • Harika UFUK.”SENSİN TÜRKİYE’M”

    harikahanimufuk

    Eşin benzerin yok aziz vatanım,
    Benim için cennet sensin Türkiye’m.
    Hayatıma bin bir anlam katanım,
    Tükenmeyen servet, sensin Türkiye’m.

    Sevenlerin sevdan ile tutuşur,
    Ormanında renkli kuşlar ötüşür,
    Toprağında türlü nimet yetişir,
    Harmanda bereket sensin Türkiye’m.

    Ulu dağlarının dumanı, sisi,
    Yamaçlarda sergen çiçeğin süsü,
    Gülün açılması, bülbülün sesi,
    Âlemdeki ziynet sensin Türkiye’m.

    Havan tertemizdir, suyun güzeldir,
    Düğünün, derneğin, toyun güzeldir,
    İnsanların merttir, huyun güzeldir.
    Sıladaki hasret sensin Türkiye’m.

    Tarihe destandır altın çağların,
    Mümbit toprakların, yeşil bağların,
    Zengindir denizin, dolu ağların,
    İlelebet rağbet sensin Türkiye’m.

    Ta Orta Asya’ya uzanır yurdun,
    İmparatorluklar, devletler kurdun,
    Dosta hep dost oldun, haini vurdun,
    Bileğimde kuvvet sensin Türkiye’m.

    İnsanlığa örnek nişanelerin,
    Seni candan sever mestanelerin,
    Dillere destandır efsanelerin,
    Şirin ile Ferhat sensin Türkiye’m.

    Alpaslan düşmanı getirdi dize,
    Malazgirt zaferi taç ülkemize,
    Anadolu artık yurt oldu bize,
    Başarıda hikmet sensin Türkiye’m.

    Mevlana’yla kalpten kalbe coşarak
    Hacı Bektaş ile dosta koşarak
    Yunus ile sevgi dolup taşarak
    Ahi Evran, sanat sensin Türkiye’m.

    Fatih, İstanbul’u ülkeme kattı,
    Kanuni, yüzlerce zaferi tattı,
    Barbaros’la haçlı sulara battı,
    Dünyada cesaret sensin Türkiye’m.

    Ülkemin timsali ay ile yıldız,
    Örnektir cihana ana, oğul, kız,
    Şimşekte bulunmaz Türklerdeki hız,
    Yaradan’dan rahmet sensin Türkiye’m.

    Türk Bayrağı dalga dalga şanıyla
    Mehmetçik renk vermiş şehit kanıyla
    Kutsaldır vatanım dört bir yanıyla
    Atatürk’e hürmet sensin Türkiye’m.

    Ateşle çevrilse hep sağın, solun,
    Şefkatlidir elin, güçlüdür kolun,
    Mutlu yarınlara açıktır yolun,
    Doğruluk, adalet sensin Türkiye’m.

    Kendinle, herkesle oldun barışık,
    Hep seni anlattı binlerce âşık,
    Türkü, mani, ninni, hikâye, koşuk,
    Erenlerden himmet sensin Türkiye’m.

    Harika Türkçe’yle yıkanmış dilim,
    Heybemdeki nakış, evimde kilim,
    Cömertlik, güzellik, bilgelik, ilim,
    Kalemdeki kudret sensin Türkiye’m.

  • Safiye SAMYELİ.”YA İSTİKLAL YA ÖLÜM”

    Vatan Millet aşkına Peygamber ocağına
    Geldiğinde yaşını bildirmedi Mehmet’im
    Yaşı on beş olsa da âşıktı Sancağına
    Sanmayın aklı zay’dı çıldırmadı Mehmet’im

    Ant içmişti bir kere sevdalıydı Vatana
    Silahı süngüsüydü ona kurşun atana
    Rahmetini okurken Şehit düşüp yatana
    Gözden düşen yaşını sildirmedi Mehmet’im

    Kumanya kırık buğday siperi yüce dağdı
    Kükredi koca sema göklerden ölüm yağdı
    Tertipleri ölse de komutanları sağdı
    İman ile zırhını deldirmedi Mehmet’im

    Conk Bayırı düzünde kara bulut gezerken
    İki tabur askeri gökyüzünden süzerken
    Akıl almaz bu sırla tarihe şan yazarken
    Kopan ayağa başa aldırmadı Mehmet’im

    Asumanda melekler titretiyorken arşı
    On beşliler gelince yas tuttu koca çarşı
    Al kanlarla yazıldı doğdu istiklal marşı
    Kilisede çanları çaldırmadı Mehmet’im

    Gözler kör, kulak sağır, dilleri olmadan lal
    Dinemezdi ezanlar inmezdi gökten hilal
    Dedi; yetiş ya Nebi, tekbir al Habeş- Bilal
    Edep denen perdeyi kaldırmadı Mehmet’im

    Yedi düveli birden göz dikmişken yurduma
    Anam babam fedadır bakmam artık ardıma
    Rabbim sen yardım eyle; deyip aziz orduma
    Sanmayın ki Namazı kıldırmadı Mehmet’im

    Tetik çeken parmağı düşmüş olsa da yere
    Duymadı acısını of demedi bir kere
    Dokunamazdı namert, bulaşamazdı kire
    Gönderdeki Bayrağı aldırmadı Mehmet’im

    Al sancağını bir an düşürmezken elinden
    Şahadet çıkıverdi tekbir diyen dilinden
    İcabet etmeliydi davet vardı gülünden
    O gül tenini bir an soldurmadı Mehmet’im

