Blog

  • M. Necati GÜNEŞ.”NALBANTLIK VE NİKSAR’DA ESKİ NALBANTLAR”

    Eğitimc

    “Bir mıh bir nalı kurtarır, Bir nal bir atı, Bir at bir komutanı, Bir komutan bir orduyu, Bir ordu bir ülkeyi kurtarır.”
    Nalbant, Arapça “na’l” ve Farsça “bend” kelimelerinin birleşimiyle oluşmuş bir kelime olup, TDK Büyük Türkçe Sözlükte, “Hayvanların ayağına nal çakan kimse” olarak tanımlanıyor. Biraz daha geniş ifade ile nalbant; atların ayaklarına, arazi koşullarına karşı korumak amacıyla nal takan veya yıpranan nalı değiştiren kişidir.
    Binek hayvanlarıyla ilgili ortaya çıkmış bir sanat olan nalbantlık, demircilikle birlikte gelişmiştir. Eski dönemlerde hayvanların ayaklarına ve toynaklarına keçe, kalın bez ya da köseleden yapılan ayaklıklar takılırdı. Dayanıksız bu ayaklıkların yerini zamanla madeni nallar aldı. Geçmişte ulaşım, taşımacılık ve çeşitli hizmetlerde hayvanların yaygınca kullanımıyla nalbantlık motorlu araçların yaygınlaştığı 20. yüzyılın ilk yarısına değin önemini korudu.
    Askerlikte at ve katırın taşıdığı önemden dolayı hemen bütün ordularda uzun yıllar nalbantlıkla ilgili birimlere yer verildi. Örneğin Osmanlı ordusunun nalbant gereksinimini karşılamak için 1888’de Askeri Baytar Mektebi’nde modern nalbantlık dersleri verilmeye başladı. Kurtuluş Savaşı’nda da Konya’da nalbant yetiştiren bir okul açıldı. Bazı Meslek Yüksek Okulları’nda iki yıllık eğitimle nalbant yetiştirilmekte iken günümüzde bölümün adı değişmiş ve “Atçılık ve Antrenörlüğü” adı altında eğitimlerine devam etmektedirler.
    Türkiye’de 1960’lı yıllara değin kırsal kesimdeki en itibarlı mesleklerden biri olan nalbantlık, teknolojinin gelişmesiyle birlikte eski önemini kaybetmiştir.
    Nal ve nalbantlık kültürümüzde o kadar yer etmiş ki birçok atasözü ve deyim oluşmuş. Bunlardan birkaçını şöyle sıralayabiliriz.
    ATASÖZLERİ:
    Acemi nalbant gâvur eşeğinde öğrenir/ At ölür nalı kalır, yiğit ölür namı kalır/Ata binen nalını, mıhını arar/ Atlar nallanırken kurbağalar ayak uzatmaz/ Bir mıh bir nal kurtarır, bir nal bir at kurtarır
    DEYİMLER:
    At nalı kadar/ Deve nalbanda bakar gibi/ Hem nalına hem mıhına (vurmak)/ Üç nalla bir ata kaldı
    Nal deyip mıh dememek/Nal toplamak/Nalları dikmek/Yok devenin nalı/Nalını sökmek için ölmüş eşek aramak
    NİKSAR’DA NALBANTLAR
    Sivas eyaleti, Tokat sancağına bağlı Niksar kazasına ait 1840 yılı Temettüat Defterlerine göre nalbantların mahallelere ve köylere göre dağılımı şöyledir:
    Bengiler Mahallesi: İbrahim Ağa, Kilimcioğlu Bektaş, Ziferağasıoğlu Hacı Hasan, Duvakçıoğlu Ahmet Ağa, Ahıshavi Süleyman Ağa.
    Cellehane(Çilhane) Mahallesi: Mustafaoğlu Ahmet, Osman Ağa, Ali Bazoğlu Mustafa Ağa, Ahishavi Durak Usta, Karamustafaoğlu İbrahim.
    Cedit Mahallesi: Sarısalihoğlu Mustafa, Hüseyinoğlu Yusuf Ağa.
    Kiremitli Mescit Mahallesi: Karacaoğlu Muhsin.
    Matori (Maduru) Mahallesi: Mataracı Hacı Süleyman Ağa.
    Dereçay Mahallesi: Marazoğlu Halil.
    Hüsamettin(Karşıbağ) Mahallesi: Marazoğlu Hacı Osman
    Kazgancı Mahallesi: Yüzbaşıoğlu İsmail
    Ayvasönü Mahallesi: Canikoğlu İbrahim Ağa.
    Başçiftlik Köyü: Bekir Usta

    Cumhuriyet dönemine baktığımızda ise ulaşabildiğimiz nalbantlar şöyle sıralanıyor.
    1.Salih TANÇ (1893-1969), Taşra Mah. 2. Mehmet ÖZÜBEK, Taşra Mah. 3. Şükrü ŞENEL, Taşra Mah. 4. İbrahim Çağhan, Ayvazönü Mah. 5.Hüseyin DİNÇER, Taşra Mah. 6. Mustafa DÜNDAR, Kuz Mah. 7. Ahmet KAYNAR, Kaleiçi Mah. 8. Sabri BENDUYLU, Taşra Mah. 9. Sıtkı GÖZE, Bengiler Mah. 10.Abdurrahman YURDAER, Taşra Mah. 11.Hacı Mustafa KARASOY, Çepnibey Mah. 12. Ahmet KARASOY, Çepnibey Mah. 13. Hacı Ali CANİKLİ, Çilhane Mah.
    14. Osman CANİKLİ, Çilhane Mah. 15. Mustafa DEMİREL, Taşra Mah. 16. Mustafa TAÇ, Taşra Mah. 17. Nurettin TAÇ, Taşra Mah. 18. Mahmut Türkekul, Bengiler Mah. 19. Kaya ELDİVENCİ, Maduru Mah. 20. Niyazi ELDİVENCİ, Maduru Mah. 21. Cafer ÇAĞHAN, Hanegâh Mah. 22. Ahmet TEPEBAŞI, Karşıbağ (Hüsam) Mah. 23. Selahattin KÖKSALAN, Taşra Mah. 24. Sakin DÜDÜKÇÜ, Kaleiçi Mah. 25. Dadaş Sabri Usta, Çöreğibüyük. 26. Kenan Eraydın, Karşıbağ Mah. 27. İdris KARAKAŞ, Külekçi Köyü

    1928-Niksar doğumlu Kaya Eldivenci nalbantlığa 15 yaşında başladığını söylüyor:
    Niksar-1928 doğumluyum. Maduru mahallesindeniz, bize Kavlaklar diyorlar. Babam Osman Eldivenci. Gaziahmet İlkokuluna gittim, 7 yıl okudum. Benim oyunum da horoz dövüştürmekti. Arkadaşlarım aşık oynar, ben horoz dövüştürürdüm. Babamlar Selâfendilerin çiftlikte ortakçılık yaparlardı. Ben 15 yaşına kadar o çiftlikten Hüseyin amcamın dükkânına bostan taşıdım. 15 yaşımdan sonra Taşra mahallesinden Nalbant Salih Ustanın yanına çırak girdim. Askere gitmeden ayrıldım. Gaganların hanı vardı, Halim Ağanın hanının altında askere gidene kadar nalbantlık yaptım. Halim Ağanın hanı, Nalbantlar Camisinin karşısındaki aralıktan çıkılan o arka sokakta idi. Askerlik dönüşü artık kendi adıma değişik yerlerde çalıştım. Kardeşim Niyazi askerden geldikten sonra Tıraşlıoğlu’nun Hanını beraber çalıştırdık. Birader aynı zamanda hafta içinde yaptığı nalları diğer malzemelerle beraber Akkuş pazarına götürüp satıyordu, o geçimini aynı zamanda pazarcılıkla da sağlıyordu.
    Eskiden o kadar çok nalbant vardı ki!
    Benim bildiklerim Taşra’dan Mehmet (Özübek) Usta vardı, Onun dükkânı aşağıda, Leylekli Köprü’nün altında idi. Hatta askerden geldikten sonra iki sene onun yanında çalıştım. Mehmet Ustanın oğulları Durmuş ve Duran (Özübek) ustalar idi, iki kardeş de nalbant idiler. Duran ağabey sonradan Çarşıbaşı’nda bakkallık yaptı. Onların çırağı nalbant Kenan vardı, daha sonra jipcilik yaptı. Yine Taşra mahallesinden Nalbant Hüseyin vardı. Kepçelinin orada, Dr. Hüsamettin Beyin muayenehanesinin hemen arkasındaki handa idi. Nalbant Mahmut, Hacı Ali vardı benden büyük. Hacı Osman, Tırıkların Hacı Mustafa ve kardeşi Ahmet Karasoy vardı. Kocaağaların hanını çalıştırıyor ve nalbantlık yapıyorlardı.
    Benim zamanımda aşağı yukarı 15-16 tane nalbant dükkânı vardı. Akranlarımdan Taşra mahallesinden Mustafa ve Nurettin Taç kardeşler, Urumoğullarından Selahattin, Nalbant Abdullah vardı. Nalbant Dadaş Sabri Erzurum’dan gelme idi ve Fatlılı Ali Çavuş’un evinin altında nalbantlık yapardı. Ünye Hamamından aşağıda oturuyordu. Nalbant Sıtkı vardı. Ethem Dicle ise önce han çalıştırıyordu daha lokantacılığa başlamamıştı.
    Kara mıh, dökme mıha göre daha sağlam olurdu
    Bir tezgâh, bir örs, iki çekiç, bir yonacak, bir kerpeten, bir kıskaç olur. Çekiçlerden biri nal çakmaya biri nal dövmeye kullanılır. Törpü, burunsak (Yavaşak), ip, kesim makası, nal, mıh.
    Nalları kendimiz yapardık. Ben kıyı vurmak şartıyla beş dakikada bir nal dökerdim. Üç sene Salih Usta’ya nal dövdüm, hem de nal çaktım. Bir de nalın hazırı vardı, hazır kesilmişi pres nal derlerdi. Atların nalları bir numaradan beş numaraya kadar büyüklüğüne göreydi. Sacların kalınlığı da milim milimdi. İki milim, üç milim, dört milime kadar pres nal vardı. Pres nalları da yine atın ayağına göre örs üzerinde çekiçleyip şekil veriyorduk.
    Mıhlarımız yani nal çivileri iki cins olurdu. Biri hazır dökme mıh, diğeri de demircilerin yaptığı kara mıh. Kara mıhı hem Niksar’daki bazı demirciler yapar, hem de Zile’den ve Suşehri’nden gelirdi. Yük taşıyan araba atları için demircilerin elde döverek yaptığı kara mıh kullanırdık. Hazır dökme mıha göre daha sağlam ve dayanıklı olurdu. Dökme mıhlar ise tez aşınırdı.
    At yatarken nal çakılmaz
    At, eşek, katır, öküz gibi hayvanlara nal çakılır. Demirden halka vardır, atı oraya yularından kipçe bağlar, ya sahibine ya da çırağına tuttururduk. Ondan sonra nalbant başlar çalışmaya. Önce ayağını tırnağını yontar, uzayan tırnaklarını keser, sonra oraya ayağına göre nalını koyarak çakardık. Atın tırnağının ucunu kesip de törpüleyerek şekil vermeye kıracak derlerdi ve son işlemdi.
    Atın kuyruğunu dirseğinden bağlarsan at kımramaz, hareket etmez. Fazla hayın atları burunsakla (yavaşakta derler) burnunu kıstırırsın, o zaman onun açısıyla pek fazla kımramazlardı. At yatarken nal çakılmaz.
    Ben hanı çalıştırdığım zamanlarda hafta arası köylere gidiyordum. 11-12 köye ben öküz çakmaya giderdim. Elmüdü’de çok öküz çakardım. Zera’dan Keltepe’den Başçiftlik’e 10 sene gittim. Niksar’da dersen 11-12 tane köye gittim: Güdüklü, Onan, Leğen, Eryaba, oradan bu yannı dönünce Arguslu (Ardıçlı), Buhanı, Zera, Ustahasan, Ehen, Hacılı, Tis, Sulugöl, Ereç. Köylerde at, eşek, katır çakardım ama en çok öküz çakardım. O zamanlar traktörler yoktu, traktörün yaptığı işi o zamanlar öküzler yapardı, dolayısıyla biz de köylerde en çok öküzlere nal çakardık. Senede bir baharın bir de harmanda köylere giderdik. Özellikle harman dönemi hep köylerde olurduk, çünkü hayvanları nallatmanın ücreti harman döneminde aynî olarak ödenirdi. Mesela bir çift öküzü bir ölçek buğdaya çakıyorduk. Bir ölçek buğday o zaman 25 kiloydu. Sonradan motorlar çıktı, traktörler çıktı, öküz işleri biraz gevşedi. Ondan sonra ben de artık köye gitmeyi yavaş yavaş bıraktım.
    En çok Başçiftlik’e gidiyordum, 600 hane vardı o zamanlar. Normalde bir gitmemde 15-20 gün kalıyordum. Bir keresinde hanımı çocukları da aldım ev tuttum, Başçiftlik’te üç ay kaldım. Perşembe Yaylası’nda ise daha çok at olurdu. Elmüdü’ye öküz çakmaya giderdim. Oradan da Perşembeye geçerdim. Elmüdü’den Perşembe Yaylası’na dağ yolu vardı, oradan giderdim.
    Nalbantlıktan hırdavatçılığa geçen Cafer Çağhan ise Nalbantlık yıllarını bakın nasıl anlatıyor.
    1935 Niksar doğumluyum. Babam Haşaroğlu İbrahim Çağhan, mahallede iki devre muhtarlık yapmıştır. Bizim mahallenin ismi çok. Eski ismi Hanegâh Mahallesi, şimdiki Gazi Osmanpaşa Mahallesi. Kültür Mahallesi ve Ayvazönü’de derlerdi. Burada doğup büyümeyim çok şükür.
    İlkokulu Albayrak’ta okudum. İlkokul bittikten sonra bir müddet bahçıvanlık yaptıktan sonra babam dedi ki; “Seni bir sanata vereyim, Terzi Duran Çekenoğlu akrabamız. İster ona, ister Nalbant Mehmet Usta’ya git.” Ben de Leylekli köprüye geldim, baktım. Duran abinin oraya girmeye utandım, oradan aşağıya indik. Köprünün beri tarafındaydı Mehmet (Özübek) ustanın dükkânı. Nasip nalbantlıkmış, nalbant olduk. Mehmet Özübek benim esas ustamdır. 1958’de askerden gelince nalbantlık mesleğine devam ettim ve hâlâ bu dükkândayım. Duran Özübek ile de aynı bu dükkânda çalıştık. Bir arada yanımızda han ve kahve vardı, onu da çalıştırdık ve böyle devam ettik. Ondan sonra baktık ki nalbantlık gitgide düşüyor biz de çeşitleri değiştirdik ve bu şekilde ufak tefek işler ile uğraşıyoruz. Nalbantlığı bırakalı 20-25 sene oldu. Çok şükür bir avaralık bir meşgale olarak bu hırdavat işini yürütüyoruz. Çocuklarımızda yetiştirdik çok şükür. Biri Ankara’da biri Konya’da, işleri de güzel.
    Eski Nalbantlardan hatırladıklarım
    Eski nalbantlara baktığımızda Dış (Taşra) mahallesinden Nalbant Sabri Usta, Şükrü Usta vardı o da dış mahalleden. Sonra Mustafa Usta hanın karşısında o eski ustalardan, Salih Usta çok derin ustaydı bazen derdi ki çocuklar biz geldik gidiyoruz, size bazı şeyler öğreteyim derdi. Mesela hayvanların yarasını oksijenle yıkadıktan sonra toz şeker ekin bunu kurutuyor derdi. Ben de pek hevesim olmadığından pek de üzerine düşmedim, her adama bu sırrı vermezdi ama bana da verdi. İşine çok titiz bir adamdı. Onun damadı Kaya Usta da nalbanttı. Bir de bir hiç unutamıyorum, şurada demirciler vardı, şurada da Pazar yeri vardı Mustafa Emmi ineği getirdi, burada ineğin şurasından böğründen kızgın demiri soktular. Eli ile ineğin çürümüş etlerini aldı. Öyle tedavi etmişti, o da hayret bir şey. Böyle bir vakit geçirdik işte.
    Nalbantlık nedir, Nalbant ne iş yapar?
    Hayvanlar rahat yürüsün diye icat edilmiş bir şey. O da hayret hayvanın ayağına mıhı çakıyorsun hiç acımıyor ama usulü ile çakarsan. Tabii çiviler dışarıya doğru meyillidir ona dikkat etmek gerekir.
    Şimdi diyelim hayvan gayet sert, baş olmuyor. Burnuna ağaçtan yapılmış kıskacı takıyoruz. Hatta bir gün üç dört kişi burada çalışıyoruz baş edemedik hayvanla. Köylü vatandaşın biri geldi “Yahu ne uğraşıyorsunuz” dedi “Ne yapalım” dedim. “Atın kafasını yukarıya bağlayalım, burnuna kıskacı takıp yem torbasına taş dolduralım. O zaman rahat durur” dedi. Öyle yaptık da rahatlıkla çaktık nalı. Hiç bilmediğimiz bir şeydi. Ama el elden üstündür derler ya. Katırlara nal çakması daha zor oluyor. Onlar daha hayın oluyor, hiç durmuyorlar, zahmetli oluyor. En uysal olanı da merkepler, atların ise uysal olanı da var yaramaz olanı da.
    Şimdi nalı çakarken bir adam hayvanın ayağını çok sağlam ve gayet düz tutacak. Yani aşağıya doğru tutarsa derin kaçar, derin kaçmaması için düz tutmak suretiyle tırnak yonulur. Ondan sonra da nalı uydurup tırnağa göre takarız. İşte böyle yani, köylüler bile alıştılar. Köylü nalını mıhını alıyor, kendisi yapıyor. Şimdi nalbant arayan yok, kendileri yapıyorlar.
    Günümüzde nalları Zile’den temin ediyoruz. Eskiden sürekli çalışıyoruz, yetiştiremiyoruz. Buradan çeşit götürdüm Zile’ye, oradan da malzeme alıyoruz. Zile’nin demircilerine dedim ki; Siz yapamaz mısınız, aha size at, eşek nalı ölçü getirdim. Hâlâ benim götürdüğüm ölçüye göre at nalı eşek nalı yapıyorlar. Dolayısıyla alıştırdık şimdi kamyon işi Samsun’a ve Sivas’a Zile’den gönderiyorlar, çalışkan adamlar. Mesela Ali Özparın, İshak Taşer ondan sonra Sabri ve Mustafa Kansular biraderler. Hurda toplayıp onlara satıyorduk, güzel adamlar Allah selamet versin Bunlar toptan demir işleri ile uğraşıyorlar.
    Çiviler Türkiye’de üretiliyor, önceden İsveç’ten geliyordu. Nallar şurada (hepsini göstererek anlatıyor). Bu at nalı, şu da merkep nalı. Bunlar Zile’de yapılıyor şimdi eskiden biz yapıyorduk. Nalbant yapısı olsa daha kalın olur, demirci yaptığı için ince oluyor.
    Nalbant Pala Mustafa TAÇ’ın yanında çıraklığa başlayan Sıtkı Ünlü o yılları hiç unutamadığını söylüyor:
    1941 Niksar doğumluyum. Babam beni Nalbant Mustafa Taç’ın yanına çıraklığa verdi. Ben onun yanında işe başladım. Benim çıraklığım Halin karşısındaki Orucoğun dükkânının üstünde yanan yerde başladı. 1960 senesinde orası yandı. Pazartesi Pazarının karşısında şimdiki Aile Sağlık Merkezi’nin olduğu büyük binanın olduğu yerdeydi. Ondan sonra bizim evin altına göçtük. Mustafa amcayla beraber bizim evin altına ikamet ettik. Askerde radyatör tamirciliğini öğrenmiştim. Niksar’a dönünce ustam Mustafa Taç ile nalbantlığı bırakıp bu işe başladık. Daha sonra ise ben sınavı kazanarak tekelde işe başladım ve oradan emekli oldum.
    Nalbant Erbaalı Şükrü usta varmış. Burada evlenmiş burada kalmış. Ben ustamdan duyduğumu söylüyorum. 50 senesinde vefat etti. Nalbant Şükrü usta çok namlı bir ustaymış. Kendisi pala bıyıklıymış. Ustalarının vasiyeti olan palabıyık namını ustalarımın ikisi de – Mustafa ve Nurettin Taç- ölene kadar yürüttüler.
    Azgın hayvanların nallanması çok zor olurdu.
    Azgın bir hayvan olduğunda gücümüz yetmediğinden burun kıskacı derlerdi daha da baş edemedikleri zaman ön ayağını bağlarlar, arka ayağını daha hoplatamaz. Mesela köylere öküz çakmaya giderdik ustamla. Gücümüzün yetmediği büyük hayvanlarda ön iki ayağını bağlarlar arka ayağından da bir iple germeç yaparlar, arka ayağı öne geldim mi yanına devirmeye mecburdur. O zamanda hayvanlar çökerlerdi. Ayaklarını bağlarlar, boyunduruğu kaldırırlar, altına üçayak daldırırlar ve hayvanı yukarı kaldırırlardı. Öküz ayağında çakılma öyleydi.
    Her nalbandın gittiği köyler vardı
    Ova köylerine daha çok giderdik. Buzköyü, Eskidir, Camidere, Fatlı… Buralara çok giderdik. Zaten her nalbandın gittiği köyler vardı. Diğer nalbantlar o köylere gitmezlerdi. Köylerde para karşılığı değil de buğday karşılığı iş yapılırdı. Köylüde para olmazdı ki. İşte kiminden bir şinik, kiminden iki ölçek, alacağı ne kadarsa harman zamanı araba ile gidilir alacak karşılığı o buğdaylar toplanırdı. Yani takas usulü geçerliydi.
    Nallarımızı kendimiz hazırlardık
    Nalları hazır aldıkları zamanda oluyordu ama genelde kendileri hazırlarlardı. Vatandaşın istediği kalınlıkta sacdan mastarla nal kesilirdi. Sacları keserken usta tutar, çırak vururdu. Nal kesildikten sonra şekil verilir ve yine nalın kıyılarına vura vura kıyılama yaparlardı. Böylece hayvanın kayması önlenirdi. Daha sonra üç bir tarafa, üç diğer tarafa olmak üzere altı delik delerlerdi. Fazla tırnak atan hayvanlarda nalların önüne de üçer tane kanca gibi vururlar ki taşta tutsun diye. Tabi bu her ustaya mahsus değil. At arabalarını koşulan atların nallarının önleri daha fazladır, taşlara vurmasın diye.
    Hayvanı nallamadan önce rahatlatırdık.
    Nalbantlıkta esas ustalık yonacakla tırnağın alınması ve mıh (çivi) çalmaktır. Yonacakla tırnağı fazla alırsanız ete gelir hayvan topallar. Yine nalı mıhlarken çok derine çakarsanız ete gelir, hemen dışarı verirseniz tırnağı kırar. Mıhı uygun şekilde çaktıktan sonra tırnaktan çıkan mıhın ucunu kerpetenle çevirip fazlalığını kesmek gerekir.
    Nalbantlar bir de atlara berberlik yaparlardı. Atların sırtının yanmaması için senede iki defa özellikle sırt bölgesindeki kılları kırkarlardı.
    Yine nal çakmadan önce atları rahatlatmak için, önce kaşağı ile sonra da gebre (Atı tımar etmekte kullanılan kıldan kese) ile tımar ederlerdi. Nasıl hamama gidenler orada keselenip kirlerinden kurtuluyorlarsa; atında sırtındaki toz ve kirden kurtulması için ıslatılan gebre ile kaşır gibi temizlenirlerdi.

