Category: Türkiyə ədəbiyyatı

  • Yalçın YÜCEL.”YAZIN İNSANININ SORUMLULUĞU” (Deneme)

    175054_178868168822977_4360000_o

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    YAZIN İNSANININ SORUMLULUĞU

    Dostoyevski der ki: “Her insan herkes karşısında her şeyden sorumludur.” Çağdaş dünya görüşü ve buna bağlı olarak çağdaş sanat anlayışı sanatçıya özellikle de yazara büyük sorumluluklar yüklemiştir. Yazarın yüreği halkıyla birlikte çarpmış, halkın bilinçlenmesine önderlik etmiş, halkın direniminde onun yan başında yer almış, bu yüzdende haksızlık yapan, ezen kitlenin hışmına uğramıştır. Bu durum daha da güçlü kılmıştır sanatçıyı. Çünkü sanat sürekli bir baskının sonucudur. Büyük sanatçı, güçlüğün oluşturduğu engeli kendisine atış potası yapan adamdır. Bir de sahte yazarlar vardır; kendini yazar sayan, öyle gözükenler…
    “Yazar yazıyorsa, özgürlüğün hep tehlikede olduğu bir dünyada, özgürlüğü belirtme ve ona seslenme görevini üstüne almış demektir. Bu ortama girmeyen bir yazar suçludur. Sade suçlu olmakla kalmaz, çok geçmeden yazar olmaktan da çıkar. İnsan bir şeyler söyleyeceğim diye yazar olmaz, o bir şeyleri belli bir biçimde söylemek için olur.” Diyen J.P.Sartre yazın insanının sorumluluğunu da kesin çizgilerle ortaya koyar. Yine bu konuda kalemine özlü düşünceler akıtmış düşünür ve felsefeci Nermi Uygur’un birkaç cümlesini de yansıtmadan geçmek istemiyorum: “ Yazar, tepeden düşen taş gibi, esmekten başka bir şeyi olmayan rüzgar gibi, düz yolda yuvarlanan tekerlek gibi, akan su, çöken sis, parlayan güneş gibi olmalı: ödev diye zorlamayla değil, kendiliğinden; ödül için değil, gerçek özden geldiği için yazmalı. Yaşantıyı kağıda gömmek değildir yazarlık. Yaşantıyı , okununca yeniden yaşanacak biçimde yok olup gitmekten kurtarana yazar denir. Bunu da yazar ancak okurla başarabilir.”
    Sanatın ve edebiyatın toplum üzerinde etkinliği elbet ki çok büyüktür. Bu etkinlikte yazarlar, sanatçılar insanların var olma ve hak elde etme çatışmasının birer parçasıdırlar. Çünkü sanat, edebiyat damarlarını besleyen asıl güç insan yaşamından ve tarihsel olgulardan kaynaklanmaktadır. Sorunların bir su aygırı gibi büyümesi ve özgür düşüncenin kısıtlanması durumunda yazar bir kalkan korumasıyla girer araya. Toplumu kendi bütünü içerisinde doğa-insan, insan-üretim ilişkileri konumunda kalemine alır. İnsanın kendine ve alın terine yabancı düşmesini önler. Barışçı bir davranış ortaya koyup bunun çabasını gösterir. Haksızlık tepelerine savunma sözcükleri gönderir. Bu haksızlıkları gün ışığına seriverir. Boileau’un: “Sanatın aynasında güzelleşmeyen hiçbir canavar yoktur.” sözü sanatçının toplum yaşamındaki giz dolu önemini de gökçek bir duyguyla belirtmektedir.
    Yazarın kullandığı malzeme dildir. Ancak ozan bu malzemeyi özgün bir biçimde kullanır. Yazarın malzemesi olan sözcükler yaşamın içinden düşünce kalemine gelirken üzerlerindeki anlam yükünü de birlikte getirirler. Yenilikçi bir yazar kullandığı öz suyunu halkının yaratıcı bütünlük kültüründen alır; bu birikimi kendi özü ve yaratıcılığıyla kucaklaştırır. Yazar içindeki bu sonsuz güzellikteki kır yamacını insanlarına sunarken de son derece cömerttir. Nice şiirler vardır ki düşünce penceremizi her açtığımızda derinlerde buluruz kendimizi. Zaman olur sevinç dallarında uçuşan kuşlar, zamansa gözyaşı oluruz. Böylesi duygularla bazı ozanlarımızın şiirlerinin sözcük bahçelerinde gezdirmek istiyorum sizi: “pencereyi açtım/elma ağacı serçe cıvıltısı/ve kedi/güneşle döküldüler sabaha”(Ahmet Özer), “Bir virgül dilimin ucunda/Ezik ve kekremsi/Her bütüne meydan okuyan!”(Oktay Rifat),”Şiir bir çıngıraktır, diyor/Ne türlü cayırtı koparsa/Kopsun ya da susmuşluğun en/Koyusunda çalıp durur hep/Avucumda”(Sabahattin Kudret Aksal), “ben sana mecburum bilemezsin/adını mıh gibi aklımda tutuyorum/büyüdükçe büyüyor gözlerin/ben sana mecburum bilemezsin/içimi seninle ısıtıyorum”(Attila İlhan), “Anılar, küllü karanlık/Arsız çocukları sokağın/Unutmak istesek de/Peşimizden geliyor”(Gülten Akın), “Ömrünüz taş olsa da gide gide yorulur/Bir gün ölüme çıkar bu yolun kıvrımları/Ne kaldırımlar kadar seni anlayan olur/Ne senin anladığın kadar kaldırımları”(Necip Fazıl Kısakürek), “Bu yıl gene güz/Geçer gibi bir savaşın çatı katından/Yakıp günü birliğin kurşuni tozlarını”(Sezai Karakoç), “Günler günlere benziyor bazen/Ateş yakmıştık reçine kokuyordu elim/Ve sesler: Bir çavlan vardı da sanki/Başka günlere kalmadı açtım güneşi”(Adil İzci), “Neydi damarlarımızda çoğalan, çoğalan/Neydi bu tepenin ardı?/İçimizde sadece vatan değil/Yeryüzü kadar bir şey vardı/Ateş mi gelirmiş, yel mi esermiş/Akıyoruz, hayatımız nerde pek belli değil/Kurtulmuşuz bedenden artık/Kimse ayaklı, elli değil”(Fazıl Hüsnü Dağlarca), “Neylersin ölüm herkesin başında/Uyudun uyanmadın olacak/Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında/Bir namazlık saltanatın olacak/Taht misali o musalla taşında”(Cahit Sıtkı Tarancı)”Oğulları gibiydik o konduların/Bıçakla çizilmiş yüzleri/Yazılmamış tarihi kentin/Yanından geçerken denizin/Gizleyemezdik utancımızı/Oysa hazırdık gökyüzünü/Sırtımızda taşımaya”(Mehmet Başaran)
    Bir yazının yazı olması, bir şiirin şiir olması için yetkin bir düşüncede olgunlaşması gerekir. Yıllar geçse de insanların yüreklerinden ayrılmayan yazılar, şiirler ve resimler artık ölümsüzlüğe erişmişlerdir. Ya o oluşumları kalemlerine yansıtan o özlü insanlar, yanı başımızın en sağlam dostları onlar değil midir? Türk toplumuna kurtuluş yolunda öncülük etmiş, Türk insanının duygularını harekete geçirmiş, İstiklal Marşı’yla tarihimize bizleri sıkı sıkıya bağlamış bir Mehmed Akif Ersoy’u Türk toplumu unutmamıştır ve de unutmayacaktır. Çünkü o sorumluluğunu yerine getiren yazarlarımızdandır.
    Niyedir ozanların, yazarların hiçbir engel tanımadan “yeni oluşumlar üretmek” isteyişleri? Niyedir kendilerini “amansız bir yarış” içine koymaları? Ben ozanların, yazarların topluma karşı olan sorumluluklarını zamanın sırtına yükleyerek, geleceği güzel kılma isteyişlerine bağlıyorum bunu. Elbet ki rahatına düşkün kişilerin işi de değil edebiyat: Gerçekleri dürtükleyip uyandıracaksın; yine gerçekleri söylediğinde yalnız bırakılacaksın; bindiğin dalı keseceksin; herkesin sustuğu bir yerde çıkıp konuşacaksın; sorunlar yokuşunda nefes nefese kalacaksın. Tüm bu güçlükler bir yazarı her an bekleyecek konular olacaklar.
    Sanatın işlevlerinden biri de, insanı insana tanıtmaktır. Yazın insanı yapıtlarıyla ulaşır okuyucusuna. Yazın yoluyla bir toplumun insanlarını başka toplumların insanları tanımış olur. Çehov’la, Gorki’yle, Tolstoy ve Dostoyevski’yle Rus insanını, Balzac, Zola, Flaubert’le Fransız insanını tanırız. Tanımak sevmenin de ilk adımıdır. Yazar yapıtıyla savaşa karşı çıkar. Eğer dünyada sanat birikimleri tüm insanlara ulaşmış olsaydı şimdi barıştan söz edilirdi. Bugün savaşmaya yönelik insanları ele alacak olursak onların çoğunlukla sanat yapıtlarından uzak düştüklerini anlarız. Büyük yazarlar ve sanatçılar azalım gösterdikçe dil kötüleşecek, kültür ise soysuzlaşacaktır. Asıl korkulacak olansa insanlığın yitip gitmesidir kuşkusuz.

  • Yalçın YÜCEL.Muhteşem şiirler

    175054_178868168822977_4360000_o

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    BİR BAHAR DAHA

    Bulutsuz bir gökyüzünün ardında
    Şimdi bir başka güzelliğini kuşanıyor doğa
    Sevinç uçurtmaları ellerinde
    Düşecek yüreklere yeniden bir dinginlik

    Hüzünlerin yağıp yağıp da dinmediği sabahlarda
    Bir değişim var, karıncalara şenlik
    Bu, hep birlikte ki bir uyanıştır
    Yoksulların biçimlediği şarkılarda ünlediği!

    Şimdi bahar
    Okullar kapanmaya hazırlanacaklar yavaş yavaş
    Ziller uzun bir süre çalmayacak artık
    Ve dağılacak çocuklar bir bir

    Yaşlanmış zamanın üstünde koşarak
    Turnalar geçiyor işte, mavi göğü öperek
    Sanki çın çın ötüyor uzaklar
    Bilmem ki, kaç bahar daha geçecekler buralardan

    İçimizin hüzünlerini biraz olsun dağıtarak
    İşte baharsı canlanış, benim köylerim
    Papatya beyazı kuzular, onca oğlaklar

    Bir başkadır, kır yamaçlarında şu geçen her günüm
    Açılan her çiçekte bir güzellik, bir koku
    Beton yığını şehirler üstüne koşarlar hep birlikte
    Bilmem ki daha kaç kez
    Kaç kez daha
    Duyacak, görecek bu yürek
    Şu yalancı dünyanın koynundan.

  • Yalçın YÜCEL.Muhteşem şiirler

    175054_178868168822977_4360000_o

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    SAAT VE GECE

    Tam gece yarısı
    Uykumun boğazına yapışır bir saat
    Din don, din don
    Ter içinde fırlarım korkuma
    Beynimde karanlığın ayakları tepinip dururlar sanki
    Üzerime üzerime gelir tüm gölgeler
    Her yanımda fısıltı dolu
    Pencereler açılıp kapanır
    Yüreğimde bir yarış atı
    Varış çizgisini belirlemişçesine koşar
    Dur desem de, dizginler boştadır
    İki kafadar el ele vermiştir orada
    Saat ve karanlık
    Din don, din don

    ELLERİME YABANCI CEPLERİM

    Küçük bir köyde doğmuşum
    Kasım günlerinin bir soğuk sabahında
    Tuza belemişler daha doğar doğmaz
    Ağlamışım uzunca, ilk acıyı tadarak

    Akşamın karanlık elleri uzandığında evlere
    Gaz lambaları ışıtırmış geceyi
    Ve ben öylece bakar kalırmışım fitildeki ateşe

    Demek ki o günlerden kalmış ışığa, aydınlığa sevdam
    Şimdi güneşle birlikte doğar gibiyim
    Batışındaysa hüzünler katlarım bir köşeye
    Giysilerim gelir takılır usuma çoğu kez
    Onlar küçük geldikçe üstüme
    Sanki ben küçülürdüm, büzülürdüm içimde

    Bir cebim olmadığı için, ellerim üşürdü kar beyazında
    Koltuk altlarımı cep yapardım o zaman
    Parmaklarım uyuşurdu yine de
    Yıllar geçip gitti de bir bir
    Şu an ki olan ceplerime bir türlü alışamadım

  • Harika UFUK.”ADAM OLMA GÜNÜ”

    huh

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Sevgililer Günü, Anneler Günü, Babalar Günü, Öğretmenler Günü, Eczacılar Günü, Tıp Doktorları Günü, Hemşireler Günü, Emekçi Kadınlar Günü, Çalışan Gazeteciler Günü, Dünya Su Günü… Günler, günler, günler… Daha önce Ev Kadınları Gününü önermiştim ama pek ses çıkmamıştı. Yine de hatırlatmakta fayda görüyorum. Bir kez daha düşünün.

    Sözüm yok bu günlere, kutlayan kutlasın da çok önemli bir gün atlanmış. Her mesleğin, her şeyin günü var da bir adam olma günü yok! Oysa en çok ihtiyaç duyduğumuz şeydir adam olmak… Ama bir gün değil, yılın her günü, her saati adam olmak gerekir. Yoksa bir tek gün kuyumcuları, çiçekçileri, restoranları, pastaneleri ziyaret etmekle olmuyor bu işler… Adam olmak ince sanat, sanatın daniskası, alası…

    Adam olmanın okulu yok, insanın içinden gelecek. Ailesinden öğrenecek öncelikle adamlığın inceliklerini… Mesela baba, anneyi dövmeyecek. Ona hakaret etmeyecek. Karısına sevgi, saygı göstererek yeni yetişen oğluna örnek olacak. Dürüstlüğü, efendiliği öğretecek. El âlemin kızına karısına sarkmamayı öğretecek ama bunları kendi hayatında uygulayacak da… Yoksa “Hoca verir talkını, kendi yutar salkımı…” türünden olmayacak.

    Anne de kızını ezmeyecek. Mesela:
    – Kızım, ağabeyine sofra hazırla.
    – Neden, kendi hazırlayamıyor mu? İkimiz de aynı anda okuldan geldik. Beraber hazırlasak olmaz mı?
    – Sen kızsın. Sen hazırlayacaksın. O erkek…
    – Kızım, ağabeyinin ütüsünü yap. Gömleğini, pantolonunu ütüle. Pantolona çift çizgi yapma, geçen seferki gibi…
    – O, neden kendi pantolonunu ütülemiyor? Eli kırık mı?
    – Çok konuşma, sus ve annenin sözünü dinle bakayım. Kız kısmı itaatkâr olur.İtiraz istemem.
    – Peki…

    Bu diyalog böyle sürüp gidecek olursa kolay kolay adam olamayız. Kız çocuklarımız erkeğe hizmet etmek üzere programlanacaksa erkek de her şeyi kendi hakkı bilecektir. Kızlar bir erkekle konuştuklarında hakaret yaşarlarken erkeğin alkışlanması da bu ikileme bir örnektir. İşin tuhaflığı, çelişkiler buradan başlıyor zaten…

    Eşit olmak dururken üstünlük taslamak da neyin nesi? Kimse kimseyi ezmesin, üzmesin.Adam olmanın cinsiyeti olmaz. O halde kadın da olsak erkek de olsak adam olmayailk önce kendimizden başlamalıyız.

    Adana.10.02.2015.SAAT:15.05

  • Harika UFUK.”GÜVEN MESELESİ”

    huh

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Şu günlerde çevremdekilerin ağız birliği etmişlercesine söyledikleri bir cümle var: “Bu devirde kimseye güven kalmadı.” Neredeyse hepimiz “Neden bu hallere düştük?” diye kara kara düşünmekteyiz. “İnsanoğlu çiğ süt emmiş.” sözü de yeni değil, yıllardır söylene söylene dillerde pelesenk olmuş. Gazete haberlerini okuduğumuzda şaşkınlık içinde kalıyoruz. Televizyonda haberleri izlemeye çekinir olduk.

    Yapılan haksızlıklar, şiddet ve saldırılar kanımızı donduruyor. İnsan, karşısındakine inanmak ve güvenmek ihtiyacı duyuyor. Kötülük yapan kişiye ”Neden bunu yaptınız?” diye soruyorsunuz cevap kısa, öz ve bir o kadar da düşündürücü… “Canım öyle istedi!” Sorumsuzluğun, terbiyesizliğin, haksızlığın özeti… Yaptığımız her şeyin makul bir açıklaması olmalıdır. Topluma zarar verecek davranışlardan daima uzak durmalıyız.

    Bir zamanlar çalıştığım okula giderken oldukça kalabalık belediye otobüsünde yaratığın birinin liseli bir kız öğrenciye tacizde bulunduğunu gördüm. “Otobüs kalabalık da ondan…” bahanesinin arkasına sığınan sapığa ters ters baktım, kıza da “Bana doğru yaklaş.” dedim. Elimden geldiğince o öğrenciyi korumaya çalıştım. Neden güven içinde yaşayamıyoruz? Evimize, iş yerimize, okulumuza giderken neden huzur içinde değiliz?

    Anlatılanlar gençleri korkak ve güvensiz yapıyor. . Elinde bir adresle karşımıza çıkıp tarif isteyenlere de kuşkuyla bakar olduk. Yolda karşıdan karşıya geçmek için yardım isteyen yaşlı kadın kızı bayıltarak bir taksi çağırıp “Kızım fenalaştı.” diyerek götürebiliyor. Ya kadın tacirlerine pazarlanıyor, ya böbreği çalınıyor. Yahut bir delikanlı çok güzel bir bayandan etkileniyor, onun teklifini kabul ederek partiye gidiyor. Kendince eğleniyor, içki içiyor, sabah buz dolu bir küvette böbreği alınmış halde gözlerini açıyor.

    Hayatınız boyunca dürüstlüğü ilke edinirseniz gece başınızı yastığa koyduğunuzda huzur içinde uykuya dalarsınız. “Temiz bir vicdan kadar yumuşak bir yastık yoktur.” Fransızların bu atasözünde olduğu gibi önemli olan vicdanını temiz tutmaktır. Hayret ediyorum her türlü kötülüğü yapanlar rahat uyuyabiliyorlar mı?

    Bu gidişle kız ve erkek çocuklarımızın, genç kızlarımızın yetişkin erkeklere potansiyel sapık olarak bakacakları düşüncesi bile çok ürkütücü… Toplumda kadın-erkek omuz omuza, sırt sırta, el ele yaşarsa hayat güzelleşir. Birbirimizi ötelemeye başlarsak “Ne olacak kadın milleti! Saçı uzun, aklı kısa…” veya “Ne olacak erkek milleti işte… Güven olmaz onlara… En iyisinin canı cehenneme…” dersek kutuplaşırız. Toplumu zedeleyen tutumların başında ötekileştirmek gelir.

    İnsanlar artık birbirlerine güvenmiyorlar, inanmıyorlar. Kimi insanlar da güven oluşturmak için en kutsal değerler üzerine yalan yere yemin ediyorlar. Sonra da “Yalandan kim ölmüş!” diyerek gülüyorlar. Neden bol bol yemin ederiz hiç düşündünüz mü? “Karşıdakini inandırmak için…” dediğinizi duyar gibiyim. Oysa doğru söz, yemin istemez. Güvenilir insan olursanız zaten yemine hiç de gerek kalmayacaktır. Ne acıdır ki insanlar birbirlerine güvenemezken paranın gücüne güveniyorlar. “Para her kapıyı açar.” düşüncesi egemen olmuş maalesef…

    Toplumda huzur içinde yaşamak istiyorsak önce kendimizdeki ve ailemizdeki aksaklıkları gidermeliyiz. Çocuklarımıza sahip çıkmalıyız ama yetmez; onlara akıllarını kullanmayı ve empati kurmayı da öğretmeliyiz. Bize yapılmasını istemediğimizi başkasına yapmamayı ilke edinmeliyiz. Güvenmek istiyorsak güvenilir olmayı başarmalıyız. Güvenilir bir insan olmak kadar onur veren hiçbir mertebe yoktur.

    Adana.19 ŞUBAT 2015 SAAT: 16.30

  • Yalçın YÜCEL.”ŞEHİTLİĞİN ADI ÇANAKKALE”

    175054_178868168822977_4360000_o

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Dokuz Anadolulu
    Yaşları henüz on üç-on dört
    Köylerinden kopup gelmiş hepsi de
    Çanakkale’yi savunmak için
    Çocuk yaştalar nerdeyse
    Yırtık lastik ayakkabılarında
    Köylerinin sarı çamuru durur daha
    Vatan aşkıysa katar onları yirmi yedinci alaya
    O siper, bu siper
    Çarpışırlar, direnirler düşmana
    Bir damla su nemertisiyle
    Yürürler ölümün üstüne üstüne
    Vatan için, bayrak içindir her şey
    Korkusuzca koşarlar cepheden cepheye
    Karşı çıktıkça, çıktıkça
    Daha da büyür inançları, daha da çoğalır
    Bir gece
    Bu dokuz korkusuz genç
    Mermilerin ateş rengine boyadığı
    Karanlıkta yitip giderler
    Geri döndüklerinde
    Üç kişi kalmışlardır artık
    Düşman tüfeklerinin sesleriyse
    Susmuştur birden
    Altı can bırakmışlardır, altı can
    O ölüm tepelerinin içinde
    Yine de
    Sevinç okunur yüzlerinden
    Koşarak gelmişlerdir, koşarak
    Vedalaşmadan sevdikleriyle
    Kanlarıyla yazılırlar sonra da
    Düştükleri şu kutsal toprağın üstünde
    Çanakkale…
    Bu yüzden unutulmaz işte
    Bu yüzden
    Mustafa Kemal’i konuşur bütün yürekler.

  • Yalçın YÜCEL.”Anılar”

    175054_178868168822977_4360000_o

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    İnsan, geçmişinin bilincinde olan, onu düşünce özünde taşıyan tek varlıktır. Geçmiş, geliştiricilik göstererek kişiyi daha ötelere taşıyorsa böylesi bir güç yaşamı yararlı kılar. Yaşamı taşınmaz yükler altına sokan, eylemlerde donukluk yaratan bir geçmiş ise yıkıcı ve duraksatıcıdır. Geçmiş geleceği yaratamıyorsa bir anlamı, bir değeri de olmaz. Geçmişin bir anılar birikimi olarak düşünülmesi, onun övünç kaynağı konumuna getirilmesi bireyin kendisi ile ilgili bir durumdur.
    Anılarınızı yazmak, onları unutmamak üzere bir köşede saklamak, nice yıllar sonra tekrar onlarla buluşmak en büyük ereğinizdir kaygısız. Hele bu anımsama bir de eksiksiz olursa daha bir değerlidir sizin için. Yalnızca sizin buluşmanız da yetmez anılara. Onları önce yakınlarınızdan başlayarak, sonra dostlara ulaşarak anlatmak isteyeceksinizdir. Bu anlatım belki de sizi rahatlatacak, gönendirecek ve yaşamın ötesine bağlayacaktır. Ama bana sorarsanız anılarımı kimseyle paylaşmazdım. Düşünürseniz sizin anılarınız bir başkasını neden ilgilendirsin ki? Onlar sadece size yakın dururlar. Başkalarının ilgisini ise hiç mi hiç çekmezler.
    Anılar elbet ki gökçektir, yakınlaştırıcı sevinçler bırakırlar yanı başınıza. Onlarla çok sıkı fıkı olmamalısınız. Zaman zaman belki, ama daha ötesi üzünçler oluşturacak, yıkacaktır sizi. Unutmamalısınız ki gelecek hep sizinle buluşmak üzere bekleyecektir orada. Dünya nimetlerinden her zaman büyük bir zevk alarak yaşamınızın sürmesi de önem gösterir sizin açınızdan. Baharın gelişinde neler sunar doğa? Bademler, erikler, şeftaliler, kirazlar ve daha niceleri çiçek açacaktır yeniden. Beyazlı, pembeli o renk renk çiçekler gözünüzün içinde nasıl da bayram edeceklerdir. Papatyalar, güller, gelincikler sizin için kokacaklardır yine. Sağlıklı bir dirilikle onlara bakmak ne de gökçektir. Ya yaşlılık öyle midir hiç? Hele bir de yatağa düşmeyi görün, sıkıntılar içerisinde geçen günlerin sizde bıraktığı derin izleri o zaman bir düşünün. Sevincinizin doruğa ulaştığı o anlar nasıl anılar sayfasına düşerse acının izleri de aynen yer alır o sayfalarda.” Hâlâ hatırlıyorum o günü/ Uzun bir hastalıktan kalkmıştım”(Melih Cevdet Anday), “Her dakikasını ayrı hatırlarım/ Erenköy’de geçen zamanımın/ Rüyama girer bir arada “ (Oktay Rifat)
    Yazarsam kendim için yazarım not defterime. Bir gün açıp o sayfalarda şöylesine dolaşmak için. Yaşadığım günlere geri koymak için. Aslında benim için geçmiş ya da gelecek fark etmiyor.
    Gelecek bir yerde anıdır da. Siz bunun tersinde de düşünebilirsiniz elbet. Ya başkaları, onlar ne düşünürler bilebilir misiniz ki?
    Geçenlerde bir yapıtı okurken usuma gelip takıldı bazı konular. Gelecek günler bana neler getirebilir şöyle bir düşündüm. Hem öylesine yüzeysel bir düşün durumu da değildi bu. Bana umut vermedi nedense o günler. Birden karşıma acılar, hüzünler çıktı. Devleşmiş adımları ile ezeceklerdi az kalsın. Ya sevinçlerim öylemi? Bir köşeye çekilmiş büzülmüş küçücük şeyler yalnızca. Korkularıma ne desem ki? Gençliğimde kolaydı bu çekiler, ya şimdi. Kocamışlığım nasıl dayanacak bu çilelere? Dudaklarım tam bir gülücük atarken, yüzüm kırışıverecek birden. Gözlerim takılıp kalacak bir noktaya yine. Anılarımız… Gülümseten, düşündüren ve ağlatan anılarımız. “Ah, bu anılar/ Ne kadar kapasam da kapılarını/ Ne kapı dinliyorlar ne pencere/ Süzülüp geliyorlar yılların gerisinden/ Ah, bu anılar/ Öylesine sayısız, öylesine çeşitli/ Birike birike geliyorlar/ Çocukluğumdan beri” (Şevket Yücel)
    Anılar deyince nerdeyse hepimiz onları geçmişin usumuza zaman zaman konuk olması olarak düşünürüz. Öyledir de çoğu kez. İşin en kötüsü ise gelecek günlerde anılar oluşturmamızdır kendimize. Olur mu diyeceksiniz? İnsan olarak ileriye dönük nice umutlar koyarız yaşam dallarımıza. Hatta onları çiçeklendirir, sonrada karşısına geçip bakışırız. Bu geleceğe konuk olup, onunla bir çay içimliği söyleşmek gibidir. Bir çay içimliği de olsa size mutluluk katar bu anlar. Aynen geçmişin izlerinin sizinle ara ara kucaklaşması gibi. Zaten yaşam dediğimiz umutlar ve anıların bir araya gelmesi değil midir? En önemli anılarımız şüphesiz ki çok isteyip de uzun süre sonra ulaştığımız o sevincin yüreğimize öpücükler kondurduğu anılardır. Ya da insanda çok derin yaralar bırakan acılı ve hüzünlü olanlar.
    Elbet ki insan olarak tümümüzün kendince bir yaşam öyküsü vardır. Hepsi de kendi içimizde büyük ve değerlidir. Bu durum, ‘büyük insanın büyük yaşamı şeklinde’ bir davranışla ortaya gelebilir. Böylesi bir gelişse bence yanlıştır. Çünkü her insan kendince büyüktür. Her kişi yaşam öyküsünü bir başkası ile paylaşmak ister. Siz bir başkasını dinlemiyor, onunla duygusallıkları, sızıları paylaşmıyorsanız sizin de birilerine anlatacaklarınız yoktur demektir. Unutmayınız ki insanlar içlerindeki dünyayı bir sofra gibi önlerine açtıkları zaman yaşadıklarını anlarlar. Yaşama tutunmaktır bu, hem de sıkıca tutunmak. Yeryüzüne çıkarılmayan düşünceler, sözcükler, anılar bir gün gelir ki sizi sıkıca sarıp nefes aldırmaz olurlar.
    Anılarım anımsanmıyorlar diye üzülsünler istemem. Yaşlandıkça çöküntüye uğrayan beynimin bastonla yürüyen hafızama bir tekme vurmasını da mutlaka engellemem gerekir. Bu yüzden anılarımı aklımda tutma yerine defterime eklerim. Defterim anılarım için bir uyanış, bir dürtüdür. “İçinde, gülüyor bana derinden,/ Sanki bir hatıra serinliğinden”(A.Hamdi Tanpınar) “Hiç olmazsa unutmamak isterdim./ Eski geceler, sevdiklerimle dolu odalar…/ Yalnız bırakmayın beni hatıralar./ Az yanımda kal, çocukluğum.”(Ziya Osman Saba) Tanpınar ve Saba’nın dizelerinde anlatmak istedikleri gibi gelecekte en zor anımsanan şey çocukluğumuzdur. Hangimiz altmışına geldiğinde çocukluk dönemlerini tam olarak anımsayabilir ki? Oysa yaşamın en gökçek günleridir onlar. Acılar unutulduğunda güzeldir, ya sevinçler ile mutluluklar…
    “Çocukluğunu düşünüyorum Emilia/ Deniz boyundaki ıssız yolu sabahleyin”(Melih Cevdet Anday)
    Bir de hatalar vardır, anımsandıkça çöküş yaşatan, düşündüren. Bu durum yaşamın içinde bazı olumsuzlukların çıkmasına da sebep olur. Suçluluk duyguları çekiştirip durur günleri. İnsan bu duyguların altında ezilmemek için kendini savunmaya geçer. Böylece düzlüklere ulaşır kişi. İçimize çöküp kalmak isteyen o düşünceye, o anı parçasına karşı ayakta kalmaksa önem gösterir. Bu zor durum karşısında zayıf düşmekte var elbet. O zaman konuyu başkalarına açmak kaçınılmaz olur.
    Ya rüya gibi anılara ne demeli? Usunuza takılıp kaldıklarında uyumadan uyur olursunuz. O an büyük bir zevk duyarsınız yaşamdan. Bu anılara rüya gibi anılar demenin de sebebi bu giz dolu duruma dayanır. “Apansızın anılarımı anımsıyorum, o sevili anılarımı/ Augsburg’daki çocukluğumu./ Anılarıma düşüyorum tartılarla, uzun süreli dakikalar/ Masaya doğru iyice yaklaşıp, yeniden yaratsam onları(Bertolt Brecht)
    Bunca düşüncelerden sonra bir soru sözcüklerin arasından parmak kaldırıyor bana. Anılara sığınarak zamanı düşündürebilir misin? Zaman, yaşamı değişikliğe uğratan kavram. Gün, zaman zaman tez geçmesini istediğimiz, onu iyice tanıyınca da yürüyüşünü yavaşlatması için yalvardığımız bir yaşam ayağı. Günler geçip gitmiştir derken hiç düşündünüz mü acaba? Geçip gitmiş midir, yoksa aynı noktada dönüp duran bir ayna mıdır? Yıllar önce, o gün dediğimizde bu bir avunma mıdır yoksa? Biraz ötemizde bizi derin uçurumların beklediğini nerden bilebiliriz ki? Önemli olansa o uçurumlarda neler bıraktığımız ve yitirdiklerimizdir.
    Az kalsın unutuyordum yine. Erişemediğimiz aşklar, günlerce yanı başımızdan eksik edemediğimiz bakışlar nerdeyse bir kenarda kalakalacaklardı. Sevdasız bir yaşamı düşünemeyiz elbet. Asıl anısal derinlikler onun içinde uzanırlar. Çoğumuz beklemişizdir o kaldırım bitişinde, ya da bir parkın koyu yeşilinde. Gelsin gelmesin umutlar göğün içi gibi sonsuzdur o bekleyişte. Yıllar geçse de o bekleyişlerimiz sanki sürer gibidir anılarda. “İşte hatıralar meyvası bahçe,/ Geçmiş ıstırabın neş’esi evim.”(Şükran Kurdakul)
    Anılar olmasaydı, anımsanmasaydı geçen günler, mutluluk en önemli dostunu yitirmiş olmaz mıydı?