    Kopmuştu sağ bacağı oluk oluk kan aktı
    Elindeki sancağı tam başucuna dikti
    Ardından gelen Mehmet tuttu sancağı kaptı
    Ah deyip de düşmana bildirmedi Mehmet’im

    Vatan namus demekti fedaydı onun başı
    Alnından kurşun yedi düşmedi kara kaşı
    Tebessüm ediyordu yere düşerken naşı
    Namertleri haline güldürmedi Mehmet’im

    Nasıl tebessüm etmez Resulünü görmüşken
    Şehitlik denilen bu mertebeye ermişken
    Vadedilen Cennette nur köşküne girmişken
    İsyan edip kadere saldırmadı Mehmet’im

    Ya İstiklal ya ölüm gerek yok başka söze
    Vatan uğrunda ölmek helal diyordu bize
    SAMYELİ der ömrümce minnettarız biz size
    Can verdi de Vatanı böldürmedi Mehmet’im

    15.06 2015

  • Hasan AKAR.”HEYBELİADA’DA ATATÜRK’Ü GÖREN GÖZLER”

    KURMAY ALBAY MUSTAFA VECDİ TİRYAKİ

    28 Haziran 2015 Heybeliada’da Osman Genç’in misafiriyiz. Rahmetli ağabeyim Osman Akar 1978 yılında Heybeliada Sanatoryumunda uzun bir müddet tedavi görmüştü. O zamandan beri içimde bir ukdeydi onun yattığı sanatoryumu ve Heybeliada’yı görmek. Bu daveti yaptığı ve mükemmel bir şekilde bizleri Ramazan ayının yoğunluğuna rağmen ağırladığı için Osman Genç Ailesine daima minnettar kalacağım. Çok sağolsunlar.
    Heybeliada’da şu anda metruk bir halde bulunan Göğüs Hastalıkları ve Göğüs Cerrahisi Sanatoryumunu Almuslu güvenlik görevlisi Ali Bey hemşerimin refakatiyle arzu ettiğim şekilde gezip duygularımı hastane duvarlarına ağlayarak boşalttım. Peyami SAFA’nın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu romanını burada bir kez daha okuyup yaşadım zannettim. Üzülmemek mümkün değildi. 1924 yılında Atatürk’ün emriyle açılarak hastalara şifa veren bu sağlık kurumu maalesef türlü gerekçelerle (1999 depreminde duvarları çatlamış, yeniden tamirat görmüştür) 2005 yılında hizmete kapanmış, Zeki Müren gibi sanatçıların bile hastalara konser verdiği hatıralar yüklü bu hastane de Heybeliada’ya küsmüştü.
    Gelişimin ertesi günü Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği’nce yayınlanan KÜMBET Dergisi takdimimle bazı asker aileleri ile de tanışma fırsatı buldum. Bunlardan biri de Emekli Kurmay Albay (rahmetli)Vecdi Tiryaki’nin eşi Ayla Tiryaki oldu. Sohbet sırasında eşinin çocukluğunda Atatürk’le ilgili unutulmaz bir hatırasından bahsedince bize de mesleğimiz gereği bir röportaj yapma imkânı doğdu. Eski top arabalarının tekerleklerinden dizayn edilmiş, kanepeye benzer seyyar bir salıncakta karşılıklı oturarak mavi denizi önümüze, Heybeliada’nın yeşilini arkamıza alarak sohbetin derinliğine doğru yol aldık. Hanımefendi’nin hayatının önemli bir bölümü bu adada geçmiş, kimbilir Ahmet Rasim’in yeğeni, Yesarî Asım Arsoy’un “Biz Heybeli’de Her Gece Mehtaba Çıkardık” şarkısını eşiyle beraber kaç kez terennüm etmişlerdi.
    Önce kendisinden bahsetmesini isteyerek kıza notlar aldım.
    İstanbul Bakırköy 1940 doğumlu. İlkokulu Kartaltepe İlkokulu’nda bitirdikten sonra, ortaokulu Bakırköy Ortaokulu (Taş Mektep)nda tamamlamış. Bu okul şu an Tarık Akan Özel Lisesi olmuş.
    Liseyi o dönemde Bakırköy’de lise olmadığı için Cağaloğlu Kız Lisesi’nde okumuş.
    Babası İzzet Sungur, Kastamonu’nun Eflani Çalışlar Köyünden. İleri görüşlü bir polismiş. Elli yaşında emekli olunca Sümerbank’ta baş puantör olarak çalıştıktan sonra seksenbir yaşında vefat etmiş.
    Annesi Saraybosna’dan Balkan Savaşları sırasında dokuz yaşında göçle gelmiş. Babası da o sırada Beykoz’da polismiş, tanışmışlar Allah da yazınca evlenmişler.
    Bu kısa özetten sonra sözü ona bıraktım:
    Liseyi bitirince üniversite imtihanına girdim. Ama arzu ettiğim bölümleri kazanamadım. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümüne devam ettim. Hocalarımız arasında Prof. Dr. Zeki Velidi TOGAN, Şefik İnan gibi tanınmış ilim adamları vardı.
    Bir yandan üniversite de okurken diğer yandan Galata Vergi Dairesinde memur olarak çalıştım. Aynı serviste Vecdi Beyin yakını ile çalışınca eğitim noktalandı maalesef. İki aile de üstelik Kastamonulu olunca işler kolaylaştı. Kayınpederim de Dadaylı idi. Altı ay kadar nişanlı kaldık, Bu arada 27 Mayıs 1960 Askeri İhtilali oldu. Vecdi, Adalarda yüzbaşı idi. (Kınalı Ada’da) Adaların Emniyet Amiriydi. Ben yirmi yaşımda, o otuzbir yaşındaydı.19 Ağustos 1960’da evlendik.