    Çepnibey Mahallesinden Ali Yücel Karasoy ise babasının nalbantlık yıllarını anlatıyor:
    1960 Niksar doğumluyum. Çepnibey Mahallesinde oturuyorum. Eskiden nüfus kaydımız Bennak Mahallesindeydi. Ailemize Kara Yusuf oğulları diyorlar. Fakat bir komşumuzun bir lafıyla Tırıklar da deniyor ama tapu kayıtlarında Karayusufoğulları olarak geçiyor.
    Babam Ahmet Karasoy ile amcam Mustafa Karasoy eskiden Ziraat Bankası’nın üstünde Kocaağaların hanında nalbantlık yaparlar ve hanı işletirlermiş. Nalbant Mahmut’la birlikte çalıştıklarını da söylerdi. Zamanla nalbantlık mesleğinin önemini azaltması üzerine babam evin önünde nalbantlığa devam etmeye başladı. Eski nalbantlardan olduğundan özellikle yukarı köylüler genelde babama gelirler, hayvanlarını yani atlarını eşeklerini nallatmak için sıraya girer, bizim bahçeye hayvanlarını bağlarlardı. Nalbantlık mesleği arabalar çoğalınca bitti, köreldi iyice ancak babam ölene kadar nalbantlık mesleği ne devam etti. Babam tanınmış bir nalbanttı. Onun içinde bir meşgale oldu son dönemlerinde.
    Babam aynı zamanda hayvanların ayaklarında hastalık olduğunda onları da tedavi ediyordu. Özellikle hayvanlar topalladıklarında, ayaklarına basamadıklarında babam onları tedavi ediyordu. Hayvanların ayaklarından kan alıyordu, özel bıçağı vardı onunla hayvanların tırnaklarının üst kısmından kan alırdı. Tabii nereden alacağını kendisi biliyordu.
    Babam nalları kendi imal ediyordu. Çarşıdan kalın sac alıyor, onları kesiyor deliyor şekillendiriyor ve kullanıyordu. Tabii ki çarşıdan hazır nal aldığı da oluyordu. Evimizin altındaki nalbant odasında örsü, çekici her türlü aleti vardı. Orada imalatını yapıyordu. Tabii nalların kalıpları vardı, o kalıplar büyüklüğüne göre numaralıydı. O kalıplara göre çiziyor, kesiyor deliyordu. Nalların özel çivileri de vardı, aynı zamanda çivi de imal ediyordu. Fırının önünde ateş yakıyor, demirleri eritiyor, bilhassa öküzler ve atlar için özel çivileri imal ediyordu. Şapkalı çivi derdik biz onlara, onlardan yapardı babam.
    Bizim eve ilk girildiğinde alt katta sağda ahırımız, sol tarafta ise nalbant odası vardı. Babam genelde sol taraftaki o odada çalışırdı. Nalları, çivileri orada imal ederdi.
    Nal çakma işini alırsın istediğimizde önce hayvanın ayağına tuttuktan sonra yonacakla nalın yerleştirecek yeri ayarlardı. Tırnağını alır düzeltir nalı oraya yerleştirirdi. Nalı çaktıktan sonra tırnağını törpüler sanki manikür pedikür yapardı…
    Uğur Gül, dedesi 1309 (1893) doğumlu Salih Ustayı anlatıyor:
    Salih (Tanç) Usta Niksar’ın en eski nalbantlarından imiş. I. Dünya Harbi’nde ve Kurtuluş Savaşı’nda altı yıl savaşmış. I. Dünya Harbi’nde Arap topraklarında Yemen’de, Sana’da savaşmış. Kurtuluş Savaşında süvari askeri imiş, hep önlerde savaşmışlar. İstiklâl Savaşı madalyası vardı.
    Dedem nalbantlığı süvari askeri olduğu için askerde öğrenmiş. Sadece nalbant değildi, bir veteriner kadar hayvan hastalıklarından anlar, tedavi ederdi. Mesela soğuk algınlığına yakalanan hayvanlar için orta boy bir balkabağı seçip onu bütün olarak pişirttiriyordu. Daha sonra o bütün balkabağının üzerine delikler deliyordu ve yem torbasının içine koyduruyor, hayvanların onu solumasını sağlıyordu.
    Nal keseceği zaman eğer çırakları yoksa beni çağırır ve oğlum gel, çekiç vur derdi. Ben de savaş anılarını anlatırsan çekiç vururum derdim. O savaş anılarını dinlemek çok hoşuma giderdi. Hatta at pisliklerinin içinden arpa tanelerini temizleyip yediklerini anlatır, anlatırken gözleri dalar o günlere gider ve her seferinde de ağlardı.
    Dedem atlı asker yani süvari olduğu için askerde nalbantlığı öğrenmiş ve askerden döndükten sonra nalbantlık yapmaya başlamış. 1309 (M.1893) doğumlu olan dedem 1969’da 86 yaşında vefat etti. Dedemin yanında birçok nalbant yetişti. Bildiklerim babam damadı Mehmet Kaya Gül, yine bizim mahalleden (Taşra Mah.) Selahattin Şimşek, Mustafa Demirel, Kaya ve Niyazi Eldivenci kardeşler, Hacı Ali ve Osman Canikli Kardeşler…
    KAYNAK KİŞİLER:
    1.Kaya ELDİVENCİ (NİKSAR-1928) 2.Cafer ÇAĞHAN (Niksar-1935) 3.Sıtkı ÜNLÜ (Niksar-1941) 4.Nurettin CANİKLİ(Niksar-1947) 5.Uğur GÜL(Niksar-1954) 6.Ali Yücel KARASOY(Niksar-1960)

    KAYNAKLAR:
    1.Dr. Coşkun ÇAKIR; 19. Yüzyılda Bir Anadolu Şehri NİKSAR (Ekonomik ve Sosyal Yapı), Alfa Yay., 2001, İstanbul
    2.http://www.tdk.gov.tr/index.php…
    3. http://www.unutulmussanatlar.com/2015/09/nalbantclk.html
    4. http://meslekler.com.tr/N2.html
    5. http://www.nkfu.com/nal-ile-ilgili-atasozleri-deyimler-ve-…/
    6. https://www.lafsozluk.com/…/nal-nedir-ne-demektir-ilgili-de…
    Fotoğraflar M. Necati GÜNEŞ, Kemal ÖZBAY, Murat TAÇ, Muzaffer TAÇ, Ekrem TAÇ, Uğur GÜL ve Ünal TÜRKEKUL arşivlerinden alınmıştır.

  • Osman KABLAN.”GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ: DÜLGER SARI MEHMET”

    Sarı Mehmet, iyi dülgerdi. Dayısına söz verdi:
    – Senin evini ben yapacağım. Köyün en güzel evi olacak.
    -Tabii sen yapacaksın. Sen varken, başka usta arayacak halim yok. Malzemeyi hazırlayınca sana haber salarım. Gelirsin.
    Dayı ile yeğen ayrı köylerde oturuyorlardı. Bunlar birbirine uzak köylerdi. Harmanı yeni kaldırmışlardı. Herkes mahsulünü, samanını içeri koymuştu. Mustafa Çavuş, harmanlardaki atıl samanları süpürdü. Topladı. Kömüşleri çetenli kağnıya koştu. Topladığı samanın yanına mezarın üstünden toprak taşıdı. Samanla toprağı karıştırdı. Toprak- saman karışımına su bağladı. Paçalarını dizine kadar sıvadı. Kürekle toprağı suyun önüne seriyor, çiğniyor, karıştırıyor, topluyordu. Sap yığınını düvenin altına verdiği gibi, toprağı suyun önüne veriyordu. Karıştırıyor, çiğniyor, tekrar karıştırıyordu. Onun çalışmalarını Çolak Hasan izliyordu:
    – Yeter çavuş. Kendini yorma. Gıvamını bulmuş.
    – Yok, Hasan emmi daha var. Çiğnemem lazım. Kerpiç çamuru sakız gibi olmalıdır.
    Hazırlanan çamuru günlerce çalışıp kerpiç yaptı. Diğer yapı malzemelerini tamamladı. Ağacından mıhına kadar her şey tamamdı. Yeğenine haber gönderdi. Usta önce binanın oturacağı alanı gezdi. Yere kazıklar çakarak ip gerdi. Bir dikdörtgen oluşturdu. Metreyle ölçerek direk yerlerini işaretledi. Her işaretin yanına bir direk taşı koydu. Taş çekicini aldı. Her taşı yonttu düzeltti. Taşların altı üstü düz, yanları yuvarlak oldu. Silindire benzediler. Taşları direk yerlerine yerleştirdi. Direk olacak ağaçları seçti. Baltayla yontmaya başladı. Bazılarını yuvarlak, bazılarını hıyar soyması (çok köşeli) Bir kısmını da dört köşe yonttu. En zor olanı bu köşeli yontma işiydi. Mehmet usta hızardan çıkmış gibi düzgün yonttu. Taşların üstüne direkleri koydu. Her birini sağlamlaştırdı. Eli böğründeler mıhladı. Bunlar için onluk ve yirmilik çiviler kullandı. Ahşap çatının duvarlar kısmı tamamlandı.
    Dış cephe duvarlarının ağaçları büyük kerpiçlere göre geniş aralıklı çakıldı. İç bölmeler minahış kerpiçlerine göre ayarlandı. Minahış kerpici büyük kerpicin yarısı kadardı. Onlarla yapılacak duvarın ağaçları sık çakıldı. İki ağaç arası, kerpiç boyunda aralık bırakarak çakıldı.
    Kerpiç, saman ve çamur karışımı olarak hazırlanıp tahta kalıplara dökülerek güneşte kurutulan, duvar örmekte kullanılan ilkel tuğlaya denir.
    Kerpiçler kurumuştu. Yağmurdan ıslanmasın diye yığın yapılmıştı. Kerpiç yığınları, üçgen prizmaya benziyordu.
    Sarı Mehmet, dayısıyla üst mertekleri döşerken kerpiçler örülmeye başlanmıştı. Zamanı hep inşaatlarda geçen Mehmet usta, iyi duvar ustaları bulmuştu dayısına. Merteklerin bitiminden sonra çatıya başladılar. Dört tarafa akım veren bir çatıydı. Saçakları, kiriş uçları süslüydü. Duvarları sıvamak için samanlı çamur önceden karılmış ve ekşimişti. Mastar kullanarak hem içeriden hem dışarıdan çok düzgün sıva yapıldı. Mehmet usta çok titizdi. Sıvayı beğenmezse sıvacıyı kovardı. Beğendi. “Aferin size sıvayı beğendim.” dedi.
    Uzak köyden gelmiş ustalara gösterilen misafir severlik aşırıydı. Yemeleri, içmeleri, çayları kahveleri eksik edilmiyordu. En sevdikleri yemekleri yiyorlardı. Mehmet ustanın, tereyağlı içli böreği çok sevdiğini bilirdi yengesi. Onu daha sık yapardı. Çatılar, kapı ve pencereler bitene kadar çamur sıvalar kurudu. Mustafa çavuşun en küçük oğlu ile gelini bir eşek yükü beyaz toprak getirdiler. Duvarın dibine yıktılar. Sarı Mehmet:
    – Bu ne diye sordu.
    – Beyaz toprak. Dışını bununla boyamak istedik. Dedi kuzen
    – Olmaz. Kireç yapalım.
    Dayısı büyük oğlanı istasyona gönderdi. Bakkal Murat’a Mehmet ustanın selamını söyledi. İki çuval kireç getirdi. Bunlar sönmemiş kireçlerdi. İri taşlardı.
    Sıvacı büyük varil içine koydu. Üstünü su ile doldurdu. Bir duman yükseldi. Beyaz çamur haline geldi. Su ekleyerek bulamaç haline getirildi. Kıvamı ayarlandı. Duvarları kireçle boyadılar. Kapı pencereler de yağlı boyayla boyandı.
    Yapılan evin o köyün en güzel evi olduğu görüldü. Methiyeler çevre köylere dağıldı. Özel olarak Mustafa çavuşun evini görmeye gelenler oluyordu.
    Dülger Sarı Mehmet dayısına verdiği sözü yerine getirmiş oldu.

  • Fatih Mehmet ÖNAL.”MEKÂNI MANALANDIRMAK”

    Mekân, sözlük anlamı olarak, yer, mahal kelimelerinin karşılığıdır. Mana ise anlam demektir. Bir yer tarif edilirken muayyen sınırlar belirtilerek, bir toprak parçası tarif edilebilir. Bu tarz mekânlar insanlara bir hüviyet kazandırır. “Nerelisin, neredesin?” gibi sorulara verilen cevap insanın bulunduğu mekânlardır. Dolayısıyla mekânlar, insanlar açısından bir kimlik belirtisidir. Bu mekânların, insanlar açısından, bulunduğu yerin tarifi dışında da bir manası vardır. Bir yerin belirli bir anlam kazanması için, o yerin yurt olması için fiziki koşulların yerine getirilmesi dışında, manevi koşulların da yerine getirilmesi şarttır.
    Türkler bin yıl önce geldiği ve mütemekkin olduğu bu toprakları siyasi anlamda fethetmenin dışında manevi anlamda da fethederek bu coğrafyaya mana katmıştır. Türkistan coğrafyasında at koşturan Türkler, zamanla geldikleri Anadolu’yu, Horasan erenlerinin kattığı manevi ruh ile yurt bellemiştir. Anadolu Türklerden önce, Diyar-ı Rum olarak adlandırılırdı ve Darü’l-harp idi. Bu mekânın fethi sonrası yurt tutulması için dönüştürülmesi gerekliydi. Bu da Anadolu mayası sayesinde oldu. Anadolu dönüştü ve Darü’l-İslâm oldu. Bu mayanın bu topraklara çalınmasında, Pir-i Türkistan Hoca Ahmet Yesevî’nin, Anadolu’ya gönderdiği erenleri büyük rol oynamıştır. Bu Alp-erenler hem toprakları hem de gönülleri fethetmekteydiler.
    Mekânlar maddi unsurlardır. Bu maddi unsurların belirli bir şuur ışığında manevi unsurlarla bütünleşmesi, anlam kazanması lazımdır. Şuurlu bir manevi iklimi oluşturan esaslar da kültür, edebiyat ve sanattır. Bir mekânda bulunan milleti düşünün. Bu milletin belirli bir kültürü, örfü, âdeti ve gelenekleri bulunmazsa bu millet şuursuz bir yaşam sürer. Bu tarz milletler yok olup gitmeye mahkûmdurlar. Aynı şekilde bir milletin birleştirici unsuru olan bir dili olmalıdır. Bu dili kullanma sanatı da o milletin edebiyat ve şiirdeki yerini gösterir. Bunlar olmadan ne mekânlara ne de gönüllere sahip olunamaz. Tabi ki şunu da belirtmek gerekir ki bir mekân yoksa mana aranmaz, aynı şekilde mekâna da değer katan manadır. İkisi de birbirini tamamlar. Bu nedenle mana ararken mekândan; mekân ararken de manadan olmamak gerekir.
    Cemil Meriç’e biz neyi kaybettik? diye sorsanız: “Türkiye ruhunu kaybetti. Toprak mı? En değersiz şeyimizdir belki de! Belki de en değersiz şeyimizi kaybedince her şeyimizi kaybettiğimizi anladık. Ruhumuzu” cevabını verir. Bu bağlamda şunu söyleyebiliriz, siyasi veya askeri olarak bir coğrafyayı işgal etmek, sömürmek isteyenler ilk önce o milletin ruhunu sömürür. Dinini, dilini, tarihini, edebiyatını hâsılı kültürünü sömürdükten sonra emellerine daha kolay ulaşır. Yani mekânı elde etmek için manayı zedelerler.
    Türk’ün ruhunu anlamak için bulunduğu mekânları gözlemlerken, o mekânlara kattığı manayı da gözlemlemeliyiz. Mesela, Harput Ulu Cami’ye bakarken sadece inşaat teknikleri veya mimari özelliklerine değil aynı zamanda o eserin hangi zihniyete göre inşa edildiğini anlamaya yönelik bir zihniyet çözümlemesine gitmek gerekir. Ya da Süleymaniye’nin mimarı, Mimar Sinan, o camiyi inşa ederken maddi âlemde nasıl bir manevi ruha sahipti bunu bilmeliyiz. Ancak o zaman bir mekân bizler için mana taşır.
    Mekân sahibi olmak o mekânı korumayı da gerektirir. Bunu yapmak için de gerekli tedbirler alınmalıdır. Mekânın niteliğine göre alınan fiziki, siyasi, askeri tedbirlerin yanında mekânın sahip olduğu manayı da korumak lazımdır. Bir örnek mekân olarak vatanımızı ele alırsak, maddi korumanın yanında mananın korunması için gerekli şey törenin muhafazasıdır. Töre, manayı muhafaza ederken aynı zamanda maddi olarak toprağın da muhafazası için önemlidir. Türkçe’nin söz varlığı olarak niteleyebileceğimiz Dîvânu Lugâti’t-Türk, “İl gider; töre kalır.” demektedir. Devletler yeniden kurulabilir ama töre kalıcıdır. Buradan hareketle şunu söyleyebiliriz, yıkılan mekânlar tekrar kurulabilir ama o mekâna katılan mana kalıcı olur. Fakat mana kaybolursa tekrar onu kazanmak çok güç olabilir. Türkler bir mekânı elde ettiği vakit o mekâna hizmet götürür, adaletle hükmeder. Böylece hem maddi anlamda toprağını korur hem de mana dünyasının temelini teşkil eden, insanı esas alan bir yönetim tarzı güderek manayı da muhafaza eder.
    Manevi dünyanın en önemli unsurlarından biri kültürdür. Kültürün varlığı “söz” ile doğru orantılıdır. Kutadgu Bilig: “Ölüden diriye kalan miras, sözdür.” diyerek sözün üstünlüğünü vurgular. Söz akılla yol alır ve söz ancak içerdiği öz ile bir mana taşır. Söz söyleyebilme sanatına da şiir diyebiliriz. Şiir, manevi anlamda kültürün vatanı olarak nitelenir. Söz ustamız olarak işaret edebileceğimiz Yunus Emre de Anadolu topraklarının ihyasında önemli bir vasfa sahiptir. Anadolu topraklarının mayalanması için atılan tohumların meyvesidir Yunus Emre. Maddi âleme sözü ile mana katan Yunus Emre bugünlere kadar sözünü iletebilmiştir ve sözünü söylediği topraklar hâlâ sapasağlam ayakta durmaktadır. Yunus’un ortaya koyduğu bir eserle Mimar Sinan’ın inşa ettiği bir eser aynı amaçladır. Hatta Mehmet Akif’in İstiklal Marşı ile Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun Malazgirt Marşı da aynı amaçla mekâna mana katar.
    Bir coğrafyanın manevi iklimini inşa ederken bunu kültür ile yaparız. Burada kültürün içinde ele alabileceğimiz, örf, âdet, gelenek, töre; dil, edebiyat, şiir gibi unsurlar manevi iklimin inşasında önemli yer tutar. Mesela, Anadolu coğrafyasının manevi iklimde Yunus’un dilini, Fatih Sultan Mehmet’in inanmışlığını ve azmini, Süleyman Askerî Bey’in fedakârlığını, Âşık Veysel’in dostluğunu, Arif Nihat Asya’nın milli duygularını, Fikret Memişoğlu’nun vefasını birlikte hissederiz. Mekânları değerli kılan ruhu ve bu ruhun teşekkülünde mühim yer tutan kültürü dikkatle korumalı ve yaşatmalıyız. Bunu yaparsak yaşadığımız mekân bizim için bir anlam ifade eder. Milletimizin köşe taşları olarak niteleyebileceğimiz insanların söz ve tecrübelerine kulak vererek, maddi dünyamızı manevi ruh ile bürüyüp yolumuza daha emin adımlarla devam etmeliyiz.
    Bir mekân olarak Elâzığ’ı ele alırsak, Cengiz Aytmatov, Türk Dünyası’nın manevi azığı, olarak niteler aziz şehir Elâzığ’ı. Bu da gösteriyor ki Elâzığ mana kazanmış bir şehirdir. Anadolu coğrafyası başta olmak üzere bunun gibi manalı örnekleri çoğaltabiliriz. Bu hususta, mana kazanmış bir mekân olan Harput’un yetiştirdiği, Şeyh-ül Muharririn Ahmet Kabaklı diyor ki: “Allah saklasın, Türkiye olmasa, şu devlet, şu bayrak, şu dil, şu kültür, şu musiki, şu milli varlık olmasa, senin üzerinde fareler güler. Alırlar Ağrı’nı, Marmara’nı, Erciyes’ini, Ege’ni Çukurova’nı, seni de sülaleni de mezhebini de ırkını da dinini de sınıfını da köle ederler. Topla aklını başına, kendine gel başkaları getirmeden…” Kabaklı hocanın da belirttiği gibi mekânlarımızı, toprağımızı muhafaza ederken; kültürümüzü, milli varlığımızı hâsılı manevi dünyamızı da muhafaza etmeliyiz. Yoksa maddi ve manevi bakımından çok mühim bir konuma sahip olan Anadolu coğrafyasında hür yaşayamayız.