  • Harika UFUK.”NEVRUZ GELDİ HOŞ GELDİ”

    huh

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Toprağın hareketi kanımızı coştursun,
    En eski Türk bayramı Nevruz geldi hoş geldi.
    Kadın- erkek, yaşlı- genç sevinç ile koştursun,
    En eski Türk bayramı Nevruz geldi hoş geldi.

    Önce havaya, suya derken düştü toprağa,
    Cemrenin düşmesiyle canlandı birden doğa,
    Kırlarda dans ediyor koyun, keçi, at, boğa,
    En eski Türk bayramı Nevruz geldi hoş geldi.

    Gelenek- görenektir Türk’ü Türk’e bağlayan,
    Tasada sevinçte bir, ortak gülen, ağlayan,
    Bayramın coşkusuyla her yürek bir çağlayan
    En eski Türk bayramı Nevruz geldi hoş geldi.

    Dikilsin dut, şeftali sakın kesmeyin meşe,
    Nevruzda eksilmesin, içinizdeki neşe!
    Şeker, tatlı, pasta, kek dağıtsın gelin Eşe,
    En eski Türk bayramı Nevruz geldi hoş geldi.

    Mumlar tek tek yakılsın evde varsa kaç kişi,
    Kovsun kötülükleri, kıskandırsın güneşi,
    Üstünden atlayalım yansın nevruz ateşi,
    En eski Türk bayramı Nevruz geldi hoş geldi.

    El emeği- göz nuru yeni yaygı serilsin.
    Kurulan sofralarda ziyafetler verilsin,
    Bahçelerden, bağlardan nevruz gülü derilsin,
    En eski Türk bayramı Nevruz geldi hoş geldi.

    Hanımların başında türlü türlüdür oya,
    Nevruz senin bayramın gül, eğlen doya doya,
    Hünerlerini göster renk renk yumurta boya!
    En eski Türk bayramı Nevruz geldi hoş geldi.

    Temiz, yeni, rengârenk bayramlıklar giyelim,
    Nevruzda pişen aşı sömeleği yiyelim,
    Komşularla gülelim, güzel sözler diyelim,
    En eski Türk bayramı Nevruz geldi hoş geldi.

    Giyilen urbaların süsü, rengi al olsun,
    İnsanlar mutlu mesut ağızları bal olsun,
    Genç kızların elinde çiçeklenmiş dal olsun,
    En eski Türk bayramı Nevruz geldi hoş geldi.

    Gençler kol kola girsin çalsın davulla zurna,
    Çocuklar alkışlasın destek olsun oyuna,
    Herkes coşsun, eğlensin, tempo tutsun boyuna,
    En eski Türk bayramı Nevruz geldi hoş geldi.

    Harika dostlar ile tutuşalım el ele,
    Kız kaçırma oyunu çok keyiflidir hele
    At yarışı sevilir, neşe karışır yele,
    En eski Türk bayramı Nevruz geldi hoş geldi.

    08.03.2005
    ADANA
    Not: Bu şiir 20 Mart 2015 tarihinde Türkiye’nin en büyük şiir sitelerinden Edebiyat Defteri’nde “Uğur Böceği” ile ödüllendirilmiştir.

  • Harika UFUK.”ÇANAKKALE GERÇEĞİ”

    huh

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Milletimin kaderi Atatürk’le yazıldı,
    Dillere destan oldu Çanakkale gerçeği.
    İttifak ordusuna Conk’ta mezar kazıldı,
    Dillere destan oldu Çanakkale gerçeği.

    “Allah Allah!” sesleri titretti yeri, arşı,
    Kucakladı mermiyi yiğit Seyit Onbaşı
    Nasıl da ateşledi topu düşmana karşı,
    Dillere destan oldu Çanakkale gerçeği.

    Çoğu zaman katıksız birkaç lokma ekmeği,
    Yağlı buğday çorbası en kıymetli yemeği,
    Hangi hakkı ödenir; kanı, teri, emeği?
    Dillere destan oldu Çanakkale gerçeği.

    Fırtınalı denizler ne firkateynler yuttu,
    Gafiller milletimin Türk gücünü unuttu,
    Bayrağı düşürmedi, hep yükseklerde tuttu,
    Dillere destan oldu Çanakkale gerçeği.

    Yurt, ulus bayrak aşkı yüreklerde kök saldı
    Atatürk’ün heybeti düşmana korku saldı.
    Bağımsızlık diyerek koşan asker nam aldı.
    Dillere destan oldu Çanakkale gerçeği.

    Cesaret, kahramanlık anlatır şarkın, türkün,
    Özgürlük, bağımsızlık karakteridir Türk’ün,
    Ülkemin düşmanları çekinin, korkun, ürkün,
    Dillere destan oldu Çanakkale gerçeği.

    Harika yurdumuzda özgür, mutluyuz artık,
    Kuru ekmek de yesek, hürsek gerekmez katık,
    Dünya dersini aldı, tozu dumana kattık,
    Dillere destan oldu Çanakkale gerçeği.

    HARİKA UFUK
    ADANA
    28 MAYIS 2015
    SAAT: 09.40

  • Yalçın YÜCEL.”GÜLDEREN ANA”

    175054_178868168822977_4360000_o

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Gözleri çakılıp kaldı; Berit’e. Çenesi avuçlarında öylece. Bir gölge gibi geçtim önüne. Seslenmedi. Günlerce ağlamaktan kızarmış gözlerini yere dikti. Bu kez baş örtüsünü kaşlarına kadar indirip yeniden bağladı. “Nasılsın Gülderen Ana?.. Gözlerinin yarısını kaldırdı yerden. Yüzündeki o derin çizgiler biraz gevşemişti. Bakışlarına ürkeklik koyarak baktı yüzüme: “Hoş geldin oğlum, sen nasılsın bakayım? Kusura kalmayasın önce tanıyamadım, otur, otur hele şuraya.” “Seni hep bu avluda Berit Dağları’na bakıp, ağlar görürüm. Yetmez mi be Gülderen Ana, kendini harap edersin. Bak kimsen de yok, hasta olsan ne yaparsın?” Gözleri tekrar yaşardı. Kenarı mor iplikle işlenmiş mendiliyle sildi onları. “İbrahim evladım, sen de benim bir evladım sayılırsın. Ananla nice günlerimiz var geçmişte; acısıyla, tatlısıyla nice yaşanmış günler…Sen ananı hiç aramaz mısın ha? Bir noktaya takılıp, böyle benim gibi düşünmez misin onu hiç?” “Gülderen Ana senin durumun benden başka ama…” “Neresi başka bunun oğlum, ikisi de aynı bence. Ayrılık değil mi sonları ha? Biricik evladım yedi aydır askerde ve hiçbir haber alamıyom.” Tekrara ağlamaya, dizlerine vurmaya başladı. Yüzündeki çizgiler tekrar belirmişti; fırsatçı insanlar gibi. “Gülderen Ana, o geri gelecek, askerliği sürekli değil ki…” “Ahh! Oğul, keşke sürekli olup da gözel bir yerde yapaydı vatan görevini, orası Hakkari be yavrum, gidip de geri dönülmeyen yerlerden…” “Geri gelecek, o geri gelecek Gülderen Ana… Aha şu içim varya, çok derinden geliyor sesi bak, gelecek diyor inan.” “ İçin gözel söylüyor da oğul, sen bir de benim içime bir sorsan ya…” “Bak göreceksin, bir haftaya kalmaz sana ondan haberi ben getireceğim. Sen yeter ki dindir şu acılarını, ağıtlarını.” Yerinden yavaşça kalktı. Gülderen Ana da kalkacaktı ki elleriyle durdurdu geri. “Sen rahatsız olma ana, ben yolu biliyorum, kapıyı iyice örter giderim. Bir gereksinimin olursa söyle bana, kesinlikle söyle…” Bu kez bakışlarının tamamını kaldırıp baktı yüzüme: Sağ olasın, muhtar getiriyor ufak tefek, sen heç zahmat etme oğul.” “Olur mu hiç Gülderen Ana, ben yabancın değilim, çok emeklerin var üstümde.” “Sen yanıma böyle gel be oğul, yalnızlığımı paylaş yeter. O yalnızlık var ya, ben ondan korkarım, açlıktan, yokluktan değil oğul.” Yutkundu, öylece duraksadı bir süre. “Gecelerden korkarım. Yüreğime ağrılar düştüğünde kalkamayacağımdan, bir bardak su bile alıp içemeyeceğimden korkarım. Onun için avluda oturmayı seviyorum. Aydınlık ve kuşlar, onlara sarılıyorum çoğu kez. Berit bakışlarım, onunla söyleşiyoruz be oğul. Senin gibi karşımda işte, seninle nasıl konuşuyorsak öyle…” Bu kez kendi gözleri yaşarmıştı. Bir zamanlar ne şendi bu ev, şu kadın. Şimdi ise yalnızlığını yalnızlığıyla kucaklayan bir yaşlı kadın. “Hoşça kal Gülderen Ana diyerek ayrıldı titreyen sesi oradan. Tahta merdivenlerin basamaklarından hızla indi. Yola çıktığında içinde gittikçe büyüyen bir acı vardı artık. Yanından havlayıp geçen köpeğe öfkeyle baktı. Gün kararmak üzereydi neredeyse. Kahveye girip, köşedeki masaya oturdu. Kahveci Mümin şaşırmıştı onun bu haline. “Hayırdır İbrahim Bey, bu nice haldır böyle? Selamsız sabahsız daldın içeriye.” “Canım sıkkın biraz, bir sıcak çay ver hele.” Mümin ocaktan demlice bir çay doldurup getirdi masaya. Bir şey demeden yüzüne baktı İbrahim Bey’in. Söylemese olmayacaktı. Mümin kaygılının biriydi. Üstüne üstüne giderdi, biliyordu. “Gülderen Ana’dan geliyorum Mümin. Durumu iyi değil. Köylü çok yalnız bırakıyor onu. Allah başa vermesin, çok kötü bir durum bu. Üzülmekte, ağlamakta haklı o yaşlı kadın.” “Herkes de askere gönderiyor oğlunu.. “ diye karşılık verdi Mümin. “Bak Mümin kardeş, bu herkesinkine benzemiyor. Herkes dediğin yalnız mı onun gibi? Sonra ondan gayrısı haber alıyor askerinden. Yedi ay olmuş be, bir küçük haber bile yok. Bir sesini duysa , bir ulağını okusa o da kaygılanmayacak. Ama yok! O haber yok Mümin.” Mümin hatalı konuştuğunu anlamıştı. “Yok be İbrahim Bey, ben öyle demek istememiştim.” “Ne demek istemiştin Mümin? Hangi gün halini sordun fıkaranın? Oysa kocası az mı dinlemişti seni, az mı çayını içmişti ha?” “Haklısın, dağlar kadar haklısın. İnan bak, yarından başlayıp yanına gideceğim Gülderen ananın. Sen biraz gevşe hele.” Mümin aslında kötü biri değildi. Yeter ki doğrular ona anlatılsın. Köylü de öyleydi. Cehaletin ortaya koyduğu konu desem, nice cahiller vardı ki insan gibi insan. Çayını bitirdikten sonra kalktı. Mümin hemen koşuverdi yanına. “Acele kalktın, tavşan kanı bir çay daha getirecektim sana. Yeni de dem vermiştim.” Gitmem gerek Mümin, çocuklar kaygılanır sonra..”

    Ertesi gün her yeri ağrır durumda kalktı yatağından. Hazırlanıp ilçeye gitmeliydi. Jandarmadan soracaktı Gülderen Ana’nın oğlu Halil’i. Giyindi. Çayını yudumlayıp çıktı evden. Bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla uzanan yol daha da uzattı minibüsün yolunu. “Hayırlısı bakalım” diyerek girdi jandarmaya. Bir yetkilinin yanına götürdüler önce. Sonra bir başka yetkili…Bütün olanları anlattı karşısındakine. Adam bir dosya çıkardı dolaptan. Gülderen Ana’nın oğlu Halil Boynubükük’ün bilgilerini gösteren kağıdı aldı eline. “Oturun lütfen” dedi adam. Sonra telefona uzandı. Hakkari’nin Çukurca ilçesi karşısında olmalıydı. Benim anlattıklarımı oraya aktardı. Bir süre sonra bir sessizlik oldu adamın yüzünde. Telefonu kapatırken elleri titriyordu. “Hayırdır beyefendi, haber kötü mü yoksa?” Bir an yanıt veremedi. Sonra: “Başınız sağ olsun, vatan sağ olsun; dün geceki çatışmada şehit düşmüş Halil.” Ne diyeceğini bilemedi. Tüm umutları boğazına tıkanıp kalmıştı. Teşekkür ederek çıktı oradan .

    Kıvrımlı yolları geçerken zaman da akıp gitti içinden. Köye ulaştığında yıkılmıştı tümden. Ne diyecekti şimdi Gülderen Ana’ya? Ona: “Gelecek oğlun” demişti üstünde dura dura. Şimdi karşısına geçip: “Oğlun Halil dün geceki çatışmada şehit düşmüş” diye nasıl söyleyecekti? Köyün yaşlı insanlarından birkaç kişi daha alıp düştüler yola. Akşam olmak üzereydi nerdeyse. Gülderen Ana’nın yüzünde ilk kez bir gülümseme vardı. Şaşkın durumda oturdular karşısına. “Hoş geldiniz, üşümezseniz burada, avluda oturalım. İçeriler sıkıyor, eziyor beni.” Bir yılan sessizliği gelip yapışmıştı dudaklarına. Hoş bulduk bile diyemediler. Sözcükler bir yabancı gibiydi sanki. Neden sonra: “Gülderen Ana , biz sana bir konu için gelmiştik.” Diyebildi. “Biliyorum, ne diyeceğinizi biliyorum hepinizin. Bana yalnızlığın artık sonsuza kadar seninle diyeceksiniz. Oğlun, biricik yavrun o dağların başında acımasız kurşunlara boyun bükmüş, kanı toprakla buluşmuş diyeceksiniz. Hepsini biliyorum dostlar. O, vurulmadan önce geldi yanıma, avluda oturduk bir süre. Bana sarılıp helalleşti. “Üzülme ana, sana sesleneceğim kapıdan. Allah izin verirse oturacağız birlikte bu avluda.” “Yedi aydır ne yaptıklarını anlattı bana. Dinledim, hepsini dinledim, ay ışıkları elime dokununcaya kadar. Şimdi içim rahat, hiç değilse ona ne olduğunu biliyorum. Vatan sağ olsun. Benim oğlum, senin oğlun, onun oğlu kötülüğe karşı, kurşunlara karşı yürümezse nice olurdu şimdi halımız? Şimdi sizden bir istediğim vardır. Sahte duygular koyan insanlar yanıma gelmesinler. Üzgünüz, yanındayız, kalanlara sabırlar, vatan sağ olsun sözcükleriyle hiç gelmesinler. Biliyorum ki bu vatana sahip çıkanlar, yine hor görülen şu yoksul ama saf, dürüst, mert insanlar bence. Para verip çocuklarına birkaç gün askerlik yaptıranlara yalnızca acırım ben. Devletin önemli noktalarında bulunup da çocuklarına askerlikte kolaylık tanıyanlara da. Ya, bizlerin suçu parasızlık mı ha? Ben şu yaşa geldim, denizi mavi olarak bilirim o kadar. Şehre bir kez gittim, bir kez gördüm o beton binaları. Yürekleri betonlaşmış insanların da o binalardan farkı var mıdır? Onu da siz söyleyin.” Artık gözyaşı dökmüyordu. Gözleri bir genç kızın gözleri gibi pırıl pırıldı. Bir süre sonra tekrar başladı sözlerine: “Bu vatan yalanlarla, dolanlarla, kul hakkı yemelerle kurtulmadı beyler. O günleri düşünceye geri koymak ne kadar zor bilseniz. Bir lokma yemekten yoksun, ayaklarında yırtık potinlerle, üstleri parçalanmış şekilde koştular cepheye. Onlar yürekleriyle çizdiler o kurtuluşu. Aç kaldılar ve de susuz. Ama asla vazgeçmediler vatan sevgisinden. Yüzüm gülecek artık, ağıtta yakmayacağım bu avluda. Yalnızlığım varsa vatanımdayım, yeter ki unutulmasın oğullar.” Hepimiz bu durum karşısında hayretlere düşmüştük. Karşımızda ne bulacağımızı, neler olacağını tahmin edip üzülürken, bizi utandıran ama düşündüren bir dinginlik çıkmıştı ortaya. Birkaç gün ya da daha uzun yanında olacaktık belki de. Ya sonra?…

  • Yalçın YÜCEL.”KÖYLÜ DURSUN”

    175054_178868168822977_4360000_o

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Horoz ötümüyle yekindi yatağından. Yamalığı en az olan şalvarını giydi o gün. Usulca yerdeki yatakların yanından geçiverdi. Fazla gıcırdamasın diye, sığacak kadar açtı kapıyı. Bir yılanın yerde sürünmesi sessizliğinde süzüldü dışarıya. Uzun uzun gerinerek soludu sabahı. Bir kayanın üzerine oturup, tezek kokan tek odalı evine baktı. Karıları ile birlikte tezekten örmüşlerdi onu. Üstüne sarı toprak taşımıştı günlerce. Bittiği gün sanki dünya onların olmuştu. Çocukların gözlerindeki aydınlık, serçelerin cıvıltıları gibiydi. İnsanın kendi evinin olması, sırtını sağlam bir kayaya dayamaktan farklı değildi. Tezekten de olsa, tezek de koksa koynuna sokulacak bir sıcaklıktı o ev. Ama her şey bir evle bitmiyordu. Üç beş keçi, birkaç tavuk ve ara sıra gidilen toprak işçiliği yetmiyordu artık onlara. “Şehre gedek be Dursun, biz de çalışırık olur gider.” demişti üçüncü karısı Hüsniye. Düşünmüş, taşınmış karar vermişlerdi hep birlikte. “Önce ben gedem, bir görem, iş var mıdır?” demişti günler öncesi. Bunun için şehre gidecekti bugün. Hüsniye’nin getirdiği sütü hızla yudumladı. “Çocuklar sana emanet Hüsniyem; hele ben bir gedem, iş bulduğumda gelir sizi de götürrüm.” “Olur” dedi Hüsniye. “Yolun açık olsun, güle güle gedesin herif, Allah kısmetimizi artırsın inşallah.” ”Amin” dedi uzunca. İçinde ısınan bir umutla yekindi yerinden. Kapıya dönüp baktı bir kez daha. “Kalkmadılar. Uyurlar hepsi de.” dedi Hüsniye. Bahçelerin yanından hızla yürüyüp geçti. Köyün altından geçen, şehir yoluna geldiğinde minibüs dolmuştu bile. Koltukların yanındaki boş yere çömeldi hemen. Şoför kendi gibi yere çömelen diğer adama da dönerek, “Sizi şehre girmeden önce indiririm, oradan öte yürümeyi kabul ediyorsanız tamamdır, yoksa inin.” Kendi gibi, yanındaki de kabul etti bu durumu. Her zaman aynı olan bir durumdu bu zaten. Şehre yakın polis denetimi olduğundan fazla yolcu böyle giderdi de, yine de sürerdi bu yanlış.
    Gökyüzüne kavak gibi uzayan binaları görünce, şehre geldiğini anlamıştı Dursun. O gün nedense daha uzak bir yerde bıraktı minibüs. Tozlu yolları yürürken içine bir korku düştü. Gittikçe de büyüyordu bu korku. Koca şehir sanki üzerine üzerine geliyordu. Sesler ne kadar da çoktular öyle. Keşke gelmeseydim diye düşünürken, adına apartman dedikleri binaların yanı başında buldu kendini. Yeni bitmiş, on iki katlı bir apartmanın tam da önündeydi. En üst katını göreyim derken az kalsın düşüyordu. “Vay be!” dedi içinden. “Nasıl dikmişler bu binayı böyle?” Hızla uzaklaşmak istedi önce. Biraz ötede geri durdu. “Olmaz Dursun, olmaz. Bu löküs binada sana kapıcılık düşürürler mi heç.” “Niye düşürmesinler? dedi bir ses. Geri döndü. Elinden geldiğince yavaş hareket ediyordu. Kapının önünde, çalışanlara bağırıp duran kravatlı adama takıldı gözleri. Çekingenliği daha da arttı. Ayakları titremeye, yürek atışları hızlanmaya başlamıştı. Tam geri dönecekti ki bir ses tüm sessizliklerin üstünü kapatıverdi: “Kimi ararsın, neye bakarsın be adam?” Köyünün dağları geldi o an usuna. Boynunu doğrultarak: “Beyim, ben kapıcı olmak istiyom da!” “Hiç kapıcılık yaptın mı bir yerde?” “Yok beyim, köyümde çalıştım yalnızca.” “Hangi köy lan?” “Topraklar köyü beyim.” “Neredeymiş bu köy?” Hösiin ağanın köyü beyim.” “Ulan, Hösiin ağa kimdir?” “Aman beyim öyle dime, yerin kulağı vardır valla, ya bir duyarsa?” “Duyarsa duysun, senin ağanın burada sözü geçmez. Sen tahsilini söyle bakalım, okula gittin mi?” “Yok beyim, ne okulu! Karın tokluğuna çalıştık bunca zamandır. Sonra çoluk çocuk çoğalınca geçinemez olduk.” “Eee! Burada geçinebilecek misin?” “Valla beyim, bir kapıcı olursam çok eyi olacak emme…” “Emmesi yok be adam, akşama kadar en az on tanesi kapıcılık diye geliyorlar yanıma. Hem en az lise mezunu olsun istiyoruz. Sende tahsil olmadığına göre, bu iş de yatar.” “Beyim, her işi yaparım. Ayağının altını öpim. Allah gulunun rızkını verirken, sen ne diye karşı durursun? Ben bu apartumanı çok beğenmişem beyim, yap bir eyilik gel, yemin ederim pişman olmazsın.” “Ulan, yok dedim ya, özelliklerin tutmuyor işte.” “Tuttururuz beyim.” Dursun’un bu sözünden sonra gülmeye başlamıştı adam. Güldükçe yüzü kırmızılaşıyor, altın dişleri daha da ortaya çıkıyordu. Gülmesi birdenbire kesiliverdi. Dursun’un omuzlarından tutarak: “Adın ne senin bakalım?” “Dursun, beyim.” “Ulan Dursun sevdim seni. Bu apartmanı yapan da, sahibi de benim. Sen gel, benim inşaatlarda çalış. Olur mu?” “Olmaz beyim!” “Ula deyyus iş aslanın ağzında, sen iş seçiyorsun. Kapıcılık dışında ne dilersen dile benden.” “Sağlığını dilerim Beyim.” Yüzünden kan damlıyordu sanki. Göbeğini hoplatarak: “Bırak ulan, sağlığım senden mi sorulur, sağlık benim sağlığım.” “Yannış annadın beyim, ben eyi niyyet gösterdim sadece.” “Tamam, tamam. Başlatma şimdi iyi niyetine. Hoşlandım dedim ya. Neyse ki bu apartmanda hep kiracı olacak. Onun için aldım seni kapıcılığa. Bak, şu kapının içinde duran siyah gömlekli adam var ya…” “Görmişem beyim.” “ Sen ona git, o gerekeni yapacak. Tamam mı Dursun?” “Tamamdır beyim. Allah her tuttuğunu altın eylesin emi. Ver elini öpeyim.” ’’Ulan Dursun, başlama yine, biraz daha konuşursan vazgeçerim bak.” Daha konuşacaktı ya; susuverdi. Siyah gömlekli adamın yanına gidecekti ki, göbekli adamın seslendiğini duydu. Bir koşuda geri gidiverdi yanına. “Buyur beyim.” “Lan Dursun, seni işe aldık almaya da, çocuk kaç tane sormadık.” “Ellerini öperler, dokuz tene beyim.” “İşte şimdi olmadı. Lan, bu kadar çocuğu nasıl yaptın? Kendini besleyemezken bir de dokuz çocuk! Apartmanda bu kadar çocuk istenmez. Yedisini köyde bırakacaksın; buraya ikisi bile çok, anladın mı Dursun?” Aman beyim, etme eyleme, çocuklar nasıl yaparlar? Anam, babam desen çok ihtiyarlar, bakamazlar beyim.” “Ne ederse etsinler be adam, bana mı sordun yaparken.” “Beyim ne olur sen etme, valla evin içinden çıkartmam heç birini. Bir tenesini dışarıda görürsen, işi kendiliğimden bırakır, köye dönerim beyim.” “Dursun ne saçmalarsın böyle, çocuklar sürekli evin içinde dururlar mı hiç?” “Dururlar beyim, avratlarıma çıkarmayacaksınız dersem, valla çıkarmazlar beyim.” “Dursun oğlum, senin kaç avradın vardır?” “Üç tene beyim, ellerini öperler.” “Ulan, bırak el öptürmeyi. Dokuz çocuk, üç de hanım, ne evde ne de bizde hayır koymazsınız siz. Sen en iyisi köyüne geri dön. Bu senin için de hayırlı olur Dursun.” “Aman beyim!” “Beyi meyi yok Dursun, senden hoşlandım ama bu yetmez. Şu parayı da alıp, doğru köyüne git. Sana ve ailene güzel bir yaşam dilerim.” “Beyim, valla çıkartmam dışarı…Eğer avratlarıma çok diyorsan, ikisini boşarım senin için olur mu beyim?”