    Evlendiğimizde o, Heybeliada Deniz Askeri Lisesi’nde askeri öğretmendi. Ama asıl görevi denizciydi. Sekiz yıl gemilerde görev yaptı. İki çocuğumuz oldu. Hakan 1961 yılında, Neslihan 1963 yılında doğdu. Eşim görevi nedeniyle bazen on beş günde, bazen iki ayda bir gelirdi. Dolayısıyla ben kayınpederin evinde kaldım.
    Kayınpederim Abdullah Tiryaki, Cumhuriyet ilan edilmeden önce İstanbul Dolmabahçe Sarayı’nda baş imammış. Cumhuriyetle birlikte bu görevi sona erince milli eğitime geçmiş ve buradan emekli olmuş. O bir ayaklı tarihti, çünkü iyi bir medrese eğitimi almıştı. Sadberk Hanım da kayınvalidemdi. Onun babası da Liman Reisi imiş. Üsküdar Doğancıların ileri gelenlerinden.
    Kayınvalidem Sadberk Hanımın ağabeysi Atıf Coşkun Bey aynı zamanda bir gazi idi. Zamanla Ada’ya yerleşiyor. Yazları bizimkiler de oradan ev tutuyorlar ve böylelikle bir ada hayatı başlıyor. Ondan iki yaş büyük ağabeysi deniz albayı Vehbi Tiryaki dâhil hep adada kaldık.
    Vehbi, ilkokula giderken eşim Vecdi de her gün okul çıkışlarında onu bekleyip almaya gidiyor.11 Eylül 1934 tarihinde Atatürk, motorla Deniz Askeri Lisesi’ni ziyaret amacıyla İnönü’nün misafiri olarak Heybeliada’ya geliyor. (İnönü’nün Refah Şehitleri Caddesi’ndeki evini Atatürk hediye etmişti.) Askeri Deniz Lisesi Komutanı Yarbay Bilal Taluğ, komutanlarla birlikte Atamızı karşılıyor. Bu ziyaretten sonra Adalıların Heybeliada Orhan Gazi İlkokulu’nu da gezme teklifini de memnuniyetle kabul ediyor. Faytonla okulun önünden geçerken eşimin duvarın üzerinde oturduğunu görüyor ve arabacına durdurmasını istiyor. Faytondan inerek:
    -Sen neden burada oturuyorsun çocuk? Diye soruyor. Vecdi de:
    -Ağabeyim içerde, beni de içeri almıyorlar, onu bekliyorum efendim. Diye cevap verir. Bu sırada okulun yönetici ve bütün öğretmenleri Atatürk’ü karşılamaya çıkıyorlar. Atatürk:
    -Niçin bu çocuğu içeri almıyorsunuz? Bundan sonra içeri alın, sınıfta oturacak. Diye emir veriyor. Ayrıca Vecdi’nin yanağını okşayıp para veriyor.
    İnönü’yü eşim çok görürdü. Eşim ilkokulu bu Heybeliada İlkokulu’nda (şu an kütüphane olan bu okulun müze yapılması için restore çalışmaları yapılıyor) tamamlayıp ortaokulu Üsküdar’da bitirdikten sonra Heybeliada’daki Deniz Lisesi’ni kazanıyor. Ancak mülakat sırasında boyu kısa diye sıkıntı doğunca babası doktoru tanıyormuş. Kapıyı hırsla açıyor.
    -Sen benim çocuğumu nasıl almazsın bizim sülalede kısa boylu var mı hiç? Diye isyan edince kabul ediliyor. Arkadaşları okulun ilk yıllarında tüfeğini yere değdiğini söylerlerdi.
    1943 yılında İkinci Dünya Savaşı yıllarıydı. Mersin’de savaş eğitimi tatbikatındaydılar. Barakalarda kalıyorlardı. (1943-1946 yılları) Sonra tekrar Heybeliada’ya döndük. Okulu bitirince Deniz Harp Okuluna giriyorlar. Mezuniyetten sonra geçici olarak birkaç ay Amerika Birleşik Devletlerinde eğitim görmüş. Bir müddette Boğazlarda mayın aramada da çalıştı.1968 yılında Ankara Donanma Komutanlığı’na tayin edilerek Sınıflandırma Şube Müdürlüğü’ne getirildi. İskenderun’ a gider askeri dağıtımları o yapardı.
    Ümit Tokcan, Muzaffer Uludağ gibi sanatçıları bu dağıtımdan Ankara’ya getirdi. Onların konserlerine askeri gazinoya giderdik. Celal İyiceoğlu o zaman Deniz Kuvvetleri Komutanıydı. Taner Şener bir konserinde herkese duygulu anlar yaşatınca komutan kol düğmelerini çıkarıp ona hediye etti.
    Ankara’dan sonra yedi ay Almanya’ya giderek iki gemi getirdiler.1972 yılında törenle teslim ettiler. O arada da kıdemli albay olmuştu.1973 yılında bu şerefli mesleğinden sessiz sedasız emekli oldu. Arkadaşlarıyla birlikte demir ticaretine atıldılar ancak vergi dürüstlüğü ve enflasyona takılınca işi bırakmak zorunda kaldılar.
    Emekli olunca haliyle eskisi kadar Ada’yla bağımız kalmadı. Ancak hemen her yaz kamplara geldik. Burada kamp dönemlerinde onbeşer gün konserler verilirdi.
    18 Ocak 1929 yılında dünyaya gözlerini açan eşimi 26 Mart 2015’de kaybettim. Son doğum gününü 18 Ocak’ta Maltepe Üniversitesi Hastanesi’nde kutlamıştık. Sevenlerinin omuzları üzerinde Karacaahmet Mezarlığına defnettik.
    Hakan şu an elektrik mühendisi, Neslihan ise serbest ticaretle uğraşıyor. O da torunlarıyla vakit geçiriyor.