  • Fatih Mehmet ÖNAL.”MEKÂNI MANALANDIRMAK”

    Mekân, sözlük anlamı olarak, yer, mahal kelimelerinin karşılığıdır. Mana ise anlam demektir. Bir yer tarif edilirken muayyen sınırlar belirtilerek, bir toprak parçası tarif edilebilir. Bu tarz mekânlar insanlara bir hüviyet kazandırır. “Nerelisin, neredesin?” gibi sorulara verilen cevap insanın bulunduğu mekânlardır. Dolayısıyla mekânlar, insanlar açısından bir kimlik belirtisidir. Bu mekânların, insanlar açısından, bulunduğu yerin tarifi dışında da bir manası vardır. Bir yerin belirli bir anlam kazanması için, o yerin yurt olması için fiziki koşulların yerine getirilmesi dışında, manevi koşulların da yerine getirilmesi şarttır.
    Türkler bin yıl önce geldiği ve mütemekkin olduğu bu toprakları siyasi anlamda fethetmenin dışında manevi anlamda da fethederek bu coğrafyaya mana katmıştır. Türkistan coğrafyasında at koşturan Türkler, zamanla geldikleri Anadolu’yu, Horasan erenlerinin kattığı manevi ruh ile yurt bellemiştir. Anadolu Türklerden önce, Diyar-ı Rum olarak adlandırılırdı ve Darü’l-harp idi. Bu mekânın fethi sonrası yurt tutulması için dönüştürülmesi gerekliydi. Bu da Anadolu mayası sayesinde oldu. Anadolu dönüştü ve Darü’l-İslâm oldu. Bu mayanın bu topraklara çalınmasında, Pir-i Türkistan Hoca Ahmet Yesevî’nin, Anadolu’ya gönderdiği erenleri büyük rol oynamıştır. Bu Alp-erenler hem toprakları hem de gönülleri fethetmekteydiler.
    Mekânlar maddi unsurlardır. Bu maddi unsurların belirli bir şuur ışığında manevi unsurlarla bütünleşmesi, anlam kazanması lazımdır. Şuurlu bir manevi iklimi oluşturan esaslar da kültür, edebiyat ve sanattır. Bir mekânda bulunan milleti düşünün. Bu milletin belirli bir kültürü, örfü, âdeti ve gelenekleri bulunmazsa bu millet şuursuz bir yaşam sürer. Bu tarz milletler yok olup gitmeye mahkûmdurlar. Aynı şekilde bir milletin birleştirici unsuru olan bir dili olmalıdır. Bu dili kullanma sanatı da o milletin edebiyat ve şiirdeki yerini gösterir. Bunlar olmadan ne mekânlara ne de gönüllere sahip olunamaz. Tabi ki şunu da belirtmek gerekir ki bir mekân yoksa mana aranmaz, aynı şekilde mekâna da değer katan manadır. İkisi de birbirini tamamlar. Bu nedenle mana ararken mekândan; mekân ararken de manadan olmamak gerekir.
    Cemil Meriç’e biz neyi kaybettik? diye sorsanız: “Türkiye ruhunu kaybetti. Toprak mı? En değersiz şeyimizdir belki de! Belki de en değersiz şeyimizi kaybedince her şeyimizi kaybettiğimizi anladık. Ruhumuzu” cevabını verir. Bu bağlamda şunu söyleyebiliriz, siyasi veya askeri olarak bir coğrafyayı işgal etmek, sömürmek isteyenler ilk önce o milletin ruhunu sömürür. Dinini, dilini, tarihini, edebiyatını hâsılı kültürünü sömürdükten sonra emellerine daha kolay ulaşır. Yani mekânı elde etmek için manayı zedelerler.
    Türk’ün ruhunu anlamak için bulunduğu mekânları gözlemlerken, o mekânlara kattığı manayı da gözlemlemeliyiz. Mesela, Harput Ulu Cami’ye bakarken sadece inşaat teknikleri veya mimari özelliklerine değil aynı zamanda o eserin hangi zihniyete göre inşa edildiğini anlamaya yönelik bir zihniyet çözümlemesine gitmek gerekir. Ya da Süleymaniye’nin mimarı, Mimar Sinan, o camiyi inşa ederken maddi âlemde nasıl bir manevi ruha sahipti bunu bilmeliyiz. Ancak o zaman bir mekân bizler için mana taşır.
    Mekân sahibi olmak o mekânı korumayı da gerektirir. Bunu yapmak için de gerekli tedbirler alınmalıdır. Mekânın niteliğine göre alınan fiziki, siyasi, askeri tedbirlerin yanında mekânın sahip olduğu manayı da korumak lazımdır. Bir örnek mekân olarak vatanımızı ele alırsak, maddi korumanın yanında mananın korunması için gerekli şey törenin muhafazasıdır. Töre, manayı muhafaza ederken aynı zamanda maddi olarak toprağın da muhafazası için önemlidir. Türkçe’nin söz varlığı olarak niteleyebileceğimiz Dîvânu Lugâti’t-Türk, “İl gider; töre kalır.” demektedir. Devletler yeniden kurulabilir ama töre kalıcıdır. Buradan hareketle şunu söyleyebiliriz, yıkılan mekânlar tekrar kurulabilir ama o mekâna katılan mana kalıcı olur. Fakat mana kaybolursa tekrar onu kazanmak çok güç olabilir. Türkler bir mekânı elde ettiği vakit o mekâna hizmet götürür, adaletle hükmeder. Böylece hem maddi anlamda toprağını korur hem de mana dünyasının temelini teşkil eden, insanı esas alan bir yönetim tarzı güderek manayı da muhafaza eder.
    Manevi dünyanın en önemli unsurlarından biri kültürdür. Kültürün varlığı “söz” ile doğru orantılıdır. Kutadgu Bilig: “Ölüden diriye kalan miras, sözdür.” diyerek sözün üstünlüğünü vurgular. Söz akılla yol alır ve söz ancak içerdiği öz ile bir mana taşır. Söz söyleyebilme sanatına da şiir diyebiliriz. Şiir, manevi anlamda kültürün vatanı olarak nitelenir. Söz ustamız olarak işaret edebileceğimiz Yunus Emre de Anadolu topraklarının ihyasında önemli bir vasfa sahiptir. Anadolu topraklarının mayalanması için atılan tohumların meyvesidir Yunus Emre. Maddi âleme sözü ile mana katan Yunus Emre bugünlere kadar sözünü iletebilmiştir ve sözünü söylediği topraklar hâlâ sapasağlam ayakta durmaktadır. Yunus’un ortaya koyduğu bir eserle Mimar Sinan’ın inşa ettiği bir eser aynı amaçladır. Hatta Mehmet Akif’in İstiklal Marşı ile Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun Malazgirt Marşı da aynı amaçla mekâna mana katar.
    Bir coğrafyanın manevi iklimini inşa ederken bunu kültür ile yaparız. Burada kültürün içinde ele alabileceğimiz, örf, âdet, gelenek, töre; dil, edebiyat, şiir gibi unsurlar manevi iklimin inşasında önemli yer tutar. Mesela, Anadolu coğrafyasının manevi iklimde Yunus’un dilini, Fatih Sultan Mehmet’in inanmışlığını ve azmini, Süleyman Askerî Bey’in fedakârlığını, Âşık Veysel’in dostluğunu, Arif Nihat Asya’nın milli duygularını, Fikret Memişoğlu’nun vefasını birlikte hissederiz. Mekânları değerli kılan ruhu ve bu ruhun teşekkülünde mühim yer tutan kültürü dikkatle korumalı ve yaşatmalıyız. Bunu yaparsak yaşadığımız mekân bizim için bir anlam ifade eder. Milletimizin köşe taşları olarak niteleyebileceğimiz insanların söz ve tecrübelerine kulak vererek, maddi dünyamızı manevi ruh ile bürüyüp yolumuza daha emin adımlarla devam etmeliyiz.
    Bir mekân olarak Elâzığ’ı ele alırsak, Cengiz Aytmatov, Türk Dünyası’nın manevi azığı, olarak niteler aziz şehir Elâzığ’ı. Bu da gösteriyor ki Elâzığ mana kazanmış bir şehirdir. Anadolu coğrafyası başta olmak üzere bunun gibi manalı örnekleri çoğaltabiliriz. Bu hususta, mana kazanmış bir mekân olan Harput’un yetiştirdiği, Şeyh-ül Muharririn Ahmet Kabaklı diyor ki: “Allah saklasın, Türkiye olmasa, şu devlet, şu bayrak, şu dil, şu kültür, şu musiki, şu milli varlık olmasa, senin üzerinde fareler güler. Alırlar Ağrı’nı, Marmara’nı, Erciyes’ini, Ege’ni Çukurova’nı, seni de sülaleni de mezhebini de ırkını da dinini de sınıfını da köle ederler. Topla aklını başına, kendine gel başkaları getirmeden…” Kabaklı hocanın da belirttiği gibi mekânlarımızı, toprağımızı muhafaza ederken; kültürümüzü, milli varlığımızı hâsılı manevi dünyamızı da muhafaza etmeliyiz. Yoksa maddi ve manevi bakımından çok mühim bir konuma sahip olan Anadolu coğrafyasında hür yaşayamayız.

  • Hilal ORAL.”BİR DEMET HAYAT”

    Derin derin baktı Medine ufuklara, derin derin… Sevdasına, umutlarına, acılarına, geçmişine geleceğine baktı. İki damla yaş döküldü kuruyan göz pınarlarından iki damla yaş. Bir ah etti bir ah, yandı yüreği yandı her yan…
    Böyle bir yangın vururken kızılca kayayı, kavururken Karataş ardını doğmuştu Medine. Gün belli değil, ay şüpheli. Bilinen güneşin en har zamanıydı. Ve gırgat ağacı dibinde doğduğuydu.
    Sanem’di anacığı; güneş karası yüzünde hayatın derin çizgilerini görürdünüz. Bir ayağı aksardı hep… Tarlada gölgelik arayan bir yılan sokmuştu… Kara lastiğini gölgelik sanan bir yılan. “Kızamadım.” derdi anacağı “kızamadım.” Bu sıcakta ne yapsındı hayvancağız. İşte böyle bir anayla yan yana büyüdü Medine. İki göz oda, 5 nüfus. Toprakları akan iki göz dam… Bir de hayallerini büyüttüğü koca bir ayvan.
    Yıldızlı gecelerde ta uzak köylerin lambaları parlardı. Yanardı Medine’nin gözlerinde sevdalar, ulaşılmaz aşklar, heybetli kahramanlar…
    Hep nineciğinden dinlemişti. “Dede Korkut’u”, “’Yedi başlı Canavar’ı”. Köylünün “Osmanlı Kadın” dediği nineciği Hacer’den. Onun tekerlemeleriyle uyumuştu.
    “Gıcır gıcır çebiçler
    Yavşanın başını dişler
    Gider yaylada yaylar
    Gelir ovada kışlar”

    Gerçek miydi, hayal miydi bilemezdi Medine. Bildiği, anladığı, duyduğu ve hissettiği o zamanlardan taşıdıklarıydı yanına… Uzak ufuklardan, karlı dağlardan, toprak damlardan taşıdığıydı.
    Tarladan eve, fırından çaya geçmişti günler. Medine en çok yaylaya çıkmayı sevdi, en çok yıldızlar altında uyumayı sevdi. Kana kana su içmeyi gözelerden…
    Yoruldu tarla yollarında… Derme çatma fırında ekmek yapmayı bekledi, değirmende sıra, çeşmede sıra…
    Beklemeyi, sabretmeyi öğrendi… Soğuk derede çamaşır yıkamak eğlenceli geldi ona. Taşlara sürterek hıncını, hırsını çamaşırlardan alır gibi… Moraran parmaklarını, kilden açılan avuçlarını, çiçek sohbetlerle ısıttı, dost gülüşlerini merhem yaptı.
    Genç kız oldu, karşı mahalleye vermedi ailesi “uzak” diye. Bir avuç köyün uzağı nasıl olsundu. Yüreğindeki mesafeleri düşününce gülümsedi, Medine. Gidenleri, gelmeyenleri, bedenine yakın gönlüne uzak olanları düşündü, bir hüzün dalgalandı gözlerinde…
    Bitişik eve verdiler, Mürsel’e. Öylesine yakın yan yana, can cana. Aynı ırmakta yıkandılar. Koyun kuzu peşinde aynı ekmeği paylaştılar. Ağaçlardan sapan yaptılar, kayalardan kına… Aynı kağnıya bindiler, aynı buluta… Umutları da rüyaları da aynıydı. Devam edecekti hayat, aynı gökyüzü altında. O kadar yakındı Mürsel’e… Ortada kerpiçten duvar. Ses verir, ses alır öksürsen… Ne pişti anlarsın yan odada, hangi hüzün, hangi neşe var bilirsin.
    Sevindi anacağı Medine’nin… Kızı dizinin dibinde uyuyacaktı, uzansa saçını okşayacaktı. Esen yellerle kokusunu duyacaktı… Aynı bacadan ısınacaktı, kış geceleri.
    Toy düğün kuruldu, sırt sırta verildi. Sırt sırta veren damlar gibi. Sofralar kuruldu. Karınca kararınca bir damdan öbür dama sini sini yemek taşındı.
    Sevdalarını gecelere sakladılar. Kaçamak bakışlar atıldı, utandılar sevmekten, utandılar sevdalarını söylemekten. Yeni evine alıştı. Yeni demek alışkanlıktandı. Bildiği tanıdığı yan evdi orası. Ortak umuttu, aynı yazgıydı.
    Bir bahar gününde “yüklüyüm” dedi, Mürsel’ine. Utana sıkıla… Tüm çiçekler açtı yazıda. Tüm kelebekler havalandı tarlalarda. Sevindi… Sevindi… Sevindiler…
    Mürsel’i o geceden sonra uyuyamaz olmuştu. Medine “mutluluktan” dedi. Geniş ayvanda yakaladı onu. Yalnız ve sessiz uzaklara dalmışken. “Nen var ?” dedi, “Nen var kurban olduğum” Mürsel başındaki şapkayı düzeltti. Dik dursun diye söğüt dallarını önüne yay gibi geçirdi şapkasını… “Ben çocuğumun okumasını isterim” dedi, “Farklı büyümesini” askerde gördüğü büyük şehir çocukları gibi bisikleti olsun istedi. Denize soksun ayaklarını, rüzgârlarla dalgalansın saçları… Medine’de hüzünlendi. Kendi umutlarıydı bunlar, kendi düşleriydi. Ucunu açmadan bohçaladıklarıydı.
    Hüseyin Dadaşın oğlunun sözleri yattı Mürsel’in aklına. Hat boylarına gidecekti o da. Telefon direkleri dikmeye. Para para demeyecekti. Yarına saklayacaktı, evladının yarınlarına…
    Küçük bir heybeye koydu eşyalarını. Medine kalbini koydu, sevdasını koydu. Çocuğu için ördüğü bir patik koydu heybenin bir köşesine. Bacadan izledi kocasını ta yolun sonuna kadar. “Yazarım” demişti, Mürsel’i.
    Yazdı da her ay. Mektuplar aldı ondan her ay, kokulu sevdalı mektuplar. Çadırda kalıyorlarmış. Koca koca direkler dikiyorlarmış yollara. Evlerinden büyük göğe merdiven dayıyorlarmış. Masal gibi, düş gibi…
    O ay gelmedi mektup. Bekledi Medine bekledi… Hüseyin Dadaş’ın Veysel’in geldiğini duydu. Koştu koşabildiği kadar. Nenesi koştu, anası koştu, koştu karnında bebesi. Veysel Veysel değildi sanki kör kuyu, kara kaya, sal taştan duvar…
    Duymadı Medine… Duymadı nenesi… Duymadı bebesi… Yankılandı sesler. Yankılandı. Çöktü tavan üstüne, çöktü hazan, çöktü duman. “Koca bir direk düştü üstüne” diyordu Veysel. Söylerken karısına. “Çok uğraştık ama nafile” diyordu. Sustu sesler, sustu karnındaki bebe, sustu göğsündeki kalp atışı. Buz kesti uzun ırmak, buz kesti gözyaşları.
    O günden beridir o geniş ayvanda, uzaklara bakar Medine. Kocasını bekler, kucağına alamadığı bebesini bekler. Uzaklara bakar hala umutla, aşkla, uzaklara bakar derin derin…

  • Selma BIYIKOĞLU.”DÜNYADA BİR UÇAK GEMİSİNİ BATIRAN İLK KİŞİ: MUSTAFA ERTUĞRUL AKER”

    Derin derin baktı Medine ufuklara, derin derin… Sevdasına, umutlarına, acılarına, geçmişine geleceğine baktı. İki damla yaş döküldü kuruyan göz pınarlarından iki damla yaş. Bir ah etti bir ah, yandı yüreği yandı her yan…
    Böyle bir yangın vururken kızılca kayayı, kavururken Karataş ardını doğmuştu Medine. Gün belli değil, ay şüpheli. Bilinen güneşin en har zamanıydı. Ve gırgat ağacı dibinde doğduğuydu.
    Sanem’di anacığı; güneş karası yüzünde hayatın derin çizgilerini görürdünüz. Bir ayağı aksardı hep… Tarlada gölgelik arayan bir yılan sokmuştu… Kara lastiğini gölgelik sanan bir yılan. “Kızamadım.” derdi anacağı “kızamadım.” Bu sıcakta ne yapsındı hayvancağız. İşte böyle bir anayla yan yana büyüdü Medine. İki göz oda, 5 nüfus. Toprakları akan iki göz dam… Bir de hayallerini büyüttüğü koca bir ayvan.
    Yıldızlı gecelerde ta uzak köylerin lambaları parlardı. Yanardı Medine’nin gözlerinde sevdalar, ulaşılmaz aşklar, heybetli kahramanlar…
    Hep nineciğinden dinlemişti. “Dede Korkut’u”, “’Yedi başlı Canavar’ı”. Köylünün “Osmanlı Kadın” dediği nineciği Hacer’den. Onun tekerlemeleriyle uyumuştu.
    “Gıcır gıcır çebiçler
    Yavşanın başını dişler
    Gider yaylada yaylar
    Gelir ovada kışlar”

    Gerçek miydi, hayal miydi bilemezdi Medine. Bildiği, anladığı, duyduğu ve hissettiği o zamanlardan taşıdıklarıydı yanına… Uzak ufuklardan, karlı dağlardan, toprak damlardan taşıdığıydı.
    Tarladan eve, fırından çaya geçmişti günler. Medine en çok yaylaya çıkmayı sevdi, en çok yıldızlar altında uyumayı sevdi. Kana kana su içmeyi gözelerden…
    Yoruldu tarla yollarında… Derme çatma fırında ekmek yapmayı bekledi, değirmende sıra, çeşmede sıra…
    Beklemeyi, sabretmeyi öğrendi… Soğuk derede çamaşır yıkamak eğlenceli geldi ona. Taşlara sürterek hıncını, hırsını çamaşırlardan alır gibi… Moraran parmaklarını, kilden açılan avuçlarını, çiçek sohbetlerle ısıttı, dost gülüşlerini merhem yaptı.
    Genç kız oldu, karşı mahalleye vermedi ailesi “uzak” diye. Bir avuç köyün uzağı nasıl olsundu. Yüreğindeki mesafeleri düşününce gülümsedi, Medine. Gidenleri, gelmeyenleri, bedenine yakın gönlüne uzak olanları düşündü, bir hüzün dalgalandı gözlerinde…
    Bitişik eve verdiler, Mürsel’e. Öylesine yakın yan yana, can cana. Aynı ırmakta yıkandılar. Koyun kuzu peşinde aynı ekmeği paylaştılar. Ağaçlardan sapan yaptılar, kayalardan kına… Aynı kağnıya bindiler, aynı buluta… Umutları da rüyaları da aynıydı. Devam edecekti hayat, aynı gökyüzü altında. O kadar yakındı Mürsel’e… Ortada kerpiçten duvar. Ses verir, ses alır öksürsen… Ne pişti anlarsın yan odada, hangi hüzün, hangi neşe var bilirsin.
    Sevindi anacağı Medine’nin… Kızı dizinin dibinde uyuyacaktı, uzansa saçını okşayacaktı. Esen yellerle kokusunu duyacaktı… Aynı bacadan ısınacaktı, kış geceleri.
    Toy düğün kuruldu, sırt sırta verildi. Sırt sırta veren damlar gibi. Sofralar kuruldu. Karınca kararınca bir damdan öbür dama sini sini yemek taşındı.
    Sevdalarını gecelere sakladılar. Kaçamak bakışlar atıldı, utandılar sevmekten, utandılar sevdalarını söylemekten. Yeni evine alıştı. Yeni demek alışkanlıktandı. Bildiği tanıdığı yan evdi orası. Ortak umuttu, aynı yazgıydı.
    Bir bahar gününde “yüklüyüm” dedi, Mürsel’ine. Utana sıkıla… Tüm çiçekler açtı yazıda. Tüm kelebekler havalandı tarlalarda. Sevindi… Sevindi… Sevindiler…
    Mürsel’i o geceden sonra uyuyamaz olmuştu. Medine “mutluluktan” dedi. Geniş ayvanda yakaladı onu. Yalnız ve sessiz uzaklara dalmışken. “Nen var ?” dedi, “Nen var kurban olduğum” Mürsel başındaki şapkayı düzeltti. Dik dursun diye söğüt dallarını önüne yay gibi geçirdi şapkasını… “Ben çocuğumun okumasını isterim” dedi, “Farklı büyümesini” askerde gördüğü büyük şehir çocukları gibi bisikleti olsun istedi. Denize soksun ayaklarını, rüzgârlarla dalgalansın saçları… Medine’de hüzünlendi. Kendi umutlarıydı bunlar, kendi düşleriydi. Ucunu açmadan bohçaladıklarıydı.
    Hüseyin Dadaşın oğlunun sözleri yattı Mürsel’in aklına. Hat boylarına gidecekti o da. Telefon direkleri dikmeye. Para para demeyecekti. Yarına saklayacaktı, evladının yarınlarına…
    Küçük bir heybeye koydu eşyalarını. Medine kalbini koydu, sevdasını koydu. Çocuğu için ördüğü bir patik koydu heybenin bir köşesine. Bacadan izledi kocasını ta yolun sonuna kadar. “Yazarım” demişti, Mürsel’i.
    Yazdı da her ay. Mektuplar aldı ondan her ay, kokulu sevdalı mektuplar. Çadırda kalıyorlarmış. Koca koca direkler dikiyorlarmış yollara. Evlerinden büyük göğe merdiven dayıyorlarmış. Masal gibi, düş gibi…
    O ay gelmedi mektup. Bekledi Medine bekledi… Hüseyin Dadaş’ın Veysel’in geldiğini duydu. Koştu koşabildiği kadar. Nenesi koştu, anası koştu, koştu karnında bebesi. Veysel Veysel değildi sanki kör kuyu, kara kaya, sal taştan duvar…
    Duymadı Medine… Duymadı nenesi… Duymadı bebesi… Yankılandı sesler. Yankılandı. Çöktü tavan üstüne, çöktü hazan, çöktü duman. “Koca bir direk düştü üstüne” diyordu Veysel. Söylerken karısına. “Çok uğraştık ama nafile” diyordu. Sustu sesler, sustu karnındaki bebe, sustu göğsündeki kalp atışı. Buz kesti uzun ırmak, buz kesti gözyaşları.
    O günden beridir o geniş ayvanda, uzaklara bakar Medine. Kocasını bekler, kucağına alamadığı bebesini bekler. Uzaklara bakar hala umutla, aşkla, uzaklara bakar derin derin…

  • Ahmet ÖZDEMİR.”ÇETİN ORANLI VE DEMİR KEPENKLİ EV”

    Çetin Oranlı, hem bürokraside, hem gazetecilik ve yazarlıkta meslektaşım. “Olaylar ve Kişisel Tecrübe ışığında Gazetecilik” adlı kitabı 2016 yılında yayınlanmıştı. Bu kitapta, genç meslektaşlarına deneyimlerini, öngörülerine aktarıyordu. Bir yıl sonra ‘Sözün Ardı – İz Bırakan Söyleşiler’ yayınlandı. Söyleşi yapılan kişiler önemliydi. Belge niteliğinde sözler söylüyorlardı. Ama kitabın bir başka önemli yanı, “Söyleşi nasıl yapılır?” sorusuna örnekler oluşturmasıydı. 2018’in yine mart ayında Çetin Oranlı edebiyatın bir başka alanında “Ben buradayım,” dedi. “Demir Kepenkli Ev” adını taşıyan ve yazarın tanımıyla “Anadolu Hikâyeleri” Çimke yayınları arasında çıktı.
    Kitaba ilişkin bilgiler vermeden önce Çetin Oranlı’yı hatırlatayım:
    “Çetin Oranlı, 1974 yılında Ordu’nun Kumru ilçesinde doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Kumru’da tamamladıktan sonra Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü’nü bitirdi. Aynı üniversitenin Gazetecilik Anabilim Dalı’nda yüksek lisansını yaptı. Üniversite öğrencisi iken önce Milli Gazete’nin Konya bürosunda, ardından Konya merkezli Merhaba Gazetesi’nde muhabir olarak çalışmaya başladı. Gazetede uzun yıllar Yazı İşleri Müdürlüğü görevini üstlendi. Oranlı, siyaset, kültür başta olmak üzere gazetecilik yaptığı dönemde yüzlerce röportaj gerçekleştirdi. Yazı dizileri ve röportajlar başta olmak üzere, gazetecilik çalışmalarından ötürü çok sayıda ödül aldı. Çeşitli panel ve toplantılarda yerel basın ile sorunları üzerine sunumlar yaptı. Evli ve 3 çocuk babası.
    ‘Demir Kepenkli Ev’ içeriğinde Dönüşüm, Demir Kepenkli Ev, Sahibini Bulan Çanta, Acı Lokma, Gösteri, Öksüz Civciv, Hollandalı, Firari Kazlar, Uçan Evcil Ördek, Polis Oğlunun Duası, Çocuk Kalbi adlı öyküler yer alıyor. Çetin Oranlı bu hikâyelerin tamamen gerçeklere, yani yaşanmış veya bizzat tanık olunmuş olaylara dayandığını yazıyor:
    “Anadolu insanının yaşadığı ve çoğu zaman içine atarak eritmeye çalıştığı güçlükler, gurbet hayatı, ayakta kalma çabaları, bu zorlukların arasında hayatın tuzu biberi olan mizah, göç ve şehirleşme ekseninde ortaya çıkan kimlik sorunları, insanlar arası ilişkiler, değerler, dostluk, hayvan sevgisi hikâyelerimizin özünü oluşturuyor. Bir cümle ile özetlemek gerekirse; milletimizin mayasında yer alan katıksız saf sevgi ve merhamet…”
    Şüphesiz Prof. Dr. Saim Sakaoğlu özellikle Türk Halk Edebiyatı ve Türk Folklor Edebiyatı alanında hocaların hocasıdır.
    Çetin Oranlı ve Demir Kepekli Ev hakkında saptamaları çok yerindedir:
    “…….Bilmem, hikâye eleştirmenleri ve hikâye okuyucuları, adeta bir roman okur gibi, bir oturuşta, daha doğrusu bir ‘yatış’ta bütün hikâyeleri okuyuveriyorlar mı? Ben öyle yapmıyorum. Hikâyeleri sindire sindire okuyorum. Arka arkaya en fazla iki hikâye okuyup araya geçiyorum.
    Demir Kepenkli Ev’in kapısını da böylece açıverdim. Adeta, ‘Açıl susam açıl…’ dercesine açılan kapıdan içeriye girince beni kardeşim Çetin Bey karşılayıverdi. Kendilerinin Ordulu olduğunu biliyordum ama Ordululuğunu hikâyelerine mekân olarak seçeceğini tahmin etmemiştim. Okuyacağınız hikâyelerin pek azını Ordu’nun dışında gezinirken bulacaksınız. Bir Elazığ, bir Konya belki de Ordu’dan mekân koparabilen şanslı illerimiz olmuştur.
    ……. Dememiz odur ki bu hikâyeler Sayın Oranlı’nın hatıralarını satırlara dökülmüş şeklinin yanında onun neslinin de birtakım uykuya dalmış hatıralarını ayağa kaldıracaktır.
    Mekânın ve tabiatın kucaklaştığı satırlarda hikâye tekniği yeri gelince bilgilendirici tanımlarla kucaklaşmakta, bir yerden sonra okuyucuyu başka âlemlere alıp götürmektedir.”
    Prof. Dr. Saim Sakaoğlu gelecekle ilgili ipuçları veriyor: “
    ….Yazmakta ısrarcılığını sürdürmesi halinde yeni hikâyelerle bizleri farklı güzelliklere yönlendirecektir. Heyecanla bekleyip yeni duygulara kapılmaya şimdiden hazırlanmalıyız. Kendisini kutluyor, yeni kitabına girecek hikâyeleri şimdiden dergi sayfalarında görmeyi bekliyoruz.”
    Bense, Çetin Oranlı’nın sürekli yeni dallarda eser vermesini göz önünde bulundurup Sakaoğlu hocamın koyduğu çıtayı yükseltiyorum. Gelecek yıl Çetin Oranlı imzasını bir romanın üzerinde görürseniz şaşırmayınız.