    .

  • Harika UFUK.Muhteşem şiirler

    huh

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Bayrağım

    Savaşta, barışta hep en öndesin,
    Dalgalan bayrağım rengine kurban!
    Ne yana bakarsam sen o yöndesin,
    Dalgalan bayrağım rengine kurban!

    Hürriyet, istiklâl taç başımızda,
    Şehit kanı vardır her taşımızda,
    Yolunda ölürüz her yaşımızda,
    Dalgalan bayrağım rengine kurban!

    Yıldızın göklerden akışı sende,
    Ayın gülen yüzlü bakışı sende,
    Şehidin al kanı, nakışı sende,
    Dalgalan bayrağım rengine kurban!

    Mavi gökler sana engin bir alan,
    Al bayrağım, gurur ile dalgalan,
    Düğünde, dernekte baş tacım olan,
    Dalgalan bayrağım rengine kurban!

    Harika der: Eşin yoktur dünyada,
    Türk milleti can vermiştir bu ada,
    Bir canım nedir ki bin canım feda,
    Dalgalan bayrağım rengine kurban!

    Bayram Sevinci

    BAYRAM SEVİNCİ

    Biz çocukken
    Başkaydı yaşanan her şey!
    Bayram sabahı uyandırılmadan
    Kalkardık hemen
    Her zamankinden
    Oldukça erken…
    Bir avuç şeker,
    Birkaç yirmi beş kuruşluk,
    Adı; bayram sevinci…

    Kızlar için
    Kırmızı pabuçlar,
    Beli büzgülü,
    Çiçekli tafta elbiseler…
    Erkekler için
    Babanın eski pantolonu
    Ters yüz edilerek dikilmiş
    Bayramlık yeni sayılan giysiler…
    Bir avuç şeker,
    Birkaç yirmi beş kuruşluk,
    Adı; bayram sevinci…

    Öpülen eller,
    Alınan harçlıklar,
    Her birinin tadı
    Diğerinden daha güzel
    Şekerler, çikolatalar,
    Kurabiyeler bayrama özel,
    Kareli bez mendiller
    Renk renk!
    Bir avuç şeker,
    Birkaç yirmi beş kuruşluk,
    Adı; bayram sevinci…

    Annelerin uykusuz gecelerince
    Diktiği elbiseler
    Gecenin bir saatinde
    “Bitti mi anne? ”
    “Az kaldı yavrum,
    Yetiştireceğim elbiseni.”
    Söz verildiği gibi
    Bayram sabahına yetiştirilen
    Yeşil ponponlu elbise…
    Bir avuç şeker,
    Birkaç yirmi beş kuruşluk,
    Adı; bayram sevinci…

    Adana.3 EKİM 2014.SAAT:09.09

  • Harika UFUK.Muhteşem şiirler

    huh

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Ayrılık Yaman Allahım

    Elim kolum bağlı kaldı
    Zalim felek öcün aldı
    Beni dertten derde saldı
    Ayrılık yaman Allah’ım!

    Âşık arı, sözleri bal,
    Yanakları olmuş al al…
    Bana derdi yanımda kal,
    Ayrılık yaman Allah’ım!

    Seviyorum demen yalan
    Duygularım ettin talan
    Acılardır senden kalan
    Ayrılık yaman Allah’ım!

    Harika der neden böyle
    Sabah şöyle akşam öyle
    Sevgilime selam söyle
    Ayrılık yaman Allah’ım!

    Adana.09.02.2005

    Su, asırlardır ağlar;
    Orman uzaklaşır günden güne
    Dağ, arkadır sahipsizlere…
    Babil’de
    Meleklerin kanatlarında
    Yeşerirken umutlar,
    Sen- ben değil, zamandır yaşlanan…
    Kaç rüzgâr eskitir kelaynaklar,
    Direnirler kanatları kırılsa da…

    Kızıla boyalı dudaklardan
    Dökülen nefret söylemleri,
    Kan kokusu sinmiş giysiler al…
    Putlar paramparça edilmiş,
    Balta taş heykelin elinde duruyor.

    Zalim, nereye giderse gitsin
    Kaçmıyorum, kovalıyorum aksine…
    Evliyalardan medet ummak yetmiyor,
    Eyüp sabrı gerek!

    Bir yıldız parlıyor düşlerde
    Korku salıyor bebekler namerde…
    Nemrut,
    Güzel olan ne varsa
    İyiden yana
    Yakıyor her şeyi!
    Üflüyorum, sönüyor.
    Harran’da
    Nereye gitsem balıklı göl oluyor.

    Ankara.7 MAYIS 2012.SAAT: 10.50

  • Harika UFUK.Muhteşem şiirler

    huh

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Atatürk’ümün İzinde

    Senin için şiir yazmak istedim,
    Ne yazdıysam bin kere yinelenmiş,
    Ne düşündüysem benden önce söylenmiş.

    “Başak saçlı” diyemem, demişler.
    “Harman alınlı”,”Deniz gözlü” hiç olmaz!
    Bana yazacak bir şey bırakmamış
    Behçet Kemal Çağlar,
    Yeni sözler bulmak için anam ağlar!

    Her sözcük sakız olmuş dillerde,
    Sana şiir yazmak istedim yine de!

    Seni çok seviyorum Atatürk’üm,
    İlkelerine sahip çıkmaktır ülküm.
    Devrimlerinin ve cumhuriyetimizin
    Daimi bekçisi olacağım!
    Kıyamet kopsa, yer oynasa yerinden,
    Dünya çıksa yörüngesinden,
    Atam asla ayrılmayacağım izinden!

    Atatürk Adana’da

    Ayakbastı buraya Ata’m On beş Mart günü,
    Atatürk’le canlandı; Adana, Çukurova!
    Onun gelmesi sanki Adana’mın düğünü,
    Atatürk’le canlandı; Adana, Çukurova!

    Çekerek bastonunu “Yeşerecekti.” dedi,
    O güzel bastonuna dayanmadı, ekledi:
    Toprağın verimini çok güzel dilekledi.
    Atatürk’le canlandı; Adana, Çukurova!

    O günleri görmeyi inanın çok isterdim,
    Harika bir anının şahidi benim, derdim,
    Ata’mı görememek benim en büyük derdim,
    Atatürk’le canlandı; Adana, Çukurova!

  • Gülten EERTÜRK.Muhteşem şiirler

    1931934_10152210268001506_599855042_n

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Göz Yaşartanım

    Efkarlandı deli gönül daraldı
    Sana daldım yine göz yaşartanım…
    Aşkın kanununda bu bir kuraldı
    Sende kaldım yine göz yaşartanım…

    Neler geldi neler geçti gözümden
    Pek çok yaşlar döktüm bu can özümden
    Ne olursa olsun dönmem sözümden
    Sende kaldım yine göz yaşartanım…

    Sensiz dolaşmıyor damarda kanım
    Dinmiyor nedense acır sol yanım
    Göğüs kafesimde sen benim canımmm
    Sende kaldım yine göz yaşartanım…

    Sensizlik duygusu beni kemirir
    Hüznün bile bana mutluluk verir
    Buzlu dağım seni görünce erir
    Sende kaldım yine göz yaşartanım…

    Azrail geldi de gelemem dedim
    Ben yari görmeden ölemem dedim
    Onsuz hiç bir zaman gülemem dedim
    Sende kaldım yine göz yaşartanım…

    03 02 2007

    Gözüm Dalıyor

    Özlemler büyüdü kocaman oldu
    Sevgi şelalemse hâlâ çağlıyor
    Sensiz geçen günler hasretle doldu
    Yoldamısın yoksa gözüm dalıyor

    Beni hatıralar sana bağlıyor
    Güldüğüme bakma özüm çağlıyor
    Bıraktığın izlerse yürek dağlıyor
    Yoldamısın yoksa gözüm dalıyor

    Sordun mu kendine sebep neydi?
    Düğümlenen kalbim çözüm ariyor
    Gururun seni de beni de yendi.
    Yoldamısın yoksa gözüm dalıyor

    Bir sürpriz yapıp ta gel ne olursun
    Yalnızlık ağ misali beni sarıyor
    Boş bekleyen gölüm seninle dolsun
    Yoldamısın yoksa gözüm dalıyor

    Geçmişe döneriz elbet dilersen
    Her kimle konuşsam seni soruyor
    Gül yerine diken getir istersen
    Yoldamısın yoksa gözüm dalıyor

  • Münever DÜVER.Muhteşem şiirler

    1236562_722085574474022_177854009_n

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Can Türkmenistan

    Uygur Devleti’nden gelir boyların
    Bozkır’lardan almış güzel huyların
    Göktürk’lerden özü buldu soyların
    Soyuna kurbanım can Türkmenistan.

    Yabgu Devletiyken oldun bir Bozok
    Diğer kardeşinin adı da Üçok
    Hasretliğin cana sapladı bir ok
    Soyuna kurbanım can Türkmenistan.

    Adın İslam, Horasan’a ettin göç
    Selçuklulara hep candan verdin güç
    Kıpkaçlar hücumla işlediler suç
    Soyuna kurbanım can Türkmenistan.

    Akınlar başladı Anadolu’ya
    Göç başlar İran’a birde Bolu’ya
    Kimisi kapıldı kızgın doluya
    Soyuna kurbanım can Türkmenistan.

    Bir yandan Rus sardı biryandan İran
    Göktepe’de Türkmen’dir Rus’u kıran
    Savaşlardan nasır tuttu hep yaran
    Soyuna kurbanım can Türkmenistan.

    Münevver Düver.
    27.05.2010- ADANA

    Türk

    Masallardan çıkmadım ben,
    Ünü dünyaya nam salmış Türkoğlu Türküm ben
    Nesli dünyaya açılmış,
    Emsali dünyaya gelmemiş.., Türküm ben
    Vatan yoluna başkoymuş
    Vatan toprağıyla yoğrulmuş
    Estergon dan gelmiş Türkoğlu Türküm ben
    Vatana ölmeyi borç bilmiş.., Türküm ben..,

    Savaş OĞUZ

    NOT: Benim adıma bu şiir’i yazan
    Savaş Oğuza sonsuz teşekkürlerimi bildiririm.

  • Hülya ASLAN.”ASLIN DA BİZ; ANA KARNINDAN MEZARA TUTUKLUYUZ HEPİMİZ”

    ha

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    1970 ‘ li yıllar da Güneydoğu’nun Vad-i Leman(Adıyaman) denilen güzel şehrin de, devlet memuruydum, gündüzlerim büroda dört duvar arasında daktilo şıkırtısı ile, gecelerim evde dört duvar arasında bebeğime ninni çığırmakla geçiyordu. Öylesine bunaldığım saatler vardı ki bu şehir de; bir mahkûm isyanıyla dama çıkıp bağırmak geliyordu içimden, eğer önceden Aziz Nesin ‘’Damda Deli Var’’ adlı kitabı yazmamış olsaydı ben yazdığım romanın adını ‘’ Damdaki Kadın’’ koyardım, kimsede indiremezdi!
    Buradaki kadınlar yapsa- yapsa damda ki çiviye ip atıp boğazlarına geçiriveriyorlardı sessizce.
    Kaç kadın hatırlarsınız ki dama çıkıp alayına bağırmak istesin! Aykırıyım dedim ya,
    Yaşam dört duvarla şahit tutsaklığıma,
    Gardiyanıyım Mahpusluğumun
    Şu beton yüzlü duvarları aşmak
    Tabiatın avlusunda volta atmak istiyorum.
    Vâdii boyunca sıralı yemyeşil has bahçelerde,
    Tarlanın kenarına uzanı vermek
    Denizi düşlemek gökyüzünde
    Yasaklanmış duyguları şiir yapmak
    Ve çözebilmek töreden kelepçeleri
    Kırmak özgürlüğümün, kilitlerini.
    Güneydoğuda kadın olmak,
    Dama çıkıp bağırmak gibi,
    Delirmek gibi,
    İşte bu şehir de yaşam; gelenek, görenek ve yasaklar bütünü, bir kadın olarak öyle elimi kolumu sallayarak çarşı pazar dolaşmam mümkün değildi, tacizlerden anlıyordum bunu, her ne kadar bir hapisten diğerine geçmek gibi olsa da yine de ara sıra kara çarşafa giriyordum özgürlük adına,
    Bu kültür farkı, şu ekmek kavgası, diğeri gönül yarası derken kavramlarım iç çatışmalar yaşıyordu, eşime psikiyatrist’ e gitmek istediğimi söyledim, söylemesine de kendimde inanamadım bu cesaretime, doğum doktorunun bile ayda bir uğradığı bu şehirde psikiyatrist biraz lüks olmadımı dedim kendi kendime. Eşim var dedi ‘’burda var götüreyim seni ‘’.
    Doktor, bir taraftan peçete uzatırken gözyaşlarıma diğer yandan, sorular soruyordu bakışlarıma.
    — Kızım sen Kürt’müsün?
    Boğazımdaki düğümleri yutkunarak hayır dedim, Türk’üm

    — Bizim Kürt milleti çok duygusal olur da o yüzden sordum, bırak artık ağlamayı sıkıntın ne anlat bakayım.
    -Erkeğim bana değer vermiyor,
    -Öylemi, o zaman kullan onu,
    -Adam kullanmak bana göre değil, yine ağlıyorum doktor reçeteyi yazıyor bendeki derdi hemen anlamış tavsiyelerini sıralıyor,
    -‘’Bu yörenin erkekleri kadına değer vermezler şımartmamak adına derler ki;
    ‘’ Babo tavuğun kanadını kıracaksın ki uçamasın da bol bol yumurtlasın!’’
    Bizim memleket iyidir hoştur fakat biraz kapalı bir toplumdur,
    Tayin isteyip büyük bir şehre yerleş, küçük yerin stresi büyük olur..
    Doktordan çıktığımda kuş gibi hafiftim zaten asla tavuk gibi olmamalıydım zira kanadımın kırılması mevzubahisti.
    Bunlar ilaç gibi tavsiyeler gitmek umudum olsun be, Elbet bir gün göçeceğim buralardan. İstanbul’a gideceğim dedim yine kendimce.
    Ey Vadii-Leman duydum ki, ben gideli beri Nissibi’ de toplanıp sudan atlamış fakat töreden, teröre yine tutuklu kalmışsın.Kralların güzel şehri sana yakışmıyor ne töre,ne de terör rengi,o yemyeşil has bahçelerde şen kal anılarımın yerleşkesi.
    Sıra İstanbul’a gelince,
    Korkular sarmıştı teknoloji denen çarkı,
    Her yer beton gökdelenlerle kaplı
    Ne deniz izleyebildim ne sahili ne parkı,
    Büyüdü şehir büyüdükçe,
    Mahpusluğumuzda eş zamanlı içinde
    Kim bilir kaç yüzüncü sebeplerden,
    Yine dört duvar arası bilgisayar hücre cezası yedim,
    Mahpusluğum süresince,
    Aşk denen suçtan doğmuşuz bu dar dünya cezaevimiz,
    Ömür denen zamanın suçlusu muyuz neyiz
    Dört duvarlı bir kabir gidilecek yerimiz.
    ASLINDA BİZ
    ANA KARNINDAN MEZARA TUTUKLUYUZ HEPİMİZ.
    Hülya ASLAN 1987 Güneydoğu hâtıralarımdan

  • Şerare KIVRAK YAĞCIOĞLU.”GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’Ü ANARKEN ONU ANLAMAK”

    SAYINMUSTEFAKEMALATATURK

    Aramızdan ayrılalı 77 yıl geçmesine rağmen her 10 Kasımlarda yeniden doğan bir liderdir o…
    19. yy sonlarında yetişen güçlü bir Türk aydını, son yüzyılında en büyük dâhisidir. Dünya zor dönemlerden geçerken korkunç hızla ilerleyen batının yani emperyalist güçlerin “Hasta adam” dedikleri imparatorluk üzerindeki çirkin emelleri Mustafa Kemal’in doğuşunu tetikleyen en önemli oluşumların başında gelmektedir.
    O, bir nesil için doğmamıştır. Bir dönem içinde doğmamıştır. O önderliği ile asırlar boyu ulusunun tarihinde yaşatılacak, dünya tarihinde de örnek alınacak bir lider olarak doğmuştur.
    Lider doğan insanların kendilerine has birtakım özellikleri vardır. Bu özellikler Gazi Mustafa Kemal Atatürk ‘ün fıtriyatındaki seçkinliklerdir. O, bu özelliklerini, yeteneklerini bir düzen içerisinde, bir arada işleterek kullanmış ve başarılara ulaşmıştır.
    Onun lider doğuşu; önder oluşu, gerçekçi, yaratıcı, akıl ve ilimci, idealist, ileri görüşlü, birleştirici, bütünleştirici ve dürüst yetenekleri doğuştan getirdiği imandan-imkân yaratma gücünü kuvvetlendirmiştir.
    Mustafa Kemal’in keskin zekâ gücünün yanında son derece engin duygularla dolu bir vatansever olduğunu asla unutmamak gerekir. O, her şeyden önce onurlu bir asker, dahi bir komutandır. Asker oluşunun ona verdiği üstün inandırma gücünü siyasi alanlarda kullanırken başarılı ve saygın bir devlet ve siyaset adamı olmuştur.
    ÖNDER MUSTAFA KEMAL: 1918 yılında savaşın sona ermesiyle parçalanmaya başlayan Osmanlı Devleti artık canlanamaz hale gelmişti. Vatan elden gidiyordu. Kutsal emanetlerimiz ayaklar altında, Fatih Sultan Mehmet Han’ın onlarca şehit verilerek alınışı ile çağı değiştiren İstanbul işgal altındaydı. Kuruluş için harcanan onca reform çabaları da artık sonuç vermiyordu. Bu durum Mustafa Kemal’in yaradılışından taşıdığı önder olma duygularını kamçılamış, ya istiklal ya ölün sözlerini eyleme dönüştürmesine sebep olmuştur. Millet kendi geleceğine kendisi karar vermeliydi artık. Onun önderliğinde birleşen Türk milleti verdiği kurtuluş savaşı sonucu ülkeyi cumhuriyete taşımış, Atatürk ilke ve inkılâpları ilerde taçlanmış bir cumhuriyet yönetimine kavuşmuştur. Mustafa Kemal’in en belirgin özelliklerinden bir tanesi ilim ve akılcı oluşuydu. Bu özelliği onun kişiliğine yol veren en önemli olgularındandı. İlimin sonsuzluğuna inanmış “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.” Özlü sözlerini millete armağan ederken ilke ve inkılâplarına teması olan bu özellik, sistemin de ayrılmaz parçası olmuştur.
    GERÇEKCİ VE YARATICI MUSTAFA KEMAL: O hiçbir zaman akıl ve mantık dışına çıkmamıştır. Yaratıcı sezgisi ile umutsuz durumlarda vatan kurtarmayı başarmış, dâhiyane planlarıyla tarihimize yön vermiştir. Dâhilerin en belirgin özellikleridir yaratıcılıkları. Kimsenin düşünmeyeceğini düşünse bile gerçekleşmesinin mümkün olmayacağını zannettiği eserler vermektedir. Bir dahi olan Atatürk için de en güzel örnek cumhuriyetin ilanıdır. Osmanlının son dönemlerinde cumhuriyet kavramı zaman zaman bilinse de, birçok aydınlar en iyi yönetim şekli olduğunu savunsalar da sonuç alınamıyordu. Kimse cumhuriyetin kurulabileceğini hayal bile edemiyordu. Milletin cumhuriyeti bir anda kucaklayıp bağrına basması Mustafa Kemal’i İDEALİST yapmıştı. Onun başlıca ideali milli birlik içinde çağdaşlaştı. Değerli bir bilim adamımız onun bu yönü hakkında şöyle diyor “Atatürk fiil ile fikir, ulaşılacak hedefte birleştirme maharetiyle, idealizmle realizmle kendi varlığında toplayan kudretli bir devlet adamı ve siyaset üstadıdır. Hiçbir zaman boş ve hayali düşünceler içine girmemiştir. O milletin bağımsız aşkından şüphe etmemiş her zaman milletine güvenmiştir.

    MUSTAFA KEMAL’İN BAŞKA ÖZELLİKLERİNDE: BİRLEŞTİRME BÜTÜNLEŞTİRME ÖZELLİĞİDİR: Türk milletinin milli benliği oluşturularak kazanılan kurtuluş savaşı buna en güzel örnektir. O komutan olarak ordusuyla bütünleşmiş, onun nitelik ve niceliklerini çok iyi öğrenmiştir. O milli ve insani değerleri kaynaştırmış, milleti ulus yapmıştır. Hiçbir zaman vatanı milletten ayrı düşünmemiş, millet aynı ideale bağlı insanların oluşturduğu bir beraberlik ise o insanların üzerinde yaşadığı vatan parçası da kutsaldır. Bölünmez parçalanmaz fikrini her defasında dile getirmiştir. O ulusal birliğe ulusal duyguyla ulusal kültüre en yüksek seviyelerde sahip çıkmasını istemiştir.

    ÖNEMLİ ÖZELLİKLERİNİN BİR TANESİ DE İLERİ GÖRÜŞLÜ OLUŞUYDU MUSTAFA KEMAL’İN: Onun güçlü sezgisi gelecekteki oluşumları ona hissettirmiş olmalı ki, gençliğe hitabesi, tarih sayfalarına altın harflerle yazılmış oldu. Gençlere ufku değil ufkun ötesini görün derken verdiği mesajlar günümüzde ihtiyaç duyduğumuz fikirlerden değil midir? 1932 yılında 2. Dünya savaşının çıkacağını söylerken insanları şaşkınlık içinde bırakan sonuca gelindiğinde ileriyi ne derecede gördüğünü kanıtlamıştır. Mustafa Kemal ileriyi gördüğü müddetçe hedeflerini büyüten bir devlettir.
    Akılcı, ilimci, fenci, insancı, eylemci, bağımsızlık ışığı olan ve emperyalizmin düşmanı olarak bilinen İslam ve İslami değerlerin, aksi yönde kullanımı Mustafa Kemal’i çıldırtan tezgâhlardı.
    Bunun sonucu olarak Atatürk ilke ve inkılâpları doğmuş, insanların müspet ilimlere yönelmesi kaçınılmaz olmuştur.
    Mustafa Kemal’in çok önceden tasarlandığı birbirine bağlı yeniliklerden oluşan tüm güzellikleri, ilkelerden taçlandıran devlet ve siyaset adamıdır. Türk ulusunu hiçbir zaman ırk veya din esası üzerine oturtmamıştır. Yüzyıllardan beri bir arada yaşayan Türk toplulukları, başka ırklarda kaynaşmış birlikte yaşıyorlardı. Bir ayrım asla düşünülmezdi.
    İslamiyet’in tüm değerlerine yürekten derin bir bağla bağlanmış olan Mustafa Kemal milletin temiz duygularının zedelenmemesi için adına LAİKLİK dediğimiz ulusal egemenliği demokrasiyle, özgürlüğü bilime dayalı sosyal ve kültürel yaşamın çağdaş düzenleyicisin cumhuriyetle beraber yürümesini istedi. Bu sisteme göre din ve devlet işleri ayrı olmalı, ayrı düşünülmeliydi. Devletin yönetimi dinsel kurallara göre değil, demokrasi kurallarına göre olmalıydı.
    Böylelikle de laiklik, devletin akla ve bilimin kurallarına göre değil demokrasi kurallarına göre yapılanmasını amaçlarken karşılıklı saygı hoşgörü ve anlayışa katkıda bulunarak ulusal birliğin temelini oluşturuyordu.
    Mustafa Kemal Atatürk insanlara ve onların toplumsal ilişkilerine her zaman önem vermiştir. Onun karşı olduğu taassuptur, gericiliktir.
    Laiklik ülkede çağdaşlaşmayı hızlandırmış, Demokrasiye geçişin de aracı olurken uygarlık, özgürlük ve çağdaşlık ortamlarını doğurmuştur.
    Gazi Mustafa Kemal Atatürk gösterişten hoşlanmayan gerçek bir halk adamıydı. Milletin kendine verdiği serveti kabul etmeyerek, çıkardığı özel kanunla da milletine geri verecek kadar millet sevdalısıydı.
    Hayatı mücadeleyle geçmiş, zorlukları daima bilimsel yollarla çözerken sonuçlarına asla “BİTTİ” gözüyle bakmamıştır.
    “Her güç şey zevklidir.” derken Türk Ulusunun uyuyan cevherini açığa çıkarıp ızdırabın ve acının yaratıcı bir rol oynayacağına inanmıştı.
    Tüm bu saydığımız farklılıklar Gazi Mustafa Kemal Atatürkü dünya devletlerinin liderleri arasında en seçkin yere oturtmuş, ünlü düşünürlere, şairlere ilham kaynağı olmuştur. Onun bağımsızlık sevdası bilim adamlarına, mazlum toplumlara güç vermiş, yeni çığırlar açmıştır.
    Hindistan’ın büyük düşünürlerinden olan Muhammed İkbal Mustafa Kemale duyduğu büyük hayranlığı defalarca dile getirmiş, manzumeleri ile onu ölümsüzleştirmişti. Çünkü o, Mustafa Kemali düşünceleri ile koyduğu hedefleri ile çok iyi anlamıştır.
    Millet olarak bizler de onun evrensel fikirlerini, insanlık adına düşüncelerini, çağdaşlık ve bilimselliğin ışığında anlamalı, anlatmalıyız kuşaklara. Onun ilke ve inkılâplarının sebep ve sonuçlarını öğretmeliyiz çocuklarımıza. Etrafı her dönemde ateş çemberi ile örülü güzel yurdumuzun ve ulusumuzun ufkun ötesini görebilen Atatürk fikir ve düşüncelerine ihtiyacı vardır. Ülkemiz için, dünya barışı için bu gereklidir.
    Mustafa Kemal Türk milletini yüzlerce yıl ızdırap içinde bırakan acı olayların tekrarlanmaması için, Türklüğün yükselip yücelmesi için, çağdaşlaşması için attığı her adımın ancak kendine inanmış gençlerle yaşatacağını biliyordu. O gençliğe inanıyor ve güveniyordu
    Kutsal cumhuriyeti Türk gençliğine emanet etmesi bu inancın ve güvenin bir sonucu değimliydi? Türk genci, Türk gençliği sınırlarının bir metre gerisinde olup bitenlere bakıp her gün bölgemizde tekrarlanan acı olayları değerlendirirken, Atatürk’ün koyduğu sistem ve kuralları daha iyi anlayarak geleceğin Türkiye’sini ufkun ötesine taşıyabilmelidir. Tüm bu özellikler de Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü çok iyi anlamak, çok iyi tanımak ve eserlerini korumakla gerçekleşecektir.
    Zira Atatürk ulusal değer, evrensel kıymettir…

  • “AZERBAYCAN TÜRKLERİNİN MEHMET AKİF ERSOY SEVGİSİ”

    SAYINMEHMETAKIFERSOY

    Prof. Dr. Tamilla Abbashanlı Aliyeva
    Eskişehir Osmangazi Üniversitesi /Öğretim Üyesi
    Sona Çerkez Kuliyeva
    Bakı Devlet Üniversitesi/Rus Dili Bölümü, Öğretim Görevlisi