  • ŞOKLAR ŞİİRİNİN USTASI: CEMAL SÜREYA

    NORMALLERİN DIŞINDA BİR ŞAİR

    Hayat kısa
    Uçmak için de…
    Yazar:Yeşim İNALKAÇ

    Göçebe olmuş bir hayatta çok yer değiştirdi belki ama ne şiirini ne de karakterini değiştirdi. Olduğu gibi, kendi olmayı en iyi bilenlerdendi. Hayatını yazdı şiirlerine, şiirler hayatı oldu bir bakıma. Hiçbir zaman kısıtlamamıştır kendini şiirlerinde. Cesurca, süzmeden, sansürlemeden yazdı hep. Meydan okumalar da vardı kadınlar da. Çok sevdi, çok âşık oldu ama meşrulaşınca sönüverdi hisleri. Onun yazması için gerekliydi kadınlar, Bir kadın bulur, âşık olur, şiir yazardı yazabildiği yere kadar. Ama onda şairlik duygusunu ilk uyandıran etken, âşık olduğu bir kadın değil annesi olur. Şiirlerinde bir dürtme tadı vardır. Okuyucuyu sarsmak ister. Bu nedenle bazı konu şokları yapar şiirlerinde Seber. Konusu aşk olan bir şiiri enflasyon ile bitirebilir nitelikte bir şairdir. Şoklar şiirinin tek ustasıdır Cemal Süreya.

    SÜRGÜNDE BÜYÜYEN ÇOCUK
    1931 yılında Erzincan’ın Pülümür ilçesinde doğmuş olan şairin asıl adı Cemalettin Seber’dir. Doğum tarihi net olarak bilinmeyen şairin doğum günü sürekli değişir. O istediği gün doğar bir nevi.
    “1931 yılında Erzincan’da doğdum. Bir doğum günüm yoktur benim.”
    Babası, Kamer Bey ve Hatice Hanım’ın 4 çocuğundan biri olan Hüseyin Seber’dir. Nakliyecilik işiyle uğraşan Hüseyin Bey Gülbeyaz adında bir alevi kızıyla evlenir ve ilk çocukları olan Cemalettin doğar.(1931) Ardından Kemal, Perihan ve Ayten doğar. Ama Cemalettin daha 4 yaşındayken Kemal ölür. (1 yaşında) Bu acısını “Bir Kış” şiirinde dile getirir;
    Bir kış göğü gibi o saat alçalır ölüm
    Yalnız işitme duygusu kalır ortada.

    SÜRGÜN VE ANNESİNİN ÖLÜMÜ
    6 yaşına kadar mutlu bir aile ortamında büyüyen Cemalettin Seber’in hayatı bu yaştan itibaren acılarla dolu bir yola girer. Sürgün edilirler; amcasından dolayı, Erzincan’dan adını bile ilk kez geldiklerinde tabeladan okuyacakları Bilecik’e. Aslında sürgün edilen çok sevdiği amcası Memo’dur. Ama Hüseyin Bey de toplar ailesini, gider kardeşiyle sonu bilinmez bir sürgüne.
    “Erzincan Valisi, Cemal’in amcası Memo’yu bir gün makamına ister. Memo amcanın bir adı da Demir yumruk. Aralarında her ne geçtiyse valinin kafasına yumruk indiriyor! Ardından üç gün içinde Erzincan’ı terk etme emri geliyor…”
    Sürgün yılları büyük acılar yaşatır henüz 7 yaşında olan şaire. Altıncı ayında annesi Gülbeyaz düşük yapar ve 23 yaşında yaşamını yitirir.
    “…Annem sürgünde öldü, babam sürgünde öldü.” Babası Hüseyin Seber, Cemal’in eğitimine devam etmesi gerektiği düşüncesiyle Cemaletin’i gizli yollarla İstanbul’a, halasının yanına gönderir. Sonra Hüseyin Bey kızlarını ve annesini de yollar İstanbul’a.Son olarak da kendisi gider. Ama birkaç ay sonra sürgün yerinin dışına çıkmaları dolayısıyla polisler evi basar ve aile tekrar Bilecik’e döner.
    Burada Memo amcanın evinde toplanır yine tüm aile. Cemalettin amcasına büyük hayranlık duyuyordu. Birçok şeyi de ondan öğrenmiştir. Resim yapmayı, matematiği…
    Aynı şekilde Memo amca da Cemalettin’e çok değer veriyordu. Kendi çocuklarından çok ilgilenirdi onunla. Cemalettin sürgünde olmanın verdiği bir rahatsızlık hissediyordu. Bilecik Birinci İlkokulu’nda yaşadığı bazı olaylardan dolayı. Bu bir arayış içerisine de girmesine neden olur. Bir gün babaannesine “Babaanne neyiz biz?” (753.gün) diye sorar. Aldığı cevap “göçmen” olunca hayatı boyunca kalır bu etiket olarak. Onun sürgünlüğü; şehirden şehire, kadından kadına ve evden eve hep devam eder.
    “Cemal’i kaybettiğimiz Kadıköy’de Cihanseraskeri sokağındaki ev, yirmi dokuzuncu eviydi Cemal’in.”
    Annesi’nin ölümü üzerinden 6 yıl geçer ve Hüseyin Seber, oğlu Cemal’in isteği üzerine de evlenmeye karar verir. Ablasına haber gönderir. Ablasının önerdiği Refika Hanımı beğenmeyip Esma’yı isteyen Hüseyin Bey çocuklarının kâbusu olacak olan Esma uykusuna dalar. Esma eve gelir. Cemal’in kız kardeşleri olan Perihan ve Ayten’e ağır işkenceler yapar. Cemal başlarda tıpkı kardeşleri gibi bazı kötü muamelelere maruz kalır. Ve Cemal’in evden gitmesine neden olan hamleyi yapar Esma. Cemal’in küçük yaşlardan itibaren biriktirdiği tüm kitapları yakar. Cemal buna dayanamayıp evden kaçar.
    “Ben evden kaçmak için gizlice parasız yatılı sınavına girdim. Oradan, o evden kaçtım ama kardeşlerimin derdi hep içimdeydi.”
    Bilecik Ortaokuluna parasız yatılı olarak giren Cemalettin büyük bir gurur ve sevinç duyar. Babası pek hoşnut kalmasa da. Burada ilk eşi olacak olan Seniha Nemli’ye âşık olur.