  • Rasim YILMAZ.”GEZİ YAZILARIM / ENDÜLÜS’TE ZAMAN”

    Sizlere kökü maziye uzanan, asırlarca tarihte İslam ile müşerref kılınmış devasa izler barındıran, İspanya Malaga’da başlayıp Granada kenti Elhamra sarayında yedi bin defa duvarlarına “Ve la galibe İllallah” zikrinin işlenmiş görüntüsüyle, (Cordoba) Kurtuba Camii’nin muhteşem ihtişamına kapıldığımız kısa ama büyülü gezimizden bahsetmeye çalışacağım.

    Bir milleti kültürel hayatından dini inancına, edebiyatından sanatına, hukuk sahasından iktisadi anlayışına, tarihine bakışından sosyal hadiselere yaklaşımına, velhâsıl; medeniyet inşasına kadar her şeyini muhafaza içgüdüsü şekillendirir.

    Cumhurbaşkanlığı himayesinde bizlere sunulan bir alternatif de İspanya kültür gezisi oldu. İçişleri Bakanlığının hazırlamış olduğu kültür gezimiz İstanbul’da İçişleri Bakanlığı Mahalli İdareler Genel Müdürlüğü Muhtarlar Daire Başkanı Sayın Şefik AYGÖL ve Muhtarlar Daire Başkanlığı uzmanı Sayın Aysun BALUN ile İstanbul Atatürk Havalimanında buluşmamız ile başladı. Tokat, Ağrı, Balıkesir, Çankırı ve Kahramanmaraş illerinden 49 muhtarımızla 26 Haziran 2018 yerel saatle 12.35 de İspanya yolculuğuna çıktık.

    Rehberimiz Sayın Cihat AKÇAY Malaga kentinde bizi karşıladı. Malaga; Barcelona’dan sonra İspanya’nın 2. büyük liman kenti. Malaga’dan otobüsle Granada’da bulunan Hotels San Anton Granada’ya doğru yol aldık. Rehberimiz Cihat Beyin güzel anlatımıyla keyifli geçti yolculuğumuz.

    Yol boyunca zeytin ağaçları karşılıyor bizi. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun şiirindeki gibi “Önde zeytin ağaçları arkasında yar dizeleri” geliyor aklıma. Zeytinliklerin yanı sıra, bir de ana vatanı Çin ve Orta Asya olarak bilinen badem ağaçları çarpıyor gözüme.

    Granada şehri tıpkı Türkiye’deki masal kentimiz Antalya ile Ürgüp Peribacalarının masalsı iklimi ve görüntüsüyle karşılıyor bizi. Çünkü Granada Endülüs’ün en masalsı şehridir.

    Dar sokakları, portakal ağaçları, botanik bahçeleri ile İslam’a yıllarca tarihi bir dönem saadeti yaşatmıştır. Endülüs’ün beni heyecanlandıran yanlarından birisi de İspanya Fatihi Tarık Bin Ziyad’dır.

    Bu bilgiler ışığında oğlum Enes Tarık’ın ismiyle sahabeden Hz. Enes ve büyük İslam komutanlarından Tarık Bin Ziyad’ı temsil etmesi “Enes Tarık’’ ismini vermenin sırrına da vakıf olacağım heyecanı yaşatıyor. İki büyük insanın kattığı şerefe nail oluyorum.

    İspanya’nın güneyinde kalan Endülüs bölgesi bizlere tarihin derin atmosferinde yol almayı vaat ediyor. İber yarımadasında 711-1492 yılları arasında Endülüs Emevileri, Murabıtlar, Muvahhidler gibi Müslüman devletlerin hüküm sürdüğü bir dönemde verilen Endülüs isminin İspanyolcadaki karşılığı ise Andalucia’dır.

    Otelin penceresine yansıyan manzaranın güzelliği ve bir zamanlar İslam’a ev sahipliği yapmış bir şehirde konuk olarak bulunmanın hüznü sarsa da hala İslam’ın izlerini taşıdığını bilmek bile güzel. Uzun bir yolculuğun ardından Kongre Merkezi’nin karşısında yer alan Hotels San Antón Genil Nehri’nin serinliğinde derin bir uyku ile sabaha merhaba dedik.

    Bizler için her şey düşünülerek ve titizlikle hazırlanmıştı. Nefis bir kahvaltıdan sonra gezimizin ilk bölümüne geçtik.

    Granada’da size her şey tanıdık gelebilir. İslam mimarisini yansıtan eserler her ne kadar değiştirilse de, camiler kiliseye çevrilmiş olsa da bunu fark etmemek mümkün değil. Dar sokaklar, panjurlu evler, çiçeklerle donatılmış sarmaşıklı sokaklar size güzel bir görsel ziyafet sunacaktır.

    Endülüs’ün incisi olarak bilinen devasa bir sarayla karşılaşınca heyecanım artmaya başladı. Çeşitli eklemelerle günümüzdeki görkemli haline kavuşmuş bir yapı ile karşı karşıyayız.

    Elhamra sarayının temelleri 1232 yılında, Endülüs Emevileri’nin devamı olan Güney İspanya’da, Beni Ahmer Sultanlığı devletini kuran Nasri Hanedanı sultanı I. Muhammed bin Yusuf zamanında atılmıştır. Sabika tepesinden Granada şehrine hükmeden Elhamra Sarayı, Darro ve Ganil ırmaklarına bakan sarp bir tepenin üzerindeki bir düzlükte kurulmuştur.
    Bu tepeyi Kala’ât al-Hamrâ’ üzerinde bulunduğu ve kendisiyle inşa edildiği toprağın rengini taşıması itibariyle “Kızıl Kuleler” olarak nitelendirmiştir.

    Elhamra, İslam sanatının batıdaki şaheseridir. Sanat tarihi bakımından kıymeti ölçülemeyecek kadar büyüktür. Toprak özlü kerpiçten duvarları, ahşapla ve kalıplardan dondurulmuş maddeler ile inşa edilen, adeta bir nakkaş elinden özenle çıkmış danteli andıran sırmalı kemerleri, ihtişamı göğe uzanan kubbeleri, direk tabanları, pervazları, saçakları, tavanları ile İslam mimarisinin övünç kaynağı zengin inceliklerle dolu İslam sanat eserlerinin eşsiz bir teknik numunesidir.
    Sarayın dış kısmı yazlık bahçelerden oluşmaktadır. Palmiye ağaçları, zakkum, gül ve binlerce bitkiyle süslenmiş adeta cennete özlemi tasvir etmişçesine dışarıda ve içerde bir bütünlük sağlamışlar.

    Saraya mükemmel bir taç kapıdan girilir. Tıpkı bir şiirin taç beyit’i gibi, Elhamra kale, ribatlar, yazlık saray ve Generalife (Cennetül Arif) ile dört ana kısımdan oluşur. Girift bir yapıya sahip olan Elhamra Sarayı, birbiriyle bağlantılı sayısız odalar ve salonlar, bu mekânların arasında yer alan avlular, ferahlatıcı yeşil alanlar, fıskiyeli havuzlar, akar çeşmeler ve bahçelerden ibarettir.

    Sarayın her tarafını süsleyen “Allah” lafzının Cennet’ül Arifin bahçelerinin mimarınca ‘evrenin hâkiminin “Allah” olduğunu’ vurgulandığı ve bu bahçelerin de cennet özlemini ifadesi olarak tasvir edildiği birçok rivayette söylenmektedir.

    Elhamra Sarayı, her taşının Rabbini zikrettiği bir saray. Yapımı 250 yılda tamamlanan sarayda taşlara kazınan o zikir karşılıyor sizi: “Ve la galibe illallah’’. Sarayı günümüze kadar hala ayakta tutan ve tutmasının hikmeti bu olsa gerek. Allah’tan başka Galip yoktur. Kibri tevazua çeviren bu düşünce iklimi taşların sütunlarına kazınmış, Allah’tan başka hâkimin olmayışı hürmetine ayakta kalmıştır.

    Rivayete göre saraya girişteki ilk havuz suyunun lüleden çıkışı Emevi Sultanlarının doğumunu, aktığı yerde hayatını ve döküldüğü yer de ölümü hatırlatıyormuş. Bir de “Böbürlenme Sultanım senden büyük Allah var”, bu dünyanın ahreti de var mesajını veriyormuş.

    Nitekim sütunlardaki eşsiz sanat örneği sarayın girişindeki havuzun rivayetine de uygun bulunmakta. Hem mimarinin, hem inceliğinin hem de insanı tefekküre sürükleyen zarifliğin en üst noktası. Beni hem derinden bir hüzne hem de kuvvetli bir duruşa sevk eden ihtişam karşısında hınçlarını üç beş kelime ile suratımıza savursalar da Avrupa’nın göbeğini İslam’la müşerref kılan Allah’a şükür ediyorum.
    İçimizde buruk bir sevinçle bizim için hazırlanan restorana doğru yemek yemek için saraydan ayrıldık. Rehber eşliğindeki o günlük gezimiz sona erdi ve şehrin büyülü yapısına hayran kalarak gezmeye arkadaşlarımla beraber devam ettik.

    Granada sokakları dar ama bir o kadar da mütevazı. Az katlı yapılarıyla dikkatimizi çekiyor. Eski yapıları korumak adına ve ihtişamını bozmamak adına muhteşem bir şehircilik olduğu bariz bir şekilde göze çarpıyor. Büyük ve hareketli bir şehir. Katolik Krallar Caddesi boyunca yürürken tahta oturmuş büyük bir heykelin küçük bir meydanı kapladığını görüyorum. “Plaza İsabel de Katolika.” Şehrin içinde başka bir şehir var gibi. Albaicin’a doğru ilerlerken yanımızdan akan Genil Nehri ve Granada sokaklarında yüzünde tebessüm eksik olmayan insanlarla karşılaştık. Şehrin sade ama ışıltılı albenisi başka bir hava katıyor geceye. Sokaklar ve insanlar o kadar sakin ki hiçbir şekilde bir saygısızlık hissetmiyorsunuz. Trafik gürültüsü yok denecek kadar az.

    Tarih dolu güzel ama yorucu bir günün ardından sabah yine aynı heyecanla uyanıp gezimize devam ediyoruz. Ziyaretimize dünyanın en güzel mihrabını taşıyan Kurtuba Camiine doğru yola çıkarak başlıyoruz.
    Cordoba şehrini Müslümanlar başşehir yapmışlar ve bu şehri tam bir medeniyet merkezi haline getirmişlerdir. Kurtuba Camii İspanya’da Müslüman Endülüs Emevi Devleti zamanında yapılan muhteşem bir mimari eserdir. Camiye girdiğimizde en çok dikkat çeken, ormanı andıran sütunlarıdır. Caminin daha önce 20 kapısı varmış. Kapıların önünde ise özel portakallıklar kurulmuş. Tavanın yapılması için kıymetli Lübnan tahtaları kullanılmıştır.

    Ünlü tarihçi Ahmet el Makkari’nin Kurtuba’yı anlatan kitabında camiden bahsederken lambalı kandillerin 7425 adet olduğunu, 120 okka amber ve tütsü ağacıyla yakıldığını yazıyor, güzel koku vermesi için. Minarelerinin tepesi nar şeklinde başlıklar, mücevherler, inciler zümrütler ile süslenmiş, taş araları da altın parçalı ile örülmüş.

    Hıristiyanlar Endülüs Devleti’ni mahvedip Kurtuba’ya girince bu camiye saldırıp Müslümanları öldürmüş ve sonra altın minberi parçalamışlar. Fildişinden yapılmış rahleleri paylaşmışlardır. Hz Osman’ın yazdığı Kuranı Kerim’in bir eşi olan inci ve zümrüt ile işlenmiş olan nefis Mushafı ayaklarının altına alarak çiğnemişlerdir.
    Otuz bin kişinin namaz kılabileceği büyüklükte ve dönemin devasa mimari özelliklerini kullanarak yapılan eser Kurtuba Camii harap edilmiştir. Hıristiyan İspanyollar görülmemiş bir vahşetle Müslümanları ve Yahudileri öldürdükten sonra bu camiyi yıkmaya başlamışlar. Önce minarelerdeki altın ve zümrütle işlenmiş nar şeklinde başlıkları indirerek bunların yerine taştan yapılmış melek şeklinde çirkin başlıklar koymuşlar. Caminin 20 kapısından çoğu taşlarla örülerek kapatılmış ve sonra caminin içine 1523 senesinde bir kilise koymuşlardır. Kiliseyi yapabilmek için camide kalan sütün sayısı 812 ye düşürülmüş. Yapılan kilise caminin ortasında ağaç şeklinde bir bina olarak kendini gösteriyor.

    Bugün bu haşmetli binayı ziyaret edenler harap edilmesine rağmen İslam mimari eserinin güzelliği ve büyüklüğü karşısında hayran kalmakta ve ortada çirkin görünen kilisenin haline acımakta ve üzülmektedir. Kurtuba’daki Caminin adı bugün la Mezquita kilisesidir. Bu kelime de Mescit isminden gelmektedir. Yani hala bu bina Mescit ismini taşımakta, onu ziyaret edenler bir kilise değil İslam medeniyetinin büyük bir eseri olarak görmektedir.

    Kurtuba Caminin en güzel kısmı ise mihrabıdır, at nalı şeklindedir. Minber; fildişi parçalarıyla değerli taşlardan altın çivilerle yapılmıştır. Aynı zamanda bir eğitim yeridir. Avrupa’da inşa edilen ilk üniversite olması özelliği Kurtuba Camii’nde İspanyollara tıp ilmi başta olmak üzere pek çok ilim öğretilmiştir.
    İslam’ın izlerini her karesinde hissettiğimiz bir gezinin ardından Endülüs’e buruk ama hüzünle veda ederken, değerlerimizin hala korunuyor ve ziyaret ediliyor olmasını da birliğin ve hoşgörünün işareti olarak tanımlıyoruz.

    Kutsal ve tarihi değerleri yabancı topraklarda ziyaret etmek bir hayli hüzün verici. Tarihin tekerrür etmemesi için birlik kandilini söndürmemeli, biz olabilme yolunda sebat etmeliyiz. Yoksa değerlerimiz bölünme nedeniyle kolayca el değiştirmekte, kaybedilenler bir daha da ele geçmemektedir.

    İşte İspanya Endülüs Emevi devleti, işte Osmanlı imparatorluğu. İbret için bize yetmez mi? Bizim elimizde kalan Anadolu’nun kıymetini iyi bilelim ki bir daha ağlamayalım. Bir daha acılar çekmeyelim.

    Son incidir El Hamra, Endülüs’ten yadigâr
    Zikreder her bir taşı “la galiba illallah”
    Kurtuba Camisinde İslam’ın izleri var
    Müslüman topraklardan bir gün yükselecek ah
    Tarih sayfalarında bütün mısralar siyah.

    01.07.2018

  • Nihat AYMAK.”KEDİMİZ VE BEN”

    Yeşilyurt İlçe Milli Eğt. Md.

    Evimiz ilçenin kenarında, bağlık bahçelik tenha bir yerdeydi. Kocaman ceviz ağaçlarımız vardı. Döktükten sonra yeşil kabuğundan ayırır, güneşe serer ve kuruduğundan emin olunca çuvallara doldurup satardık. Eşe dosta vermek ve evde tüketmek içinde ayırırdık bir miktar.
    Toprakla, ağaçlarla iç içeydik ama bizi yalnız bırakmayan farelerde çoktu evimizde ve çevresinde. Yiyeceklerimizi onlardan korumak için bir kedi getirmiştik. İşe de yaramıştı hani. Eskisi gibi ayaklarımızın dibinden kaçmıyordu fareler artık. Çok seyrek görmeye başlamıştık onları evde.
    Farelerle mücadelede başarı gösteren kedimizin bir kusuru vardı ne yazık ki! Divanın altına tuvaletini yapıyor, oda çok kötü kokuyordu. Sık sık kapıyı açarak dışarı çıkarıp tuvalet ihtiyacını dışarıda gidermesini sağlamayı istedik ama bir türlü buna alıştıramadık. Evin içinde oluşan nahoş kokudan oturamaz duruma gelmiştik.
    Annem ve babam, kediyi okula giderken yanıma alıp ilçe girişindeki evlerin yanına bırakmamı istediler. Küçük bir kutuya koyduk ve kucağıma alıp okula gitmek üzere evden ayrıldım.
    Okulda sabahçı ve öğlenci olarak ikili eğitim yapılıyordu. Ben öğlenci idim. Bir elimde kitap ve defterlerimi koyduğum çantam, diğer elimde kedinin bulunduğu kutuyla ilerliyordum. Evimizle okulun arası yarım saatlik mesafeydi ve yirmi beş dakikalık kısmında hiç ev falan yoktu. Sol yanıma düşen derenin kenarındaki tenha yolda yürüyordum. Bahar yaklaştığı için dağların eriyen karı dereyi coşturmuştu. Okula vaktinde yetişmek için hızlı yürüyüşüme, bahar güneşi ve ellerimdeki yüklerde eklenince terlemeye başladığımı fark ettim. Gidecek daha çok yolum vardı. Zihnime kedinin bizim eve geri dönmemesi konusu yerleştiği için, onu daha fazla taşımadan derenin öbür tarafına atıp kurtulmak geldi aklıma. Su hayli çoğalmış olduğundan geri bu tarafa atlayabilmesi mümkün olamazdı. Annemin ve babamın bana okula yakın yerdeki evlerin bulunduğu sokağa bırak demelerinin nedeninin bir eve sığınması, ya da çöplerdeki yiyeceklerle hayatını sürdürmesi olabileceğini o an hiç düşünememiştim.
    Durdum ve ellerimdeki çanta ile kutuyu yere bıraktım. Nefeslerim ve kalbimin atışı saatin tik takları misali birbirini takip ediyordu. Yere çömelip kutuyu açtığımda kedimiz miyavlayarak kucağıma doğru bir hamle yaptı. Ellerimin arasına alıp doğruldum. Henüz yavru sayılacağı için hafifti. Okul saatim yaklaştığından vakit kaybetmek istemiyordum. Göz göze geldiğimizde bana merhamet hasretiyle bakan bir kardeşimmiş hissi uyandırdı. Ancak geçen her saniye beni okula geç bırakacaktı ve bunu ne öğretmenime, ne de müdür yardımcımıza izah edebilirdim.
    Ellerimin arasında göğsüme yaslanmış, kendisini ana kucağında gibi emin ve rahat hisseden kediyi büyük bir hızla derenin karşı tarafına fırlattım. Korkum suyun içerisine düşmesi idi ama öyle olmadı. Suyun üzerinden geçti ve takla atarak yere düştü. Şaşırmış gibiydi, kalktı ve benden tarafa dönerek mahzun bir şekilde yüzüme baktı. “Niçin beni bu ıssız yere bıraktın, niçin önce kucağına alıp sonra attın?” der gibi bakıyordu. Az sonra gökyüzünden karga sesleri gelmeye başladı. Kedimizin üzerinde dönüp duruyordu iki karga öterek. Büyük bir üzüntü, pişmanlık ve mahcubiyet içerisinde onu tekrar kucağıma almak için çareler arıyordum. Tek şey karşıya geçebilmemdi, ancak su o kadar çok ve hızlı akıyordu ki, girdiğim anda beni sürükleyip götürürdü ve çıkabilmem de mümkün olamazdı. Vakit geçtikçe okul saatim yaklaşıyor ve zamanım daralıyordu. Karga seslerine kedimizin miyavlaması karışarak, geri dönüp dönüp bakarak, gözlerimden akan yaşlara mani olamayarak atıyordum adımlarımı.
    Uzaklaştıkça kedimizin miyavlamasını da, kargaların seslerini de daha az duyuyordum. Fakat küçücük yüreğimdeki sızı artıp duruyordu.
    O gün kendimi hiç derse veremedim. Sadece bedenim sınıfta idi. Anlatılanların hiç birini duymuyordum sanki. Akşam ders bitip dağılınca koşar adımlarla ilerledim evimize doğru. Kediyi karşı tarafa attığım yere geldiğimde ne kedi vardı, ne kedi sesi. Kargalarda yoktu, karga sesleri de. Acaba kargalar parçalamış mıdır diye tüylerinden parçalar gözetledim ama öyle bir şey de görünmüyordu.
    Eve geldiğimde halimden üzüntümü ve bir sıkıntımın olduğunu anladı annem. Pişmanlık ve mahcubiyetle gözlerim dolu dolu anlattım olanları. “O çalıların içerisine girip korumuştur kendini kargalardan. Hem fare falan yakalar aç kalmaz. Yürüyerek gider, mahalleleri bulur, üzülme” diyerek teselli etti beni.
    Aradan yıllar geçti, üniversiteyi bitirdim. Çocukluğumun geçtiği, ilçenin dışında bahçelerin içindeki evimizde oturuyorduk yine. Henüz öğretmen olarak atanmamış, askere gideceğim günlerin gelmesini bekliyordum. Uzun kış gecelerinde akraba eş ve dostlarımızın evlerine oturmaya gidiyorduk annemle akşam ezandan sonra. Bazen sol yanımızda akan derenin sesi, bazen de yoldaki donan kara bastıkça ayakkabılarımızın altından çıkan “kıyır kıyır” sesleri bozuyordu gecenin sessizliğini. Soğuk güz akşamlarından başlamak üzere, karlı ve ayazlı geceler dahi evden çıkıp yürümeye başladığımızda ortaokul talebesi iken kucağımdaki kedimizi derenin karşı tarafına attığım yere geldiğimizde peşimize siyah bir kedi takılıyor, biz durunca o da duruyor, biz hareket edince o da hareket ediyordu. Misafirliğe gittiğimiz eve kadar bizi beş metre kadar gerimizden takip ediyor, biz içeri girince orada beklemeye başlıyordu. Bazen saatlerce, bazen gece yarılarına kadar oturmamıza rağmen, evimize dönmek üzere dışarı çıkıp yürümeye başlayınca nereden çıkıyorsa çıkıp yine peşimize takılıyordu. Bizi takibe başladığı, yani kedimizi derenin karşı tarafına attığım yere gelince duruyor ve takibini nihayetlendiriyordu.
    Artık gece yolculuğumuzda o kadar alışmıştık ki kedinin bu takibine, onu muhafızımız gibi görüp kendimizi daha emin hisseder olduk. Nisan ayı gelip askere gidene kadar hangi gece evden ayrılıp yürümeye başlamışsak aynı yerde peşimize takılıp, hangi saatte dönersek dönelim yine aynı yere kadar bizi getirmeye devam etti.
    Ardan geçen onca yıla rağmen bu kedinin o kedi olma ihtimali olup olmadığı aklıma takılıp kaldı hep.