    Bildiğimiz gibi, Türkiye’nin istiklal şairi Mehmet Akif Ersoy bütün Türk dünyasında olduğu gibi, Azerbaycan’da çok sevilir ve eserleri herkesin diller ezberidir. Bunun kanıtı olarak Azerbaycan Milli Elmler Akademiyası Ord. Prof. Ziya Bünyadov’un adını taşıyan Doğuşünaslık Enstitüsünün İlmi Şurasının kararı ile Bakı’da yayımlanmış Mehmet Akif Ersoy’un Yaratıcılığında İçtimai Problemlerin Bedii Tecessümü kitabını gösterebiliriz. Kitabın yazarı Kafkas Üniversitesinin Öğretim Üyesi Doç. Dr. Seriyye Gündoğdu’dur. Seriye Hanım Azerbaycan’da Türk edebiyatının tanınmasında, tebliğinde büyük emeği olan bilim insanlarından biridir. Kitabın ilmi editörleri Prof. Dr. Gövher Bahşeliyeva, Dr. Elmira Memmedova’dır, kitab hakkında ilmi fikirleri Prof. Dr. Aydın Abıyev, Prof. Dr. Asger Rasulov, Prof. Dr. Penah Halilov yazmışlar.
    S. Gündoğdu kitabın ilk sayfalarında Mehmet Akif hakkında şöyle yazmıştır: “Mehmet Akif Türk gençliğine, vatanı canı kadar sevenlere, aydınlara eserleri ile ciddi etki göstermiştir. Buna göre de şairin şöhreti Türkiye sınırlarını aşarak Türk halkları arasında büyük nüfuz kazanmıştır.”
    Kitaba Azerbaycan’ın çok ünlü Türkologları Prof. Dr. Gövher Bahşeliyeva ve Prof. Dr. Aydın Abıyev önsöz yazmışlar. Gövher Hanım genç bilim insanı araştırmacı Seriyye Gündoğdu’nun konu üzerinde titizlikle çalıştığını, Türk Dünyasının önde gelen şairlerinden olan Mehmet Akif Ersoy’un azatlığın, özgürlüğün sesi olduğunu dile getirmiştir. Aynı zamanda şunu da demiş ki, bu eser Mehmet Akif şahsiyetine sonsuz sevgi ile yazılmıştır, bu sevgi sadece eser müellifinin değil, bütün Azerbaycan Türklerinin şaire olan sevgisidir.
    Mehmet Akif Ersoy hakkında yazılmış bu güzel araştırma hakkında kitabın editörü Prof. Dr. Aydın Abıyev şunları yazmaktadır: S. Gündoğdu M. Akif Ersoy’un yaşamı ve yaratıcılığı hakkında Azerbaycan edebiyatı tarihinde ve Doğuşünaslık bilim alanında geniş, etraflı araştırma yapmıştır. O, şairin edebi, sosyal ve felsefi idealarını ışıklandırmış, yaşadığı dönemin sosyal problemlerine onun münasebetini aydınlatmaya çalışmıştır. S. Gündoğdu M. A. Ersoy’la ilgili Türkiye ve Türkiye dışında yayımlanmış bol malzemeden, edebiyat ilmi ile uğraşan ünlü bilim insanlarının teorik-estetik eserlerinden istifade etse en fazla dikkatini Mehmet Akif’in eserlerine yöneltilmiştir. O Mehmet Akif Ersoy’un fikir ve düşüncelerinden bol bol istifade etmiştir.
    Prof. Dr. A. Abıyev’in fikrince, S. Gündoğdu Mehmet Akif Ersoy hakkında şunları dikkatimize iletmiştir: M. Akif Ersoy hakkında yazılmış bu değerli eser istiklal şairine ithaf olunsa da geniş anlamda XX. asır Türkiye edebiyatının öğrenilmesinde, Azerbaycan-Türkiye edebi ilişkilerinin gelişmesinde önemli kaynaklardan biri olacaktır. Eserde okurların dikkatine sunulan ilmi fikirler ve söylenilen değerli mülahazalar bu kanaate gelmeğe esas vermektedir.
    Bakı’da faaliyet gösteren Kafkas Üniversitesinin Öğretim Üyesi S. Gündoğdu’nun Mehmet Akif Ersoy’un Yaratıcılığında Sosyal Problemlerin Bedii Tecessümü adlı eseri giriş, üç fasıl, sonuç, son söz ve kaynaktan oluşmaktadır.
    Giriş bölümünde yazar eserde değineceği konulardan genel olarak konuşmaktadır: Zengin kültüre malik olan her bir milletin tarihinde ünlü fikir ve sanat adamları olmuştur, Türkiye edebiyatı tarihinde böyle insanlar çoktur. Onlardan biri de vatanı, milleti için canını feda eden azatlık mücahidi şair Mehmet Akif Ersoy’dur. Yazar şairin yaşadığı o dönemin önemli siyasi, içtimaı ve kültürel problemlerini gösteren, karışık bir döneme “şahitlik” eden Safahat eserinden söz açıyor ve diyor ki, edebiyat teorisi ile ilgili araştırmalar yapan bazı bilim insanları bu eseri o dönemin içtimai siyasi manzarasını dolgunluğu ile gösteren manzum roman adlandırırlar. S. Gündoğdu eserinin giriş bölümünde M. Akif’in eserlerini bir bir tahlil ederek onlar hakkında birkaç kelime ile okurlarına bilgi vermiştir. Şairin kaleme aldığı İstiklal Marşı’ndan konuşurken Türk milletinin birlik ve beraberliğinin gayesini, milli mücadelenin ruhunu gösteren eser gibi bizlere takdim ediyor. Müellifin fikrince, M. Akif Ersoy hiçbir eser yazmasaydı bile İstiklal Marşı şiiriyle dünya edebiyatı tarihine altın harflerle yazılabilirdi. M. Akif’in halkı düşünen fikirleri S. Gündoğdu’nun dikkatini celp etmiştir. O şairin bu fikrini esas alıyor:-Gülden, çiçekten aşktan yazmaktansa halka yol göstermek, yaralarına melhem sürmek lazımdır”. Milletini canı kadar seven şair şahsi dertlerini, duygularını kenara atıp halkının derdine derman olmaya çalışıyor. Araştırmacının fikrine göre, Sovyet kuruluşu çökene kadar M. Akif’in yaratıcılığını incelemek yasak idi. Onun azatlık fikirleri Rusya’nın esareti altında inleyenlerin, Rusya’nın esaretine karşı çıkanların ekmeğine yağ sürebilirdi. Ona göre de Azerbaycan’da M. Akif’in eserleri yasak idi. Hatta Sovyetlerin ilk yıllarında Türkiye’ye gelip M. Akif’in konuşmalarını dinleyenler, bu konuşmaları alkışlayanlar Rus şovinistlerinin eliyle buzlu Sibirya’ya gönderildi, komünist terörünün kurbanı oldular. Bunların içinde azatlık idealarını Mehmet Akif’in eserlerinden alarak yola çıkan Hüseyin Cavit, Ahmet Cavat var idi. S. Gündoğdu M. Akif’in Türkiye’nin istiklali ve arazi bütünlüğü uğrunda ölüm dirim savaşında kalemi ve silahı ile ön sıralarda olmasından söz açmaktadır. Şair hem ön, hem de arka cephelerde halkın psikolojisini derinden öğrenmiş, yüzleştiği problemlerin nedenini açık aydın görmüştür. Şair problemlerin hallini İslami ve milli değerlerde görüyordu. Eserlerinin kökünde İslami ve milli değerler olduğu için onun eserleri ve bu eserlerin araştırılması Rusya’da yasaklanmıştı. Hatta şairin kendi memleketinde bile ona kötülük yapanlar olmuştur, onu retorik fikirler yayan, sanatkârlık değeri az olan, zayıf eserler yazan idealist şair demiştiler.
    S. Gündoğdu M. Akif Ersoy hakkında Türkiye’de yapılan araştırmalardan da söz açmaktadır. İlk araştırma eseri şairin sağlığında ışık yüzü görmüştür, bu eser Süleyman Nazif’in “M. Akif – şairin zatı ve eserleri hakkında bazı malumat ve tahkikat” eseridir. Böylece, sıra ile o biri eserlerinin de ismini çekiyor ve birkaç cümle isle eserin içeriğini anlatmaktadır. Örneğin, yazar-şair Orhan Seyfi Orhon’un Mehmet Akif’in hayatı ve eserleri adlanan eseri 1937 yılında İstanbul’da Cumhuriyet matbaasında basılmış, şairi seven okurlara takdim edilmiştir.
    S. Gündoğdu bir önemli meseleyi de dikkatimize ulaştırmıştır. Yazıyor ki, Sovyetler Birliği döneminde ciddi anti-Türk rejimine bakmayarak Azerbaycan’ın bilim insanları hayatlarını tehlikeye atarak M. Akif hakkında değerli eserler ortaya koymuşlardır. O insanlardan bir kaçının ismini söylemek makbule geçer. Örneğin; Ord. Prof. H.Araslı, Prof. Dr. P. Halilov, Prof. Dr. A. Abıyev, Prof. Dr. A. Nebiyev, Prof. Dr. K. Paşayev, Prof. Dr. V. Arzumanlı, Prof. Dr. A. Musayeva,, Prof. Dr. E. Cafer, Prof. Dr. C. Nagıyeva, Prof. Dr. A. Babayev vs. isimlerini söylemek mümkündür. 2005 yılında Türkiyeli yazar A.Tüylü Mehmet Akif’de Sosyal Problemler adlı eserini Azerbaycan Türkçesine çevirerek Bakı’da yayımlamıştır.
    M. Akif hakkında bu değerli eserin Birinci Faslı Edebi-İçtimai Muhit ve Mehmet Akif Ersoy adlanmaktadır. Eser müellifinin fikrince, Mehmet Akif’i daha iyi anlamak için onun yaşadığı döneme gitmek lazımdır. Bu fasılda yazar küçükbaşlıklara yer vermiştir. Örneğin Şairin hayatı, Edebi-İçtimaı Muhiti; bir de Şairin Yaratıcılığı.
    İlk küçükbaşlık altında verilen malumatta şairin hayatının en ince detayları ile tanış oluyoruz. Şairin annesi, babası yaşamı, ilk eğitimi vs.
    S. Gündoğdu’nun M. Akif’in yaratıcılığından söz açarken onun eline kalem alıp ilk eserlerini yazmasından konuşmuş ve demiş ki, şair ilk şiirlerini 17 veya 18 yaşlarında kaleme almıştır. Edirne’de baytarlık müfettişi olarak işe başladığında ilk gazellerini yazmıştır. Şairin ölümünden sonra yapılmış araştırmalarda yazılır ki, onun birçok şiirleri Safahat’a salınmamıştır. Araştırmacı S.Gündoğdu’nun yazdıklarından belli oluyor ki, Mehmet Akif ilk şiirlerini yazarken Bağdadi Ruhi’den etkilenmiş, Fars şairleri Sadi ve Hafız’ın, Türk şiirinin önde gelen isimlerinden olan Muallim Naci ve Abdulhak Hamit’in yaratıcılığına özel bir ilgi göstermiş, özel ve dini duyguları ifade eden şiirler yazmıştır. Yazar M. Akif şiirinin halk arasında bu kadar sevilmesini şöyle dile getirmektedir: “M. Akif azim ve metanet sahibi, korku bilmeyen, oldukça mütevazı bir insan idi. Kendisini göze sokmayı bilmezdi, sözü ve ameli aynı idi. Yalanı sevmezdi, yalancılara karşı mücadele ederdi. Onun bu karakterini Safahat eserindeki Asim şiirinde görmekteyiz:
    Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem,
    Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
    Biri ecdadıma saldırdı mı, hatta boğarım.
    -Boğamazsın ki,
    Hiç olmazsa yanımdan kovarım…

    Seriye Hanım Safahat’ın birinci cildinin edebiyat âleminde çok ses getirdiğini söylemiş ve bu hakta geniş makale yazan H. Sübhi Tanrıöver’in makalesinden söz açmıştır: “Safahat’ın en büyük değeri bize hasretini çektiğimiz benliğimizi göstermesidir.”.S.Gündoğdu Akif’in 1914 yılında Belin’e gedmesinden, o seyahatle ilgili notlarından, Doğu ile Batı hayatının özelliklerini mukayeseli şekilde anlatan “Berlin Hatıraları” eserinden söz açmıştır. Yazar şairin Berlin’den sonra Mısır’a seyahatinden, onun Hz. Muhammet Peygamber’in mezarını ziyaret etmesinden, şairin kaleme aldığından söz açmıştır. Bu bölümün sonunda S. Gündoğdu ölmez şairin edebiyat hakkında her dönem için önemli olan fikirlerini dile getirmiştir: “Edebiyat bu gün için içtimaiyatın gözünü açacak, ahlakını süsleyecek, bize edep dersi verecek özellikte olmalıdır. “ Kitabın yazarı M. Akif’in fikirlerine uygun olarak bu cümleleri dile getirmiş ve bununla da “Şairin Yaratıcılığı” bölümünü şöyle toparlamıştır: “Edebiyat “edeb” sözünden geliyor, bir terbiye aracıdır. Millet kendi şairinden çok şey umuyor. Eğer şair milletin derdini dile getirmezse, halkın derdiyle ağlayıp sevinci ile gülmezse böyle şairin yaratıcılık ömrü kısa olur. M. Akif’in bütün Türk Dünyası tarafından sevilmesinin sebebi de onun millet aşkı ile yanıp tutuşması olmuştur.
    S. Gündoğdu’nun eserinin 2’ci bölümü İçtimai Problemlerin Koyuluşu ve Edebi Yönden Araştırılması adlanmaktadır. Seriye Hanım bu bölümü aşağıdaki başlıklar halında vermektedir: 1. Eğitim meseleleri; 2. Cemiyette manevi değerler; 3. Avrupa ve Avrupa “kültürüne” münasebet; 4. Savaş ve milli mücadelenin edebi yönden tahlili; 5. Devletçilik ve Devlet idaresi.
    Yazar şairin eğitim hakkındaki fikirlerinden konuşurken onun dediği ölmez fikirlere müracaat ediyor: “Maarif… Maarif… Bizim için başka bir çare yoktur. Eğer yaşamak iste yirikse her şeyden önce maarife bakmalıyız. Dünya da maarifle, din de maarifle, ahret de maarifle. Her şey maarifle bağlıdır. Yazar diyor ki, M. Akif’in altıncı kitabı olan “Asim” eserinde onun ilme, maarife, irfana verdiği değer göz önündedir:
    Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı,
    Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı.

    Kitap yazarının fikrince şair milli mücadele yıllarında halka hitap ederken, camilerde vaazlar verirken, yazdığı şiir ve makalelerde maarifçiliğin ne kadar önemli olduğundan söz açmıştır. Şaire göre, ilimsiz ve cahil milletin geleceği yoktur.
    Mehmet Akife sevgi ve saygı yazılmış bu kitabın şairin eğitime verdiği değerle bağlı bölümünde önemli meselelere dikkat yetirilmiştir. Örneğin: aile-mektep-çocuk üçlüğü içerisinde geçirilen telim-terbiye meselesi. M. Akif’e göre çocuğu eğitmek küçük yaştan başlamalıdır. Şair cemiyetteki cahilliğin nedenini okulların yetersizliğinde görüyordu. Şair milletin cehaletten kurtulmayın yolunu ilimde ve öğretmende görüyordu. Şaire göre, öğretmen milleti ileriye götüren güçlü bir ordudur. Okulları dikkatten kenarda kalan, öğretmeni zayıflayan, ihtiyaç içinde yaşayan millet uçuruma yuvalanmaktadır. Şair diyor k, okul ve öğretmenlerin vazifesi öğrencilerine ilim vermektir. Kitabın yazarı M. Akif’in eğitim meseleleriyle bağlı fikirlerini ele alırken şairin aydın ve halk fikirlerine de dikkat yetirmiştir. M. Akif’e göre aydın fikirli insanlar halka onun anlaya bileceği şeylerden konuşmalı, onun duygu ve düşüncelerini ezip geçmemelidir. Kitapta şairin bu fikirlerine önem verilmiştir: Bizi kurtaracak yegâne çare maariftir, gerçek ve hakiki maarif. Ülkemize bun u getire bilsek, o zaman kurtuluruz. Maalesef, maarif ülkemize giremedi. Cahil halk yazıp okuyamıyor, yazıp okuyanlar ise ne dünyaya, ne de ahrete yaramayan bir sıra teori ile uğraşmaktadır”.
    Eğitim meselelerinden konuşan M. Akif bu işte komşu ülkelerin tecrübesinden söz açmayı da unutmuyor. Örneğin; Rus milletinden konuşurken onların ne kadar çalışkan olduğunu, Rus aydınlarının halkın menafiyi uğrunda gördükleri işlerden konuşmuştur. M. Akif’in aydın ve halk fikrinden yola çıkan S. Gündoğdu burada da M. Akif’in Rus aydın fikirli insanlarından örnek getirdiğini söylemiştir ve onun bu fikrini aşağıdaki gibi özetlemiştir: “M. Akif’e göre Rus halkının yüzde yetmiş faizi okuma-yazma bilmiyor, ama Rusya’daki aydınlar ısrarla halka taraf yönelmiş, onlarla yakından ilgilenerek sosyal bütünlüğü korumak yönünden halkı bilgilendirmeğe çalışmışlardır. Sonuçta Rus halkında belli bir ilerleyişin oluştuğunu, durumun değerlendirile bilecek bir duruma geldiğini söylemiştir.” M. Akif’in fikrince, ülkesinde aydın fikirli insanlar halkı göz ardı ederek faaliyet gösterir. Onun fikrince, halk için yazılan eserler başa düşülür şekilde yayımlıyor, halkın eğitim alması için istenilen yardım gösterilmiyor, aydınlar toplumun duygularına tercüman olamıyorlardır.
    S. Gündoğdu M. Akif hakkında yazdığı eserinde şairimizin cemiyetteki manevi değerlere münasebetini bildiren fikirlerine de yer vermiştir. Kitap yazarının fikrince, M. Akif “Fatih Kürsü” eserinde ahlak, marifet, fazilet konularını daha dolgun, ardıcıl şekilde göstermiştir. M. Akif ahlakın ve faziletin kaynağını dinden görmektedir. M. Akif’e göre, milletleri yaşatan esas amil milli ahlakı besleyen milli ruhtur, eğer ahlak çökerse millet mahıv olur. Şaire göre, cemiyette negatif hallerin çoğalması, cahillerin çoğalması ile ilgilidir.
    Kitap yazarının fikrince, M. Akif cemiyetteki manevi değerlerden konuşsa da kendisi de manevi yönden zengin bir insan olmuştur. Şair vefat eden arkadaşının beş evladını kendi evlatlarından ayırmamış, onları büyütmüştür. Bir de “İstiklal Marşı” için aldığı parayı kimsesiz çocuklar vakfına hediye etmiştir. Bunlar M. Akif’in manevi yönden ne kadar temiz bir insan olduğunu kanıtlamaktadır.
    M. Akif hakkında Azerbaycan’da basılmış bu kitaptan okuyoruz ki, şair cemiyetin temeli olan aile hayatına büyük önem vermiştir. Ona göre, mutluluk ve rahatlık yalnız aile hayatında mevcuttur. S. Gündoğdu şairin aile münasebetlerine, kadın hukukuna ithaf olunmuş eserlerinden söz açmaktadır. Kadının dövülmesini, boşanmamı “Emri İlahi” olarak kabul edenlere karşı çıkmakla cemiyeti kurtarmaya çalışan M. Akif kadına yüksek değer vermiştir.
    S. Gündoğdu’nun kitabının 2’i faslındaki bölümlerden biri de M. Akif’in Avrupa ve Avrupa “kültürüne” karşı münasebeti adlanır. Seriye Hanım asıl konuya –yani M. Akif’in Avrupa ve Avrupa “kültürüne” karşı münasebeti adlı konuya girmeden önce o dönemin Türkiye’sine kısa bir seyahate çıkıyor ve şunları dile getirmektedir: “Osmanlı İmparatorluğunun zayıflaması Avrupa’yı çok sevindirdi. Bir zamanlar Osmanlı padişahlarını gezdiren atların üzengisini öpmeği kendine şeref bilen Avrupalılar bu gün onun karşısında güçlü biri gibi durmuştur. Osmanlı Padişahının bir işaretinden korkuya düşen Avrupa kralları şimdi Osmanlı’nın zayıfladığını görüp onun iç işlerine müdahile ediyordular. Şimdi Avrupa’nın karşısında güçlü Osmanlı yok idi. “Medeniyet” maskesi altında “Savaş labüttür”, “Güçlü zayıfı ezer”, “Medeni milletler böyle olmalıdır” vs. siyasi sloganlar altında dünyanın dört yanında soykırımlar yapıyordular”. M. Akif Avrupa’nın İslam ülkelerindeki bu zulme karşı “Hakkın Sesleri” adlı kitabında hak sesini yüceltmiştir. Şair Fransızlarla savaşan Almanların çalışmakla uğur kazandığını ve bunun aynı zamanda halkla aydın fikirli insanların sağlam münasebet sonucunda olduğunu dile getirmiştir. S. Gündoğdu yazıyor ki, M. Akif ilim ve teknolojiden konuşurken ilkin olarak milli ruha üstünlük vermiştir. Bu hakta o Japonların gördükleri işlere değer vermiştir. Şairin fikrince, Japonlar Batının elim ve teknolojisinden istifade etmişler, fakat taklit etmemişler. Onlar bunu manevi değerlerine esaslanarak ona uygun şekilde hayata geçirmişlerdir. Şair “Süleymaniye Kürsüsünde” adlı eserinde Japonların uğur kazanmaları ile eşit olarak Türklerin geri kalmalarının nedenini de açıklamıştır.
    S. Gündoğdu’nun kitabında M. Akif’in bu günle çok sesleşen bir bölümü de var. Rusya’nın elinin altında inleyen Müslümanların durumu. Kitabın yazarı şunları söylemektedir: Şair “Süleymaniye Kürsüsünde” adlı eserinde vaizin dilinden Rusya’yı tasvir etmiştir. Düşünen başlar kesilir, “medeni” Avrupa ise görmemezlikten geliyor. Bütün bunları M. Akif manzum şirinde böyle ifade etmektedir;
    O zaman Rusya’da hâkimdi yaman bir tazyik,
    Zulmü sevdirmek için var mı ya bir başka tarik?
    Düşünen her kafanın mutlak ezilmekti sonu!
    Medeni Avrupa bilmem, niye görmezdi bunu?

    Evet, bu mısralar içimizi sızlattı. “Medeni” Avrupa bu gün Müslümanların, Türklerin hem sevinçli, hem kederli günlerine karşı sorumsuz olmaları bizi çok üzdü. Hocalı soykırımı Avrupa’nın umurunda değil, ama Avrupa Ermenilerin olmayan soykırımına “gözyaşı” dökmektedir. Keşke Mehmet Akif yasasaydı ve bunları görseydi…
    M. Akif’e ithaf olunmuş bu kitapta M. Akif’in yaratıcılığında savaş ve milli mücadelenin edebi yönden yansıması da vardır. Şaire göre, Osmanlı toplumunu sosyal çöküşe uğratan faktörlerden biri yoksulluk ve bir de devleti zayıflatan savaşlar idi. Birinci Dünya Savaşı, Balkan Savaşı vs. felaketler şairin şiirlerinde gösterilmiştir. Bildiğimiz gibi, 1914 yılındaki I.Dünya Savaşında Osmanlı Devleti zorla savaşa sürüklenmişti. Bu fırsatı elinden kaçırmayan Rusya Doğu Anadolu’ya hücum ederek orada çok yerleri işgal etti. Batı Devletleri de Rusya’dan geri kalmadılar, onlar da Çanakkale Boğazına girmeğe çalıştılar. 1918 yılında Mondros sözleşmesi ile Osmanlı İmparatorluğu çöktü. O günlerde Prof. Dr. M. Ergin yazıyordu: Kılıcın simgesi şanlı Türk Ordusu adına Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal Atatürk, kalemin simgesi ise “Şehitler Destanı”, “Çanakkale Destanı” ile Mehmet Akif idi. S. Gündoğdu yazıyor ki, o zorlu günlerde Mehmet Akif Batıcıları, İslamcıları, Türkçüleri ve bütün aydınları milli birlik uğrunda birleşmeğe çağırıyordu. O günlerde M. Akif o günlerde Osmanlı’nın acı günlerini kaleme alıyordu. Şair yazıyordu ki, Osmanlı yeni ayrılmış balkan devletlerine mağlup olmuş, o günlerde Rumeli adlanan topraklarda yaşayan binlerce Türk’e soykırım yapılmıştı. O günlerde Vardar nehrinin suları kandan kıpkırmızı idi. Dağlar, taşlar “kırmızı ufukların altında her şey kıpkırmızı idi”.
    O günlerde Sırplar, Hırvatlar camileri hayvan ahırına çevirir, binlerle Müslüman Türkünün imzasını taşıyan şah eseri yok ediyordular. Balkanlardaki dehşete sabır edemeyen Mehmet Akif “bu insanlık dramını” yürek ağrısı ile kaleme almıştır. M. Akif hakkındaki kitabın yazarı S. Gündoğdu XX.asrın başlarında Balkanlarda Türklerin başına getirilen bu olayları XX. Asrın sonlarında Karabağ’da yaşayan Azerbaycan Türklerinin başına getirilen olaylarla karşılaştırır. Biz de ona cevap olarak diyoruz ki, her zaman M. Akif’in dediği gibi, Batılıların kışkırtmasıyla başlayan bu olaylar Her zaman Türklerin faciasıyla sonuçlanmıştır, her dönemde de Batı bu olayları kenardan sakince seyir etmiş, müdahile etmemiş, bir kelime de söylememiştir.
    M. Akif ise bu olaylara sorumsuz kalmamıştır, yaşasaydı bu gün de kalemini kalbinin kanına batırarak ülkesinin ve Türk Dünyasının derdini dünyaya iletirdi.
    Seriye Hanım Çanakkale müjdesinin alan M. Akif’in sevincini güzel, anlamlı cümlelerle ifade etmiştir. Yazar der ki: “Çanakkale Destanı” eseri bu savaşta şehit ve gazi olan askerlerin hatırasına yüceltilmiş en büyük abide idi:
    -Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber,
    Sana iki aguşunu açmış duruyor Peygamber!

    M. Akif hakkında bu değerli eseri yazan S. Gündoğdu şairin İstiklal Marşı’ndan söz açarken şunları söylemektedir:-Bu eserde köke bağlılık, birlik, hem fikir olmak, Türk-İslam maneviyatı, vatan, millet, bayrak sevgisi vardır.
    Yazar M. Akif’in devletçilik ve devlet idaresi fikirlerini bir başlık altında toplamıştır. Şairin bu mefhumlar hakkında fikirlerini anlatırken yazar şairin Kuranı Kerim’deki devletçilik ve devlet idaresi hakkındaki fikirlerine istinat etmiştir. Şair devletten konuşurken devlet başçısının en önemli vazifelerinden olan adaletin yerini bulmasından konuşmaktadır. Gündoğdu yazıyor ki, M. Akif “Asim” mesnevisinde şunları yazmaktadır: Sadece idarenin başında duran insan dürüst olmamalıdır, etrafındaki insanlardan da bunu talep etmelidir. M. Akif’in fikrince, devletin temel görevlerinden biri de vatandaşlarının kanuna uygun davranmaları için şerait yaratması, cemiyete zarar veren şahıslar hakkında gereken hukuki tedbirler görmesidir.
    S. Gündoğdu’nun M. Akif hakkında yazdığı eserinin son bölümü M. Akif’in İçtimai-sosyal Konulu Şiirlerinin Sanatkârlık Özellikleri hakkındadır. Yazar bu fasılda ilk önce şairin şiirlerinin içerik, forma ve türlerinden, İstifade ettiği aruz formalarından, Dil ve üslup özelliklerinden sohbet açmaktadır.
    Seriye Hanım ilk önce şairin “Sanat cemiyet içindir” fikrine önem vermiş, şairin sözleriyle bu fikri bir daha onaylamıştır: “Cemiyete, insanlara hayır vermeyen sanat yerin dibine batsın”. S. Gündoğdu der ki, şair ömür boyu bu düşünce ile yaşamıştır, aynı zamanda şair edebiyatın cemiyetteki rolünü yüksek değerlenmiş, onun etki gücüne inanıyordu. M. Akif’e göre, konunun seçilmesi ve düzgün istifade edilmesiyle beraber fikrin etkili tasviri de yaratıcılığın önemli şartlarından biridir. Tasvirlerde esas maksat olayı eşyalar aracılığı ile vermektir. Örneğin, dilencinin sefaletini göstermek için o zavallının evindeki bütün çıplaklığı ile merhamet uyandıracak ne kadar eşya varsa onları göstermek daha etkili olacaktır.
    S. Gündoğdu’nun fikrince M. Akif eserlerini en çok sevdiği aruz vezninde yazmıştır. M. Akif’in şiirlerinin dil ve üslup özelliklerinden konuşan S. Gündoğdu bu konu ile ilgili şunları yazmaktadır: M. Akif’in yaratıcılığında Türk dili bütün güzelliği ile öz aksini bulmuştur. M. Akif Türk dilini aruza en mükemmel uygunlaştıran sanatkâr idi. M. Akif dilde sadelik taraftarı idi. İlk şiirlerinde Arap, Fars kelimeleri kullansa da çağdaş şairlerden farklı olarak şiirlerini halk arasında istifade olunan konuşma dilinde kaleme aldığını görmekteyiz. Aynı zamanda M. Akif büyük sevgi ile ömrü boyu sanat felsefesine sadik kalmış, şiirlerinde işlediği bedii ifade vasıtalarının tabii ve gerçekliğe uygun olmasına çalışmıştır. O eserlerinin daha etkili ve güzel olması için bedii ifade vasıtalarından maharetle istifade etmiştir.
    Genç araştırmacı Seriye Gündoğdu Türk Dünyasının büyük şairi Mehmet Akif’e sevgi ve saygı ile yazdığı bu eser üzerine çalışırken çok sayıda çeşitli dillerde edebiyattan istifade etmiştir. O Azerbaycan ve Türkiye Türkçesiyle, Rus ve İngiliz dillerinde çok sayıda edebiyattan kaynaklar almıştır. Eserin sonunda M. Akif’in hayat ve faaliyetini aks ettiren resimler de vardır.
    Sonuca gelmeden onu da diyelim ki, Bakı’da faaliyet gösteren Kafkas Üniversitesi 2013 yılının Mayıs ayında Türk Dünyasını Işıklandıranlar: M. Akif Ersoy ve Hüseyin Cavit konulu Uluslararası sempozyum düzenlediler, o sempozyuma dünyanın dört tarafından Mehmet Akif Ersoy ve Hüseyin Cavit sevdalıları gelmişti. Bu sempozyum bir daha kanıtladı ki, Azerbaycan Türklerinin M. Akif’e dünya boyda sevgisi ve saygısı vardır. Sempozyumun düzenlenmesinde Mehmet Akif Ersoy kitabının yazarı Dr. Seriye Gündoğdu’nun büyük emeği vardır.
    Eserin “Sonuç” bölümünden sonra “Son Söz Yerine” isimli yazını Dr. Raşit Tahmezoğlu yazmıştır. Bilim insanı Mehmet Akif’ten sevgi ile konuşuyor ve bunları dile getirmektedir: Azerbaycan okurları M. Akif’i şimdiye kadar “İstiklal Marşı” şairi gibi tanıyordularsa, Türkoloji’mize kazandırılan bu eser sayesinde Mehmet Akif’e Safahat ışığında bakacak, onu saygı ile anacaklar. Bu sevginin yolu ebediyete kadar uzayacaktır.
    Biz de bu fikirlere ortak olduğumuzu söylüyoruz ve diyoruz ki, öyle eserler Türk dünyasını kaynaştıracak, dünyada yaşayan Türklerin kalbinde Mehmet Akif’e büyük bir sevgi ateşi yakacaktır. Ne kadar ki, Türk Milleti var onun büyük şairi, azatlık mücahidi Mehmet Akif Ersoy da vardır. Artık Mehmet Akif Azerbaycan Türklerinin de evladıdır, o Azerbaycan şairidir.