    KIZIL ÂŞIK OLAN ŞAİR
    Kızıl saçlı bir kız olan Seniha okulun en güzel kızıdır. Cemalettin kaptırır tabi kendini ona. Okulda ün yağar aşkı. Âşık, Şiar, Tunç, Cemo diye hitap ederler artık. Cemalettin şiirler yazar ona sırf saçları kızıl diye gider kızıl renkli bir kalem alıp öyle yazmaya başlar şiirlerini.

    ‘’Seni sevdiğim anda her şeyim kızıl oldu.
    Masmavi defterime kızıl satırlar doldu.’’

    Daha sonra Cemalettin Haydarpaşa lisesine girer ve buradan mezun olup Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye ve İktisat bölümünü bitirir. Mülkiyenin üçüncü yılında ilk âşık olduğu kadın olan Seniha ile evlenir. Ve bir kızları olur Ayçe adında. Seniha ile çok çelişkili bir ilişkiden sonra boşanır. Çünkü Seniha da Esma’nın Cemal’e yaptığı hamlenin aynısını yapar. İlk şiir kitaplarını yakar. Seniha’ya birçok şiir yazmıştır Cemal Süreya. Hatta birlikte bile şiirleri yazmışlardır.

    ÜVERCİNKA
    Seniha Nemli ile evliyken şairin gönlü ofisinde çalışan bir sarışın bayana kayar. İsmi henüz bilinmeyen bu kadına ihtafen en önemli şiiri olan “Üvercinka”yı yazar.
    İsminde olan bir “Y” harfini de bu kadınla girdiği bir iddiada bilerek kaybeder. Amacı Üvercinka ile olan anılarını arttırmak ve kalıcılığını sağlamak.

    Böylece bir kere daha boynunlayız sayılı yerlerinden
    En uzun boynun bu senin dayanmaya ya da umudu
    Kesmemeye
    Laleli’den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız
    Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun
    Ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez
    Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor
    Bütün kara parçalarında
    Afrika dâhil…

    TOMRİS UYAR’LA KISA BİR DÖNEM

    Tomris Uyar’la bir süre birlikte yaşar Cemal Süreya. Bundan önce Suna Lokman’la nişanlanmış olan Süreya, Tomris Uyar’la olan aşkını meşrulaştırmaz. Uyar onu evine bağımlı hale getirir neredeyse. Cemal öyle âşıktır ki hiç bırakmak, ayrılmak istemez evden. Aşkları bitse de dostlukları ölene kadar devam etmiştir.

    “Ay ışığında oturuyorduk
    Bileğinden öptüm seni.”

    MEMO’NUN ANNESİ ZUHAL TEKKANAT

    Zühal Tekkanat’ın “Yelken” dergisinde çalıştığı sıralarda Cemal de ilerde batıracağı Papirüs’ü çıkarmıştır. Bir bahane ile tanışır Sühal Hanım’la. Evlenirler çok kısa bir süre içinde. Ve şairin bu dünyada en çok değer verdiği Memo doğar. Cemal Süreya Memo küçükken Zühal’den ayrılır. Memo sağlam bir büyüme dönemi geçiremez bunun sonucu olarak. Memo kendisinin sonunu getirecek olan tüfeklere merak salmaya başlar. Ve evde bir av tüfeğinden çıkan kurşunla hayata veda eder babasından 7 ay sonra.
    ÖLÜM
    Her limana yanaşan Cemal Süreya en son liman olarak ölüme attı demirleri… Son anına kadar gülümsedi hayatındaki değerlilerine karşı. Ama 9 Ocak 1990’da yatmakta olduğu hastanede bıraktı gülümsemeyi…

    Ölüm mü?
    Bir gölün dibinde durgun uykudasın.