  • Özlem ÇİVİLİDAĞ (Garipözlem).”AYNADAKİ KİM”

    Sen….
    Sen kimsin ki?
    Ben yine sen!
    Aynadaki sen yine ben…
    Doğru da senin zıttın değilim ki
    Yanlış da olayım ben
    Gözyaşlarıma bakıp da ah çektiğim
    Bak yine sen!!!
    Bedenime çekidüzen verirken
    Ruhumu temizleyen yine ben!!!
    Sen de ben,
    Ben de sen!!!
    O zaman aynadaki kim?
    Sen ya da ben….

  • Sona ÇERKEZ.”SINDIRMAZ KEDER”

    Toxtag ol, ay Sona! Toxta ne olar…
    Gelmesin bu boyda cahan sene dar,

    Dünyanın at keçmez yolları çoğdur,
    Çoğunun ömrüne o yağdırıb gar…

    Bel bağla dostlara, güven onlara
    Dostu çoğ olanı sındırmaz keder.

    Efsuslar yağdırma ömrüne, Allah
    Verdiyi gısmetti, bu gismet-geder…

  • Meliha TURGUT.”SAR BENİ”

    Ey yağız çehrelim şahin bakışlım
    Ak bağrında esen yele sor beni
    Burcu burcu dağ çiçeği kokuşlum
    Düşlerinde açan güle yor beni

    Özüm kurban eylemişim özüne
    Kem söz girmez sana dair sözüme
    Başka hayal dolar ise gözüme
    Al karşına tam alnımdan vur beni

    Ahu zarla geçti gençlik çağlarım
    Pınar gibi akar akar ağlarım
    Duyarsan yıkılmış sevda dağlarım
    Hiç düşünme ölümlere ver beni

    Selamların gelmez oldu, aralı
    Unutursan bil ki bahtım karalı
    Kuzusundan ayrı düşen, yaralı
    Ceylan gibi dağa taşa sür beni

    Kor ateşsin sönmedin hiç bağırda
    Ayrılığı özlemimle yoğur da
    Gel meleğim diye bir gün çağır da
    Bas bağrına sevdan ile sar beni

  • Nilüfer AÇILAN YILDIZ.”YAĞMURLA BAŞLAR EFKÂRIM”

    Pencereden içeri sızan ışık
    Yarin perçeminde aklım karışık
    Uçar ellerimden ürkek serçeler
    Olmayacak heveslerde geceler

    Hatırama dal salan vuslatların
    Duyulur uzaktan hüzünlü sesi
    Dudağımda kıvılcım duyguların
    Yakıyor yüreğimi her nefesi

    Bu deli dalgaların raks hevesi
    Aşk desem ukdesi, değil bilirim
    Efsunlu düşlerin garip cilvesi
    Susmuyor içimde, çağır gelirim.

  • Xalq artisti Arif Məlikova

    Xalq artisti Arif Məlikova

    Hörmətli Arif müəllim!

    Sizi – Azərbaycan mədəniyyətinin görkəmli nümayəndəsini 85 illiyiniz münasibətilə səmimi qəlbdən təbrik edir, Sizə cansağlığı və işlərinizdə müvəffəqiyyətlər arzulayıram.

    Sizin geniş diapazonlu rəngarəng yaradıcılığınız müasir musiqi mədəniyyətimizin parlaq hadisələrindəndir. Qara Qarayev məktəbinin layiqli davamçısı kimi xalq musiqisi ənənələri və dünya klassik irsini müasir musiqi formaları ilə uğurlu şəkildə birləşdirərək meydana gətirdiyiniz çoxsaylı sənət nümunələri ilə musiqi salnaməmizin daha da zənginləşməsində və ölkə mədəniyyətinin inkişafında müstəsna xidmətləriniz vardır. Özünəməxsus əlvan musiqi çalarları, dərin koloriti və yüksək bədiiliyi ilə seçilən əsərləriniz professionallığın zirvələri olub, musiqisevərlərin daim rəğbətini qazanmışdır. Fəlsəfi düşüncələr və bəşəri duyğularla aşılanmış ecazkar musiqiniz mənəvi kamilliyə can atmaqda insanlara yaxından kömək edir. Zamanın yüksək sənət qarşısında irəli sürdüyü tələblərə cavab verən qiymətli əsərləriniz ölkəmizin hüdudlarından kənarda, dünyanın ən məşhur teatrlarında uğurlu səhnə təcəssümünü tapmışdır.

    Siz, eyni zamanda, gənclərin hamisi və mahir pedaqoq olaraq Bakı Musiqi Akademiyasının professoru və bəstəkarlıq kafedrasının müdiri kimi zəngin təcrübənizdən bəhrələnən istedadlı musiqiçilər nəslinin yetişdirilməsində uzun illərdən bəri böyük xidmətlər göstərirsiniz. İctimai-siyasi həyatımızda cərəyan edən mühüm hadisələrə və taleyüklü məsələlərə münasibətdə Siz həmişə əsl vətəndaşlıq mövqeyi nümayiş etdirmiş, vətənpərvər və aydın düşüncəli ziyalı kimi də xalqımızın hörmətini qazanmısınız.

    Səmərəli, məhsuldar və mənalı həyat yolunuz sənətə sonsuz bağlılığın və xalqa xidmətin bariz nümunəsidir. Yaradıcılığınız dövlət tərəfindən daim lazımınca qiymətləndirilmişdir. Siz müstəqil Azərbaycan Respublikasının ən ali təltiflərinə – Heydər Əliyev mükafatına, “Heydər Əliyev” və “İstiqlal” ordenlərinə layiq görülmüsünüz.

    Əminəm ki, Siz bundan sonra da bütün qüvvə və bacarığınızı Azərbaycan mədəniyyətinin inkişafı naminə sərf edəcəksiniz.

    Dərin ehtiram və xoş arzularla,

    İlham Əliyev
    Azərbaycan Respublikasının Prezidenti
    Bakı şəhəri, 13 sentyabr 2018-ci il.

    Mənbə: https://president.az

  • A.C.Məlikovun “Şöhrət” ordeni ilə təltif edilməsi haqqında Azərbaycan Respublikası Prezidentinin Sərəncamı

    A.C.Məlikovun “Şöhrət” ordeni ilə təltif edilməsi haqqında Azərbaycan Respublikası Prezidentinin Sərəncamı

    Azərbaycan Respublikası Konstitusiyasının 109-cu maddəsinin 23-cü bəndini rəhbər tutaraq qərara alıram:

    Azərbaycan musiqi mədəniyyətinin inkişafında xidmətlərinə görə Arif Cahangir oğlu Məlikov “Şöhrət” ordeni ilə təltif edilsin.

    İlham Əliyev
    Azərbaycan Respublikasının Prezidenti
    Bakı şəhəri, 13 sentyabr 2018-ci il.

    Mənbə: https://president.az

  • İsmayıllı rayonunun İvanovka kənd Mədəniyyət Sarayının əsaslı təmiri ilə bağlı tədbirlər haqqında

    İsmayıllı rayonunun İvanovka kənd Mədəniyyət Sarayının əsaslı təmiri ilə bağlı tədbirlər haqqında Azərbaycan Respublikası Prezidentinin Sərəncamı

    Azərbaycan Respublikası Konstitusiyasının 109-cu maddəsinin 32-ci bəndini rəhbər tutaraq qərara alıram:

    1. İsmayıllı rayonunun İvanovka kənd Mədəniyyət Sarayının əsaslı təmiri, zəruri avadanlıq və inventarla təchizatı məqsədi ilə Azərbaycan Respublikasının 2018-ci il dövlət büdcəsində nəzərdə tutulmuş Azərbaycan Respublikası Prezidentinin ehtiyat fondundan İsmayıllı Rayon İcra Hakimiyyətinə 2,5 milyon (iki milyon beş yüz min) manat ayrılsın.

    2. Azərbaycan Respublikasının Maliyyə Nazirliyi bu Sərəncamın 1-ci hissəsində göstərilən məbləğdə maliyyələşməni təmin etsin.

    İlham Əliyev
    Azərbaycan Respublikasının Prezidenti
    Bakı şəhəri, 10 sentyabr 2018-ci il.

    Mənbə: https://president.az

  • Rafiq ODAY.”Ağrıyır”

    Dərd əkib, qəm biçməkdən,
    Qol yerindən ağrıyır.
    Yoxsullar ac, harınlar
    Bol yerindən ağrıyır.

    Gözlərim oyum-oyum,
    Nə baxdım ki, nə doyum?!
    Canımı hara qoyum? –
    Sol yerindən ağrıyır.

    İçimə damcılayır
    Çölümün qançırları.
    Kürəyim qamçıların
    Zol yerindən ağrıyır.

    Yerə girən boy sızlar,
    Kök inləyər, soy sızlar.
    Bədəsillər, soysuzlar
    Döl yerindən ağrıyır.

    Dünya məhbəs, qəfəs dar,
    Ya al, ya ver – nəfəs dar.
    Cəmi yaranmış ki var –
    “Ol” yerindən ağrıyır.

  • “Hece Taşları” aylık şiir dergisinin 43. sayısı yayında

    İNSAN BOZULURSA HER ŞEY BOZULUR

    Dünya cenk meydanı herkes cengâver, haramiler köşeleri tutmuşlar, ortalık münafık müslüman kayıp, öte git diyemez kimse nefsine, birbirinden keskin herkesin dili, herkes birbirine saldırır durur, kimi kellesini koltuğa alır, Allah’tan korkacak kimseden yüz yok, vurdukları düşer kaçan kurtulur, kurtulan kurtulmuş ümmet aşkıyla, yarı ayık yarı sarhoş dolaşır, kendine gelmeye aklı yanaşmaz.

    İnsan bozulursa her şey bozulur, tuz açıktan kokar söz dilaltında, içleri boşalır kelimelerin, muhabbetin tadı tuzu eksilir, hatır gönül sözlüklere gizlenir, sevgi saygı kâğıt üstünde kalır, sesin sıcaklığı kalbe dokunmaz, kalp bir yana bakar akıl bir yana, kulak kuru gürültüden başka şey duymaz, baba sevgisini nakde çevirir, anne şefkatini kelbe gösterir, geceler ekranın başında geçer, gündüzlerse kollarında uykunun.

    Ben de mi bir hal var siz de mi dostlar, beni yaralayan bu umarsızlık, sizi teğet geçiyorsa söyleyin, benim bilmediğim haller içinde, haldaş olduğunuz hal ehli var mı, kendimle devamlı kavga ederim, bana da yolunu gösterin aşkın, hangi dağa külünk vurmam gerekir, hangi dağla yaralarım dağlarım, gönlüme dikecek sabır fidanı, hanginizde varsa yardımcı olun, benim de dikili ağacım olsun.

    İnsan yaşlandıkça olgunlaşmalı, bir gözü toprağa bakıp durmalı, elinin tersiyle hevalarının, gözünün üstüne vurabilmeli, verdiği sözleri bir muska gibi, göğsünün içinde taşır olmalı, oyundan oynaştan beri durmalı, omuzlarındaki kameralardan, kaçarak rolünü oynamamalı, velhasılı kelam ben az söyleyim, sizin payınıza ne düşer bilmem, herkes yaşadığı zamanın oğlu, ne mutlu dünyayla derdi olana.

    Tayyib Atmaca

  • Remzi ZENGİN.”TURNAM”

    TOSAYAD (Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği) Başkanı,
    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temsilcisi

    Gökyüzünde
    Turnam
    Bölüktür
    Bölük

    Bir çift
    Turna
    Gördüm
    Allı, karalı
    ..
    Turnalar
    Uçun

    Allı turnam
    Bizim ele
    Varırsan

    Turnam gitme
    Yeğin, yeğin

    Bir telli, üç telli
    Beş telli
    Turnam
    .
    .
    Gökyüzünde uçup giden turnalar
    Benim de sılada bir sevdiğim var
    Gidemedim, Çamlıbel’in başı kar
    Benden yâre selam söylen Turnalar
    (20.10.1983-Kalecik-Şarkışla-Sivas)

  • Avlunlu Hasan KOÇAK.”ŞEHİT’TEN ANNESİNE“

    Düşmanlar sardılar dört bir yanımı,
    Almak istiyorlar tatlı canımı,
    Şehit olup vermem, ben vatanımı.

    Ağlama sen anam, vatan sağ olsun.
    Ben şehit olayım,vatan sağ olsun.

    Nasıl ağlamasın şehit anası,
    Alnından vurulmuş kanar yarası.
    Bacısı, kardeşi, şehit babası,

    Geride kalanın başı sağ olsun.
    Sana kurşun atan eller kırılsın.

    Oğlum şehit diye ağlama ana.
    Canım kurban olsun aziz vatana.
    Çocuklarım sana emanet ana.

    Söyle çocuklara, baban şehittir.
    Eşim, çocuklarım size emanettir.

    Ey bu topraklarda şehit düşen şüheda.
    Müjde sana, seni çağırmıştır Hüda.
    Mekanın cennettir, öbür dünyada.

    Vatan için şehit olmak ne güzel.
    O güzel makama ermek ne güzel.

    Şehitlik makamı, ne güzel makam.
    Herkese nasip etmez o güzel Mevlam.
    Oğlum şehit diye ağlama anam.

    Vatan için şehit düştün ey! şanlı asker.
    Ne mutlu bekliyor, seni peygamber.

    Hasan derki; bunlar alın yazısı.
    Bilinmez, hainin nerde pususu.
    Şehit düşmüş yatar yerde kuzusu.

    Kınalı kuzum de ağla yavruna.
    Kapan tabutuna, bastır bağrına.

  • Vedat FİDANBOY.”AZERİ AŞKI”

    Dilin dilime benzer, leylâk kokuyor tenin,
    Kız sen yoksa o güzel, Azerbaycanlı mısın?..
    Türk’üm, diyor göz kırpıp yanaktaki al benin;
    Kız sen yoksa o güzel, Azerbaycanlı mısın?..

    Sende gönül yarası, bende sevda kördüğüm,
    Hayal edip yurdunu, düşlerimde gördüğüm,
    Toprağını koklayıp taşına yüz sürdüğüm,
    Kız sen yoksa o güzel, Azerbaycanlı mısın?..

    Sarhoş ediyor beni, gülüşün sanki bâde,
    Okuduğun şiirler, ne kadar duru, sade,
    Hiç dilinden düşmüyor, Bahtiyar Vahapzade,
    Kız sen yoksa o güzel, Azerbaycanlı mısın?..

    Gelince hep göz göze, soruyorsun hâl hatır,
    Al kalbimi ne olur, al da göğsünde yatır,
    Edebiyat tarihin, Fuzuli’yi anlatır,
    Kız sen yoksa o güzel, Azerbaycanlı mısın?..

    Feyiz almışsın belli, cümle şair, yazardan,
    Allah korusun seni, kem gözlerden, nazardan,
    Durmadan söz edersin, Nahcivan’dan Hazar’dan,
    Kız sen yoksa o güzel, Azerbaycanlı mısın?..

    Dertlerini deşince, birden benzin soluyor,
    Yüreğine tarihin, gözyaşları doluyor,
    Saçların Kura gibi, kıvrım kıvrım oluyor,
    Kız sen yoksa o güzel, Azerbaycanlı mısın?..

    Bitsin artık bu özlem, kalksın artık bu duvar,
    Asırlardır sen bana, ben de sana oldum yâr,
    Benim de gözyaşımda, Karabağ’ın izi var,
    Kız sen yoksa o güzel, Azerbaycanlı mısın?..

    Seni sevmek dünyada, en büyük vakar bana,
    Gözlerin bu sevdanın, tacını takar bana,
    “Sen mecnun ol, ben Leylâ…” der gibi bakar bana,
    Kız sen yoksa o güzel, Azerbaycanlı mısın?..

    Türk’ e özgü asalet, dolaşıyor geninde,
    Aynıdır her an’anen, hem tören, hem dinin de,
    “İki devlet tek millet”, parolan var senin de,
    Kız sen yoksa Azeri, Azerbaycanlı mısın?

  • Çiğdem KADER.”NE DEMİYORSUNUZ Kİ“

    Yaydan çıkan ok daha hedefine varmadan
    Köyden bozma beldeye şehir diyorsunuz siz.
    Sinan’a, Mihrimah’ın ettiğini sormadan
    Muska yazdırmalara sihir diyorsunuz siz

    Güne gün eklersiniz kibirden sıza sıza
    Üç-beş akıldan kırma hayrandır çapınıza
    ‘Baldıran’ı bilmeden komşunun, kapınıza
    Döktüğü bulaklara zehir diyorsunuz siz.

    Şair tanrıcıkları kimler imal ediyor?
    Midas gibi ilk çıkan zatı kral ediyor.
    Poh pohtan geçilmiyor yanak al al ediyor.
    Di’li geçmiş zamana âhir diyorsunuz siz

    Üç-beş ayak tuzlayıp tutmayınca bu maya
    Bol çiğnenmiş sakızdan kafiye aşırmaya
    Boz bulanık suları bardaktan taşırmaya
    Heyheylenip adına ‘şihir’ diyorsunuz siz

    Bir hayalin satılık bir değer olduğunu
    Demediler mi sana, geldiğin son çare bu?
    Tükürüp kuyulara Züleyha’nın Yusuf’u
    Yâr edip de Zühre’ye ‘Tahir’ diyorsunuz siz

    Bir katre kış yamayıp şen şakrak hayatlara
    Birisi ‘deh’ deyince asılıp da yulara
    Aklınızın dizine varmayan sığ sulara
    Karton gemiler atıp nehir diyorsunuz siz.

    Her gün başka bir dalın altında sızanlara
    Kendi öz (!) şiirini yemlenip yazanlara
    Kalbinin mürekkebi kurumuş sazanlara
    Ve oyunbozanlara mahir diyorsunuz siz…

  • Burhan KURDDAN.”BEKİR SAMİ KUNDUH/(1865-1933)”

    Kuzey Kafkasya’nın Osetya Bölgesi’nde 1865’de doğmuştur. Aynı yıl babası Musa Kundukhov ailesi (karısı, Kubatı, büyük oğlu Aslan Bey ve bir yaşındaki Bekir Sami, akrabaları ve aşağı yukarı 3000 hane kadar olan kabilesiyle) Kafkasya’yı terk ederek Erzurum yolu ile Türkiye’ye geçti. Musa iyi karşılandı. Kendisine paşa rütbesi verildi. Tokat civarında Batmantaş’ta yerleşti ve orada 1877-1878 harbine kadar yaşadı. Kendisiyle beraber Türkiye’ye genç bir subay ve kıymetli bir şair olan Temirbulat Mansurati de göçmüştü. Batmantaş’ta öldü ve orada defnedildi. Eserlerinin çoğu yayımlanmadığı için Batmantaş yangınında mahvoldu ve ölümünden sonra kayboldu. Bekir Sami Bey, Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten sonra Fransa’ya giderek Paris’te siyasal bilgiler alanında yüksek lisans eğitimi aldı.
    Bekir Sami Paris’te Okulu bitirip yurda dönünce Hariciye Nezaretinde devlet hizmetine girdi. Cebeligarbi, Petersburg Elçiliğinde kâtiplik, Amasya Mutasarrıflığı ve aralarında Van, Bursa, Trabzon, Beyrut ve Halep gibi büyük illerin de bulunduğu bir dizi ilde vali olarak görev almıştır. Son görevinde Suriye Vali ve Kumandanı olan Cemal Paşa ile anlaşmazlığa düşerek azledilmesi üzerine bir süre Tokat’taki çiftliğine çekildi.
    Mütarekeden sonra İstanbul’a gelerek yeni kurulan “Milli Ahrar Fırkası”nın kurucuları arasında yer aldı.
    Bekir Sami Bey, Osmanlı Hükümeti ile Anadolu’da kurulan yeni hükümet arasındaki ilk diplomatik temaslarda da elçi olarak bulundu. Heyet-i Temsiliye’nin Ankara’ya taşınmasından sonra12 Ocak 1920’de yapılmış olan son Osmanlı Meclis-i Mebusan toplantısına Amasya Milletvekili olarak katılmış, bu Meclis’in İngilizler tarafından basılmasını takiben, Meclisi Mebusan’ın kapatılmasının ardından 23 Nisan 1920’de Ankara’da açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne katıldı. 3 Mayıs 1920’de Mustafa Kemal başkanlığında kurulan ilk Ankara Hükümeti’nin Hariciye Vekili(Dışişleri Bakanı) oldu.
    Bu sıfatla Sovyetler Birliği’ne ve Londra Konferansı’na giden heyetlerin başkanlığını yapmıştır.
    Sivas Kongresi öncesinde Sivas’ta Bekir Sami Bey’in evinde yapılan toplantıda yapılan gizli oyla Mustafa Kemal Paşa başkanlığa, Bekir Sami Bey birinci başkanvekilliğine, Rauf Bey de ikinci başkanvekilliğine, İsmail Hami Bey ve Mehmet Şükrü Bey divan kâtipliklerine seçilmişlerdir. Ancak Bakir Sami Bey’in bu görevi kabul etmemesi üzerine, onun yerine İsmail Fazıl Paşa getirilmiştir.
    20-22 Ekim 1919’da İstanbul Hükümeti temsilcisi Bahriye Nazırı Salih Paşa’nın Heyet-i Temsiliye ile Amasya’da yapacağı görüşmelerinde bulunmak üzere Bekir Sami Bey, Mustafa Kemal Paşa, Rauf Bey ve Kara Vasıf Bey ile birlikte 16 Ekimde Sivas’tan hareket edip 18 Ekimde Amasya’ya vasıl oldular.
    Bekir Sami Bey’in ve arkadaşlarının Amerikan Mandaterliğinin kabul edilmesi yönündeki görüş ve düşünceleri Amasya’da 5. Kafkas Fırka Kumandan Vekili Arif Paşa tarafından Erzurum’daki Mustafa Kemal Paşa’ya 25-26 Temmuz gecesi bir telgrafla iletildi.
    Mustafa Kemal cevabi telgrafta Amerikan Mandaterliğinin şartları ve mahiyetinin henüz müphem olduğunu, kongrede bu konunun görüşülemeyeceğini bildirmiş ve saraydaki gelişmelerin kendisine bildirilmesini rica etmiştir.
    Amasya müzakere tutanağı Heyet-i Temsiliye’de kalan nüshasında Bekir Sami, Hüseyin Rauf ve Mustafa Kemal’in imzaları yer alırken hükümet adına temsilci olan Bahriye Nazırı Salih Hulusi Paşa’nın imzasını taşıyan ikinci bir nüsha daha hazırlanmıştır.
    Heyet-i Temsiliye üyeleri toplantıdan üç gün sonra 25 Ekimde Sivas’a hareket edip 27 Ekim 1919’da Tokat’ta mola verdiler.
    Tokat’ta Mustafa Vasfi Süsoy’un evinde misafir kaldılar.
    25 Nisan 1920’de Şube ve Encümen defterinin ilgili sayfasında 1. Sırada Mustafa Kemal Paşa, 2. Celaleddin Arif Bey, 3. Cami Bey, 4. Bekir Sami Bey, 5. Fevzi Paşa, 6. Hamdullah Suphi Bey, 7. Hakkı Behiç Bey, 8. İsmet Bey’lerin isimleri sıralanmıştır.
    Amasya Mülakatının basındaki yansımaları Tasvir-i Efkâr Gazetesi’nde yayınlandı.
    10-15 Mayıs 1921 tarihli Grup Esas Defterinde yer alan mebuslar arasında Amasya mebuslarından Ali Bey, Ali Rıza Efendi, Bekir Sami Bey, Dr. Asım Bey ve Ömer Lütfi Beyin isimleri yer almıştı.
    30 Mart 1920’de yapılan seçimlerde Amasya’dan Topçuzade Ali Bey, Miralayzade Hamdi Bey, Ali Rıza Efendi, Dr. Asım Bey, Mehmet Ragıp ve Bekir Sami Bey mebus seçildiler.
    15 Mayıs 1921 tarihli Grup Esas Defterinde yer alan mebuslar arasında Amasya mebuslarından Ali Bey, Ali Rıza Efendi, Bekir Sami Bey, Dr. Asım Bey ve Ömer Lütfi Beyin isimleri yer almıştı.
    Bekir Sami Bey daha sonra ağustos 1920 de Moskova’da Lenin ve Çiçerin ile görüşmelerde bulunan Türk heyetine başkanlık etti.
    Ardından 21Şubat-12 Mart 1921 de Amasya Mebusu ve Hariciye Vekili Bekir Sami Başkanlığındaki Türk Heyeti ile İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunanistan’ın katılımıyla Londra Konferansı açıldı.
    Londra’da yapılan Ortadoğu Konferansı’nda diyalog kurduğu, İngiltere, Fransa ve İtalya Dışişleri Bakanları ile özel birer anlaşma parafe etmek suretiyle Malta’da tutuklu bulunan birçok değerli insanın sürgünden dönüp Milli Mücadeleye katılmasını amaçlamış ise de Ankara’nın onayını almadan yaptığı bu anlaşmalar, Türkiye’nin hükümranlık haklarına aykırı görülmesi üzerine 8 Mayıs 1921’de Dışişleri Bakanlığı görevinden istifa etmiştir.
    1923’te ikinci dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne Tokat milletvekili olarak girdi. 1924’te Cumhuriyet tarihinin ilk muhalefet partisi olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’na katıldı. 1926’da Mustafa Kemal’e karşı düzenlenen İzmir Suikastı davasında yargılandıysa da beraat etti. Daha sonra siyasal yaşamdan çekilen Bekir Sami Bey, 16 Ocak 1933’te öldü.
    Bekir Sami Bey, istifa öncesinde ve sonrasında TBMM Genel Kurulu’nda heyet içinde yer alan diğer yetkililerin, ağır eleştirilere uğraması üzerine her türlü sorumluluğun kendisine ait olduğunu, hiçbir yetkilinin sorumluluğunun bulunmadığını, ifade ederek heyetinde görev alan insanların zarar görmesine engel olarak örnek bir davranış sergilemiştir.
    Sovyetler Birliği’ne yaptığı ziyaret sırasında Osetya yetkilileri ile eski bir Oset soylusu olarak yapmış olduğu görüşmelerin mana ve mahiyetini bilmesi mümkün olmayan Doktor Rıza Nur tarafından haksız olarak eleştirilere muhatap kılınmıştır.
    Mütarekeden sonra İstanbul’a gelerek yeni kurulan “Milli Ahrar Fırkası”nın kurucuları arasında yer aldı.
    12/08/1923’te Mehmet Emin, Bekir Sami Kunduk, Mustafa Vasfi Süsoy ve Hacı Kamil Bey ikinci dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne Tokat milletvekili olarak girmişlerdir. İki dönem Tokat Milletvekilliği yapmış olan Bekir Sami Bey, 1924’te Cumhuriyet tarihinin ilk muhalefet partisi olan Terakkiperver Cumhuriyetçi Partinin kurucuları arasında yer almıştır. 1926’da Mustafa Kemal’e karşı düzenlenen İzmir Suikastı davasında bu partinin tüm üye ve kurucularının yargılanması sırasında yargılanmış ve beraat etmiştir. Bu olay kendisini çok üzdüğü için aktif siyasetten 1927’de ayrılıp köyünde sessiz yaşamayı tercih etti.
    Her ne kadar meclisten ayrılmış olsa da gerek ulusal, gerekse u1us1ararası arenada tanınmış başarılı bir siyasetçi ve diplomat olması sebebiyle, altı dil bilen Bekir Sami Bey, Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından Avrupa’ya diplomatik görevlerle kulis için iki defa bizzat gönderilmiştir.
    Bir taraftan Türkiye’nin bağımsızlığı için çalışırken diğer taraftan da Kafkasya’nın bağımsızlığı için mücadele etmiştir.
    Londra’da 12 Şubat-12 Mart 1921 tarihleri arasında yapılan Ortadoğu Konferansı’nda bu tezin savunuculuğunu yapmıştır. İstanbul’da kurulmuş olan “Şimali Kafkas Cemiyeti” ve “Şimali Kafkas Göçmenleri Komitesi” gibi Kafkas göçmenlerinin sorunlarıyla ilgili kuruluşlarda görev yapmış olması nedeniyle Kafkas göçmen sorunlarını iyi bilenlerden birisiydi.