  • Yalçın YÜCEL.Muhteşem şiirler

    175054_178868168822977_4360000_o

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    BAYRAMDA AÇAN ÇİÇEKLER

    Her bayram
    Çocukluk günlerim gelir karşıma
    Anılarım kokar burnuma
    Fırından yeni çıkmış
    Ekmekler gibi

    Başucumda
    Birlikte yattığımız o siyah ayakkabılar
    Başlarını uzatıp bakışırlar sanki
    Eski bir dost gibi gözleri

    Her bayram
    Nice sevinçlerim
    Fırlayıp kalkarlar yataklarından
    Dağlara öte koşarlar
    Tutarak duygularımın elinden

    Böyle bir bayram vardır içimde yaşayan
    Barış ve sevgiyle kol kola
    Dışları süslenmiş insanlardan uzak
    Böyle bir bayram işte

    Bilebilir misiniz ki
    Hangi yoksul nasıl güler
    Nasıldır düşünce sofraları
    Sözcükleri belki de bir dilenci gibi dökülür

    Böyledir bendeki bayramlar
    İçtiğim su gibi olsun isterim
    Kandırsın beni bir güzel gibi
    Çekiştirsin dostluğun sıcaklığına

    Dargınlık yok diyor yaratan da
    Nedir o zaman içimizde yatan o karanlık
    Belki öbür bayram, ya da öteki diyorsun
    Yaşayacak mısın ki, ne kadar daha, ne kadar?

    SEVDİM Mİ

    Ben seversem, tam severim
    Acıkmış bir çocuğun ısırması gibi,
    Tırmanışı gibi bir dağcının,
    Özgürce koşar şu bendeki yürek.

    Sevdam desen,
    Derin izler bırakıp da geçer.
    Yeter ki, sevsin bu gönlüm,
    Mayhoş bir durum alır yaşamım.

    Dost deyince de böyleyimdir,
    Tam isterim bu duyguyu.
    Ne bir yaprak gibi büzülsün,
    Ne de kaçıp gitsin gerçeklerden.

    Bu yüzden belki de,
    İşte bu yüzden, pek dost tutamam.
    Yüzler maskeler gibi sahteleşir karşımda,
    Ararım, hiç değilse, bir iki insan.

    Ben seversem, tam severim,
    Çalarım kapısını, hem de sertçe.
    Sözcüklerim, durgun bir su gibi dökülür içimden,
    Yüreğim, bir sofra gibidir açılır.

    Bilirler ki,
    Sevdam sevdikçe büyür benim.
    İçimde ise geçilmez bir orman vardır,
    Böyle severken, tam severim.

  • Yalçın YÜCEL.Muhteşem şiirler

    175054_178868168822977_4360000_o

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    NE DİYEM

    Çocukluğumu daha yaşamadan
    Zaman çekiştirdi tutup elimden
    Hızlı bir tren gibi geçti günler
    Dönüp de bakmadıysa bir
    Şimdi günlere ben ne diyem?

    Gül tomurcukken bir gelin gibidir
    Duvağını biraz açsa solgunlaşır yüzü birden
    Çok sürmeden de dökülür yaprak yaprak yerlere
    Ne desem ki, gül fidanı bu
    Hep öylece kal diyemem ki

    İnsan demişiz, akıllı bir canlı
    Niyedir öyleyse yüreklerden dökülen bu kötülük
    Bunca savaş, bunca acı
    Ben de bir insanım işte
    Şimdi sana ne diyem?

    Çöl yağmura hasret
    Yağmursa çöle
    İnsan sevgiye
    Sevgi kavuşmaya
    Düşünüyorum da, hangisine ne diyem?

    Şu koca evren ne gizemlerle dolu
    Hangisini gördün ki, hangisine ulaştın
    Gerçek olan var ki, tanıyabildin mi kendini önce
    Dünyanın malı senin olsa ne çıkar
    Ne diyem, bilmem ki şimdi?

    KALEM YAZARSA

    Bu gece
    En acılı sözcüklerim dökülecek kalemimden
    Mısralar
    Üşüdüğünü duyacak belki de ilk kez

    Bu gece
    Ya da sonra ki
    Çalacak kulak kapımı
    Ürkek bir ceylan gibi sesin

    Ellerin
    Yeniden yoklayacak
    Yürek cebindeki sevdanı
    Ve saçılacak her yana, üzüm taneleri gibi duyguların

    Demiştim
    Bir başka yazacağımı bu gece
    Adını bir başka koyacağımı
    Bir başka bu gizil sevginin

    Bir başka demiştim
    Bu gece bir başka
    Kalemimden anlamıştım bunu
    Ortalığın bu kadar karışacağını da bilemedim

  • Harika UFUK.Muhteşem şiirler

    huh

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Aşkımızın Damgası

    Öteledim elimin tersiyle
    Beni üzen, yoran, yıpratan ne varsa…
    Yelken açtım yeni ufuklara;
    Özlediğim
    Dostluğa, barışa, güzelliğe…

    Gözlerimden geçen ak yelkenli
    Ak köpükle karıştı uzaklarda
    İki el kenetlendi
    Geçmişten geleceğe
    Ilık rüzgârlar esti kirpiklerimden
    Düşler ülkesine…
    Denizin dalgalarını birer birer katladım!

    Geceler siyah değil,
    Aklaştı tertemiz aşkınla.
    Aydınlandı artık gelecek günler…
    Gümüşten sözler döküldü
    Yakut dudaklardan,
    Zümrüt gözlerden ise inciler…

    Gitme, bekle!
    Yalnızlığı beraber yolcu edelim.
    Tut ellerimi hadi,
    Bastır yüreğinin üstünde…
    Bir mühür gibi
    Damgası olsun aşkımızın!

    KIBRIS (GİRNE – CRATOS OTEL)
    28 AĞUSTOS 2011
    SAAT: SABAH

    Atalarından Emanettir

    Türkçene sahip çık, çok sev dilini,
    Dilin emanettir atalarından!
    Hor görme köyünü, güzel ilini,
    İlin emanettir atalarından!

    Tanı milletini, şanlı ordunu,
    Canından aziz bil, çok sev yurdunu,
    Fark etmen gerekir, kuzu kurdunu,
    Gülün emanettir atalarından!

    Vatanın bağrında karlı dağların,
    Bereket kaynağı yeşil bağların,
    Tarihler boyunca şanlı çağların,
    Yolun emanettir atalarından!

    HARİKA’M milletle güzeldir seyran,
    Dağı, taşı güzel, hayranım, hayran,
    Türkmen güzeli ver yayıktan ayran,
    Tülün emanettir atalarından!

    Adana.20.11.2008.Saat: 09.10

  • Harika UFUK.Muhteşem şiirler

    huh

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Âşık Olmak İstiyorum

    Öyle susadım ki sevgiye, aşka,
    Ben âşık olmayı çok istiyorum.
    Duruşun, bakışın, gülüşün başka,
    Ben âşık olmayı çok istiyorum.

    Herkes muradını felekten aldı,
    Geride yüreğim pek mahzun kaldı,
    Yalnızlık içime ateşler saldı,
    Ben âşık olmayı çok istiyorum.

    Yalandan aşklara karnım tok benim,
    Hasret yüreğimde sanki ok benim,
    Kırdın, üzdün ama kinim yok benim,
    Ben âşık olmayı çok istiyorum.

    İnsan yüreğinin tektir sahibi,
    Sevda okyanustur görünmez dibi,
    Yusuf’unu seven Züleyha gibi,
    Ben âşık olmayı çok istiyorum.

    Ömür geçse bile gurbet ellerde,
    Bu muhabbet destan olsun dillerde,
    Elde saz, dilde söz, tozlu yollarda,
    Ben âşık olmayı çok istiyorum.

    Harika aşkını yaşa diyorum,
    Yazılan gelirmiş başa diyorum,
    Ayağın değmesin taşa diyorum,
    Ben âşık olmayı çok istiyorum.

    Aşkı Yüreğime Artık Sığmıyor

    Sevdiğim bambaşka, o benim devim,
    Aşkı yüreğime artık sığmıyor!
    Hayranıyım; sevmek, saymak görevim,
    Aşkı yüreğime artık sığmıyor!

    Özlem oğul verdi, büyür ay gibi,
    Kalbimin sadece odur sahibi,
    Bakışları serttir, yumuşak kalbi,
    Aşkı yüreğime artık sığmıyor!

    Harika özlemin destanını yaz,
    Mevsimleri unut, deme bahar, yaz,
    Hasreti üşütür, adeta ayaz,
    Aşkı yüreğime artık sığmıyor!

    Adana.2012

  • Cüzcan KOŞTEPE.”BEN SENİN OLAYIM”

    Humar gözlerini sevdiğim dilber
    Vasfını söyleyen dil benim olsun
    Saçları uzanmış ince beline
    Omuzunda kalan tel benim olsun

    Ay doğmadan aydınlatır yanağı
    Çiyler çarpmış kiraz gibi dudağı
    Beraber gezelim bahçe ve bağı
    Boynuna sarılan kol benim olsun

    Güzel dediğiniz böyle olmalı
    Dilinde toplanmış has Anzer balı
    Reyhan kahkülleri ipek misali
    Düzeltip tarayan el benim olsun

    Hindistan sürmesi çekmiş kaşına
    Güzellik tacını koymuş başına
    Türkistan’dan bir gül girmiş düşüne
    Düşte hoşlandığı gül benim olsun

    Gönül ovasından dolaşıp geçer
    Zülfünden bin türlü kokular saçar
    Badı saba eser göğsünü açar
    Sabahlayın esen yel benim olsun

    Süzer gözlerini yine uyanmış
    Samedoglu görüp bir huri sanmış
    Divane yüreğim yanmış da yanmış
    Derdinden çağlayan sel benim olsun

    3/9/2015 Afganistan

  • İsmail Hakkı ACAR.”ZARALI HALİL SÖYLER”

    Asıl adı Halil Çataltepe olan Halil Söyler, Zara’nın yetiştirdiği en meşhur şahsiyetlerden birisidir. Halil 1906 yılında zayıf, çelimsiz ve kambur bir çocuk olarak dünyaya gelir. Ömür boyu yakasını bırakmayan bu çelimsizlik nedeni ile “ince Halil” olarak da bilinmiştir. Babası Halil İbrahim, annesi Gülsüm Hatun’dur. Zayıf bir bebek olduğu için annesi onu hep “İncik Yavrum” diye sevdi. Bu yüzden yakınları onu “İnce Halil” ya da “İncik Halil” diye bilirler.
    Önce annesini, sonra da babasını kaybedince Sivas’ta Yetiştirme Yurduna yerleştirilmiştir. Burada bağlama çalmayı öğrenmiş ve müziğe olan ilgisi artmıştır. Ama onun kulak eğitimi ve müzik aşkı asıl annesinin kucağında başlar. Annesi okuma-yazma bilmez ama zengin bir halk kültürüne sahiptir. Anlattığı masallar, düzdüğü maniler zevkle dinlenir. Zaralı Halil bu güzellikler içinde büyür. Bir yanda doğanın hırçın yüzü vardır; verimsiz topraklar, ağaçsız yalçın dağlar ve uzun kışlar. Bir yanda da insanı sımsıcak saran masallar, maniler, Zara kilimleri, el işlemeleri… Sanatçı bu zıtlıklar içinde yaşar. Onda aşılmaz dağlar aşılır, geçilmez Kızılırmak geçilir, varılmaz yerlere varılır.
    Yurttan ayrıldıktan sonra Zara’ya döner. Saz çalmayı ilerletmiş olan Halil, yanık ve gür sesi ile sıra gecelerinin, düğünlerin ve eğlence merkezlerinin aranılan ismi olur. Zaralılar, hemşerileri Halil’e kucak açarlar. Artık Zaralı Halil olarak tanınmaya başlar. Halil, şöhret basamaklarını tırmanmaya başlamışken askere alınır.
    Askerlik yapıp geldikten sonra düğünlerde çalıp söyler olur. Müzik formasyonunda Sivaslı Hafız Halit, Feryadi Hakkı ve Divrikli Nuri Üstünses önemli rol oynamışlardır. Daha sonra Malatyalı Fahri, Erzincanlı Şerif ve Diyarbakırlı Celal ile meşk etmiştir. Çevresinin de etkisiyle “Karlı Dağlar Karanlığın Bastı mı” adlı taş plak ile Diyarbakırlı Celal Güzelses’in “Karagözler” türküsünü okuduğu plakları doldurduktan sonra “Zaralı Halil Söyler” adını alır ve doğduğu yer ile anılan sanatçılar kervanına Halil de katılır.
    Halil Söyler’i hem bir halk şairi olarak hem de Türk Halk Müziği sanatçısı olarak ele almak gerekir. Zara, her ne kadar Kangal ve Divriği folkloruna yakın örnekler çıkarsa da Halil Söyler, farklı musiki anlayışıyla karşımıza çıkar. Halil Söyler, türkülerinde ince saz dediğimiz enstrümanlarla popüler olmuştur. İnce saz ise keman, klarnet, cümbüş ve darbukadan oluşur. Bunda o zaman Zara’da düğünlerde çalan “Cindeler” dediğimiz gurubun büyük etkisi vardır. Okuduğu türküler, o dönemin belli isimleri Diyarbakırlı Celal Güzelses, Malatyalı Fahri Kayahan ve Urfalı Hacı Baki Yurtsever’in okumuş oldukları türkülerle aynı tarzda olmuş, aralarında büyük etkileşim olmuştur. 1945-1958 yılları arasında okuduğu plaklarına Erzurumlu Haydar, Şükrü Tunar, Malatyalı Fahri gibi dönemin ünlü saz sanatçıları eşlik ettiler. Bundan cesaret alarak Zehra Bilir, Muzaffer Akgün, Nurettin Dadaloğlu gibi sanatçılarla birçok yerlerde konserler verdi. Konserler ve plak çalışmaları gibi nedenlerle uzun bir süre memleketinden ayrı kaldı. Zaralı Halil’in eserlerini radyoda Neriman Altındağ, Nermin Yapar, Zehra Bilir gibi sanatçılar icra etmişlerdir.
    Muzaffer Sarısözen tarafından derlenip TRT repertuarına kazandırılan 8 türküsü vardır. Bazı türküleri de başka sanatçılar tarafından sahiplenilmiş ve başka yörelere mal edilmiştir.
    Zaralı Halil her hikâyeye bir türkü yakmış ve bunu en içten yöre tavrıyla okumuştur. Türküler insanların yaşadıkları bölgelerle doğru orantılıdır. İnsanlar buradaki duygularını yaşama biçimlerini sevinç ve kederlerini dörtlüklere dökmüş sonra da türkülere dönüştürmüşlerdir.
    Halil nişanlıdır. Nişanlısına haber göndererek akşam görüşmek ister. Kız da, Halil’in evin damına gelmesini, kendisini bacadan içeriye alacağını söyler. Akşam Halil bacaya gelir ve gizlice bacadan içeriye girer. Kız Halil’i gizlice mutfağa alır.
    Nişanlısına boş gelmek istemeyen Halil çarşıdan kuru leblebi ve siyah üzüm almıştır. Kız Halil’i karşılayınca elindeki paketi alır ve mutfakta rafa yani teveğe koyar, kendileri de teveğin dibine oturarak sohbete başlarlar. Bu arada kızın babası mutfakta bunları yakalar ve Halil’i dövmek ister. Halil eline ayağına kapanır, yalvarır. Adam, Halil’in güzel türkü söylediğini bildiği için, “Bir türkü söylersen seni affederim” der. Bunun üzerine Halil oracıkta şu türküyü yakar:

    Tevekte üzüm kara
    Salkımı düzüm kara
    Ben yâre gidemiyom
    Elim boş yüzüm kara.

    Dama vurdum çatmayı
    Seslen gelsin Fatma’yı
    Fatmam nerden öğrenmiş
    Çarşaftan kol atmayı.

    Zaralı Halil’e birisi gelerek, “Kızımı doktora götüremediğim için genç yaşta öldü. İçerim yanıyor. Kızıma bir türkü yaksana” demiş ve o da hemen;

    “Köy güzeli Gülhanım
    Köyü sardı figânım
    Baba gözün kör olsun
    Tutmaz oldu her yanım”

    Köyün sığır çobanı bir kız sevmiş ve köyün ileri gelenleri önayak olup iki genci evlendirmeye karar vermişler. Köyde düğün hazırlıkları yapılmaktadır. Düğün başlar. O yöreye has bir şekilde damat giydirilir. Başına kırmızı fes, sırtına da kırmızı “Damat biniş”i takılan damat ve samen ekibi gelin almaya gitmek üzereyken, köyden birisi gelerek, sığırın içindeki iki tosunun kavgaya tutuştuğunu, onları kimsenin ayıramadığını, gelip çobanın ayırmasını söyler. Çünkü her zaman kavga eden bu iki tosunu çoban araya girerek ayırmaktadır. Damatlık elbiseleriyle hayvanların yanına gelen çobanı tosunlar tanımaz ve her zamanki gibi ayrılacaklarını sanarak araya giren çobanı iki tosun da boynuzlarıyla vurarak yaralar. 3 gün sonra çoban ölür. Bunun üzerine Zaralı Halil;

    “Bugün günlerden cumadır cuma
    Yâr hamama gidip kınanı yuma
    Ben seni sevmişim kimseye deme
    Zalim celep vurdu yaram var benim.

    Bu gün de günlerden Cumartesi
    Başında terlik güzeldir fesi
    Sol böğründen çıktı nefesi
    Zalim celep vurdu yaram var benim.”

    Bir konser turnesinde Zaralı Halil’e “Nerelisin? Derler. O da türkü ile cevap verir.
    “Bahçelerde bal erik
    Dallarını eğerik
    Bize Zaralı derler
    Biz güzeli severik.”

    Zaralı Halil şöhrete ulaşmıştır. Uzun süre ailesinden ayrı kalır. Bir gün “Halil Söyler öldü” diye yayarlar Bu söylenti sanatçıya Malatya’da iken ulaşır. Bunun üzerine aşağıdaki türküyü yakar

    Köse Dağı Esen Yeller
    Yağar Yağmur Akar seller
    Üç Bacının Bir Kardeşi
    Gurbet Elde Ölmüş Derler

    Öle Öle Bacın Öle
    Bacın Sensiz Ne Gün Göre

    Geniş ağzı, kamburumsu eğri omuzu, palabıyıkları ve kulaklarına kadar indirdiği fötr şapkasıyla kollarını sallaya sallaya yürüyüşü ayrı bir dünyanın insanıymış gibi görünürdü ama bunun yanında çok tatlı, yanık, ince, içli ve de dokunaklı sesi vardı.
    Kamer Hatun’la evli olan Halil Söyler’in dokuz çocuğu olmuştur. 15 Ocak 1964’te Zara’da kalp yetmezliğinden vefat etti. Hayatı ve eserleri ilk defa İsmail Hakkı Acar tarafından 1975 yılında “Zara Folkloru” isimli kitapta yayımlanmıştır.

  • Ahmet Divriklioğlu (Tufan).”MAHZUN TURNALAR GEÇER”

    Tanrı dağlarından ince yel eser
    Tuna’nın köpüren yüzünü öper
    Şahittir cümle canlı
    Yardır, gül kokar endamlı
    Yıllar var ki hasretiz, gönlüm gamlı
    İçimden mahzun turnalar geçer

    Mahzun turnalar geçer
    Pir-i Türkistan semalarından
    Su içerler Issık Gölden, Ceyhundan
    Domurur alınlarından ter
    Derim: kader neden bize küser
    İçimden fırtınalı bulutlar geçer

    Gözlerimin önünden tarih geçer
    En önde Börteçine
    Ardında Asenalar, Kürşadlar saf tutarak ilerler
    Atilla mızrak vurur Avrupa’nın kalbine
    Korkut Ata, Oğuzhan’a baht diler
    İçimden bin çadırlı Türkmenler geçer

    Hunlar geçer, Göktürkler geçer
    Peşinden Avarlar, Hazarlar, Uygurlar geçer
    Karahanlılar, Gazneliler at teper
    Selçuklular, Harzemşahlar, Altınordalar
    Timur, Babür, Osmanlılar
    İçimden öfkeli, gür naralar geçer

    Kafkaslardan, rüzgâr kanatlı küheylanlar geçer
    Ceylan endamlı taylar peşinde
    Çelik bilekli çeriler, üstünde
    Islık çalar gökte oklar
    Boşalır kirişler, sadaklar
    İçimden yalınkılıç alperenler, Alparslanlar geçer

    Boğazdan gemiler geçer
    Gün devrilir, asır geçer
    Tarih geçer gözlerimin önünden
    Mohaç’ta, Çanakkale’de, Sakarya’da
    Ben vardım, ben
    Ve
    Mahzun turnalar geçer şimdi içimden
    Mahzun turnalar geçer gök kubbemden
    Mahzun turnalar geçer……….\

  • Yalçın YÜCEL.”KÖYLÜ DURSUN”

    175054_178868168822977_4360000_o

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Horoz ötümüyle yekindi yatağından. Yamalığı en az olan şalvarını giydi o gün. Usulca yerdeki yatakların yanından geçiverdi. Fazla gıcırdamasın diye, sığacak kadar açtı kapıyı. Bir yılanın yerde sürünmesi sessizliğinde süzüldü dışarıya. Uzun uzun gerinerek soludu sabahı. Bir kayanın üzerine oturup, tezek kokan tek odalı evine baktı. Karıları ile birlikte tezekten örmüşlerdi onu. Üstüne sarı toprak taşımıştı günlerce. Bittiği gün sanki dünya onların olmuştu. Çocukların gözlerindeki aydınlık, serçelerin cıvıltıları gibiydi. İnsanın kendi evinin olması, sırtını sağlam bir kayaya dayamaktan farklı değildi. Tezekten de olsa, tezek de koksa koynuna sokulacak bir sıcaklıktı o ev. Ama her şey bir evle bitmiyordu. Üç beş keçi, birkaç tavuk ve ara sıra gidilen toprak işçiliği yetmiyordu artık onlara. “Şehre gedek be Dursun, biz de çalışırık olur gider.” demişti üçüncü karısı Hüsniye. Düşünmüş, taşınmış karar vermişlerdi hep birlikte. “Önce ben gedem, bir görem, iş var mıdır?” demişti günler öncesi. Bunun için şehre gidecekti bugün. Hüsniye’nin getirdiği sütü hızla yudumladı. “Çocuklar sana emanet Hüsniyem; hele ben bir gedem, iş bulduğumda gelir sizi de götürrüm.” “Olur” dedi Hüsniye. “Yolun açık olsun, güle güle gedesin herif, Allah kısmetimizi artırsın inşallah.” ”Amin” dedi uzunca. İçinde ısınan bir umutla yekindi yerinden. Kapıya dönüp baktı bir kez daha. “Kalkmadılar. Uyurlar hepsi de.” dedi Hüsniye. Bahçelerin yanından hızla yürüyüp geçti. Köyün altından geçen, şehir yoluna geldiğinde minibüs dolmuştu bile. Koltukların yanındaki boş yere çömeldi hemen. Şoför kendi gibi yere çömelen diğer adama da dönerek, “Sizi şehre girmeden önce indiririm, oradan öte yürümeyi kabul ediyorsanız tamamdır, yoksa inin.” Kendi gibi, yanındaki de kabul etti bu durumu. Her zaman aynı olan bir durumdu bu zaten. Şehre yakın polis denetimi olduğundan fazla yolcu böyle giderdi de, yine de sürerdi bu yanlış.
    Gökyüzüne kavak gibi uzayan binaları görünce, şehre geldiğini anlamıştı Dursun. O gün nedense daha uzak bir yerde bıraktı minibüs. Tozlu yolları yürürken içine bir korku düştü. Gittikçe de büyüyordu bu korku. Koca şehir sanki üzerine üzerine geliyordu. Sesler ne kadar da çoktular öyle. Keşke gelmeseydim diye düşünürken, adına apartman dedikleri binaların yanı başında buldu kendini. Yeni bitmiş, on iki katlı bir apartmanın tam da önündeydi. En üst katını göreyim derken az kalsın düşüyordu. “Vay be!” dedi içinden. “Nasıl dikmişler bu binayı böyle?” Hızla uzaklaşmak istedi önce. Biraz ötede geri durdu. “Olmaz Dursun, olmaz. Bu löküs binada sana kapıcılık düşürürler mi heç.” “Niye düşürmesinler? dedi bir ses. Geri döndü. Elinden geldiğince yavaş hareket ediyordu. Kapının önünde, çalışanlara bağırıp duran kravatlı adama takıldı gözleri. Çekingenliği daha da arttı. Ayakları titremeye, yürek atışları hızlanmaya başlamıştı. Tam geri dönecekti ki bir ses tüm sessizliklerin üstünü kapatıverdi: “Kimi ararsın, neye bakarsın be adam?” Köyünün dağları geldi o an usuna. Boynunu doğrultarak: “Beyim, ben kapıcı olmak istiyom da!” “Hiç kapıcılık yaptın mı bir yerde?” “Yok beyim, köyümde çalıştım yalnızca.” “Hangi köy lan?” “Topraklar köyü beyim.” “Neredeymiş bu köy?” Hösiin ağanın köyü beyim.” “Ulan, Hösiin ağa kimdir?” “Aman beyim öyle dime, yerin kulağı vardır valla, ya bir duyarsa?” “Duyarsa duysun, senin ağanın burada sözü geçmez. Sen tahsilini söyle bakalım, okula gittin mi?” “Yok beyim, ne okulu! Karın tokluğuna çalıştık bunca zamandır. Sonra çoluk çocuk çoğalınca geçinemez olduk.” “Eee! Burada geçinebilecek misin?” “Valla beyim, bir kapıcı olursam çok eyi olacak emme…” “Emmesi yok be adam, akşama kadar en az on tanesi kapıcılık diye geliyorlar yanıma. Hem en az lise mezunu olsun istiyoruz. Sende tahsil olmadığına göre, bu iş de yatar.” “Beyim, her işi yaparım. Ayağının altını öpim. Allah gulunun rızkını verirken, sen ne diye karşı durursun? Ben bu apartumanı çok beğenmişem beyim, yap bir eyilik gel, yemin ederim pişman olmazsın.” “Ulan, yok dedim ya, özelliklerin tutmuyor işte.” “Tuttururuz beyim.” Dursun’un bu sözünden sonra gülmeye başlamıştı adam. Güldükçe yüzü kırmızılaşıyor, altın dişleri daha da ortaya çıkıyordu. Gülmesi birdenbire kesiliverdi. Dursun’un omuzlarından tutarak: “Adın ne senin bakalım?” “Dursun, beyim.” “Ulan Dursun sevdim seni. Bu apartmanı yapan da, sahibi de benim. Sen gel, benim inşaatlarda çalış. Olur mu?” “Olmaz beyim!” “Ula deyyus iş aslanın ağzında, sen iş seçiyorsun. Kapıcılık dışında ne dilersen dile benden.” “Sağlığını dilerim Beyim.” Yüzünden kan damlıyordu sanki. Göbeğini hoplatarak: “Bırak ulan, sağlığım senden mi sorulur, sağlık benim sağlığım.” “Yannış annadın beyim, ben eyi niyyet gösterdim sadece.” “Tamam, tamam. Başlatma şimdi iyi niyetine. Hoşlandım dedim ya. Neyse ki bu apartmanda hep kiracı olacak. Onun için aldım seni kapıcılığa. Bak, şu kapının içinde duran siyah gömlekli adam var ya…” “Görmişem beyim.” “ Sen ona git, o gerekeni yapacak. Tamam mı Dursun?” “Tamamdır beyim. Allah her tuttuğunu altın eylesin emi. Ver elini öpeyim.” ’’Ulan Dursun, başlama yine, biraz daha konuşursan vazgeçerim bak.” Daha konuşacaktı ya; susuverdi. Siyah gömlekli adamın yanına gidecekti ki, göbekli adamın seslendiğini duydu. Bir koşuda geri gidiverdi yanına. “Buyur beyim.” “Lan Dursun, seni işe aldık almaya da, çocuk kaç tane sormadık.” “Ellerini öperler, dokuz tene beyim.” “İşte şimdi olmadı. Lan, bu kadar çocuğu nasıl yaptın? Kendini besleyemezken bir de dokuz çocuk! Apartmanda bu kadar çocuk istenmez. Yedisini köyde bırakacaksın; buraya ikisi bile çok, anladın mı Dursun?” Aman beyim, etme eyleme, çocuklar nasıl yaparlar? Anam, babam desen çok ihtiyarlar, bakamazlar beyim.” “Ne ederse etsinler be adam, bana mı sordun yaparken.” “Beyim ne olur sen etme, valla evin içinden çıkartmam heç birini. Bir tenesini dışarıda görürsen, işi kendiliğimden bırakır, köye dönerim beyim.” “Dursun ne saçmalarsın böyle, çocuklar sürekli evin içinde dururlar mı hiç?” “Dururlar beyim, avratlarıma çıkarmayacaksınız dersem, valla çıkarmazlar beyim.” “Dursun oğlum, senin kaç avradın vardır?” “Üç tene beyim, ellerini öperler.” “Ulan, bırak el öptürmeyi. Dokuz çocuk, üç de hanım, ne evde ne de bizde hayır koymazsınız siz. Sen en iyisi köyüne geri dön. Bu senin için de hayırlı olur Dursun.” “Aman beyim!” “Beyi meyi yok Dursun, senden hoşlandım ama bu yetmez. Şu parayı da alıp, doğru köyüne git. Sana ve ailene güzel bir yaşam dilerim.” “Beyim, valla çıkartmam dışarı…Eğer avratlarıma çok diyorsan, ikisini boşarım senin için olur mu beyim?”