    Denizler?
    Tanrılar karıştırır durur denizleri…

    Cemal Süreya şiirlerinde o kadar fazla değişkenlik gösterebiliyor ki…
    Mesela; bir ipin ucu maviyse sonlarına doğru kırmızı olabilir onun anlam bütünlüğü yönünden onun şiirlerinde. İşte şairi bir Cemal Süreya yapan da bu oluyor. Bir şaşırtma oyunları vardır şiirlerinde onu faklı kılan da budur başka şairlerden. Bir meydan okuma vardır. Tıpkı Turgut Özal’a yazdığı intihar önerisinde olduğu gibi bir gövde gösterisi…

  • Nermin AKKAN.”SEVGİ YÜREĞİN ELİF HALİDİR”

    9c7cad09d053

    Can sevdaya düşende sanır özü âlidir
    Sevgi yüreğin Elif, sevdaysa Vav halidir
    Sevda vezirdir amma gerçek sevgi validir
    Sevgi yüreğin telif, sevda sınav halidir

    Sevda ateşe düşmek, alev alev yanmaktır
    Sevgi ise su içmek, billura boyanmaktır.
    Sevda ölüm uykusu, hasrete uyanmaktır
    Sevgi yüreğin zarif, sevdaysa hav halidir.

    Aya peşrev çekmektir, sevda denilen bela,
    Ve idrak eden için, Kerbelâdır, Kerbelâ.
    Sevgiyse bir akittir, şahidi Kalu bela
    Sevgi yüreğin naif, sevda da kav halidir

    Yusuf’da akıl sevgi, Züleyha’da ten izi
    Rumi’dir sevgi Rumi, sevda Şems-i Tebriz’i
    Sevgi gülü bezenir, sevda seçer nergizi
    Sevgi yüreğin latif, sevdaysa lav halidir

    Sevgiyi Mecnun vaha, sevdayı Leyla sayar
    Kerem ise sevdayı bilir aleve ayar
    Her kim ki sevdalanır, altından toprak kayar
    Sevgi yüreğin zayıf, sevda da tav halidir

    O Allah ki sevgiyi, Muhammed diye yazmış
    Muhammed’de bu sevda Ayşe’li her niyazmış
    Ne gariptir ki sevda, ağustosta ayazmış
    Sevgi yüreğin kesif, sevda Mushaf halidir

  • Mehmet Akif ERSOY.”YA RAB BU UĞURSUZ GECENİN YOK MU SABAHI?”

    dergi

    İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden,
    bizi helâk eder misin, Allah’ım? (A’râf 155)

    Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı?
    Mahşerde mi bîçârelerin, yoksa felâhı!

    Nûr istiyoruz… Sen bize yangın veriyorsun!
    ‘Yandık! ‘diyoruz… Boğmaya kan gönderiyorsun!

    Esmezse eğer bir ezelî nefha, yakında
    Yâ Rab, o cehennemle bu tûfan arasında

    Toprak kesilip, kum kesilip Âlem-i İslâm;
    Hep fışkıracak yerlerin altındaki esnâm!

    Bîzâr edecek, korkuyorum, Cedd-i Hüseyn’i
    En sonra, salîb ormanı görmek Harameyn’i

    Bin üç yüz otuz beş senedir, arz-ı Hicaz’ın
    Âteşli muhitindeki sûzişli niyâzın

    Emvâcı hurûş-âver olurken melekûta
    Çan sesleri boğsun da gömülsün mü sükûta?

    Sönsün de, İlâhi, şu yanan meş’al-i vahdet
    Teslîs ile çöksün mü bütün âleme zulmet?

    Üç yüz bu kadar milyonu canlandıran îman
    Olsun mu beş on sersemin ilhâdına kurban?

    Enfâs-ı habisiyle beş on rûh-u leimin
    Solsun mu o parlak yüzü Kur’an-ı Hakim’in?

    İslâm ayak altında sürünsün mü nihâyet?
    Yâ Rab, bu ne hüsrandır, İlâhi, bu ne zillet?

    Mazlûmu nedir ezmede, ezdirmede mânâ?
    Zâlimleri adlin, hani öldürmedi hâlâ

    Câni geziyor dipdiri… Can vermede mâsûm
    Suç başkasınındır da niçin başkası mahkûm?

    Lâ yüs’ele binlerce sual olsa da kurbân;
    İnsan bu muammalara dehşetle nigeh-bân!

    *
    Eyvâh! Beş on kâfirin îmanına kandık;
    Bir uykuya daldık ki: cehennemde uyandık

    Mâdâm ki, ey adl-i İlâhi yakacaktın…
    Yaksaydın a mel’unları… Tuttun bizi yaktın

    Küfrün o sefil elleri âyâtını sildi:
    Binlerce cevâmi’ yıkılıp hâke serildi

    Kalmışsa eğer bir iki mâbed, o da mürted:
    Göğsündeki haç, küfrüne fetvâ-yı müeyyed!

    Dul kaldı kadınlar, babasız kaldı çocuklar,
    Bir giryede bin ailenin mâtemi çağlar!

    En kanlı şenâatle kovulmuş vatanından
    Milyonla hayâtın yüreğinden gidiyor kan!

    İslâm’ı elinden tutacak, kaldıracak yok…
    Nâ-hak yere feryâd ediyor: Âcize hak yok!

    Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhi?
    Ağzım kurusun… Yok musun ey adl-i İlâhî!