    KAYNAKÇA:
    1. Milli Mücadele Yıllarında AMASYA-Hüseyin MENÇ-5. baskı
    2. Tokat Tarihi ve Kültür Sempozyumu Bildirileri – Bekir ALTINDAL(25-26 Eylül 2014)
    3. Milli Mücadelede Sivas’ın Yeri ve Önemi. Yrd. Doç. Dr. Ramazan TOSUNMillî
    4. General Musa Kundukhov’un Anıları-Çeviren Murat Yağan-1978 Kafkas Kültür Dernekleri Yayını
    5. Sessiz tarih

  • Bestami Yazgan.”DOST KAPISINDA”

    Kana kana içip aşk meclisinde,
    Sermest olup muhabbete dal gönül.
    Daim ümitvar ol dost kapısında,
    El bağlayıp asırlarca kal gönül.

    Hasretinden ölüp ölüp dirilsen,
    Geceleri yıldız yıldız kırılsan,
    Her seherde bir yokuşa sürülsen,
    Karıncada bir teselli bul gönül.

    Yüzün sürüp dostun ayak izine
    Kurbanlık ol, koy başını dizine.
    Cefasını bayramlık bil özüne,
    Bir vuslatı bin minnete al gönül.

    Dost ilinde esen yel olamazsan,
    Has bahçede açan gül olamazsan,
    Hele ocağında kül olamazsan,
    Sonbaharı beklemeden sol gönül.

  • Hanife DÖNER.”DAMLALARI SAYISIZ BİR DERYA FUAT SEZGİN”

    Üç senede üç büyük âlim-münevver göçtü. Halil İnalcık, Şerif Mardin ve dünyanın önde gelen tarihçilerinden, İslam ve Bilim Teknoloji Tarihi Araştırmacısı Prof. Dr. Fuat Sezgin…
    “Âlimler yeryüzünün kandilleridir. Âlimin ölümü âlemin ölümü gibidir.” hadis-i şerifinin gerçek tahakkuku bu olsa gerek. Çok derin, güçlü bir boşluk bırakır onların ölümü. Yaptıkları o kadar büyüktür ki unutulması da, yerlerinin dolması da mümkün değildir. Eğer bu boşluklar tez zamanda dolmazsa biraz daha kuruyacağız, çoraklaşacağız demektir bu.
    Fuat Sezgin hoca, dopdolu bir ömürden sonra; geriye çok değerli bir ilmi birikim bırakarak dar’ül bekâ eyledi. Bıraktığı eserleriyle amel defterleri kapanmayacak ve istifade edenlerin hayırla yâd edeceği mümtaz hocamız, 94 yaşında, 30 Haziran 2018 günü rahmeti rahmana kavuştu. Biz hüsnü zanla memuruz. Onun bu dünyada üzerine düşeni fazlasıyla yaptığını düşünüyorum. Mirası kıyamete kadar sadaka-ı câriyesi, mekânı cennet, makamı âli olsun.
    Bilimler Tarihi alanında dünyanın sayılı otoritelerinden olan Fuat Sezgin hocanın dünyada, Türkiye’den daha fazla tanındığını da ifade etmek gerekir.
    Bitlis’ten Frankfurt’a uzanan bir bilim adamının, ilmin zirvesine uzanan hayatına bakacak olursak, 24 Ekim 1924’te Bitlis’te dünyaya gelen Fuat Sezgin, liseyi bitirip 1943’te İstanbul’a geldi. 19 yaşındayken, matematik okumak, matematik mühendisi olmak üzere İstanbul’a gittiğinde, tavsiye üzerine İstanbul Üniversitesi Şarkiyat Araştırmaları Enstitüsünde alanının uzmanı, o günün şartlarında dünyaca ünlü Alman şarkiyatçı Helmut Ritter’in bir seminerine katılarak çok etkilenmiş, matematik mühendisi olma fikrinden bile vazgeçmiştir. Ertesi günü Şarkiyat Araştırmaları Enstitüsüne kaydını yaptırmaya gidip oranın öğrencisi olmuştur. Bölümün çok zor olması ve Ritter’in çok seçici ve zor bir insan olduğu söylentilerine kulak bile asmamış ve kimse onu fikrinden caydıramamıştır.
    Fuat Sezgin, hocasının kendisini talebeliğe kabul etmesini şöyle anlatıyor:
    “Bir hoca vardı. Hem de büyük bir hoca. Alman asıllı Helmutt Ritter. Bir tanıdığım, bir gün beni alıp Ritter’e götürdü. Bir süre konuştuktan sonra içimden “büyük bir adammış” dedim. Gerçekten de o küçük halimle bile, çok büyük bir adamın karşısında olduğumu hissettim. O an karar verdim: “Şarkiyat okuyacağım.” Ritter’le çalışmaya başladım. Çok zor bir adamdı. Çalışmaya başladıktan bir iki gün sonra bana: “Fuat! Günde kaç saat çalışıyorsun?” diye sordu. “13-14 saat çalışıyorum” dedim. O zaman bana: “Bu çalışmayla âlim olamazsın. Eğer âlim olmak istiyorsan bu miktarı artıracaksın. Benim hocam (Eilhard) Wiedemann günde 24 saat çalışırdı. Gün daha uzun olsaydı daha çok çalışırdı.” dedi. Bu konuşmadan sonra çalışma saatlerimi artırdım. 17 saate kadar çıkardım. Uzun zaman böyle devam ettim. Son senelerde, malum, artık yaşlanınca çalışma tempomu biraz yavaşlattım.’’(Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu, “Prof. Dr. Fuat Sezgin ile Bilim Tarihi Üzerine Söyleşi”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, 2004, Cilt: 2, Sayı: 4.)
    1943-51 yılları arasında İstanbul Ün. Edebiyat Fakültesi Şarkiyat Enstitüsünde, “İslami Bilimler ve Oryantalizm” alanında otorite sayılan Alman oryantalist Hellmut Ritter’in yanında öğrenim gördüğü ve ondan dersler aldığı sırada; Ritter, öğrencilerine hassaten Fuat Sezgin’e çok iyi bir Arapça öğrenmesi gerektiğini ifade etmiş, talebesi Sezgin de onun tavsiyesini emir kabul ederek İbn Cerir et-Taberi’nin tefsiriyle işe başlayarak günde 15-18 saat çalışıp, 6 ay gibi kısa sürede soluksuz bir çalışmayla, 30 ciltlik Taberi Tefsirini çok rahatlıkla bir Türkçe metin gibi okuyup anlamaya başlamıştı. Kendi ifadesiyle: “Başlangıçta hemen hemen hiç anlamadığım bu tefsiri 6 ayda gazete gibi okuyabildim.” (Celâl Şengör – Bir Toplum Nasıl İntihar Eder)
    Bir karşılaşmalarında hocası, yanında bulunan Gazali’nin İhya u Ulumiddin kitabını önüne koyar ve ondan okumasını ister:
    “Derste bana bir yandan “Bu yaz ne yaptın bakalım” diye sorarken diğer yandan önüme Gazzâlî’nin İhya Ulumi’d-din’ini koyuverdi. Ben hemen hocanın maksadını anladım ve okumaya başladım. Şaşırdı ve “Hayatta bir lisanı bu kadar süratle bu kadar iyi öğrenen bir insan görmedim” dedi. Çok sevinmişti. Gerçekten de talebelerinin başarısı karşısında bu kadar çok sevinen bir insanı, bir hocayı hayatım boyunca tanımadım.’’
    Sezgin hiç takılmadan onu da okuyup manalarını söyleyince, Hocası Ritter kendisine beş tane dil öğrenme vazifesi verdiği gibi her yıl da bu dillere yeni bir dil daha öğrenerek dil repertuarını genişletmesini kendisine salık verir. Süryanice, İbranice, Latince, Arapça ve Almanca da dâhil 27 dili çok iyi derecede bilen Sezgin’in, dil literatürünün o günlerde atılan bu temelle ve gösterilen bu gayretle olduğunu görüyoruz.
    “Türkler dilin masa başında öğrenildiğini bilmiyorlar. Zannediyorlar ki Fransızca öğrenmek için Fransa’ya gitmek gerekiyor. Almanya’ya Türkler geliyor. 30 -40 sene kalıyorlar, Almanca öğrenemiyorlar. (Fuat Sezgin, Bilim Tarihi Sohbetleri, s. 56.)
    Kaç dil bildiğini bilmediğini de ifade eden Prof. Dr. Sezgin, o tarihte şunları da söylemiş: “İslâm bilimleri tarihini yazmak için o alanda yazılı bütün Avrupa dillerini bilmen lâzım. Hepsini öğreniyordum. Mühim olan irade meselesidir. ‘Ben bunu yapacağım’ diyeceksiniz. O kararınızda kalacaksınız. Benim bütün hayatım bundan ibaret. Bir enstitü kurmaya karar verdim. Türk genci olarak bir enstitü kuruyorum kolay bir şey değildi. Üniversitede mücadele ediyordum ben bir müze kurdum, enstitü kurdum. Eğer arkanızda inancınız varsa o sizi yapıcı olmaya itiyorsa çok şeyler başarırsınız. Benim hayatımın sırrı budur.”
    Bir röportajında 27 dil bilmesi hakkında olanca tevazusuyla, “Bir dilde yazılmış ve ihtiyacım olan bir kaynak kitap olduğunu öğrenirsem, onu okumak için mecburen oturup o dili çalışıyorum, birkaç haftada öğreniyorum. Dolayısıyla o kadar dil bildiğimi söylemek doğru olmaz, kaynağı okuyacak kadarı diyelim” gibi bir cümle sarf etmişti.
    Hocasının bilimlerin temelinin, “İslam Bilimleri”ne dayandığını söylemesiyle bu alana yönelen Sezgin, 1951 senesinde İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni bitirdikten sonra, Arap Dili ve Edebiyatı üzerinde doktora yaptı.
    1954’te Arap Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde, “Buhari’nin Kaynakları” adlı doktora tezi ile doçent oldu. Bu teziyle o, hadis kaynağı olarak İslam kültüründe önemli bir yere sahip olan Buhari’nin, bilinenin aksine sözlü kaynaklara değil, “yazılı kaynaklara dayandığı” tezini ortaya attı. Bu yazılı kaynakların, İslam’ın erken dönemine; hatta 7. yüzyıla kadar geri gittiğini ortaya koydu. Söz konusu tez, Avrupa merkezli oryantalist çevrelerde hala tartışma konusudur.
    “Buharî çalışması şöyle başladı: Mecazu’l-Kur’an’ın kaynaklarını arıyordum. O sırada İbn Hacer el-Askalanî’nin Tehzib adlı eseriyle karşılaştım. Muammer b. Musemma’yı Buharî’nin kitabında Muammer diye zikrettiğini öğrendim, “Buhari’nin ne alakası var bu kitapla?” dedim. Buhari’nin kitabının sekiz büyük bölümü vardır, bir kısmı tefsirdir. Buharî’nin kitabına baktım, “Kâle Muammer” diye alıntılar yapıyor. Bunu okuyunca baktım ki, Buharî, Mecazu’l-Kur’an’dan da cümleler iktibas ediyor. Yani bir hadis kitabında, bir filoloji kitabından alınma uzun cümleler var. Hatta yer yer, aşağı yukarı, kitabı ihtisar etmiş. Bu durum, bütün hadisler hakkındaki tasavvurumu allak bullak etti. Karar verdim, tezi bitirince Buharî’ye bakacaktım: Acaba Buharî ara sıra da olsa yazılı kaynak kullandı mı? Bu işin hikâyesi de böyledir.’’(Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu, “Prof. Dr. Fuat Sezgin ile Bilim Tarihi Üzerine Söyleşi”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, 2004, Cilt: 2, Sayı: 4.)
    Fuat Sezgin, 1960 Darbesi sonrasında, “Zararlı Profesör” safsatasıyla 147’likler adı verilen “sakıncalı öğretim üyeleri” listesine dâhil edilerek İstanbul Üniversitesi’nden ihraç edilir.
    2004 yılında Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu’na verdiği, kendini ve çalışmalarını anlattığı ender röportajlarından birinde, o günleri kendi şöyle anlatıyor:
    “Evimden çıktım. Baktım bir çocuk: ‘Yazıyor yazıyor, 147 profesörün üniversiteden çıkarıldığını yazıyor.’ Gazeteye baktım benim de ismim var. Enstitü yerine Süleymaniye Kütüphanesine gittim. O gün artık Türkiye’de yaşayamayacağıma inandım. Birkaç Amerikan ve Alman üniversitesine yazdım. İki ay sonra iki Amerikan üniversitesinden ve Frankfurt’tan davet geldi. Daha kitabın malzemelerini tamamlayamamıştım. Türkiye’den uzaklaşmayayım, sık sık Türkiye’ye gelmek zorunda kalırım diye 1961 yılında Frankfurt’u tercih ettim.’’
    1960–61 yıllarında, Almanya’ya giderken yanına, kıyafetlerinin dışında, sadece iki bavul dolusu fiş ve belge alabildi. Frankfurt Üniversitesi’nde misafir doçent olarak dersler verdi.
    Frankfurt’a gittikten sonra Almanya’da yaşadığı halde Alman vatandaşı olabilecekken o bunu redderek Türk vatandaşı olarak kaldı. 1966 senesinde profesör oldu. Bilimsel çalışmalarının ağırlık noktası, “Arap-İslam Kültürü” nün, “Tabii bilimler tarihi alanı”dır.
    1961 senesinde fişlerle başladığı çalışmaları, zaman ilerledikçe ona ün kazandırdı.
    Prof. Fuat Sezgin, Almanya’da dünyanın en büyük İslam Bilim Tarihçisi oldu. Oryantalistlerin bütün tezlerini yerle bir eden bilimsel çalışmalarıyla bu alanın otoritesi haline geldi. İslam bilim tarihi alanında bütün şarkiyatçıların el kitabı gibi kullandıkları “Brockelmann’ın Geschichte der Arabischen Literatur’’ adlı eserini geliştirmek ve genişletmekle ilgilenen ve farklı ülkelerden seçilen 10’dan fazla akademisyenden oluşan bir heyet bu işi dünyada en iyi yapacak olan kişinin Prof. Dr. Fuat Sezgin olduğu kararını vererek kendilerini lağvederler.
    “Evet, tam 50 sene oldu. Fakat çalıştıkça fikrim değişti. Hem biraz da gecikmiştim. Gecikmemin nedeni de Brockelmann’ın atladığı yazmaların çok olmasıydı. Bu eserin bir Zeyl değil, müstakil yeni bir eser olması gerektiğine karar verdim. Dünyadaki bütün yazmaları ihtiva etmeliydi. 1956 yılında Ritter Türkiye’ye gelmişti. Fikrimi ona açtım: “Hocam” dedim “Ben artık Zeyl’i bıraktım. Dünyadaki bütün yazmalara dayalı müstakil, yeni bir eser yazıyorum”. O zaman bana: “Bunu dünyada hiç kimse yapamaz. Bırak bu işi; boşuna kendini yorma” dedi. İlk defa ona inanmadım; çünkü kararımı vermiştim. 1967 yılında kitabın birinci cildi çıkar çıkmaz Hocama gönderdim. 3-4 ay cevap gelmedi. Ben o zaman Almanya’daydım; o da Türkiye’de. Bir mektup yazdım: “Ne oldu hocam? Size kitap gönderdim, henüz cevap alamadım” dedim. O zaman “Ne acele ediyorsun? Koca kitabı okumak lazım” şeklinde bir cevap gönderdi. Daha sonra gönderdiği bir karta “Şimdiye kadar böylesini hiç kimse yapamadı. Senden başka da hiç kimse yapamayacak. Tebrik ederim” cümlelerini yazdı. Önceden hiç inanmıyordu ama görünce “sadece siz yaparsınız” dedi. Hocam insaflıydı. Daha önce de dediğim gibi talebesinin muvaffakiyeti çok mesut ederdi kendisini. Öyle bir insandı.’’
    Şimdiye kadar 17. cildi yayınlanan bu eserin dünyada bir benzeri daha bulunmamaktadır. Bu kitabın hazırlanmasında öne çıkan önemli bir husus da şudur: Sezgin, dünyanın neresinde olursa olsun, kataloglara ve literatüre girmemiş bir kitap duyarsa, Almanya’nın kendisi için hazırladığı imkânlarla oraya gider, o kitabı bulur ve onun ya kendisini ya da mikrofilmini alır, Almanya’ya getirirdi. Onu hazırladığı kitaba nasıl girmesi gerekiyorsa öylece koyardı.
    1978 senesinde “Kral Faysal” ödülünü kazandı. Bu vesileyle Arap dünyasının devlet adamlarıyla tanıştı ve aklından geçen büyük projeyi onlara aktarma imkânı buldu. Düşüncelerinin destek görmesiyle, Fuat Sezgin, 1982 senesinde, J.W.Goethe Üniversitesi’ne bağlı Arap-İslam Bilimleri Tarihi Enstitüsü’nü ve 1983’de de buranın müzesini kurdu. Bu Enstitünün direktörlüğünü uzun süre yürüttü.
    Frankfurt’ta kurduğu ve teknik, teknoloji ve tıp alanında kullanılan 800’den fazla alet edevatı bir araya getirdiği yerde aynı zamanda büyük bir de ‘’Bilimler Tarihi Kütüphanesini’ kurmuştur ki, dünya genelinden bin bir türlü zorluk ve meşakkatlerle topladığı 45.000 cilt çoğu el yazma eserle 10.000’in üzerinde mikrofilm arşiviyle dünyada benzeri olmayan bir kütüphanedir. Kendisinin hem ilgilenip, hem yaptığı bu alet ve edevatın tarihini de bizzat kendisi kaleme almış, 5 cilt halinde ‘’İslam’da Bilim ve Teknik’’ adıyla bir katalog neşretmiştir.
    Uluslararası çeşitli akademilerin üyesi de olan Sezgin, yaşamı boyunca Kahire Arap Dili Akademisi, Şam Arap Dili Akademisi, Fas Rabat Kraliyet Akademisi, Bağdat Arap Dili Akademisi, Türkiye Bilimler Akademisi şeref üyeliği de dâhil olmak üzere çok sayıda önemli ödül ve nişana layık görüldü.
    Fuat Sezgin’e ayrıca Erzurum Atatürk Üniversitesi, Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi, Kayseri Erciyes Üniversitesi ve İstanbul Üniversitesi tarafından fahri doktora unvanı verildi. Ayrıca Frankfurt Main Goethe Plaketi, Almanya Birinci Derece Federal Hizmet Madalyası, Almanya Üstün Hizmet Madalyası, İran İslami Bilimler Kitap Ödülü, Hessen Kültür Ödülü ve Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü sahibidir.
    2008 yılında İstanbul Gülhane Parkı Has Ahırlar binasında 700 eserin sergilendiği “İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesini’’ kurdu. Üstün nitelikli eser ve ortaya konan özgün çalışmalardan dolayı kurum statüsünde Kültür ve Turizm Bakanlığı 2016 Özel Ödülü’ne layık görüldü.
    Enstitü’ye bağlı olarak kurduğu ve çok emek verdiği müzede, Müslüman bilginler tarafından yapılmış aletlerin ve bilimsel araç ve gereçlerin, yazılı kaynaklara dayanarak yaptırdığı örneklerini sergilemektedir.
    Fuat Sezgin’in vasiyeti doğrultusunda da cenazesi, müzenin yanına defnedilmiştir.
    Bize göre Hocanın en önemli katkısı, Müslümanların bilime katkısını açığa çıkarmasıdır. “Modern dünyanın gelişimine, İslâm dünyasının katkısını sıfır diye biliyorduk. Bu, İslâm ilimleri tarihini öğrenmem için kırbaç rolü oynadı. Bütün dünyayı terk ederek, gece gündüz bunun için çalıştım.’’ demiştir. Kadim geçmişimizi, yaptığımız muazzam icat ve eserleri bir arkeolog gibi bulup tekrar gün yüzüne çıkardı. Hocanın ömrü boyunca tüm meşgalesi, oryantalist saldırılar ile özgüvenleri yerle bir edilen Müslümanlara “Siz büyüktünüz” mesajını bilim tarihinden ispatlı olarak vermekti. Batılı bilim tarihine meydan okudu. Bunu başardı da.
    Müslümanların bilime katkılarının hafife alınamayacağını tüm insanlığa göstererek, milletimize kültür ve medeniyet tarihimiz konusunda, müthiş bir özgüven kazandırdı. Batının kendini sıfır noktası gösterme oyununu bozan Fuat Sezgin, batının bugünkü birikime İslam âlimlerinin vesilesiyle ulaştığını kanıtladı.
    Kibirli Batı-merkezli bilim dünyasına İslam medeniyetindeki köklerini gösterdi. İslam’ın ilerlemeye engel değil destek olduğunu savunan büyük dava adamı, “Batı uygarlığı, İslam Medeniyeti’nin çocuğudur.” Ve “Başarılı olabilmek için her şeyden önce aşağılık duygusundan sıyrılmak gerektiğini, bu duygunun Türk milletini bir kanser gibi kemirdiğini düşünüyorum.” diyerek asla batı karşısında komplekse girmedi.
    Ömür sermayesini har vurup harman savurmadan yaşadı.
    Açtığı müzeler ve yaptığı araştırmalarla ilim dünyasının İslam coğrafyalarındaki köklerini ortaya koydu. Ve beni en çok etkileyen iki sözü:
    “Zahit ve kanaatkâr olun, dünya nimetlerine aşırı derecede kapılmayın. Sabr-ı cemil denilen, güzel sabra sahip olun. Her türlü söz, hareket ve davranışlarınızda, gerçek anlamda Allah korkusu ile hareket edin. Çok okuyun. Okurken, sakın aklınız başka şeylerde olmasın.’’
    “Ben şuna inanmıştım artık. Tüm musibetler karşısında sadece Allah’a inanacaksın, başka hiçbir şeye değil. Eğer arkanızda inancınız varsa o sizi yapıcı olmaya itiyorsa çok şeyler başarırsınız. Benim hayatımın sırrı budur.”
    Çağımızda yaşayıp çağın ötesinde olan Fuat Hocanın vefatı ertesinde yazılıp çizilen bazı şeyler, Hocanın “İslam medeniyetinin büyüklüğünü kendi insanımıza anlatmak, Batılılara anlatmaktan daha zor” şeklindeki sözüne haklılık kazandırıyor. Bu millet asla bilim ve kültür fakiri değil, sadece zenginliğimizin farkında değiliz. Bu yüzden daha çok işimiz var.
    “2019 yılını inşallah Prof. Dr. Fuat Sezgin İslam Bilim Tarihi Yılı olarak ilan edildi. UNESCO’nun da 2019 yılını Merhum Prof. Dr. Fuat Sezgin yılı ilan etmesini çok isterdim. Hocanın yanında bulunan, onunla çalışan kişilerin şahsi hatıraları muhakkak bir kitap çerçevesinde toplanmalı.
    Böylelikle, âlimin ölümü âlemin ölümüne değil, geriye bıraktığı eserlerin bir neslin ihyasına, dirilişine vesile olabilecektir.