  • Yalçın YÜCEL.”ÖLÜM”

    175054_178868168822977_4360000_o

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Ölüm, en korktuğumuz şey mi? Kişiye göre değişiyor bu görüş. Kimimiz ölümden daha çok korkarken, kimimiz sevgi yokluğundan, çürümüş düşünceden, buzlaşmış duygulardan korkuyor. Bir de ölümü kucaklamak isteyenler var. Acılar içerisinde kıvranan, çaresiz derde düşenler ölümü kurtuluş görüyor. Hasta yakınları da öyle. Ölümü bir gül bahçesi olarak görenlerde var. Korkmuyor gibi görünse de, bu kişilerin içleriyle çelişki yaşadığını fark edebilirsiniz. Gömütler hangimizi ürkütmez, keyfimizi kaçırmaz ki? Oysa tüm canlılar, doğada ki her şey, bir görüntünün içindedirler. Ne görüntüsü derseniz, iki yanı var bunun: Bir yanı yaşam görüntüsü, öbür yanı ise ölüm…
    Zamanı durdurmanın bir yolu yok. Geçip gidecek hep, durmayacak bir yerde. Çocukluktan yaşlılığa, değiştirecek sürekli bizi. Çoğu kez kendimizi tanımakta bile güçlük çeker olacağız. Bu süreçte biri bizi bir yerlerde bekleyecek. Nerede derseniz, belli değil. Bunun için yaşlı olmakta gerekmiyor. Beklenen olmak yetiyor ölüme. Zenginlik, yoksulluk herkes için değil. Ama ölüm hepimiz için var. Kimsenin kimseye ayrıcalığı da yok. Bu yüzden midir ki yalnızlık korkutur hep. Belki de ölümden kaçmak, korkumuzu azaltmak için sokulmuşuz birbirimize.
    Her ölüm, tanıdığımız birinin yitip gitmesi, bizi ölüm düşüncesi ile karşı karşıya bırakır. Önce kendimiz için korku yaşarız. Sonra sevdiklerimiz, değer verdiklerimiz için gelir duygular. O an yaşam tüm ağırlığını duyurur bize. Yaşamın sevinçleri, yaşam savaşımlarımız bir bir gelip geçer yanı başımızdan. En son geldiğimiz noktada tek bir gerçek kalır ortada: Ölüm tedirginliği… Bir gün nasıl olsa herkes ölecek. Geride derin izler bırakanlar hariç, hepsi unutulacak zamanla. Zaman bunun için akıp gider diyorum hep. Bir nehir gibi sürükleyip götürür, anılarla birlikte. Bir gün hiç olmak, böyle çıkar ortaya. Çok daha ötelerde, bir iki nesil sonra kim bilebilir ki, buralarda yaşam sürdüğünüzü? Gömüt diye sesleneceksiniz belki de. Yıllar hangi gömütleri bırakmış ki bize, seninki kalacak. Belki bir alışveriş merkezi, belki de bir park olacak üstünde. Üstünde diyorum yine, bir yanılgıya düşerek. Acaba sen o gömütte olacak mısın? Bir uyku gibi işte, uyuyup uyanmadığını düşün; ölüme benziyor sanki? Toprak olacağımız söyleniyor. İçimize köklerini yayarak, üstümüzden uzanan ağaçların olması usumuza bu kez bir başka soru bırakıyor: Ağaç sizinle mi yaşayacak, bakacak çevreye, yoksa siz mi ağaç olacaksınız?
    Sevgiyi tüm yüreklere yayan Yunus Emre ölüm konusunu şiirlerine yansıtırken insanoğluna da bir açıda seslenişte bulunur : “Bir gün ol Hazrete karşı/Varam ağlayu ağlayu/Azraile hem canımı/Verem ağlayu ağlayu/Çün Azrail ala canım/Geçe benim ömrüm günüm/Kefen ola cümle donum/Geyem ağlayu ağlayu/Ben yürüyem yana yana/Gözüm yaşım döne kana/Bir gün şol karanlık sine/Girem ağlayu ağlayu/Mühür uralar dilime/Zincir uralar koluma/Amel defterim elime/Alam ağlayu ağlayu/Aşık Yunus budur işi/Yoluna fedadır başı/İman et bize yoldaşı/Deyem ağlayu ağlayu” Şiire ilk bakışta Yunus’un ölümden korktuğu, yaşamının son bulmasından üzüntü duyduğu usunuza takılabilir. Oysa Yunus’ta ki derinsel düşünce ve duygu güzelliği bunun tersini ortaya koyar. Ağlayışı, yaratana ulaşacağı için sevincidir aslında. Bir başka şiirinde öbür dünyanın güzelliğinden söz ederken her güzelliğin oluşumundaki gerçek gizeminse Allah’tan kaynaklandığını belirtir. Yine bir şiirinin son bölümünde de asıl sevginin, sevgilinin Hak yolunda çizilen bir ömrün sonunda karşımıza çıkacağını bir Yunus Emre anlayışıyla satırlarına aktarır. “Yunus ver canını Hak yoluna/Can vermeyince canan bulunmaz” Elbet ki, bu yalan dünya, ortaya koyduğumuz güzellikler ve çirkinliklerle bizleri asıl yaşama, her şeyin yaratıcısı Allah’ a ulaştıracaktır. Yaratıldığımız gibi güzel kalabilmişsek ne mutlu o zaman.
    Şark – İslam tefekkür tarihinin en değerli temsilcisi Mevlana ise “Tabutum Yürüyünce” şiirinde ölüm gerçeğini olağanüstü bir anlayışla dile getirir: “Öldüğüm gün, tabutum yürüyünce, bende bu dünya derdi var sanma/Bana ağlama, yazıklar olsun, vah vah deme. Şeytanın tuzağına düşersin işte vah vahın sırası, o zamandır, o zaman yazıklar olsun denir. Cenazemi gördüğün zaman, ayrılık deme. Benim buluşmam, görüşmem o zamandır/Beni mezara koyunca elveda elveda demeye kalkışma. Mezar, cennet topluluğunun perdesidir/Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret. Güneşle aya, batmadan ne vakit bir ziyan gelir ki?/Sana batma görünür ama o, doğmadır, parlamadır. Mezar, hapishane görünür ama, canın hapisten kurtulmasıdır/Yere hangi tohum ekildi de bitmedi, yetişmedi? Niçin insan tohumuna gelince bitmeyecek, yetişmeyecek zannına düşüyorsun?” Mevlana’nın toprak ve tohum üzerindeki düşüncesine bir başka şairimiz Karacaoğlan şu dizeleriyle katılır: “Yürü bire yalan dünya/Sana konan göçer bir gün/İnsan bir ekin misali/Seni eken biçer bir gün” Karacaoğlan bir başka şiirinde ise şu görünen yaşamın bir teraziden ibaret olduğunu anlatır bizlere; sevaplar ve günahlar kefesi. “Üryan geldim gene üryan giderim/Ölmemeğe elde fermanım mı var/Ezrail gelmişte can talep eyler/Benim can vermeğe dermanım mı var/Dirilirler dirilirler gelirler/Huzur-ı mahşerde divan dururlar/Haramı var diye korku verirler/Benim ipek yüklü kervanım mı var”
    Giz dolu bir kelime bu ölüm sözcüğü… İçi bir okyanus gibi gittikçe derinleşen, gittikçe bulanıklaşan… Bir tek ortak nokta ise toprak. Aşık Veysel’in dediği gibi, “ Bizim sadık dostumuz yalnızca topraktır.” Bizi kucağına alıp, tekrar kavuşma sevinci ile kendine dönüştürecek toprak. İnsan kendini saran çemberin içinde dönüp duruyor gibi sanki. Bizden önce geçmiş zamanlara gidecek olursak, bizim için onlar hiç yaşamamış gibidirler. “İnsanlar yaşatarak yaşar birbirini ve hayat meşalesini birbirine devreder koşucular gibi.” Lucretius’un bu sözü insanoğlunun kısacık olan yaşamını nasılda özetleyivermiş.
    Yaşamımızı ölüm kaygısıyla, ölüm düşüncemizi de yaşama sarılabilmek kaygısıyla bulandırıp durmuşuz hep. Dünyaya geldiğimiz günden beri bir yandan yaşamaya, bir yandan ölmeye başladığımız gerçeğine inanmak istememişiz bir türlü. Kolumuzda sürekli taşıdığımız o saatin, yaşamımızı kemiren bir ağaçkakandan farkı ne sizce? Yaşamımızın bir mum gibi eridiğini görmek bazılarımızı mutlu kılıyor ki, altınla, elmasla süslüyorlar o zaman göstergecini. Belki de varlıklı görünmekle kurtaracaklarını sanıyorlardır. Bilmezler ki yaşamın gittiği yolun, yol çalışması, levhası takılmayan çukurları da vardır. Oralarda artık yokuzdur. Kısa ya da uzun, önemli olan yaşamın değerini bilebilmektir. Yaşamı doya, doya yaşamak, onu gökçek kılanda asıl budur. Nasıl olsa bir gün herkes ölecek deriz, gün bugün, saat bu saat… Oysa yaşamın içinde yapılması gerekli görevlerimiz de vardır. Dünyanın tadını, tuzunu, acısını duymalıyız. Biz insanoğluna sunulmuş bu güzellikler içinde zamanı boşuna tüketmeden harcamalıyız. Değersiz çekişmelerle, saçma sapan çıkarcı hesaplarla, yaşamı kendimize zehir etmek bizi çok daha tez tüketir. Bir ot kendisinden çok daha uzun ve kalın kökler arasına incecik kökleriyle uzanır. Oralarda bir parça toprak, birkaç damla su yeter ona. Sonrasını güneşe bırakır. Dev bir çınar kadar mutludur o küçücük dünyasında. Sonunda ot da ölecektir, çınarda. Bakınız bu konuda büyük düşünür Lucretius ne diyor: “Nasıl doğuşumuz bizim için her şeyin doğuşu olduysa, ölümümüz de her şeyin ölümü olacak. Öyle ise, yüz sene daha yaşamayacağız diye ağlamak, yüz sene önce yaşamadığımıza ağlamak kadar deliliktir.”
    Oysa çevrede karşılaştığımız onca konular vardır ki, yine çoğumuz görmezlikten geliriz. İnsancıl duygularımız sanki birdenbire bir serçe gibi kanatlanıverir. Daha da yetmez gibi ardına düşer kovalarız onu. Yüreğimiz taşlaşır bir anda. Bir kısmımız yakıştırmayız bu durumu. Hatta böylesi insanlıktan ırak kişilere yaşamı da çok görürüz. Böyle geçer içimizden. Eğer, kötülükleri kötüleri silerek gökçek bir dünya yaratmak istiyorsak, bu da bir noktada çıkış noktası sayılabilir. Çözüm müdür? Elbet ki böyle bir şey düşünülemez derim. Çünkü insan yok etmek için değil, var olanı güzel kılmayla yükümlüdür. İnsan olmak yardım etmek, acıları mutluluklara dönüştürmek için bir çaba değil midir? Doğanın görkemli yapısı karşısında hangimiz bir hayranlık duymayız ki? Duyarız da, neden bu güzellikleri koruma yerine ortadan kaldırmaya, köreltmeye çalışırız? Nedir bu kişide ki karmaşa? Bence her şeyin yüzünde kalan bakışlarımız kadar, derinlere inemeyen düşünce yapımız da suçluluk taşır. Bencilliğimiz, korkaklığımız ve doyumsuzluğumuz yaşamı çoğu yerde düşündürür. Hepimiz yaratanı sonsuz bir sevgiyle sever, ona bağlı yaşarız. Yaratanı severken yarattıkları karşısında nedense aynı özeni göstermekten uzak düşeriz. Güneş, penceremizi ışıtıp ısıtırken, kimin içindir, bir kısmımız düşünmeyiz bile. Doğada olan her şey bizimle konuşmak isterken, kaçımız o sese kulak veririz acaba? Beynimizde taşıdıklarımızla, ortaya koyduklarımız arasındaki bu farklar, düşünürsek ne kadar karşıtlık oluştururlar böyle? Sorular soruları oluşturur hep. Bu durumsa, insan yanımızı büyük ölçüde ortaya koyuverir.
    “Son uyku mu? Hayır, ölüm son uyanıştır.” Diyor Scott. Acaba Scott’un dediği gibi ölüm son uyanış mıdır? Ölümle birlikte sanki çaresizliğimizde geliyor, insan olarak. Bu gerçeği yaşamı süresince anlayamayan insanlar ölümün fısıltısıyla kendi gerçeklerine dönseler de, zaman artık yanlarında değildir. Büyük gördükleri yapılarının içinde, öylece düşerler yere. Tüm varlıklarını da geride bırakarak. Ya dost sandıkları insanlara ne demeli? Hepsi bir gömülüşün ardından çekip gitmezler mi? Ya birde, iyilikten yana hiçbir iz bırakmamışlarsa.. .Orhan Veli bu konuya, “Ölüme Yakın” adlı şiiriyle nasılda yaklaşıvermiş: “Ölürüz diye mi üzülüyoruz/Ne ettik, ne gördük şu fani dünyada/Kötülükten gayri?/Ölünce kirlerimizden temizlenir,/Ölünce biz de iyi adam oluruz;/Şöhretmiş, kadınmış, para hırsıymış,/Hepsini unuturuz.”
    Yaşam sürecini kısa bulanlar da, sanırım epeyce var aramızda. İnsana sonsuz bir yaşam verilmiş olsaydı, durmadan yaşayacağı için, yapısının değişmezliği ve zekasının darlığıyla, bir yerlerde tıkanıp kalacaktı. Bu tıkanıklıkta, öyle bir tiksinti ile bakacaktı ki çevresine, kendini bile tanıyamaz duruma gelecekti nerdeyse. Umut edilenler bir süre sonra mutsuzluk sofrasını da açacaktı ortaya. Yoksulluk ve acının olmadığı bir yerde zenginlikten, sevinçten ne tat alacak ki insan? Ne olursa olsun yaşam acı ve tatlı yönleriyle anlamlıdır. Sonunda ölüm de olsa. Bir gidiştir yalnızca ölüm. Geri dönüşü olmayan bir gidiş.
    Gerçekten ölmeden önce, belki de binlerce kez ölürüz yaşamın derin çizgisinde. Ama her umut, her sevinç bir başka yaşamı koyar önümüze. Ölmeyi göze almak, kendi gerçeklerimizle karşı karşıya getirir bizi. Açan her gül gibi, sen de solarsın, geriden gelen tomurcuklara yer açmak için.

  • Harika UFUK.”Anneme”

    huh

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Duydum da öldüğünü, acı bir feryat saldım,
    Bu umulmaz darbeyi hain felekten aldım,
    Sensiz geçer mi günler, işte ben öksüz kaldım,
    Zindan olan evime ışık yakmaya geldim!

    Ebediyen kaybettim seni en genç çağımda,
    Kopuyor figan şimdi eski şen ocağımda,
    Bak güzide çiçekler topladım kucağımda,
    Mukaddes mezarına çelenk takmaya geldim!

    Ölürken göremedim senin nurlu yüzünü,
    Yummak nasip olmadı fersiz kalan gözünü,
    Mukaddermiş duymamak son şefkatli sözünü,
    Cismin gibi dünyadan ben de akmaya geldim!

    Ermişse cismen ölür; fakat ruhu gülermiş,
    Ermiş cenneti bilir, cennet onu dilermiş,
    Ağlayınca melekler, gözyaşını silermiş,
    Ben de bu pencereden sana bakmaya geldim!

    Adana.1970.MAYIS

  • Harika UFUK.” Anneler”

    huh

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Sevgi, saygı, inanç ile örülmüş,
    Kalpten kalbe giden yoldur anneler.
    Her iki dünyada kutsal görülmüş,
    Cennet bahçesinde güldür anneler.

    Onulmaz dertlerin tek ilacıdır,
    Her zaman her yerde hep baş tacıdır,
    Kâbe’yi görmeden onlar hacıdır,
    Zümrüttür, yakuttur, laldır anneler.

    Sevgi, şefkat pınarıdır gözleri,
    Kalbe ılık ılık akar sözleri,
    Sütlerinden temiz olur özleri,
    Renk renk çiçek yüklü daldır anneler.

    Gönül sarayının güzel sultanı,
    Anneler kanatsız melektir tanı,
    Onlarla HARİKA günün her anı,
    Arı kovanında baldır anneler.

    Adana.12 MAYIS 2010.ANNELER GÜNÜ

  • Yalçın YÜCEL.”Var Ve Yoksun”

    175054_178868168822977_4360000_o

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Ararım ıslak kıpırtısını bulutun
    Boşanıp geldiğinde sağanak
    Yanı başıma düşer yağmurun
    Yapraklarımdan süzülürken
    Okşarsın üşüyen tenimi
    Ve güneş sarı uzantılarla sarar günü
    İçimde taşıdığımsa sevdandır
    Tohum olup bir düşsen toprağıma
    Büngülder her yanım
    Öbek öbek açar yeşilin
    Duraksatırsın yamaçlarımı
    Tüm tümcelerim esrir
    Islak dudaklarınsa koşup durur içimde
    Bütün gece yağması için
    Umutla beklerim yağmuru
    Islaklığını yaşarım göğün sesinde
    Bittiğinde bulutların kıpırtısı
    Kısır döngü tekrar başlar
    Islak uzanışını
    Ararımda bulamam
    Var ve yoksun

  • Yalçın YÜCEL.”Var mısın?”

    175054_178868168822977_4360000_o

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Yılların ardından çıkıp geldi
    Dikildi karşıma
    Gözlerimin içine içine bakıp
    Dedi, var mısın?

    O an
    Bütün günler üzerime geldiler sanki
    Yüreğimin üstüne çıkıp oturdular, tepindiler
    Tam da kaygılarımla tartışırken
    Dedi, var mısın?

    Oysa yeni düzeltmişken sevda günlerimi
    Nereden çıktı sanki
    Hem de tam karşımda durup
    Var mısın derken
    Yeniden karıştı duygularım

    Aklaşmış saçlarım bakakaldılar öylece
    Yüreğim derin bir kuyuya attı kendini
    Beynim yüzme bilmeyen düşüncelerle daralıverdi birden
    Nice yıllardan sonra
    Var mısın derken

    Anılarda kalmak der sözcüklerim ona yalnızca
    Unutmak elbet ki yanlış olur
    Bıraksak, öylece kalsalar eskisi gibi desem
    Kararlıdır biliyorum bu kez
    Dudaklarının kıpırtısı bile o sekiz harf
    Var mısın?

  • Harika UFUK.”Allah’tan Başka Yar Yok”

    huh

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    İnançsız sevginin, aşkın adı yok,
    Allah’tan başka yar bulamazsın ki…
    İmansız hayatın hiçbir tadı yok,
    Allah’tan başka yar bulamazsın ki…

    Etrafa alıcı gözlerle bakın,
    Dünyada kimin var Allah’tan yakın,
    Arama bir başka sevgili sakın,
    Allah’tan başka yar bulamazsın ki…

    İstersen epeyce yaklaş Maçin’e,
    Dilersen uzaklaş hatta git Çin’e,
    Tavsiyem önce bak kendi içine,
    Allah’tan başka yar bulamazsın ki…

    Geçici sevdayı aşk sanmayasın,
    Dünya nimetine hiç kanmayasın.
    Dünyevi zevkleri çok anmayasın,
    Allah’tan başka yar bulamazsın ki…

    Bir gün değil, her gün aşkın günüdür,
    Harika sohbetin, meşkin günüdür,
    Cennette kurulan köşkün günüdür,
    Allah’tan başka yar bulamazsın ki…

    Adana.14.02.2014.Saat: 09.45

  • Harika UFUK.”Allah Affetsin”

    huh

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Dünyada hatasız tek kul olamaz,
    Kusur işlediysek Allah affetsin!
    Kaderinde yoksa aşkı bulamaz,
    Kusur işlediysek Allah affetsin!

    Olmayacak dua istemez âmin,
    Hep dürüst davrandım, ederim yemin,
    Kalbini kırınca üzüldüm demin,
    Kusur işlediysek Allah affetsin!

    Vicdansız insanın gözleri dolmaz,
    Kim yuva yıkarsa yuvası olmaz,
    Her iki dünyada mutluluk bulmaz,
    Kusur işlediysek Allah affetsin!

    Harika yuvayı dişi kuş yapar,
    Sahip çıkmaz isen kuşu kurt kapar,
    Hak bin kapı açar, bir kapı kapar,
    Kusur işlediysek Allah affetsin!

  • Hülya ASLAN

    12717573_1071486479569397_4164233705096688672_n

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

  • Hülya ASLAN’IN EDEBİİ ÖZGEÇMİŞİ

    ha

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Sivas’ın Divriği İlçesinde Doğmuş , Divriği Mustafa Necati İlkokulunu, Divriği Nuri demirağ Ortaokul ve Lisesini , memleketinde okumuştur. Edebiyata ilgisi İlkokulda bayramlarda şiir okumakla başlamış olup, okul duvar gazetelerinde yazarak devam ettirmiştir. Eskişehir Anadolu Ünversitesi İş idaresi bölümü mezunudur. 1975 Tarihinde Adıyaman’ın Besni ilçesinde PTT Santral memuresi olarak göreve başlamış,1977 tarihinde Milli Eğitim Müdürlüğü Kültür Bölümüne yatay geçiş yaparak 1995 yılında bu güzide kurumdan kültür şefi olarak emekli olmuştur.
    Ortaokul ve lise yıllarından bu güne şiirle ilgilenmektedir,Dağ Adamı,Dağlı Gönül,Şafak Dağı,Hay hay,Sakine,Malatya, Sağdıç Emeği, Nemrut Dağı ‘’adlı şiirleri türkü olarak bestelenmiş, birçok şiiri de Cd.albümde yer almıştır. ‘Çağdaş Kadın’ adlı şiiri 25 Nisan 1995-1996 Tarihinde (Polonya Swiatowego Festiwalu Marii Konopnickie) Uluslararası şiir festivalinde ödüle değer görülmüş 15 günlük Polonya Gezisi tatil hediyesi ile taltif edilmiştir.
    Gazete ve dergilerde yazıları ve şiirleri yayınlanan Hülya Aslan’ın ‘’Gönül Gözü’’adlı bir şiir kitabı bulunmakta, roman denemesi ile ilgili çalışması da devam etmektedir.

  • Şemsetttin DERVİŞOĞLU.”İki Can Gördüm”

    \

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Dün akşam şöyle bir uzandım parka
    Yarınımız olan iki can gördüm
    Er’de kola gömlek hatunda hırka
    Han’ına yaslanan bir sultan gördüm

    Hayatı savurmuş feleğin yeli
    Gözde feri noksan titrekti eli
    Omuzları yorgun bükülmüş beli
    Saçları kar beyaz bir canan gördüm

    Yaşı doksan amma hala hilal kaş
    Diğeri vakarlı, dimdik gökte baş
    Ne hüzün var idi ne farklı telaş
    Her iki yüreği pek yaman gördüm

    Bakışları asil, duruş yüceydi
    Birisi padişah biri eceydi
    Vakit daralmıştı hatta geceydi
    Karanlığı bile nurlu an gördüm

    Göz göze idiler ne gam ne tasa
    Yorgun dizlerine güç verdi asa
    Dervişçe bir sevda vardı hülasa
    Ömre ömür katan şeref şan gördüm

    05.07.2011

  • Şemsettin DERVİŞOĞLU.”Kükre Mehmedim”

    \

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Haydi, Mehmed’im haydi kükremenin zamanı
    Boğsun hain itleri şu Gabar’ın dumanı
    Bu kurtuluş yolunun yoktur başka gümanı
    Hesabını görüver defterin dür ininde
    Kan kustur kahpelere yitip gitsin kininde

    Dostun ile düşmanın duruşunu anlasın
    Benim diyen her bir dağ inim inim inlesin
    Şüheda huşu ile kalkıp seni dinlesin
    Çanakkale’de deden rahat yatsın sininde
    Kan kustur kahpelere yitip gitsin kininde

    Yıllar yılı havlayıp it diye ürenlerin
    Demokrasi adına seni hor görenlerin
    Milletimin başına türlü ağ örenlerin
    Ermenilik yatıyor kapkaranlık dününde
    Kan kustur kahpelere yitip gitsin kininde

    Attığın her bir mermi vatan diye çağlasın
    Karayı çok bağladık gayrı onlar bağlasın
    Türk’ün anası değil haininki ağlasın
    Karabasanlar doğsun gündüzünde tününde
    Kan kustur kahpelere yitip gitsin kininde

    Anadan yardan ırak düşmeyesin cüdaya
    Dervişlerin deminde el açasın Huda’ya
    Eğil de kulak kabart gaipteki nidaya
    Allah Allah diyesin kıblegâhın yönünde
    Kan kustur kahpelere yitip gitsin kininde

  • Yalçın YÜCEL.”Ölünce Ben”

    175054_178868168822977_4360000_o

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Ölünce ben
    Kitaplarım ve dergilerimle
    Gömün beni

    Üstümde
    Naneler olsun, papatyalar da
    Ve kasımpatıları renk renk
    Siyahsız bir toprakla zemin

    Ölünce ben
    Bir şiirim olsun mezar taşımda
    Satırlarımda yalnızlığım
    Bir de mor sümbüller olsun üstümde

    Okunursam şiirimle ordayımdır
    Belki kasımpatılardan
    Belki de mor sümbüllerden bakarım
    Gülümserim belki de

    Bilirim ki sessizlik uzanacaktır mezarımda
    Ne bir dua, ne de güzel bir söz
    Gelmese de yanı başıma
    Beklemem, gücenmem yine de

    Bir iki nesil sonra
    Zaten zordur anımsanmak
    Artık ben yokumdur düşüncelerde
    Ölüm de yaşlanmıştır, mezarım da

  • Yalçın YÜCEL.”İşte İstanbul”

    175054_178868168822977_4360000_o

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Balık kokmuş yürüdüğüm kaldırım
    Adımlar balık
    Sahil boyu ekmek arası balık
    Eminönü’nde vapur sesleri ve deniz
    Gelip geçenler koca bir insan seli
    İstanbul burası
    Güneşi erkence doğup, geç batan şehir
    Her köşesinde bir başka evren
    Gecelerin ölümsüz zenginleri
    Ve ekmek artıklarında doyan açlıklar
    Hepsi bir arada
    Mavi sularda gezinen balıklar gibi

    Birbirini süzerken büyür burada korkular
    Neresinden baksan gizem doludur yaşam
    Bir yanda balık ve deniz
    Öte yanda koca Sinan
    Sanki sıkılır, utanır gibi şu yıllanmış tarih
    Fatih Sultan kim bilir ne derin düşünür şimdi
    İstanbul’u istiyorsun ya benden
    İşte sana İstanbul
    Taşı toprağı altın mı bilmem

  • Harika UFUK.”Allah’ına gadar Adanalıyık!”

    huh

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Adana’mın taştan yoluna gurban,
    Allah’ına gadar Adanalıyık!
    Gururlan; asildir, yiğittir oban,
    Allah’ına gadar Adanalıyık!