    4 Cemaziyelevvel 1331 – 28 Mart 1329 (1913)

  • KÜMBET DERGİSİ 41. SAYISI BEKLEYENLERİNE KAVUŞUYOR

    KÜMBET DERGİSİ 41

    Çok değerli kültür ve sanat dostları, halk dilinde inanlarımızdan kaynaklanan güzel bir söz vardır: “41 kere Maşallah”. Kurumlarımızın ve sizlerin desteğiyle yorgunluk nedir bilmeden büyük bir mutluluk ve özverimizle 41.sayımızla karşınızdayız.
    KÜMBET Dergisinin dizgi çalışmaları sırasında İstanbul Atatürk Hava Limanında vatandaşlarımıza yapılan menfur saldırı sadece ülkemizi değil, bütün dünyayı derinden sarstı. Memleketimizin Güneydoğusunda devam eden çatışmalardan her gün şehit cenazeleri gelirken İstanbul’daki olayda kırkı aşkın vatandaşımızın canını kaybetmesi derin yaralar açtı. Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği ve KÜMBET Dergisi olarak vatanın bölünmez bütünlüğü için canlarını feda eden şehitlerimizi ve bombalı saldırıda vefat edenlerimizi rahmetle anıyor, terörü ve onlara destek verenleri şiddetle kınıyoruz.
    Bu sayımızda diğer makale, araştırma yazıları ve şiirlerin yanı sıra iki önemli dosya özenle çalışılarak sizlerin istifadesine sunuldu. 6-7 Haziran 2016 tarihleri arasında Kültür ve Turizm Bakanlığı, Tokat Belediyesi ve Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği işbirliği ile şehrimizde “Uluslararası Tokat 2. Köroğlu Halk Âşıkları Şöleni” gerçekleştirildi. Bir önceki şölenden farklı olarak düzenlen bir panel çerçevesinde akademik dünyada Köroğlu’nun Tokat’taki izleri ortaya konuldu. Ayrıca Güney Azerbaycan’dan davet edilen halk âşıkları Türk Dünyasındaki ve Tokat Seferindeki Köroğlu’yu musikileriyle bütünleştirerek katılımcılara eşsiz bir konser sundular.
    Domaniç dosyasında ise, Türk Tarihinin ışığında Osmanlı Devletinin doğduğu Hayme Ana’nın toprakları ve bugüne kadar ulaşan kültür sanat izleri tanıtılmaya çalışıldı. Domaniç Belediyesi ve Domaniç Kayı Boyu Kültür Derneği’nin daveti üzerine İLESAM Tokat İl Temsilciliği ve Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği olarak güçlü bir ekiple 20-21-22 Mayıs 2016 tarihleri arasında Domaniç-Tokat Kültür Buluşması gerçekleştirildi. Biz, bu çok önemli etkinliği başarıyla icra eden ve büyük bir misafirperverlik örneği sergileyen Domaniç Kaymakamlığı, Domaniç Belediyesi ve Domaniç Kayı Boyu Kültür Derneği’ne en derin teşekkürlerimizi iletiyoruz.
    Derneğimiz mensupları bu üç aylık dönemi oldukça yoğun faaliyetlerin içinde geçirdiler. 13-14 Mayıs 2016 tarihleri arasında Artvin ve Şavşat’ta düzenlenen “1.Yedi İklim, Yedi Bölge Şiir Şöleni”, 26-30 Mayıs 2016 tarihleri arasında Elazığ’da yapılan 23.Uluslararası Hazar Şiir Akşamları”, 4-5 Haziran 2016 tarihlerinde Azerbaycan-Bakü’de gerçekleştirilen “6. Şairler Günü”, 2 Haziran 2016 tarihinde Tokat’ta yapılan “1. Mahperi Hatun Şiir Günleri”, 30 Nisan 2016’da yine Tokat’ta icra edilen “Âşık Hafız Mehmet Yönden’i Anma Programı” bunlardan bazıları oldu.
    Ayrıca 29 Mayıs 2016 tarihinde yapılan geleneksel TOŞAYAD kahvaltısında İLESAM Tokat İl Temsilcimiz ve derneğimiz yönetim kurulu üyesi Hasan Akar’ın “Temmuz Bulutlarını Bekliyorum” adlı şiir kitabının imza töreni, Devlet Eski Bakanı Ali Şevki Erek’in de bulunduğu büyük bir katılımla gerçekleşti.
    Bu sayımızda otuza yakın akademisyen, yazar ve araştırmacı çok değerli çalışmaları ile sizlerle buluşurken yirmiyi aşkın şairimiz gönül pencerelerinden, en güzel duygularıyla seslenmeye gayret ettiler.
    Yeni bir sayıda buluşmak üzere hoşçakalın…

    Remzi ZENGİN,
    Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği Başkanı

  • KÜMBET DERGİSİ 29. SAYISI ÇIKTI

    kapak_29k

    Değerli okuyucularımız
    Yurt içinde ve dışında yankı uyandıran Cemal SAFİ Özel Sayısından sonra 29. sayımız ile yine sizlerleyiz.
    Türk kültür ve sanatına hizmet etmeyi şiar edinen Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği ile yayın organı KÜMBET Dergisi faaliyetlerine sizlerden aldığı güçle devam etmektedir. Her sayıda olduğu gibi ehl-i kalem sahibi şahsiyetler birbirinden değerli araştırma ve çalışmalarını, duygularının dışa vuran yansımalarını sizlerle paylaşmaya gayret sarf ettiler.