  • Ayşenur ERİLTER.”DUA”

    Yüreğimde bir şehir
    Şehirde sen
    Yollar öyle karışık ki
    Kayboluyorum
    Sana çıksın yollarım
    Öyle tut ki dualarımdan
    Eriyip gitmeyeyim
    Sana çıksın yollarım
    Unutamam kara sevdam unutamam…
    Meğerse aşk, kendini bulmakmış
    Meğerse aşk, başladığın yere dönmekmiş
    İmtihan âlemine topraktan gelip
    Aşk deryasında kaybolmakmış
    Tüm yollarda seni anmakmış
    Ezanda adını duyunca koşa koşa sana gelmekmiş
    Gökler gibi ağlayıp
    Yer gibi dinmekmiş
    Bir ezanla başlayan tertemiz deryaya
    Bir salâ ile veda etmekmiş
    Sana çıksın yollarım
    Ezdirme vefasızlara
    Bin derdime bir dermanım sende ALLAH’IM
    Rahmet deryanda susuz bırakma
    Dilime ismin değmezse
    Issız yollarda lal olurum
    Kalbime sevgin dokunmazsa
    Gönlüm görmez âmâ olurum
    Sana çıksın yollarım
    Bin derdime bir dermanım sende ALLAH’IM
    Sana çıksın yollarım…

  • Rafiq ODAY.Yeni şeirlər

    ***

    Asıldım, qaldım qəmdən mən,
    Sıxıldım eşqi kəmdən mən.

    Düşmədi çoxdan mənə pay,
    Çıxıldım yenə cəmdən mən.

    Azmıdır qurda, quşa yem?
    Oldum həm xırman, həm dən mən.

    Gözyaşım axdı qəlbə hey,
    Çürüdüm, Allah, nəmdən mən.

    Dərd məni dağa çəksə də,
    Sandılar çıxdım dəmdən mən.

    Ucadan ruha səmər yox,
    Oxudum, şair, bəmdən mən.

    Odaya ağır dərddi, kim
    Qəribsə, ona həmdəm mən.

    OLMADI

    Arxasınca quru yuyub, yaş sərənləri,
    Gördük üzdə ayağına baş sərənləri,
    Bir gün sola, bir gün sağa – çaş “ərən”lərin,
    Üzlərindən tüpürcəyi kəsir olmadı.

    Məzlumlara ağlamaqçün yaş da saxladım,
    Zalımları daşlamaqçün daş da saxladım,
    Nəyim varsa, yuxarıda – başda saxladım,
    Ağlım heç vaxt gödənimə əsir olmadı.

    İkimizin atdığı da eyni zərdisə,
    Hanı – hərə əkdiyini özü dərdisə?!
    Əgər təsir əks təsirə bərabərdisə,
    Niyə zülmü edənlərə təsir olmadı?!

    Ömür bizi zaman-zaman sınağa çəkdi,
    Səbirsizlər bu sınağı qınağa çəkdi,
    Həyat qan-qan deyənləri çanağa çəkdi,
    Od üstünə su çiləyən, nə sirr? – Olmadı.

    Məcnun kimi səhralara düşdüm bu üzdən,
    İnnən belə kim qurtarar məni bu düzdən,
    Gecə-gündüz söz toxudum, amma bu sözdən
    Məmməd oldu, Nəsir oldu, həsir olmadı.

    Başımıza ələnənlər yad daşısa da,
    Bu ələklər əsrlərin yaddaşısa da,
    Düz əlli il kipriyində od daşısa da,
    Rafiq Oday odasından qəsr olmadı.

    ***

    Hər anası olmayandan
    anasızlığın,
    Hər atası olmayandan
    atasızlığın
    nə demək olduğu
    sorulmaz ki, yavrum.
    Hələ… Hələ…
    Bu qədər qocalar evi,
    ayaq izi dəyməyən,
    kol-kos basmış,
    didərgin ruhlu
    məzarlar varkən.
    Eh, Koroğlu… Koroğlu…

  • Şəfa VƏLİYEVA.”Ay sonuncu pəncərədir”

    sxv

    “Gənc Ədiblər Məktəbi”nin müdavimi, AYB və AJB üzvü,
    Prezident təqaüdçüsü, Gənclər müfakatçısı

    Ay sonuncu pəncərədir,
    Zülmət əksin olan evdə…
    Dan yeri əl eyləməkdir
    Vida üçün gəldiyində…

    Bu tövr ağlamaq asan,
    Umub-küsmək də nisyədi…
    Kaş, yolları unudasan,
    Hər dönüşün min “niyə”di…

    Bu şəhərlə sevişirsəm
    Öpmə qəmli nəğmələri…
    Utanarsan,durub örtsəm
    Həya rəngli pərdələri?

    Gəlmisən, yay da ötüşür,
    Yarpaqlar da ayaq bağı…
    Bax, romantiklər görüşüb:
    -Şəfa və Mahrasa bağı…

    2017

  • Şəfa EYVAZ.”Payız eşqi”


    * * *

    Mən payızam, sevmə məni.
    Dumanım var, çiskinim var
    üşüyərsən…
    Günəşli günlər ardından
    Nisgil dolu küsməyim var,
    payızam mən…

    Mən payızam, məni sevən
    Üç-beş sarı yarpaqdı
    ölümünə hazır olan…
    Sərt bir qışın sonrasında
    bahar görmək ümidilə
    Boz sərçələr sevər məni…
    Payız olmaq
    tənha-tənha sevilməkdi…

    Mən payızam, küləklərim
    Günü-gündən adam kəsir.
    Sevmə məni, bu sevginin
    sonu birgə üşüməkdi…

    Mən payızam, anlamazsan..,
    məhəbbətim hissə-hissə
    Göy üzündən yerə enər.
    Hər yağışın islatdığı
    Evsizlərin əliyəm mən,
    buz kəsmişəm, sevmə məni…

    Sevmə məni, mən payızam
    Payız sevmək cəsarətdir.
    Sevə bilsən bu payızı,
    Qışdan sonra səadətdir.
    Sevə bilsən… sevmə məni!

    Mən payızam, sevmə məni,
    Cəsarətin yoxsa əgər,
    Bu payızı sevməyin
    Üzü qışa getməyi var.
    Göy üzündən al günəşin
    birdən-birə itməyi var,
    payızam mən…

    Mən payızam,
    Hər kəs sevə bilməz məni.
    Cəsarətin varsa əgər
    Sevə bilsən…
    Qışdan sonra səadətdir.

    31.08.2018

  • Fidan ABBASOVA.”Səndən sonra yaşamaq belə olmur”

    Səndən sonra yaşamaq belə olmur
    Yaşayırsan qırıq. uçuq. dağınıq
    Səndən sonra gülməkdə gözəl olmur
    üz gözümdə tellərimdə dağınıq…

    Sənən sonra günəş batır gündüzlər
    gecələrdə qısa gəlir nədənsə
    sanki min il yaşadığım birində
    Üz-gözümdə dəyişibdir səsində….

    Səndən sonra unutmuşam səhəri
    şehli çəmən ayaq alta səs etmir
    unutmuşam qazanmışam kədəri
    öz dərdimdə ürəyimə bəs etmir…

    Səndən sonra nə vardısa dəyişib,
    əlim tutmur, ayaqlarım yerimir
    Bilirsəndə gözlərimdə dəyişib
    ölən ölür, bilirsəndə dirilmir…

    Məndən sonra ? hansı məkan seçmisən
    Hansı gündə əhdinə and içmisən
    məndən sonra bilirəm ki, getmisən
    bu dərdlərim daha sənə səs etmir…

    Məndən sonra çox olacaq gələnlər
    kimi üzdən bənzəyəcək kimidə
    gözlərində min sualla duracaq
    donub qalan gözlərinin önündə..

    Səndən sonra , Məndən sonra unutma
    dəyişəcək zaman yenə vaxt yenə
    bizdən sonra bu yollarda olanlar
    bir xəyal tək baxmayacaq sözünə…

  • İlahə İMANOVA.”Tutuquşu” (Hekayə)

    Atamın çarpayısının baş ucunda oturub əlini bərk-bərk sıxdığım an mənə elə gəlirdi ki, bir daha heç vaxt onun gözlərinin içinə baxa bilməyəcəm. Gözlərim yaşla dolub boşalırdı. Eyni sualı tez-tez anama və tibb bacılarına təkrar verirdim:
    ─Atam sağalacaq? Bəs nə vaxt gözlərini açacaq?Bəs niyə ayılmır?
    Hər dəfə də eyni cavabı alırdım:
    ─Darıxma, sağalacaq.
    Anam həyəcanlı və narahat gözlərində donub qalmış göz yaşlarını məndən gizlətməyə çalışsa da, bacarmırdı. Axı, mən daha uşaq deyildim. Yeddinci sinif şagirdi idim. Atamın dili ilə desək, daha böyük kişi idim. Odur ki, həkimlərlə pıçıldaşan anamın gərgin üzündən atamın vəziyyətinin nə qədər ciddi olduğunu anlayırdım.
    ─Bağışla məni! Nolar, ölmə! Mən səni çox istəyirəm…
    Həmişəkindən fərqli olaraq, bu dəfə suallarım da, sevgim də cavabsız idi. Kaş ki bircə əlinin hərəkəti ilə, ya da gözünü qırpmaqla cavab verəydi mənə. Allah uşaqların səsini daha tez eşidir, deyir babam. Çarpayının baş ucunda əllərimi göyə açıb dua etdim:
    ─Allahım, nolar, atam tez sağalsın! Söz verirəm, bir də heç vaxt onun sözündən çıxmayacam!
    Həkimlər otağa daxil olduğu an anam əlimdən tutub məni dəhlizə çıxartdı. Pəncərənin qarşısında yaxınlaşdım. Gözlərim qarşıdakı ağacın budağına qonub dimdiyini budağa sürtüb aradabir ətrafa boylanıb civildəşən sərçəyə zillənmişdi. Onun hərəkətlərini izlədikcə daha çox üzülürdüm. Atamın bu vəziyyətdə olmasının günahkarı mən idim. Bunu başa düşdükcə hönkürüb ağlamaq istəyirdim. Əgər mən… Kaş ki onun sözünü dinləsəydim!

    *******
    ─İlqar, oğlum, burda niyə oturmusan? Niyə evə getmirsən?
    Qonşumuz Sevil xalanı qarşımda görüncə tez ayağa qalxdım. Qeyri-ixtiyari çiyinlərimi çəkdim. Sualına cavab vermək istəməsəm də, sualını təkrar edincə sakitcə:
    ─Anam evdə yoxdur. Səhər dərsə gedəndə açarı götürməyi unutmuşam, -dedim.
    Əlindəki paketləri oturduğum səkinin üstünə qoyub bir anlıq nəfəsini dərdi. Təbəssüm və qayğı dolu baxışlarını üzərimdə hiss edincə sıxıldım. Nədən sıxıldığımı bilmirəm, gözlərimi ayaqqabılarımın ucuna dikdim.
    ─Qalx gedək bizə! Anan gələr,gedərsən evə, -dedi.
    ─Yox, harada olsa indi gələr. Çox sağ olun, -deyərək başımı bulayıb etiraz etdim.
    İçi meyvə-tərəvəzlə dolu olan salafan paketləri əlinə alıb getmək istərkən qəfil yuxudan oyanmış kimi tez əlindən aldım. Köməyimə nəinki etiraz etmədi, deyərdim ki,hətta razı qaldı.
    Qapı ağzında paketləri yerə qoyub tələsik pilləkənləri endiyim an Sevil xalanın arxadan səsini eşitdim.
    ─Dərsdən gəlmisən, heç olmasa bir stəkan çay içərdin! Yeməyim də istidir. Altını söndürüb çıxmışdım elə. Cavid də indilərdə gələcək, bir yerdə nahar edərsiz.
    Hər kəsin çox mehriban, xoş xasiyyətli, gülərüz qadın kimi tanıdığı Sevil xala anamın ünsiyyət saxladığı çox az qonşulardan biri idi. Qonşularla münasibətinə pis baxan və az qala anamı hər kəslə ünsiyyətdən çəkindirən atam belə, onun adını evdə hörmətlə çəkirdi. Oğlu Cavidlə də eyni məktəbdə oxuyurduq. O məndən iki sinif yuxarı oxuyurdu. Bundan əlavə bir məhəllənin uşaqları olduğumuz üçün aramızda salam-sağol var idi. Bir yerdə o qədər futbol oynayıb, rəqib qapısına o qədər top vurmuşduq ki!
    Sevil xalanın gözünə görünməmək üçün daha səkidə oturmadım. Ağacların altındakı skamyaya yaxınlaşdım. Çantamı da yanıma qoyub oturdum. Öz-özümə anamın hara gedə biləcəyini düşündüm. Axı, həmişə bu saatlarda anam evdə olardı.
    Əsən soyuq meh tədricən canıma işləməyə başlayırdı. Üşüdüyümü hiss edib gödəkçəmin düymələrini bağlayıb papağını qaldırdım. İsti çay indi lap yerinə düşərdi. Üstəlik də ac idim. Hər dəfə boş mədəmin səsini duyduqca Sevil xalanın təklifindən boyun qaçırtdığıma, deyəsən, peşman olurdum. Səhər yatıb qaldığımdan yemək yemədən evdən çıxmışdım. Məktəbin bufetindən də heç vaxt heç nə alıb yeməzdim.
    Bir anlıq nəzərlərim Cavidgilin pəncərəsinə yönəldi. O, tez-tez ətrafa boylanır, sanki baxışları kimisə axtarırdı. Çox güman ki, indilərdə dərsdən qayıtmalı olan oğlunun yolunu gözləyirdi. “Bəlkə məni axtarır, yaxud da anamın qayıdıb qayıtmadığı ilə maraqlanır” fikri beynimdən keçdi. Məni görə bilməyəcəyinə əmin olsam da, yenə də küknar ağaclarının altında büzüşüb oturdum. Nə qədər beləcə oturduğumun fərqində deyiləm. Kaş ki atam mənə əl telefonu işlətməyə icazə verəydi! Bax, indi anama zəng edər, harada olduğunu, nə vaxt qayıdacağını soruşardım heç olmasa. Beynimdən min fikir keçdiyi vaxt kiminsə əlini sağ çiynimdə hiss edib diksindim.
    ─Dur! Dur gedək bizə!
    Ayağa qalxıb çantamı çiynimə saldım. Yalandan:
    ─Nənəmgilə gedirəm, –dedim.
    Cavid qolumdan yapışıb buraxmadı.
    ─Anam məni sənin arxanca göndərib. Özümə də bərk-bərk tapşırıb ki, səni evə gətirim. Yoxsa məni qapıdan içəri qoymayacaq, –deyib güldü. –Gedək, bir az yemək yeyək, sonra mən hazırlığa gedəcəm, sən də hara istəsən gedərsən.
    Özlüyümdə anama “Heç vaxt uşağı qapılara göndərmə, başqasının yanında qoyma!” deyə tapşıran atamı düşündüm. Bilsə, çox güman ki, anama da, mənə də acığı tutacaqdı. Hər zaman qürurlu olmağı, bir də heç kəslə öz hisslərimi bölüşməməyi tapşırardı.
    Cavidin tələbkar səsi və israrı qarşısında heç nə deyə bilmədim. Pəncərədən bizi səsləyən anasını da görüncə əlacsız qalıb arxasıyca getdim.
    Qapı ağzında Sevil xalanın gülərüz siması ilə qarşılaşdım yenə.
    ─Keç, oğlum, keç içəri. Xoş gəlmisən! Cavid, əl-üzünüzü yuyun, keçin qonaq otağına.
    Məhəllə qonşusu və dost olmağımıza baxmayaraq, heç vaxt Cavidgildə olmamışdım. Divarlardan asılan rəsmlər və gipsdən hazırlanmış müxtəlif fiqurlar dərhal diqqətimi çəkdi. Atasının rəssam və heykəltaraş olduğunu bilsəm də, heç vaxt əl işlərini görməmişdim. Gözəl rəsm çəkmək bacarığı atasından Cavidə də keçmişdi. Bayram və tədbirlərdə məktəbin stendlərini Cavidə hazırlatdırardılar.
    ─Utanıb sıxılma, oğlum. Bax elə bil öz evindir. Özünü rahat hiss et.
    Biz içəri girəndə süfrə hazır idi. Sevil xala ən əziz qonağı üçün süfrə açmışdı elə bil. İsti çaydan, şirniyyatdan tutmuş, yeməyə, hətta meyvəyə qədər doğrayıb düzmüşdü masanın üzərinə. Yarpaq dolmasının ətrini hələ bayaq qapı ağzında hiss etmişdim. Ən sevdiyim yemək idi.
    Cavid fincandakı isti çayı qarşıma çəkib:
    ─Soyutma! Bayırdan gəlmisən, isti-isti iç,–dedi.
    Dərsdən gələn və hazırlığa gedəcək oğlundan daha çox mənim qayğıma qalan Sevil xalanın qonaqpərvərliyi qarşısında utanıb sıxılırdım. Bu yaşa kimi hətta qohumlarımın evində də özümə qarşı bu qədər hörmət görməmişdim. Meyvəyə qədər dilimləyib qarşıma qoymuşdu. İsrarla boşqabımdakıların hamısını da yeməyi məndən tələb edirdi. Sıxılmayım deyə mətbəxdə işləri olduğunu bəhanə gətirib bizi tək buraxırdı.
    Cavid məktəblərarası futbol turnirində birinci yer tutduqlarından həvəslə danışdıqları vaxt qəfil qulağıma civilti səsləri gəldi. Qeyri-ixtiyari diqqətim yayındı. Səsin haradan gəldiyini müəyyən etmək üçün diqqət kəsildim. Fikrimin yayındığını görüb gülümsədi:
    ─Balacalardı. Bayaqdan sakit idilər. Yenə səs-səsə verəcəklər indi. –Heç nə anlamadığımı, təəccüblə üzünə baxdığımı görüb ayağa qalxdı. –Gəl, göstərim.
    Gül-çiçəklərlə dolu olan aynabənddə iri qəfəsin içərisində quşları görüncə təəccübümü gizlədə bilmədim:
    ─Nə qədərdilər! Necə də gözəldilər! Bu bülbüllər hamısı sənindir?
    Cavid barmağını qəfəsin dəmirlərinə toxunduraraq:
    ─Hə,mənimdir, –dedi,–Bülbül deyil, tutuquşudurlar. Hələ bax, gör indi neynəyəcəklər.
    Maraqla Cavidin hərəkətlərini izləyirdim. Qablarına bir az dən və su tökdükdən sonra əlini qəfəsin içərisinə salıb yaşıl rəngli dalğalı tutuquşunu əlinə alıb ovcunda saxladı. Yumşaq tüklərini sığallamağa başladı.
    ─Salam Keşa!
    ─Salam Keşa! Salam. Salam. Salam Cavid. Cavid…
    Danışan tutuquşular haqqında eşitmişdim. Kitablarda oxuyub, televizorda da görmüşdüm. Amma heç vaxt bu qədər yaxından, canlı görməmişdim.
    ─Danışa da bilir? –təəccüblə verdiyim sual özümə də yersiz göründü.
    ─Hə, o birilər danışmır. Təkcə bu danışır, –deyərək Cavid tutuquşunu ehtiyatla ovcuma qoydu.
    ─Amma bunlar balacadı. Böyük tutuquşular danışa bilir düşünürdüm.
    ─Yox, öyrətməyə səbrin, həvəsin çatsa, bunlar da danışa bilir. Hər dəfə eyvana çıxanda bizi salamlayır.
    Böyük maraqla ovcumdakı tutuquşunu oynadır, barmağımın ucu ilə tüklərinə toxunurdum. Barmağımı dişləmək istədiyi zaman Cavid tez quşu əlimdən alıb qəfəsə buraxdı. Əlini göstərərək:
    ─Ehtiyatlı ol! Yaman bərk dişləyirlər, –dedi.
    Onlarla tutuquşunun içərisində bütün diqqətim həmin tutuquşuda qalmışdı. Fikrimdən “kaş mənim də tutuquşum olardı” keçdi. Ürəyimdə Caviddən istəmək keçsə də, fikrimdən daşındım. Özümə sığışdırmadım. Amma deyəsən Cavid həmin an fikirlərimi oxudu.
    ─İstəyirsən sənə bir cüt hədiyyə edim?
    Bu təklifin ürəyimcə olmasına və nə qədər sevindiyimə baxmayaraq başımı buladım.
    ─Yox…
    Gözlərimdəki sevinc parıltısı dilimdəki “yox” kəlməsi ilə uyğun gəlmirdi heç. Cavid əlini çiynimə qoyub gülümsədi:
    ─Məndə çoxdur. Gör nə qədərdilər. Hər dəfə sayı artdıqca daha böyük qəfəs almalı oluram, ya da kiməsə pay verirəm. İstəsən sənə də verərəm. Qəfəsim də var. Hələ bir neçə günlük dən də verərəm. Sonra özün alarsan.
    Çiyinlərimi çəkib:
    ─Bilmirəm, -dedim.
    Divar şkafından çıxartdığı boş qəfəsi qarşıma qoyub:
    ─Ürəyin hansını istəyir bir cüt seç götür, –dedi.
    Mavi rəngli tutuquşu ilk dəqiqədən nəzərimi çəkmişdi. Əlimi ona uzatdım. Cavid heç bir söz demədən quşu qəfəsə qoydu. O:
    ─İndi gəl birini də seçək ki, tək qalmasın, cüt olsunlar, -deyərək ağ və mavi zolaqları olan gözəl bir quşu da ayırdı. –Bax, belə! İndi cüt oldular. Bunların yaşı azdır. Dörd-beş aylıq olarlar. Bala tutuquşulara dil öyrətmək daha asan olur. Unutma, hər gün suyunu dəyişməlisən.
    Maraqla Cavidi dinləyirdim. Dərs əlaçısı, olimpiada və intellektual yarışmaların qalibi olan, daha çox dəqiq elmlərə marağı olan birinin canlılar haqqında bu qədər məlumatlı olması məni təəccübləndirirdi.
    Sevil xalanın pəncərədən kiminləsə danışmasını eşidib aynabənddən aşağı boylandım. Anam idi. Qonaqpərvərliyinə görə bir daha Cavidin anasına təşəkkür edib tələsik gödəkçəmi geyinib, çantamı çiynimə salıb qapıdan çıxdım.
    Anamla bir az aralanmışdıq ki, Cavid pəncərədən məni səslədi:
    ─İlqar, quşlar yadından çıxdı.
    ─Gəlib götürərəm, –deyib əl etdim.