    Sözümüzü ortaya goruk giderik,
    İsteyenler alsın biz bunu derik,
    Analıkızlıyı iştahla yerik,
    Allah’ına gadar Adanalıyık!

    Takayı kındırın burası sıcak,
    Aman azıcık ha manık dıkılcak
    Bocidi getirin, kırıldı nacak,
    Allah’ına gadar Adanalıyık!

    Peşkir ıslak, gurumadı mintanlar,
    Abo ceremizi gırmış gıranlar,
    Ondan kellim gaçmış korkak davşanlar,
    Allah’ına gadar Adanalıyık!

    Dezzem oğlu alak bir kazangevrek,
    Küncüsü bol olsun yiyip bitirek,
    Ganala gidek de azıcık çimek,
    Allah’ına gadar Adanalıyık!

    Emmim gızı gıllik kahkeler çok az,
    Cıbıl karıya bak, yanındaki daz,
    Hava da çok sıcak, çekilmez bu yaz,
    Allah’ına gadar Adanalıyık!

    Cemalpaşa, Topel, Özen’e binek,
    Altıncı durakta barabar inek,
    Şalgamı içince geriye dönek,
    Allah’ına gadar Adanalıyık!

    Devrisi gün gardaş baraja gidek,
    Aşörtmen cebine koyak çeğerdek,
    Celfini, cülüğü acık seyredek,
    Allah’ına gadar Adanalıyık!

    Çarşı pazar esvap alak dediydik,
    Onbaşılarda da kebap yediydik,
    Cömertik herkeşe keş ödediydik,
    Allah’ına gadar Adanalıyık!

    Topuğuna basıp giydik kundura,
    Bayaktan bideri attık tarlaya,
    Yazıda zibildir be banadura,
    Allah’ına gadar Adanalıyık!

    Sözüm özüm birdir, her lafım essah,
    Eşgere gonuşma, gızarım vallah,
    Zumzuğu fururum yürü lan yallah,
    Allah’ına gadar Adanalıyık!

    Duzsuz aşı yemek, datlı severik,
    Gafamız gızarsa hemen döverik,
    Bazen ana avrat dümdüz söverik,
    Allah’ına gadar Adanalıyık!

    Çocuklar mocuklar gulle oynarlar,
    Avratlar Tekir’de yayla yaylarlar,
    Gıranlar durmazlar guşu avlarlar,
    Allah’ına gadar Adanalıyık!

    Gözümüz gönlümüz toktur eşgere,
    Doldururuk aşı yuka lengere,
    At değiştirmek ki geçerken dere,
    Allah’ına gadar Adanalıyık!

    Gadanı alayım ne hal gelmişsin,
    Haymanın altında çok dinelmişsin,
    Cılk adama göre sen avelmişsin,
    Allah’ına gadar Adanalıyık!

    Ayağım zıypınca, ziplendi cıncık,
    Dineleyim şurda bacım birazcık,
    Kele şu herif de ne gadar gıcık,
    Allah’ına gadar Adanalıyık!

    Burası evin mi atma mitili,
    Laylona doldurup dökme zibili,
    Sen adam olmazsın vırrığı yelli,
    Allah’ına gadar Adanalıyık!

    Bici bici yerik, şalgam içerik,
    Ne anadan ne de yardan geçerik,
    Eyiliği eker, sevgi biçerik,
    Allah’ına gadar Adanalıyık!

    Harika’m malıyla oldu malamat,
    Şu dünyada görmek istersen rahat,
    Adana’ya gelip kasaveti at,
    Allah’ına gadar Adanalıyık!

  • Harika UFUK.”Adım: Harika Ufuk’tur!”

    huh

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Ben kendimi anlatayım;
    Adım: Harika Ufuk’tur!
    Mertlikten almışım payım,
    Adım: Harika Ufuk’tur!

    Gökten yağmur gibi yağdım,
    Bazen yükseklere ağdım,
    Ben Çukurova’da doğdum,
    Adım: Harika Ufuk’tur!

    Hem bugünden, hem yarından,
    Muhabbetin pazarından,
    Karacaoğlan diyarından,
    Adım: Harika Ufuk’tur!

    Vatan benim ekmek aşım,
    Namerde eğilmez başım,
    Hal bilenlere sırdaşım,
    Adım: Harika Ufuk’tur!

    Bugünüyüm, yarınıyım,
    Muhabbetin deriniyim,
    Karacaoğlan torunuyum,
    Adım: Harika Ufuk’tur!

    Şiir benim ağız tadım,
    Sevgidir büyük muradım,
    Yürüyorum adım adım,
    Adım: Harika Ufuk’tur!

  • Yalçın YÜCEL.”Anlatmak İstediğim”

    175054_178868168822977_4360000_o

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Gelincikler ayrı düştü saplarından
    Savruldu rüzgarın içine kırmızı
    Bir gece vardı uyumayan
    Bir de sevgim
    Düşüncelere koyarken beni
    Bir çiçeğin üzerinden kayıp giderken
    Su damlası kadar güzeldin elbet
    Öylece sevdim seni
    Bütün anlatmak istediklerimle
    Koşup geldim yanına
    Sen süzülürken toprağa
    Tutamadım ucundan
    Yine sensiz kaldı anlatmak istediklerim

  • Yalçın YÜCEL.”Bende Kalmışlar”

    175054_178868168822977_4360000_o

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Sözcükleri papatyadan yamaçların
    Yanıma kadar koşan adımları sevinçten
    Basarak geçtiğim otlar
    Dirilmeye hazır yeniden
    Kırılgan değiller eskisi gibi
    Bir papatya nerdeyse uzatmak üzere başını
    Kırmızı gelincik açmak üzere şuracıktan
    Üstünde duman taşıyan tren
    Kara bir bulut raylarda
    Kıvrılan yolun esrikliğinde akıyor vagonlar
    Nicedir görmediğim uğur böcekleri kıpır kıpır
    Bakışları kırmızı bir çiçek
    Akıp gidiyor her şey bir nehir gibi
    Umuda tutunan ne yaşamlarla birlikte
    Nice mevsimler geçip gitmiş buralardan
    Nice sevdalar oyulmuş ağaçlara
    Sen ise yoksun
    Tutamadığın sözler var sadece

  • Harika UFUK.”Adana Sevdası”

    huh

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Toros güzelleri amber kokuyor,
    Adana’mdan selâm sana Türkiye’m!
    Gönül tezgâhında sevgi dokuyor,
    Adana’mdan selâm sana Türkiye’m!

    Seyhan ilçemizde hoş olur seyran,
    Çukurova’mıza kim olmaz hayran?
    Misis’te içilir en güzel ayran,
    Adana’mdan selâm sana Türkiye’m!

    Yüreğir ilçesi cennetten bahçe,
    Merkez Cami huzur verir gezdikçe,
    Ayetler Arapça, dualar Türkçe,
    Adana’mdan selâm sana Türkiye’m!

    Güzel ilçelerden biri Karataş,
    Taze, leziz balık pişsin olsun aş,
    Denizi şahane, bulamazsın taş,
    Adana’mdan selâm sana Türkiye’m!

    Yumurtalık; dengi var mı dünyada?
    Kalesi denizde küçücük ada,
    Mavi sular, yeşil orman orada,
    Adana’mdan selâm sana Türkiye’m!

    Meşhurdur Kozan’ın mandalinası,
    Bucak’ta yetişir meyvenin hası,
    Kozan yiğitleri, yiğidin ası,
    Adana’mdan selâm sana Türkiye’m!

    Karaisalı’mız merttir, kahraman,
    Düşmanı püskürttü, dedirtti aman,
    Tertemiz havası, suyu her zaman,
    Adana’mdan selâm sana Türkiye’m!

    Tarih kokar Feke hem Saimbeyli,
    Serindir Aladağ ve Tufanbeyli,
    Misafirperverler hanımlı beyli,
    Adana’mdan selâm sana Türkiye’m!

    Pozantı’dan başlar Tekir’in karı,
    Gülek Boğazıyla Şekerpınarı,
    Çiçekli ovada bal yapar arı,
    Adana’mdan selâm sana Türkiye’m!

    Ovaya bereket akıtır Ceyhan,
    Ceyhan’ın ikizi, bolluktur Seyhan,
    İki kardeş yolcu, Çukurova’m han,
    Adana’mdan selâm sana Türkiye’m!

    İmamoğlu, Merkez şehrin incisi,
    Adana ülkemin hep birincisi,
    Harika gönlümün tek bir/ incisi,
    Adana’mdan selâm sana Türkiye’m.

    Adana.8 MART 2009

  • Harika UFUK.”Adana Methiyesi”

    huh

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Hâlâ kullanırız eski Taşköprü,
    Üç bin beş yüz yıllık tarihiyle var,
    Taşlarla işlenmiş sağlam bir örü!
    Hadrianus’ tan da bize yadigâr!

    Ölüme çareyi buldurmuş Rahman,
    Misis köprümüzden geçerken Lokman,
    Elinden uçurmuş listeyi o an,
    Birkaç öğüt kalmış esince rüzgâr!

    Kaleler kentidir, güzel Adana,
    Sayısı öyle çok kırktan da fazla,
    Yumurtalık, Kozan ve Anavarza,
    Kenti hala korur, efsane duvar!

    Eski uygarlıklar işte Han yeri,
    Sirkeli köyünde yolun imleri,
    Elinde okuyla resmetmiş eri,
    Adana’m antiktir, hep tarih kokar!

    Hasan Ağa Cami ve Ulu Cami,
    Ramazanoğlu’ ndan hatıra şimdi,
    Yağ Cami önceden kilise idi,
    Artık dualarla gönüller yıkar!

    En büyük camimiz Merkez Camidir,
    Eller Hakk’a açık, kalp samimidir,
    Sabancı’nın âhir birikimidir,
    Cennete yol olur, camide bahar!

    Yeşil Mescit, Akça Mescit pek rahat,
    Çarşı, Büyük Saat ve Küçük Saat,
    Dilberler Sekisi, eşsizdir göz at,
    Eski-Yeni Baraj kederi kovar!

    Toros dağlarımız ve yaylaları,
    Tekir’le Bürücek, Şeker pınarı,
    Dağlarda bal yapar çalışkan arı,
    Çerçi Yusuf’ta da derde derman var!

    İki büyük nehir: Seyhan ve Ceyhan,
    Suyumuz lezzetli; işte Çatalan,
    Her mahallemizde yemyeşil alan,
    Çocuklar parklarda gönlünce oynar!

    Harika çok sever Çukurova’yı,
    Adana’nın başka güneşi, ayı,
    Kapuzbaşı, Eynel, Obruk, alayı,
    Adana’m ülkeme güzellik yayar!

  • MÜNEVVER DÜVER’ÜN HAYATI

    1236562_722085574474022_177854009_n

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Sanata 28 yılını veren Çok Yönlü Sanatçı,
    Münevver Düver Kısa Öz Geçmiş

    Orta Asya Türkü olan Bozoklar, 24 oğuz boylarından, Yıldızhan’ın Avşar boyundan olup Orta Asya’nın hazar denizi kıyısından Horasan yolu ile Anadolu ya gelmişlerdir. Bu büyük göçte aile Kadirli, Kozan, Adana, Çukurova ya yerleşmiştir. Kalabalık bir nüfusa sahip olan ailedeki birçok kişide sanatçı ruhu vardır. Şair olan anneanne ve anne buna bir örnektir.

    Münevver Düver Adana’da doğdu. İlk şiirini beş yaşında yazdı.
    İşte o şiir:

    Çocuklar Var
    Çocuklar var tarlalarda doğan
    Çocuklar var taşlıklarda uyuyan
    Çocuklar var
    Çocuklar var ipek yastıklar da büyüyen
    Çocuklar var ana yüzü görmeyen
    Ve çocuklar var doğmadan ölen
    Uçurtmaya balona hasret kalan

    Sonraki yıllarda da şiirle ilgisini kesmedi. Yazmaya devam etti. Şiirlerinde Vatan, bayarak, şehit, ana, özgürlük, sevgi, barış, dostluk, Türk dünyası, memleket konularına yer verdi.

    Görevi nedeniyle birçok kenti dolaştıktan sonra tekrar Adanaya döndü. 10 yıla yakın Kültür Bakanlığına bağlı personel olarak çalıştı. Bu görevden ayrıldıktan sonra gazeteciliğe başladı. Adana’da yayımlanan Zirve gazetesinde Şiir Sayfası editörlüğü ve Yayın Kurulu Üyeliği yaptı. Ayrıca Adana’da haftalık yayımlanan Türkay Haber Gazetesi’nin sanat editörlüğünü yapmakta ve aynı gazetede ‘Sanat Penceresi’ başlığı altında kültür, sanat ve edebiyat yazıları yayınlanmaktadır. Şu günlerde CanByMix Müzik – Sinema Yapımı Genel koordinatörlüğünü yürütüyor.
    Bu güne dek konuları Şiir, Araştırma, Tiyatro Oyunu ve Anı olan 25 kitap yayımladı.
    Doğa ve İnsan konulu 180 fotoğraf ile 8 yerde kişisel sergi açtı ve birçok karma sergilere katıldı. Eserleri birçok gazete, dergi TV ve Radyolarda yurtiçi ve yurtdışında yayımlandı. Türkiye’nin değişik yörelerindeki gazete ve dergiler ile internet gazete ve dergilerinde de yazıları yayınlanmaktadır.
    TÜRK DÜNYASI ile İlgili çalışmaları devam etmektedir. Yazıları Arapça, Farca, Türkmence, Azeri Türkçesi, Türkmenistan Türkçesi, Kırgızistan Türkçesi, Kazakistan, Özbekistan, Rusça, İngilizce, Almanca dillerine çevrilerek o ülkelerce de değerlendirildi. Bu bağlamda, çok değişik kurum, kuruluşlardan sayısını bilemediği kadar çok plaket ve ödül aldı.
    Şiir ve yazıları birçok şiir antolojilerinde yer aldı. Kimi antoloji kitaplarında yayın kurulu görevini üstlendi. 49 şiiri bestelendi. 2011 yılında Sözleri Münevver Düvere, müziği Nezir kaya’ya ait olan TÜRKİYE’m isimli bir Müzik Albümü çıktı. İki şarkı klibinde, bir kısa filimde yer aldı.
    2010 yılının en iyi Şairi, Çukurova 2. Altın TURAÇ ödülünü aldı.
    2005 Zirve gazetesi Kültür Sanat Edebiyat başarı, 2008 Haber Türkay Gazetesi Kültür, Sanat, Edebiyat çalışmaları Üstün hizmet ödülü, ayrıca Hikmet Okuyar Türkiye Sevdası Projesinde Türk şiirini ve şiir ile il ve ilçelerimizin tanıtılmasında 2007 Türkiye birinciliği aldı. Güzel kadirli Şiiri ile KÜLTÜR SANAT, EDEBİYAT ödülü aldı. 13. Hikmet Okuyar 2010 Şiire Üstün Hizmet Ödülü aldı. Türklük temalı şiir yarışmasında HÜSEYİN NİHAL ADSIZ Şiiri ile ödüle layık görüldü.
    İstanbul Şiir Akademisinin, 2010 yılında Bahtiyar Vahapzade adına düzenlediği şiir yarışmasında “Bahtiyar Vahapzade Anısına” adlı şiiri, beğeniye seçilenlerin yayımlandığı kitaba alınmıştır.
    Yayın hayatını Ankara da sürdüren Haber 200 gazetesinin Ak deniz temsilciliğini sürdürmektedir.

    Niğde Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğrencisi Betül Uçak tarafından tez konusu olsu

    Çekimleri devam eden Adana Belgeselinin senaryosu Kendisine ait olup Genel koordinatörlüğünü sürdürmektedir. Birçok Derneklerde aktif olarak görev aldı ve devam ediyor, Çukuova Oğuz Boyları, Avşarlar ve Emekliler derneklerinde yönetimdeki görevleri devam etmektedir.
    Çukurova güzel şiir okuma yarışmasının projesinde yer aldı ve Genel koordinatörlülüğünü yaptı.
    Münevver Düver Sanatevi HABER adlı internet gazetesinde Saygın Köşe yazarları ile TÜRK Dünyası haberlerinin yanı sıra, kendi şiir, roman ve tiyatro oyunlarını ve kimi sanatçıların eserlerini yayınlayarak, edebiyat dünyasına hizmet etmektedir. Sanata 28 yılını vererek Türk dünyası ile ilgili çalışmaları sürüyor, son çalışmaları Yedi Devlet bir Millet, Özerk Tür Cumhuriyetleri, Türk Yıldızları
    Kitap çalışma hazırlıkları vardır.

    ESERLERİ
    Münevver Düver’in Eserleri:

    1- Sevginin Bedeli Olmaz (Şiir) 2003-İkinci baskı-2005
    2- Dağ Ardı Duyamıyorum (Şiir) 2005
    3- Yalgın (Şiir) -2005
    4- Sırça Yürek (Şiir) 2005
    5- Güzeller Kervanı Gönülden Geçer (Şiir) 2005
    6- Bombalarımıza Sponsor Arıyoruz (Tiyatro Oyunu) -2006
    7-Adı Zenginliğinde Gizli Adana (Araştırma İnceleme) -2009
    8-Avrasya’da Runik Yazı(Araştırma İnceleme) -2009
    9-Bir Milletin yok ediliş Fermanı Çeçenistan (Araştırma İnceleme) -2009
    10-Ey Türk Gençliği (Araştırma İnceleme) -2009
    11-Horasan Türkleri (Araştırma İnceleme) -2009
    12-Eski Türk İnancı Şamanizm (Araştırma İnceleme) -2009
    13-Şehit Sinan Eroğlu (Anı) -2009
    14-İslamiyet Öncesi ve sonrası Türk Destanları (Araştırma İnceleme) -2009
    15-Türkiye’de Yaşayan Azınlıklar (Araştırma İnceleme) -2009
    16-Kıl çadırdan İmparatorluğa Osmanlılar (Araştırma İnceleme) -2009
    17-Batı Trakya Türkleri (Araştırma İnceleme) -2009
    18-Hıristiyan Türk Boyu Gagauzlar (Araştırma İnceleme) -2009
    19-Mehmedim’e (Şiir) -2009
    20-Anneye Özlem (Şiir) -2009
    21-Sevgi Barış Dostluk (Şiir) -2009
    22-Anne Sevgisi Sönmeyen Bir Alev (Şiir) -2010
    23-Güzel Mevlana (Araştırma İnceleme) -2010
    24-Yansıma (Anı) -2010
    25-“Türkiyem” Müzik ve Şiir Albümü 2011

    Münevver Düver’in Üyesi Olduğu Dernekler:

    1-ÇED (Çukurova Edebiyatçılar Derneği) ADANA
    2-Çukurova Güzel Sanatlar Derneği-ADANA
    3-Avşarlar Derneği(Eğitim, Kültür ve Dayanışma) ADANA, (Yönetimde)

    4-ASEM (Alternatif Sanatsever, Edebiyatçı, Halk Ozanı ve Müzisyenler Derneği) ANKARA,
    5-İLESAM (İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği) ANKARA
    6-FSK Fotoğraf sanatı federasyonu ANKARA
    7-Türkiye Yardım Sevenler Derneği KADİRLİ Şubesi,
    8-Terör Mağdurları Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği KADİRLİ Şubesi,
    9-ADAŞAT Grubu Kurucu ve Başkanı (Adanalı Şairler Şiir Yorumcuları ve Âşıklar topluluğu)
    10-Çukurova Oğuz Boyları Derneği (Sosyal Yardımlaşma, Dayanışma, Gençlik Spor Kulübü ve Kültür, Sanat) ADANA (Yönetimde)
    11-Önce Adana Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği- ADANA
    12-Birleşik Emekliler il Temsilciliği Derneği-ADANA (Yönetimde)
    13-Çukurova Münevverce Müzik ve Şiir Grubu Kurucu ve Başkanı –ADANA
    14- Adana TÜRK Ocağı – ADANA

    Zirve Gazetesi-ADANA-Kültür Sanat Yönetmeni
    Haber Türkay Gazetesi-BÖLGESEL- Kültür Sanat Yönetmeni
    Can BY Mix Yapımcı Müzik Şirketinin Basın Danışmanı

    www.munevverduver.net
    www.munevverduver.com.tr
    www.munevverduver.org
    munevverduverhotmail.com
    Posta çek NO:5124371-ADANA
    İRTİBAT:0537 959 09 89

    KATILDIĞIM ANTOLOJİLER

    1- Türk Şairleri Şiir Antolojisi

    (Hazırlayan: Ali Gündüz)

    2- Şiir Çadır Şiir Antolojisi

    (Hazırlayan: Sabahat Mayda Yavuz)

    3- Barış şiirleri Antolojisi

    (Hazırlayan: Mine Ömer)

    4- Güllük Şiir güldestesi

    (Hazırlayan: Mustafa Ceylan)

    5- Yaşayan Çukurovalı Aşıklar ve

    Geleneğe tabi Halk Şairleri Antolojisi

    (Hazırlayan: Masur Ekmekçi)

    6- Türk Edebiyatında Günümüz Kadın Şairleri

    (Hazırlayan: Hüseyin Yurdabak)

    7- Deli Mavi Sevdalar

    (Hazırlayan:Hatice Ak)

  • Münevver DÜVER

    1236562_722085574474022_177854009_n

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    TOPRAĞIM AZERBAYCAN

    Hasretinle doluyum ben
    Azerbaycan Azerbaycan.
    Özlemlerin yoluyum ben
    Azerbaycan Azerbaycan.

    Her zaman seni anarım
    Hasretin ile yanarım
    Budur benim son kararım
    Azerbaycan Azerbaycan.

    Türk’ün ülküsü sen oldun
    Can oldun gönlüme doldun
    Özgürlüğü sonra buldun
    Azerbaycan Azerbaycan.

    Yol oldun gönül çarşıma
    Nur oldun ulu marşıma
    Sevgisin yüce arşıma
    Azerbaycan Azerbaycan.

    Sen yakında, ben uzakta
    Sensiz yüreğim tuzakta
    Bayrağın her an kucakta
    Azerbaycan Azerbaycan.

    Her zaman seni düşlerim
    Seni gönlümde süslerim
    Kalbimde seni beslerim
    Azerbaycan Azerbaycan.

    Toprağın kokusu gelir
    Kokusu bağrımı deler
    Gözyaşımı sele eler
    Azerbaycan Azerbaycan.

    Münevver, Güneyin Kızı
    Dinmez bağrımdaki sızı
    Mevlâ’m ayırmasın bizi
    Azerbaycan Azerbaycan.

    Münevver Düver-Güneyin Kızı
    19.12.2008-Cuma-ADANA

    SEVGİ, BARIŞ, DOSTLUK (RESİMLİ) ŞİİR KİTABIMDAN
    www.munevverduver.com

    /video/?of=589698657#/video/video.php?v=50081523657&subj=589698657
    Münevver DÜVER (Münevver DÜVER)
    (c) Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir.
    Şiirlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  • GÜLTEN ERTÜRK’ÜN HAYATI

    1931934_10152210268001506_599855042_n

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Beypazarı’nda doğan şairenin mahlası Gülten Sultan’dır.Kültür Bakanlığı Sanatçısı (Halk Şairidir) İlk, orta ve lise öğrenimini Beypazarı’nda tamamlamıştır. Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Kız Sanat Eğitimi Yüksek Okulu’nu birincilikle bitirmiştir. 1991 yılından bu yana Beypazarı Kız Teknik ve Meslek Lisesi’nde öğretmenlik yapmış ve 2013 Kasım ayından itibaren ise TİKA ve MEB işbirliği ile Yemen’in başkenti Sana’da Türk-Yemen Meslek Enstitüsünde 6 aylık öğretim görevinden sonra tekrar eski okuluna dönmüştür. Hala Beypazarı Kız Teknik ve Meslek Lisesinde görevini sürdürmektedir.
    Şiire ilgisi lise yıllarında başlamış olup aldığı ödüller şaireyi bu günlere taşımıştır. Türkiye’nin çeşitli yerlerinde sahne almıştır. TRT’nin, çekimlerini Beypazarı’nda gerçekleştirdiği ‘Son Mektup’ ve ‘Türkmen Düğünü’ dizilerinde rol alarak seslendirme yapmıştır. Ayrıca “Baba Mirası” sinema filminde Havva karakterini canlandırmıştır. Beypazarı yöresine ait bir yiyecek olan ‘Beypazarı Kurusu’nun hikâyesini senaryo olarak yazan şaire pek çok radyo ve TV programlarına da konuk olmuştur. Kendisi de radyo ve TV programları hazırlayıp sunan şairenin bestelenmiş şiirlerinin yanında kendisinin bestelediği şiirleri de vardır.
    Ulusal ve uluslar arası büyük organizasyon ve festivallerde sunuculuk yapmıştır. Türkiye de yayımlanan muhtelif sanat, edebiyat, kültür, fikir dergilerinde ve gazetelerde yazı ve şiirleri yayımlanmıştır. Türkiye çapında yayımlanan antolojilere katılmıştır. Ayrıca şiir müsabakalarında jüri üyeliği yapmıştır. Türkiye çapında ve uluslar arasındaki programlara katılarak, sanatını icra etmiştir. Azerbaycan basınında haberleri ve şiirleri hala yayınlanmaktadır. Okurları, şairenin faaliyetlerini sosyal ağ ortamından takip edebilirler.
    Şairenin takı tasarımı alanında sanat eseri değerinde takıları bulunmaktadır. Ayrıca 2007-2008 Eğitim Öğretim Yılı’nda, Milli Eğitim Bakanlığı Mesleki Teknik ve Eğitim Okul ve Kurumlar Arası Proje Yarışması’nda rehberlik ettiği öğrencilerle“Karmaşık Duygular” adlı projeden Türkiye ikincilik ödülünü almışlardır. 2010 yılında şair ve programcıların katıldığı Türkiye de bir ilk olan ‘1. Çukurova Şiir Okuma Yarışması’nda ikinci olmuştur.
    Şairenin “Şiirlerle Kutlayalım” adlı şiir kitabı Milli Eğitim Bakanlığı Devlet Kitapları Çocuk Serisi’nde bakanlık tarafından 2011 yılında basılıp tüm Türkiye’ye dağıtımı yapılmıştır. Belirli gün ve haftaları içeren şiirlerin bulunduğu “Şiirlerle Kutlayalım” adlı kitabı ise eğitici ve öğretici şiirlerden oluşmuştur. Şaire, ikinci kitabı olan “Nerdesin Kırık Ayna” adlı eserin, ikinci baskısının gelirini Türkiye Güçsüzleri ve Kimsesizleri Vakfı’na bağışlamıştır.
    Son yazdığı şiir kitabı “Harflerin Dansı” Türk alfabesinin her harfine şiir yazılması, A’dan Z’ye Asonans ve Aliterasyon(Söz sanatı) yapılmış tek ve ilk kitap olması bakımından dalında Türk Edebiyatı ve dünya tarihinde bir ilk olma özelliğini taşımaktadır. “Harflerin Dansı” şiir kitabı, basımından hemen sonra ulusal ve uluslar arası kırka yakın gazetede yayımlanmıştır. TRT Avaz stüdyolarında ise kitapla ilgili program yapılmış ve kitap medya aracılığı ile tanıtılmıştır. Şairenin katıldığı ulusal ve uluslar arası programlarda kitap büyük ilgi çekmiştir. Akademisyenler tarafından “Harflerin Dansı” adlı eserin lise ve üniversitelerin edebiyat bölümlerinde “asonans ve aliterasyon” konuları işlenirken yararlanılabilecek bir kaynak olduğu belirtilmektedir.
    Gayesi, insanlık adına iyi, güzel ve hayırlı işlere imza atabilmek olan şaire; İLESAM (Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliliği) , TURÇEV (Turizm ve Çevre Gazetecileri kültür sanat komisyonu Şairi) , DGTYB (Dünya Genç Türk Yazarlar Birliği) , BAŞKON(Başkent Ankara ve Anadolu Konfederasyonu) üyesi; Kültür Sanat Kurulu Başkanı ve Yurt Yuva Derneği’nin üyesidir.