    2013 Ocak ayından bugüne derneğimiz şair ve yazarları ülke çapında yapılan kültür sanat etkinliklerinde bizleri ve sizleri başarıyla temsil ettiler.
    Bu sayımızda Türk kültür ve sanatının iki değerli ismi Abdullah Satoğlu ve Yahya Akengin’i kapağımıza da taşıyarak dergimize konuk ettik.
    18 Nisan 2013 ‘de Ankara Kabakçı Konağı’nda Ankara Tokatlılar Federasyonu (TOKFED) ve Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği işbirliğiyle Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşa ölümünün 113.yılında düzenlen bir programla anıldı. GOP Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç.Dr.Alpaslan Demir,Araştırmacı-yazarlarımız Hüseyin Sipahi ve Hasan Akar konuşmacı olarak katıldılar.
    Tokat Eski Valilerinden;şu an Merkez Valisi olan Ayhan Nasuhbeyoğlu’nu 18 Nisan 2013’de dernek üyeleri makamında ziyaret ettiler.
    Eski Valilerden, şair-yazar Rıza Akdemir vefatının 1.yılında 19 Nisan 2010’da dahaönce kaymakam olarak görev yaptığı Niksar’da, NiksarKaymakamlığı, NiksarBelediyesi, İLESAM ve Tokat Şairler ve Yazarlar Derneğince koordine edilen bir panelle anıldı. Panelist olarak Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç.Dr.Fahri Temizyürek,Emekli Öğretim Üyesi Halistin Kukul,Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü uzmanları Bekir Yeğnidemir,Rıza Akdemir’in kızları Elif Temizyürek ve Şebnem Büber, İLESAM’dan Şair İsmet Bora Binatlı,Emekli Kütüphane Müdürü MerdinYılmaz Melikoğlukatıldılar.
    Türk Dünyası Kültür Başkenti seçilen Eskişehir’de 9-11 Mayıs 2013 tarihleri arasında düzenlen etkinliklerde Tokat ilini Tokat Valiliğince seçilen derneğimiz üyesi Hasan AKAR temsil etti.
    Simav Belediyesi’nce 17-18 Mayıs 2013 tarihlerinde Şair Asım KISBET Anısına tertip edilen şiir şölenine derneğimiz adına Ali Bal arkadaşımız katıldı.
    Gümüşhane’de 31 Mayıs -1 Haziran 2013 tarihleri arasında Gümüşhane Belediyesi ve Ferfene Dergisince ortaklaşa düzenlenen “Dilaver Cebeci Şiir Etkinlikleri” ne Şair Mahmut Hasgül katıldı.
    23 Mayıs 2013’de Türk şiirinin efsane isimlerinden Cemal SAFİ’ye Tokat Kent Konseyi-İl Milli Eğitim Müdürlüğü ve Tokat Şairler ve Yazarlar Derneğince 5.Yeşilırmak Şiir Şöleni çerçevesinde sunumunu arkadaşlarımızdan Mahmut Hasgül’ün başarıylayaptığı Vefa Gecesi düzenlendi.
    Elazığ’da 21-23 Haziran 2013 de düzenlenen 21 Hazar Şiir Şöleni etkinlikleri kapsamındaki Şiir Akşamları Paneline derneğimiz Başkanı Remzi Zengin katıldı.
    Sivas Şairler ve Yazarlar Derneği’nce 28-29 Haziran 2013’de Sivas ve Kangal ilçesinde düzenlenen SİYŞAD 5.Şiir Şölenine dernek üyelerimizden Ahmet Divriklioğlu ve Hasan Akar katıldılar.
    Yozgat Şairler ve Yazarlar Derneği ile Sarıkaya Şairler ve Yazarlar Derneği’nce 6-7 Temmuz 2013’de Yozgat ve Sarıkaya’da düzenlenen Sürmeli Şiir Şölenine derneğimizi temsilen Ahmet Divriklioğlu katıldı.
    Niksar Belediyesi ve Tokat Şairler ve Yazarlar Derneğince 22-23 Haziran 2013 tarihlerinde düzenlenen “Erzurumlu Emrah’tan Cahit KÜLEBİ’ye Şiir Şöleni”ne ülkemizin değerli 30 şairi katıldı.5.Cahit KÜLEBİ ve Memleketime Bakış Şiir Yarışmasının sonuçları açıklandı. Aynı programlar çerçevesinde Niksar’da Niksar Belediyesi ve AKDEMİR Ailesinin katkılarıyla Rıza AKDEMİR Kütüphanesi törenleaçıldı.
    Tokat Valiliği, TokatBelediyesi ve Tokat Kent Konseyi’nce koordineli olarak düzenlenen Kentlerin Buluşmasına derneğimizüyesi, Kent Konseyi Eğitim Kültür ve Sanat Çalışma Grubu Başkanı A.Turan Erdoğan’la birlikte dernek mensupları gerekli desteği vererek etkinliklerin başarılı geçmesini sağladılar.
    29 Haziran 2013 Pazartesi günü Ankara Tokatlılar Platformunca verilen İftar Yemeğine Platform Başkanı ve Dergimiz Yayın Danışmanı Prof.Dr.Ertuğrul Yaman ile MahmutHasgül arkadaşımız katıldılar.
    Bir acı bir sevinç yaşadık budönemde. Dergimiz sanat danışmanlarından GOP Üniversitesi Öğretim Üyesi Yard. Doç.Dr.Kemal TÜRKER yakalanmış olduğu hastalığına yenik düşerek aramızdan ayrıldı.
    Başarılı çalışmalarıyla alanında kendisini gösteren, GOP Üniversitesi Öğretim Üyesi, değerli arkadaşımız Alpaslan Demir. Doçentlik unvanın kazandı. Kendisini buradan tebrik ediyoruz.
    Gelecek sayıda buluşmak umuduyla mübarek Ramazan Bayramınızı tebrik ediyor, esenlikler diliyoruz.
    Remzi ZENGİN/Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği Başkanı

    Son Güncelleme: Çarşamba, 25 Eylül 2013 23:07