    ESERLERİ
    Şimdiye kadar yayımlanmış olan eserleri:

    Şiir Kitapları: Paylaşılacak Duygular, Nerdesin Kırık Ayna, Gönlümden Damlalar, Belirli Gün ve Haftalar, Şiirlerle Kutlayalım, Harflerin Dansı, Karmaşık Duygular.

    Şiir Albümleri: Yüreğimdeki Duygulardan Merhaba, Gönül Gülteni

    Ders kitapları: Basit Telkari Teknikleri, İçi Boş(Kutu) Tekniği.
    Hikâye kitabı: Beypazarı Kurusu.

  • Gülten Ertürk

    1931934_10152210268001506_599855042_n

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Aliterasyon ve Alitersyonla Yazılmış Dünyadaki tek ve ilk kitap

    TÜRKÇE HARFLERİN GEOMETRİK ŞİİR İNŞASI

    Prof. Dr. Nurullah Çetin
    Gülten Ertürk,Harflerin Dansı “Asonans ve Aliterasyonlarla Şiirler” adlı bu çalışmasıyla Türk şiirinde bir ilki başardı. Zekice bir düşünüş ve buluşla Türk şiirinde şimdiye kadar yapılmayan, düşünülmeyen bir yeni deneme gerçekleştirdi. Âdeta bütün Türk harflerinden geometrik bir şiir yapısı kurdu. Şaire, çalışmasında abece sırasıyla bütün Türk harflerini sırayla şiirlerde kullandı. Hem mısra başlarında, hem kelime başlarında hem de kelime içinde yoğun olarak aynı harfi kullanarak A’dan Z’ye bütün Türk harfleriyle yoğunlaştırılmış şiirler demeti ortaya koydu. Şaire, sırayla mısra ve kelime başlarında aynı harfleri kullanmakla kalmadı; şiir içinde de aynı harfi yoğunlukla kullanarak ünlü ve ünsüz ses tekrarlarına dayalı bir şiir dizisi ortaya koydu.
    Bu çalışma, şekil bakımından önemli olduğu kadar, Türkçemizin bir başka zenginliğini de ortaya koyması bakımından önemlidir. Zira biz bu çalışmayla gördük ki, Türkçemiz, aynı harfin yoğun olarak tekrarlandığı kelime kadrosu bakımından oldukça zengindir. Her harfin hem kelime başlarında hem de kelime içlerinde zengin bir biçimde kolayca yer alabildiği başka bir dil yoktur. Mesela A harfini kullandığı ilk şiirin başlığı A ile başladığı gibi şiirde geçen kelimelerin tamamı a ile başlıyor. Bununla da kalmıyor; bütün kelimelerde a harfi belirgin biçimde sıklıkla tekrar ediliyor. Şiir, neredeyse bütünüyle denilecek ölçüde a harfinin yoğun kullanıldığı kelimelerden oluşmaktadır. Ondan sonra gelen şiir, B harfiyle başlıyor ve şiirdeki bütün kelimelerin ilk harfi b olduğu gibi kelime içlerinde de yoğun olarak b harfinin tekrar edildiğini görüyoruz. Böyle böyle Z harfine kadar gidiyor.
    Gülten Ertürk’ün bu çalışması görüldüğü kadarıyla büyük bir emek ürünü. Gülten Ertürk, Türkçemizin bütün kelime kadrosunu didik didik etmiş, hepsini elekten geçirmiş, süzmüş, hepsini uyumlu ses yoğunluğuna göre tasnif etmiş ve anlamlı bir çalışma ortaya koymuş. Şaire, şiirlerinin tamamında kelimelerin ilk harfinin aynı olması için büyük bir emek harcamış. Bu çalışma bize Türkçemizin ne kadar simetrik, paralel, geometrik, zengin bir dil olduğunu gösterdiği gibi; yoğun ünlü ve ünsüz harf tekrarıyla ve hece vezniyle Türkçemizin şiirde ne kadar ahenkli bir yapı üretebildiğini de gösteriyor.
    Çalışmanın bir başka özgün yanı şudur: Şaire, sadece benzer ses tekrarına dayalı ahenkli bir yapı kurmakla yetinmemiş; aynı zamanda anlamlı, hikmetli, millî ve manevî değerlerimizi terennüm eden metinler de üretebilmiş. Böylesine zor bir işi başardığı için, Türkçemizin geometrik yapısı içinde ahenkli ve anlamlı metinler üretebildiği için Gülten Ertürk’ü kutluyoruz. Bu çalışma, Türk edebiyatı tarihinde alanında ilk olma özelliğiyle her zaman özgün yerini alacaktır.

  • Hülya ASLAN.”YALNIZLIKTAN ÖNCE GEL”

    ha

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Maziyi her günümle aşkımla sözlüyorum
    Yürek yangınlarıma yaş döküp közlüyorum
    Gittiğin günden beri yolunu gözlüyorum
    Yalnızlıktan önce gel bizi çok özlüyorum

    Zamanın bıraktığı boşluğa düşüyorum
    Yokluğunda mevsim kış ,inanki üşüyorum
    Çağın en güzelini seninle yaşıyorum
    Yalnızlıktan önce gel bizi çok özlüyorum

    Saklımda canlı duran hâyâlin izliyorum
    Sevdamıza söz yazan kalemden gizliyorum
    Gönüller üvey bana sevdiğim öz diyorum
    Yalnızlıktan önce gel bizi çok özlüyorum

  • Hülya ASLAN.”BURSA ULU CÂMİİ”

    ha

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Somuncu baba derler ,Türk’ün ermiş dedesi,
    Vav önünde namazda, Hızır’ la var secdesi,
    Yirmi adet gökkube sedeften işlemesi,
    Bursa Câmi-i Kebir, Tarih sanat müzesi,

    Minberde güneş doğar, aydınlanır, camiâ.
    Dualar vakfolunur , Ecdad-ı Osmanlı’ya
    Şadırvanda su sesi, ney sesiyle karışır,
    Otuzüç ayrı koldan, Hak- Hak diye yarışır.

    Mihrabında besmele taçlandırmış başını
    Altıyüz usta yapmış,hattatlar nakışını
    Îman, Amel, Adalet yazılı yapısında,
    Yıldırım Beyazıt han var hünkâr kapısında.

    “Gönül Gözü” adlı kitabımdan

  • Yalçın YÜCEL.”Benim Diyeceğim”

    175054_178868168822977_4360000_o

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Gündüzü geceden ayıran nedir
    Sevgiyi nefretten
    Salkımsöğüdü meşeden
    Gülü dikenden ayıran nedir
    Nedir bir çiçeğin açışındaki giz
    Bir kuşun ötüşündeki anlam

    Gökyüzündeki kırlangıç döngüsü nedir
    Nasıl solur doğanın canı
    Bilirim desem de yalan olur
    Şuna çirkin ona güzel desem
    Belki de yanılgı olur
    Ne desem bilmem ki
    Sevda bu
    Bir küpeli kiraz
    Koşsun şu yamaçlarda
    Kucaklasın çimene düşen güneşi
    Benim diyeceğim
    Bir iki güzel söz olur

  • Yalçın YÜCEL.”Fırtına Gelirken”

    175054_178868168822977_4360000_o

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Ne zamandır bir sıkıntı var havada
    Dargınlık gelecek gibi yeniden
    Sis kapatacak gibi güneşi
    Gün doğmakla batmak arasında tedirgin
    Fırtına geldi gelecek
    Toparlayıverdim şiirlerimi masadan
    Bir sözün kaldı yalnızca
    Kelimelerin korkulu fırtınadan
    Cam kenarı çiçeklerin sessiz
    Kırmızı gül işlemeli yeleğin yalnız
    Sitem eder gibi bakıyor duvardaki resmin
    Karardı iyice gökyüzü
    Her şey kaçar gibi bir şeylerden
    Fırtına ha koptu ha kopacak
    Değişmeyen duvar ve tavan kaldı sanki
    Sözcükler yerden yere vuruyorlar kendilerini
    Beyin zarları gerilmiş davul derisi gibi
    Tokmak olmuş sinirler
    Çalıyorlar sevginin son izlerini
    Yekinmişte gidiyorsun arkana bakmadan
    Pişirdiğin yemek ocakta kalmış fırtınasız.

  • Harika UFUK.”Adana’mı Özledim”

    huh

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Hayranınım senin, sana köleyim,
    Özlüyorum seni canım Adana’m!
    Öleceksem birgün sende öleyim,
    Özlüyorum seni canım Adana’m!

    Başka diyarlara gittiğim zaman,
    Sanki ayrılıyor canımdan bir can,
    Portakal çiçeği kokladığım an,
    Özlüyorum seni canım Adana’m!

    Başka yer benzemez senin rengine,
    Hangisi yaklaşır senin dengine,
    Gurbette dalıyor gözüm engine,
    Özlüyorum seni canım Adana’m!

    Her yere nam salmış kebabın adı,
    Damağımda kalmış şalgamın tadı,
    Şalgamla kebabı ayırmaz kadı,
    Özlüyorum seni canım Adana’m!

    Harika’m bağlıdır Adana’m sana,
    Kavrulsa sıcaktan hep yana yana,
    Âşıktır havana hem de suyuna,
    Özlüyorum seni canım Adana’m!

  • Harika UFUK.”Sevgi”

    huh

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Günlük Analitik Haber Ajansı Türkiye temsilcisi

    Sevgi her işin başı, alfabe kilididir,
    Asırlardır dünyanın ortaklaşadilidir,
    Bin bir rengin içindeumudunyeşilidir,
    Dünyadaki en kutlu, en soylu haldir sevgi,
    Kalpten kalbe coşarak çağlayan seldir sevgi.

    Şafağın renklerini tül eylemiş yüzüne,
    Yıldızlar yağmur gibi yağmış iki gözüne,
    Bazen anne, bazen yâr, uzanmışız dizine,
    İnsanın tutunduğu en güçlüdaldır sevgi,
    Kalpten kalbe coşarak çağlayan seldir sevgi.

    Kurak sinede açmaz böylesi narin çiçek,
    El üstünde tutulup hiç örselenmeyecek.
    Konmasın üzerine ne börtü ne de böcek,
    Canlıda tatlı duygu, petekte baldır sevgi,
    Kalpten kalbe coşarak çağlayan seldir sevgi.

    İnsanın hayatında bitmez ömrünce açmaz,
    Kırılmış gönülleri sevgisiz kimse açmaz.
    Seven sevdiği için mücadeleden kaçmaz,
    Gönül bahçelerinin can suyu güldür sevgi,
    Kalpten kalbe coşarak çağlayan seldir sevgi.

    Sevgin, saygın, hoşgörün yoksa kızarır yüzün;
    Sevgi dolu olursan bahara döner güzün,
    Merhamet yoksununun yolunu bekler hüzün,
    Tutuşmuş bir sevdadır, alevdir, aldır sevgi,
    Kalpten kalbe coşarak çağlayan seldir sevgi.

    Yağmurlardan sonraki mis kokudur toprakta,
    Badem çiçeklerinin dans edişi yaprakta,
    Bolluk bereket saçan ağaçtaki pıtrakta,
    Dost için dualarda açılan eldir sevgi,
    Kalpten kalbe coşarak çağlayan seldir sevgi.

    Harika Türkiye’min inci gibi illeri,
    Şehirlerin, köylerin cıvıl cıvıl dilleri,
    Gülümseyen çocuğun yüzündeki çilleri,
    Âşıkların sazında titreşen teldir sevgi,
    Kalpten kalbe coşarak çağlayan seldir sevgi.

    Adana.21-01-2014.SAAT: 09.30

  • BİR HATIRATA GÖRE SARIKAMIŞ HARBİ

    kumbet

    **Prof. Dr. Münir ATALAR**Yrd. Doç. Dr. Burhan Kaçar**
    Hatıratın tanıtımına geçmeden önce 1.Dünya savaşının çıkış sebebinden bahsetmek yerinde olur
    Avrupa’da başlayıp, sonra dünyanın geri kalan kısmını da içine alan bu savaşın var olan dengeleri tümden sarstığı ve yeni kutuplaşmalara yol açtığı bilinen bir gerçektir.
    Dünya savaşı çıktığı zaman, Osmanlı Devleti’nin ne gibi durum alacağı büyük devletlere merak edilmekteydi. Osmanlı Devletinin coğrafi yerinin önemi ve özellikle Rusya’ya giden deniz yollarını elinden tutması bakımından büyük devletlerin ilgilerini çekiyordu.
    Osmanlı devleti büyük bir risk alarak, Almanya’nın yanında savaşa katıldı. Goben ile Breslav isimli iki Alman savaş gemisinin Osmanlı karasularına girmesi ve Osmanlı hükümetinin bu gemilere el koyarak 29 Ekim 1914’te Rus limanlarını bombalaması ile birlikte Osmanlı Devleti resmen bu savaşta yer almış oldu.(birinci dünya savaşı ansiklopedisi,1.s.248].1914 Ekiminden İngiliz donanmasının Çanakkale boğazını bombardımana tutup, sonra İstanbul’a doğru yola çıktığı 1915 Şubatına kadar Osmanlı orduları yenildiği üzerine yenilgi almışlardı.[Fromkin,1993,109].
    Bu sırada ülke ittihat ve Terakki partisi yönetilmekte idi. Bilhassa Enver, Talat ve Cemal paşa üçlüsü her şeye egemendi. Bunlardan Enver hemen paşa savaşa taraftardı’ Talat Paşa tereddüt içinde idi. Cemal Paşa ise ilk zamanlarda karşı idi.[Doğuştan günümüze Büyük İslam Tarihi,1993,179].
    Osmanlı Devleti’nin 1.Dünya savaşı girişimi hazırlayan ilk olay, gizli olarak hazırlanan Osmanlı-Alman ittifak anlaşmasıdır.(2 Ağustos 1914) Sadrazam Said Halim paşa Almanya’nın İstanbul büyükelçisi Baron Von Wangenheim arasında yapılan bu anlaşmadan Harbiye Nazırı Enver Paşa, Dâhiliye Nazırı Talat Bey, Meclis Reisi Halil Bey ve Cemal Paşa’nın haberleri vardı.
    Savaşın fiilden başlaması 31 Ekim’de Rusların Doğu Bayezid’e saldırıları ile oldu.11 Kasım 1914’de Osmanlı hükümeti savaş ilan etti. Osmanlı devleti bu savata dört ayrı cephede savaşmak zorunda kaldı.(BİT,1993.180).Bu cephelerden biride Kafkas cephesi idi.
    Sarı kamış savaşı ile ilgili olarak resmi kayıtlarda yer alan veriler, yabancıların yaptıkları yorumlar ve hatıralarında anlatılan verilere dayanmaktadır. Elimizdeki defter kendi özel kitaplarımızda (Torunu Burhan Kaçar) yer alan ‘’30’’ varaktan oluşan bir defterdir. Defter kese (torba)kâğıdından kesilerek oluşturulmuştur.
    Defterin fotoğrafı rika yazısıyla yazılmış olup her bir sayfa 14 satırdan oluşmaktadır. Defterin önemi cephede yazılmış olmasıdır. Defterin baş kısmı şöyledir’’Bu defteri 14 Aralık 1914’de cephede inşa ettim. Münşii ve muharriri Tokat’ın Kat köyünden İbrahim Ethem’dir.
    Hatıratın tamamı bir sempozyum oturumu süresi içinde sunmak mümkün değildir. Bu sebeple hatıratın bazı bölümlerini ana başlıklar halinde vermek uygun olur kanaatindeyiz.
    Osmanlı 623 yıllık saltanatı boyunca İran’dan sonra en çok Rusya ile savaşmıştır.1677’den 1920 yılına kadar toplam’’47’’yıl savaşla geçmiştir. Tarih boyunca Osmanlı’ya en büyük darbeyi Ruslar vurmuş, Kafkaslar, Karadeniz, Doğu Anadolu, Rumeli Tuna boyları ve Balkanlarda yüz binlerce Türk’ü vahşi katlederek İstanbul’a kadar gelmişlerdir.
    Osmanlı-Rus savaşının dönüm noktası Sarıkamış harekâtıdır. Doksan bin şehidimize kandan kefen biçen bir hareket.
    İstiklal Harbi hatıralarını dedemden dinlemiştim. İlkokul çağında vatan sevgisini onun dizinin dibinde tattım. Anadolu’nun Türklere vatan oluşunun gerçek hikâyeleri ile çocukluğumu yaşadım
    Sarıkamış, Çanakkale, İstiklal Harbi içimizi titreten hüzün ve gözyaşının olduğu bir harekât. Her an hatırlanarak nesilden nesile aktarılır. Nice şiirler, destanlarla, anılarla mermere kazınmış gibi işler hafızalara. Yıllar geçip gitse de hafızalardan silinmezler.
    Dedemin İstiklal Harbi hatıralarından dolayı sadece istiklal harbine katıldığını zannediyordum. Evdeki kitaplığını düzenlerken Osmanlı Türkçesi ile yazılmış küçük bir defter elime geçti. Bir hatıratı okumaya başladım. Sarıkamış harekâtını anlatan bir hatırat. Bu hatıratı bir sempozyum ya da konferansla tanıtmanın uygun olacağı düşüncesindeyim. Çünkü Atatürk diyor ki ‘’ Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir.’’
    Tarihi olaylar bazen olumsuz neticeler verebilir. Her halükarda sonraki nesillerin bunları bilmesi gerekir. Geçmişte yaşanılan olayları bilmemek onların tekrarlanmasına sebep olur. Türk tarihinde olayların tekrarlarına sıkça rastlanıyor. Bunun sebebi söz konusu tarihi olayların, bir şekilde anılara, edebi eserlere yansımasından kaynaklanmaktadır. Bu üç felaketi yaşayan ordumuzun zaferleri ile iftihar ederken, yenilgisinden gerekli ders çıkarmalarını sağlamak amacıyla hatıratı Türk insanına tanıtmayı uygun bulduk.
    Hatırat, Tokadi (İbrahim Ethem ) mahlasıyla yazmış olduğu ‘18’dörtlükten oluşan Sarıkamış destanı ile başlıyor. Destandan birkaç dörtlük:

    Seferberlik İlan oldu âlem delindi
    Mihman bölük bölük oldu yürüdü
    Koç yiğitler bunda el ele verdi
    Camiler kalmadı nas ile doldu

    Ramazan önünde okundu ferman
    Cem oldu âlemler derildi insan
    Umumum itdi canını kurban
    Bunda çok haneler tarumar oldu

    Fıkraların ucu Erzurum’a erişti
    Allah Allah deyu harbe girişti
    İki taraf birbirine karıştı
    Âlemin feryadı cihana doldu.

    Sarıkamış’a hücum emri verildi
    Allahuekber dağını düşman bürüdü
    Enver Paşa kılıç çekti yürüdü
    Ordu kumandanı hayret de kaldı

    Bu destanı müteakiben İbrahim Ethem(Tokadı) esir oluşunu dile getirdiği bir destanı yer alıyor. Muhtemelen Ruslar Sarıkamış’a girdiği gün yazılmıştır.

    Kimini güller götürdü
    Kimini toplar yatırdı
    Beni esir eden Moskoflar
    Nice ocaklar batırdı

    Bir başka şiiri’’Bayram tebriki genç askerin ‘’başlığını taşıyor. Daha sonra ruh haline göre yazılmış’’12’’mani yer alıyor. Bu manilerden biri:

    Annem ağlar, eşim ağlar
    Yavruların ciğer dağlar
    Haber verin Tokat’ıma
    Geri dönen, kalan sağlar

    Bu maniler ne zaman yazılmış bir tarih yok. Dörtlükteki ifadelerden eserin döneminde yazıldığı kanaatini çıkarabiliriz.
    5.varaktan itibaren cephedeki hatıralarına şöyle devam ediyor.
    1.BÖLÜM
    1 Kasım 1914’te yapılan Rus saldırı
    2.BÖLÜM
    22Aralık günü başlayan yürüyüş
    ‘’Ölümüne yürüyüş 22 Aralık günü başladı. Günlerce yürüdük. Bardız yaylasının çamurlu tepelerine, Çerkezköy’e, Oltu’ya, Allahuekber Dağına, Sarıkamış’a giden mevkilere.’’
    3.BÖLÜM
    Askerin yürüyüş esnasındaki durumu.
    ‘’Hiçbir yürüyüşü durdurmuyordu komutlarımız kar gibi beyaz ölüm, bir köşede kıstırdı bizleri. Yürüdükçe terliyor, terler sırtımızda donuyor.’’
    4.BÖLÜM
    Tabiat tasviri ile birlikte savaş alanı tasvir ediliyor.
    ‘’Bir buçuk metre kar.-30-40 derece soğuk.2500 metre yükseklik olduğunu söylüyorlar. İnanılmaz oldukça engebeli arazi. Bütün mesafeler yürüyerek geçilecek. Savaş bu alanda yapılacaktı. Arkadaşlarımızın bir kısmı evden getirdikleri çamaşırlarla yürüyorlardı. Ne kalın paltomuz nede değişecek çamaşırımız vardı.’’
    5.BÖLÜM
    Şehit düşen askerlerin durumu.
    ‘’Açlığın, yorgunluğun etkisiyle eller uyuşuyor. Bilekler de uyuşunca bir kenara kıvrılıp uyuya kalıyorduk. Ölüm çölünde bütün vücudu beyaz kar kaplıyor, ardından bedenler kaskatı kesiliyor.’’
    6.BÖLÜM
    Askerlerin ruh halini anlatıyor.
    ‘’Allahuekber Dağları,26Aralık gecesi gece, acı çeken, ölmek isteyen, korkan, isyan eden arkadaşlarımızın yürekleri parçalayan çığlıkları Allahuekber dağlarında yankılanıyordu.
    7.BÖLÜM
    Bir kıyaslama var. Tabiatın durumu.
    ‘’Ben her ailenin Kur’an-ı Kerim’in öğrensin diye gönderdiği mahalle mektebinde yetiştim. Dünya tarihini bilmem. Bana göre belki de dünya savaş tarihinde eşine rastlamayacak bir savaş yaşanıyordu, karla, kışla, tipiyle. Bizler, Sarıkamış’ta Rus’a, Ermeni’ye değil;’’kara kışa’’yenildik.’’
    8.BÖLÜM
    Güneri vurunca şehit düşen askerlerin arazide oluşturduğu manzarayı anlatıyordu.
    ‘’Ve nihayet 26 Aralık sabahı, güneş Allahuekber dağlarının yamaçlarına vurmuştu. Gecenin karanlığı her yerin üzerini örtmüştü. Sabahın ışıkları vurduğunda sağ sola düşmüş, binlerce askerimizin(bir rivayete göre15.000)bedenini aydınlattı. Bir gecede binlerce arkadaşımız tek kurşun almadan donup gitmişti. Bu sayı Sarıkamış’a giden bütün yollar üzerin bir gün boyunca, donmuş arkadaşlarımızın bedeni parlayacaktı.
    9.BÖLÜM
    Rus tarafı ile Türk tarafı askerleri malzemesinin kıyaslaması
    ‘’Arkadaşlarımızla Rus askerlerinin durumunu mukayese edersem Rusların mutfak arabaları, sıcak yemek imkânlarına karşılık; sırtımızdaki erzak çantalarında bulunan kuru ekmekle arpa kavurup yedik. Rus askerlerinin ve subaylarının ayaklarında çizmeleri sırtlarındaki kürklerine karşılık bizim yazlık elbiseler ve ayağımızda çarık vardı. Tabi ki suyu çabuk çeken, don haline dönüşmesi uzun sürmeyen çarıklarla ayaklarımız soğuktan kaskatı oluyordu. İşte biz iman gücünün, verdiği duygularla işte böyle yol alıyorduk.
    10.BÖLÜM
    Enver Paşanın askerlerle yaptığı toplantı
    ‘’Enver Paşa’nın 14 Aralık 1914’de Köprü köyde bizlerle yaptığı savaşın planını anlattı. Toplantıda arkadaşları arasındaki söylenti Hasan İzzet Paşanın Enver Paşanın yaveri olduğu söyleniyor. Hasan İzzet Paşa’m, planın yetersizliğini söylemiş. Toplantıdan birkaç gün sonra da Hasan İzzet Paşa’m ayrılmış, memleketi Elazız’a gitmiş. Ayrılış sebebini bilmiyoruz. Bu durum askerler için sır. İşin aslı nedir? Ne değildir, bilinmiyor. Enver Paşa’m III. Ordu komutanlığını da kendi yapmaya başladı.
    11.BÖLÜM
    Savaşın başlaması.
    ‘’20 Aralık’ta savaş başladı.25Aralık’ta şiddetlendi.8 Ocakta sona erdi. Başkomutan vekilimiz hangi sebeple bilemiyoruz, III. Ordu komutanlığını Albay Bey’e bırakarak İstanbul’a gitti. Bütün bunlara rağmen cephedeki hiçbir arkadaşımızda panik yoktu’’.
    12.BÖLÜM
    Enver paşa tarafından vasiyetler yazılmış.
    ‘’Tümenler, kolordular artık parmakla sayılacak kadar azalmış. Sürekli hücum emri veren Enver Paşanın bir vasiyet yazdığını duyduk. Aradan zaman geçmedi ordu geri çekilin emri yerine hücum emri verdi’’.
    ‘’Ölmeleri donmaları, açlığa ve soğuğa rağmen arkadaşlarımız, hücum ediyor, mermisi biten sürgüyle, sürgüsü düşünce elleriyle Rus askerlerini öldürmeye çalışıyordu. İnsanüstü gayretle savaştık. Saldırımızın hepsi sonuçsuz kaldı. Ruslar güçsüz düşen Türk askerlerine karşı hücuma geçtiler. Nihayet kuşatmadan kurtulmak için Enver Paşa 4 Ocak günü geri çekilme emri verdi.15 gün içinde general, subayların da bulunduğu binlerce asker esir düşmüş, binlercesi de ölmüştü.
    Arkadaşlarımızın cesedi bulaşıcı bir hastalığa neden olmaması için Ruslar tarafından toplu mezarlara gömüldü.
    13.BÖLÜM
    Erzurum yolculuğu
    ‘’Sarıkamış bozgununda kurtulan, çoğu yaralı on binlerce arkadaşımız Erzurum’a gönderildi.Arkadaşlarımızı9n durumu hiç iç açıcı değildi. Arkadaşlarımızda bir tuhaflık vardı. Yüksek ateş, kaşıntı ve mide bulanması görünüyor, vücut aniden bitleniyordu. Sonunda gerçek anlaşıldı. Bitlerin bulaşıcı olduğu hastalık tifüs hastalığıydı. Günlerdir yıkanmayan ve üstündeki çamaşırları değiştirmeyen askerler. Sıcak bir ortama geldiklerinde vücuttaki bitler birden ortaya çıkıyor ve her yere atlıyordu. Sonunda arkadaşlarımız ateş içinde can veriyor. Sarıkamış’ta donmaktan kurtulan askerlerimiz bu kes tifüs salgınından kurtulamıyordu.
    14.BÖLÜM
    Esaretini anlatır.
    Sarıkamış çevresinde bulunan Türk köylerinde toplanılarak götürülen on beş yaşından büyük erkeklerle bizde dâhil olduk.
    ‘’Mıcıngert, Suhkütaşı, Karaurgan, Sogane, Handese, Sarıkamış yol inşaatlarında Paslı, Muguracık, Azat taş ocaklarında çalıştırdılar. Aylarca burada silah zoruyla çalıştırılan Türklerin tamamına yakını köylerine dönemediler. Bu savaşta bütün katliamın müsebbibi bana göre Rusların maşalığını yapan Ermenilerdir.

    KAYNAKÇA: Burhan Kaçar Özel Kitaplığı, El Yazması Hatırat.

  • Насиба Егембердиева

    null

    * * *

    Жаман іс өзіңді ақтай білместік,
    Əдебін адамның сақтай білместік.
    Жаманнан да жаман бір іс бар,
    Дос пен дұшпанды парықтай білместік.
    * * *
    Пікірсіз ақылдың кемі болады,
    Ілім мен егеуле теңі болады.
    Үлгі ал айнадан, бір күн сүртпесең,
    Үстінде бір елі меңі болады.
    * * *
    Дедім :- Қам жеме қарныңды ауыртар,
    Ашщыны көп жеме, баруыңды ауыртар.
    Дедім:- Не жесең же міндет –
    Меуесін жеме, бəрін ауыртар.

    * * *

    Ашытқы негізі ашыған қамыр,
    Онсыз дəмсіз болар наның мен пəтір.
    Адам арасындағы ашытқының,
    Зияны бірнеше əулетке татыр.
    * * *
    Шат болып өмірде, ашылып, сүйін,
    Көңілде болмасын кінə мен түйін.
    Гүлге қара, түйінін жазып еді ол,
    Бау-бақша жайнапты, жайнатты үйін.
    * * *
    Өзеннің жанында иіліпті тал,
    Түсінсең сен егер одан өрнек ал.
    Ақырын құлағыма сыбырлап,-деді,
    Кердейгеннің соңы болады обал.