    Nənəmin qəfil təzyiqi qalxdığı üçün tələsik qapıdan çıxan anamın nahar hazırlayıb qoymağa vaxtı olmamışdı. Bir azdan atam da işdən gələcəkdi.
    Mətbəxə keçdim. Cavidin quşlarından, onu salamlamasından və nəhayət mənə də bir cüt hədiyyə etməsindən danışdım. Sevincimi onunla bölüşmək istəyirdim. Amma anamın münasibəti kəskin oldu:
    ─Başın xarab olub sənin? Quş nədi?Bir quşumuz əskik idi elə! Quş saxlamağın düşər-düşməzi olur. Balıqdı, quşdu, belə şeylər evə bədbəxtlik gətirir.
    ─Ana, elə gözəldirlər ki! Cavidin quşu danışa da bilir e! Deyir öyrətsən səninkilər də danışacaq.
    ─Dedim, yox! Bir kəlmə! –Anam əsəbi halda üstümə qışqırdı.
    Nəyin bahasına olur-olsun anamı razı salmaq istəyirdim:
    ─Görsən xoşuna gələcəklər vallah. Cavid mənə qəfəs də hədiyyə edib e!
    ─İlqar! Sən məni eşitmirsən? Öz-özümə danışıram mən? Dedim ki, olmaz! Mən icazə vermirəm!
    ─Ana, axı…
    ─Cavidin anası ilə özüm danışaram. Deyərəm ki, bizə quş saxlamaq düşmür.
    ─Ana, nolar…
    Şkafdan duz qabını götürəndə əlindən yerə salan anam daha da əsəbləşdi.
    ─Canun yanmasın! Duz da töküldü yerə! Bax, sənə görə oldu. Duz dağılmağı heç yaxşı əlamət deyil, evdə dava düşür… –deyərək tez əlini qəndqabıdakı qəndə atdı. Bir neçəsini götürüb duzun üstünə qoydu. Sonra deyinə-deyinə yerə dağılmış duzu yığıb təmizlədi.
    ─Ana, …
    ─Get otağına dərslərini oxu! Tutuquşu həvəsinə düşüb mənimçün! Bir quşum əskik idi evdə! Belə ağ gündəyik e, bir də quşu gətirib bədbəxtliyi üstümüzə çəkək. Ay Allah, bircə dava düşməsin. Xəta-bəla uzaq olsun evimizdən…
    Daha heç nə deməyib mətbəxdən çıxdım. Anladım ki, anamla danışmaq, onu razı salmaq mümkün deyil. Ümüdim təkcə atama idi. Bəlkə atam anamı razı salar, düşündüm özlüyümdə. Amma hər şey əksinə oldu. Axşam evə gələn atam da anamın tərəfini tutdu, onun sözlərini təsdiqlədi.
    ─Yox, oğlum, olmaz. Bizə heyvan saxlamaq düşmür. Uşaq vaxtı balıq alıb gətirdim, qardaşım ayağını sındırdı həmin axşam. Bir dəfə də bülbül aldım. İki gün sonra atam dünyasını dəyişdi.
    ─Amma bu tutuquşudur! –etiraz etdim.
    ─Fərqi nədi! Axır düşmür də bizə! –Atam anam qədər sərt olmasa da, etirazını bildirdi.
    ─Ata, nolar…
    ─Yox, oğlum, yox! Olmaz!
    ─Əmigil evdə pişik də saxlayır, it də.
    ─Onlar həyət evində qalır.
    Valideynlərimin bu cür kəskin münasibətini anlaya bilmirdim. Gözlərim dolsa da, ağlamamağa çalışırdım. Onlara təsir etmək, yola gətirmək üçün uşaq məntiqimi işə saldım:
    ─Həyət evində qalanda nolur ki? Balıq olmasaydı əmi ayağını sındırmayacaqdı? Babanı bülbül öldürdü ki? Bəs deyirdin, Allahın yazdığı alın yazısı var. Əgər alın yazısı varsa, demək ki, bülbül evə gəlsəydi də, gəlməsəydi də, baba öləcəkdi də!
    Atam bir anlıq fikrə getsə də, yenə də razılaşmadı.
    ─Gözümün ağı-qarası bir oğlum var. Allah eləməmiş, sənə nəsə olar…
    İnadımdan əl çəkmək istəmirdim:
    ─Mənə nəsə olacaqsa, olacaq da. Quşun nə günahı var ki!
    Atam da məndən geri qalmırdı:
    ─Bəs sən heç düşünmədin ki, birdən anana, ya atana nəsə olar? Sən istərsən ki, bizə nəsə olsun?
    Atamın sözləri gözlənilmədən endirilən qəfil zərbə kimi idi. Mənim cavabım müzakirənin sonu olacaqdı. Bunu başa düşərək başımı bulayıb:
    ─Yox! İstəmirəm! Mən sizi çox istəyirəm…–dedim.
    Atam saçlarımı sığallayıb alnımdan öpdü:
    ─Mənim ağıllı balam!
    Cavidə nə deyəcəyimi düşünürdüm artıq. Məni dostumun qarşısında pərt vəziyyətdə qoyduğunu heç birinə izah edə bilməyəcəkdim onsuzda.
    Səhəri gün Cavidlə üzləşməmək üçün məktəbin qarşısında, dəhlizində, hətta məhəlləmizdə belə onu uzaqdan görüb yolumu dəyişirdim. Qarşılaşdıqda isə, o, heç nə olmamış kimi hal-əhval tutub tutuquşulardan kəlmə belə demədi.
    Hava qaralmasına baxmayaraq, atam gəlib çıxmamışdı. Anam narahat qaldığından təkrar-təkrar atamın əl telefonuna zəng edirdi. Zəng çatsa da, cavab verən yox idi. Anam həyəcanlı halda otağın ortasında var-gəl etdikcə mənim də fikrim yayınırdı. Ev tapşırıqlarıma diqqətimi cəmləyə bilmirdim.
    Anamın səsindən diksindim. Dərslərimi yarımçıq buraxıb ayağa qalxdım. Anam göz yaşlarında boğularaq atamın avtomobil qəzasına düşdüyünü, xəstəxanada olduğunu söylədi və əlavə etdi:
    ─Bax, gördün neynədin?! Sənə demişdim ki bizə düşmür. Hamısı sənin quş saxlamaq həvəsinə görə oldu!
    Fikrimdən:
    ─Axı, mən quşları heç evə gətirmədim. Yazıqların nə günahı, -sözləri keçsə də, dilimə gətirmədim. Susdum. Anladım ki, indi bu sözlərin yeri yoxdur. Qəlbimin dərinliklərində isə, bəlkə də anamın haqlı olduğunu düşünüb özümü günahkar hiss etməyə başladım.
    Biz xəstəxanaya gələndə həkimlər atamın vəziyyətinin ağır olduğunu, çoxlu qan itirdiyini söylədilər. Əməliyyatdan neçə saat keçməsinə baxmayaraq, hələ də özünə gəlməmişdi.

    Pəncərə qarşısında dayanıb gözlərimi budaqdakı sərçəyə zillədikcə valideynlərimin dediklərini xatırlayırdım. Atamın sözlərini yada saldıqca qəhər boğazımda düyünlənirdi. Düşünürdüm:
    ─Əgər mən tutuquşuları evə gətirmək həvəsinə düşməsəydim, bütün bunlar olmayacaqdı, atam da qəzaya düşməyəcəkdi… Tək günahkar mən idim…
    Həmin gün bütün gecəni xəstəxanada keçirtdik. Səhəri gülümsəyərək reanimasiya otağından çıxan həkim xəstənin vəziyyətinin artıq stabil olduğunu və yaxın saatlarda özünə gələcəyini söyləyəndə sevincimin həddi-hüdudu yox idi. Bir neçə gün sonra atamı xəstəxanadan evə yazdılar. Hər iki valideynimin sağ-salamat, yanımda olmasına görə Allaha şükr edirdim.

    *******
    Futbol məşqindən evə qayıdanda evdə qonağımız vardı. Əmim bizdə idi. Atama dəyməyə gəlmişdi. Salamlaşıb əl-üzümü yumağa keçdim. Məni həmin gün necə bir sürpriz gözlədiyindən xəbərsiz idim. Atamla əmimin baxışması, məni yanına çağırıb ona göz vurması mənə qəribə gəlsə də, yorğun olduğum üçün onların hərəkətlərinə diqqət etmirdim. Tək istəyim yemək yemək və uzanıb dincəlmək idi indi.
    ─Oğlum… Düşündüm ki, sən haqlısan. Allah nə yazıbsa, o da olacaq. Heç bir canlı bizim alın yazımızı, qismətimizi dəyişdirməz.
    Əmim üstündən örtüyü götürdüyü qəfəsi qarşıma qoyanda təəccüblə atamın üzünə baxdım. Qəfəsin içərisində iri ağ tutuquşu gah mənə, gah evdəkilərə baxır, qanadlarını qəfəsin dəmirlərinə çırpır, dimdiyini yerə sürtürdü. Nə deyəcəyimi, nə hiss etdiyimi bilmirdim o an. Çaşqınlıq içərisində idim. Donmuşdum. Fikirlərimin, məntiqimin qarışdığını, dağıldığını hiss edirdim.
    Atam dilləndi:
    ─Əmindən xahiş etdim ki, sənə danışa bilən quş alsın. Mağazada bunu məsləhət biliblər. Hə, bir də sənin otağına akvarium da quraşdırıb əmin. Dostun sənə hədiyyə edən quşları da evə gətirmək istəsən götürəndə ondan qızıl balıqlara qulluq etməyin qaydasını da soruşub öyrənərsən. Savadlı uşaqdır. Hər halda, bilməmiş olmaz.
    Atamdan eşitdiyim sözlərin doğruluğuna inana bilmirdim. Qeyri-ixtiyari anamın üzünə baxdım. Qəribədir. O da gülümsəyirdi. Deyəsən, axı, atam onu razı sala, hətta inandıra da bilmişdi. Daha əvvəlki tək uğursuzluqdan, düşər-düşməzlərdən söz salmırdı. “Daha heç bir tutuquşu, heç bir canlı istəmirəm!” demək istəsəm də, susdum. Mənim üçün ən dəyərli canlı valideynlərim idi. Heç bir söz demədən, yataqdan yeni qalxan atamı qucaqladım. Alnımdan öpüb saçlarımı qarışdırdı:
    ─Gəlsənə, tutuquşuna “Keşa” adı qoyaq.
    Başımı bulayıb gülümsədim:
    ─Bəlkə elə Koko deyək. Ya da Kiki. Axı, bunlar Kakadu növündəndir.

    01.09.2018. BAKI

  • Kənan AYDINOĞLU.Yeni şeirlər

    1902788_614529541965133_896121757_n

    Gündəlik Analitik İnformasiya Agentliyinin
    Mətbuat xidmətinin rəhbəri,
    Azərbaycan Yazıçılar və Jurnalistlər Birliklərinin üzvü.

    Bəlkə də, görüşdük Səninlə bir vaxt

    Səmimi gülüşün gözüm önündə,
    Kim deyir nazını çəkə bilmirdim?!
    Gənc ikən hüsnünə aşiq olmuşdum,
    Gözümü gözündən çəkə bilmirdim.

    Şerimi oxuyub xoş söz deyəndə,-
    Sığmırdım dünyada göyə və yerə.
    “Sevgi Sarayımın Sultanı”-deyib,-
    Adını gətirdim bir zaman şerə.

    Şeir var oxuya bilmədim bu gün,
    Bu gözəl dünyada özünə Sənin.
    Səninlə olanda aşiq olmuşdum,
    Sehrinə düşdüyüm gözünə Sənin.

    Gözündən oxuya bilmişdim, şükür,
    Bilirəm, bir zaman sevmişdin məni.
    O qədər doğmaydın Sən mənim üçün,
    Yenə yuxularda görürdüm Səni.

    Sevgi sarısından, birgə olmamaq,-
    Sən demə, ömrümə yazılıbmış baxt.
    Doğma Sumqayıtda, doğma diyarda,-
    Bəlkə də, görüşdük Səninlə bir vaxt.

    Sumqayıt şəhəri. 9 may 2018-ci il.

    Bəlkə də, Səninlə üz-üzə gəldik

    Sənin həsrətini çəkdiyim günlər,
    Gözlərim önündə, unudulmayıb.
    Ömür varaqlanır bir kitab kimi,
    Gözümün yaşı da qurudulmayıb.

    Aylı bir gecədə Səninçün yeni,
    Gərək bu dünyada corab toxuyam.
    Qəzetdə bir-iki yazım çıxanda,
    Elə istəyirdim Sənə oxuyam.

    Səninlə hər anım tarixə döndü,
    Çox şeyi öyrətdin həyatda mənə.
    Ömür-gün yoldaşım olmasan belə,
    Yenə minnətdaram, Səbinə, Sənə.

    Gözündə kədər də, sevinc də gördüm,
    Bir azca kədərli, bir az şən oldun.
    Xoş anlar yaşadım Səninlə bir vaxt,
    Şəhərdə ən gözəl qadın Sən oldun.

    Zarafat gəlməsin, gözəl dünyada,
    Nə qədər çətinə Biz sinə gərdik.
    Doğma Sumqayıtda, doğma məkanda,-
    Bəlkə də, Səninlə üz-üzə gəldik.

    Sumqayıt şəhəri. 9 may 2018-ci il.

  • Kamran MURQUZOV.”Hakdan gelen haber imiş”

    10730926_708473925888118_1815156677351752954_n

    Kamran MURQUZOV,
    Azərbaycanın Mədəniyyət və Ədəbiyyat Portalının
    Mətbuat xidmətinin rəhbəri,
    Azərbaycan Jurnalistlər Birliyinin üzvü.

    Yunus gibi odun yarmak,
    Hakdan gelen haber imiş.
    Hakkın dergahına varmak,
    Hakdan gelen haber imiş.

    Aşiklere aşik olmak,
    Hasret çekip gül tek solmak,
    Bulut gibi bazen dolmak,
    Hakden gelen haber imiş.

  • İlham Mikayılı doğum günü münasibətilə təbrik edirik! (5 sentyabr 1989-cu il)

    Azərbaycan Jurnalistlər Birliyi Sumqayıt şəhər təşkilatının Gündəlik Analitik İnformasiya Agentliyinin və Azərbaycanın Mədəniyyət və Ədəbiyyat Portalının Rəhbərliyi Sizi, yeni nəsil Azərbaycan gəncliyinin istedadlı nümayəndəsini, Azərbaycan Jurnalistlər Birliyi Sumqayıt şəhər təşkilatının Gündəlik Analitik İnformasiya Agentliyinin və Azərbaycanın Mədəniyyət və Ədəbiyyat Portalının Aran bürosunun rəhbərini doğum gününüz münasibətilə səmimi qəlbdən təbrik edir, Sizə uzun ömür, möhkəm cansağlığı, xoşbəxtlik, işlərinizdə, ədəbi-bədii yaradıcılığınızda bol-bol uğurlar diləyir! Sevib, sevdiyiniz insanların əhatə dairəsində olun!

    Mətbuat xidməti

    İlham Mikayıl (Mikayılov İlham Hamlet oğlu) 1989-cu il sentyabr ayının 5-də Kəlbəcər rayonunu Böyük İstisu qəsəbəsində anadan olub.1996-cu ildə Yevlax şəhər 9 saylı orta məktəbin birinci sinfinə daxil olub.2007-ci ildə həmin məktəbi bitirib.2007-2011-ci illərdə Sumqayıt Dövlət Universitetinin Filologiya fakültəsində bakalavr dərəcəsi üzrə ali təhsil alıb.
    Ədəbiyyata, poeziyaya dərindən maraq göstərir.İlk poeziya örnəklərini tələbəlik illərində qələmə alıb.Azərbaycanın adət-ənənələrini dərindən bildiyi üçün daha çox xalq şeiri üslubunda ədəbi-bədii nümunələr ərsəyə gətirir.Şeirləri Şaman”, “Möhtəşəm Azərbaycan”, “Sumqayıt Universiteti”, “Yeganə yol”,“Sancaq”, “Sözün sehri”, “Elimiz, günümüz”, müxtəlif ədəbiyyat, o cümlədən mədəniyyət və mdəbiyat Portallarında dərc olunub.Haqqında yazılan səmimi duyğular və düşüncələr Mədəniyyət və Ədəbiyyat portalında yerləşdirilib.”Gənc Ədiblər Məktəbi”nin üzvüdür.
    Gənc ədib İlham Mikayıl haqqında qələm dostu Kənan Aydınoğlu “Kim sənə dedi ki?!”, “Kəlbəcər həsrətli şairim mənim” şeirlərini yazmış, müəllif haqqında ürək dolusu danışmışdır.
    2012-ci ildən Azərbaycanın Mədəniyyət və Ədəbiyyat Portalının Fəxri üzvüdür.
    2012-ci ildə Azərbaycan Respublikası Gənclər-İdman Nazirliyi tərəfindən maliyyələşdirlilən və Dünya Gənc Türk Yazarlar Birliyi tərəfindən həyata keçirilən ”Bölgələrdə yaşayan yaradıcı gənclərlə görüşlər” layihəsi çərçivəsində “Bölgələrdən səslər” kitabında şeirləri dərc olunaraq ilk dəfə olaraq Respublika səviyyəsində ictiamiyyətin nəzərinə çatdırıldı.

    ALA YURDUMU

    Gülü dərilməyib təzə tər qalıb,
    Ürəkdə nisgil var dərdi sər qalıb.
    Düşmən tapdağında Kəlbəcər qalıb,
    Bir oğul gəzirəm ala yurdumu,
    Səliqə səhmana sala yurdumu .

    Lənət o anlara, lənət günlərə,
    Dilə gəldi o gün o dağ, o dərə .
    Əldən getdi Ağdam, Laçın, Ağdərə,
    Bir oğul gəzirəm ala yurdumu,
    Səliqə səhmana sala yurdumu.

    Dərbənd rus əlində, Şuşa dığada,
    Füzuli, Cəbrayıl qalıb yağıda.
    Gör kimlər oynadır at Qubadlıda?!
    Bir oğul gəzirəm ala yurdumu,
    Səliqə səhmana sala yurdumu.

    Ruhumu incidir Qazan Bayandur,
    Deyir oğuz oğlu qalx ayağa dur.
    Çağırır Xocalı, Göyçə, Zəngəzur.
    Bir oğul gəzirəm ala yurdumu.
    Səliqə səhmana sala yurdumu.

    Hər şeyin öz adı var öz adında.
    Xocavənd, Xankəndi qalsın yadında.
    Silinməz iz qoysun qoy yaddaşında.
    Bir oğul gəzirəm ala yurdumu,
    Səliqə səhmana sala yurdumu.

    QOCALIR

    Zaman tələsdirir qovur insanı,
    Baxıb bu həyata dövran qocalır.
    Duyub düşündükcə ömrün sonunu,
    Saçları ağarır, insan qocalır.

    Həyat insanların üstünə cumur,
    Əl əli yuyanda əlüzü yumur.
    Görən bu həyatda insan nə umur,
    Baxıb min arzuya güman qocalır?!

    Əyrini düz sayır, düzü də əyri,
    Allah cüt yaradıb”Şəri və xeyri”.
    Bircə bu dünyada yalandan qeyri,
    İnsana baş əyən zaman qocalır.

    Bəşər yox olubdu qandal qolunda,
    İblislər əyləşib sağı-solunda,
    Həyatın çıxılmaz çətin yolunda,
    İnsanı dərk edib qanan qocalır.

  • Mədəniyyət naziri Qusarda vətəndaşları qəbul edəcək

    Mərkəzi icra hakimiyyəti orqanlarının rəhbərləri tərəfindən şəhər və rayonlarda vətəndaşların qəbulu cədvəlinə uyğun olaraq mədəniyyət naziri Əbülfəs Qarayev sentyabrın 21-də, saat 11.00-da Qusar rayonunda vətəndaşları qəbul edəcək.

    Nazirlikdən AZƏRTAC-a bildirilib ki, bu şəhərdəki Heydər Əliyev Mərkəzində (Qusar şəhəri, Heydər Əliyev parkı) Xaçmaz, Quba, Qusar, Siyəzən və Şabran rayonlarından olan vətəndaşlar iştirak edə bilər.

    Vətəndaşlar nazirliyin mct@mct.gov.az elektron poçt ünvanı, e-services, mct.gov.az elektron xidmətlər saytı, telefon məlumat sistemi (qaynar xətt): 147 və ya (012) 493-55-21 nömrəli telefon vasitəsilə (əlaqələndirici şəxs Pərviz İsgəndərli) qəbula yazıla bilərlər.

    Qəbula gəlmək istəyən vətəndaşların, həmçinin yuxarıda adları qeyd edilən rayonların mədəniyyət şöbələri ilə əlaqə saxlamaları xahiş olunur.

    Mənbə: https://azertag.az

  • Mahnı Teatrı yeni mövsümi möhtəşəm konsert proqramı ilə açacaq

    Sentyabrın 18-də R.Behbudov adına Azərbaycan Dövlət Mahnı Teatrı yeni teatr mövsümünü açıq elan edəcək. Həmin gün teatrın musiqi kollektivinin repertuarında möhtəşəm konsert proqramı təqdim ediləcək.

    Bu sözləri AZƏRTAC-a teatrın direktor müavini İlqar Musayev deyib. “Azərbaycan Dövlət Mahnı Teatrı nəzdində yaradılmış estrada-simfonik orkestrinin müşayiəti ilə reallaşan konsertdə respublikanın tanınmış ifaçıları tərəfindən bir-birindən parlaq mahnılar səsləndiriləcək. Bundan başqa, sentyabrın 22-də teatrda növbəti konsert olacaq. Konsert proqramı dahi bəstəkar Üzeyir Hacıbəyliyə həsr edilmiş X Beynəlxalq Musiqi Festivalı çərçivəsində reallaşacaq”,- deyə İ.Musayev söyləyib.

    Mənbə: https://azertag.az

  • Filarmoniyada görkəmli bəstəkar Murad Kajlayevin əsərləri səslənəcək

    Sentyabrın 22-də Azərbaycan Dövlət Akademik Filarmoniyasında SSRİ Xalq artisti, görkəmli bəstəkar Murad Kajlayevin əsərlərindən ibarət konsert proqramı təqdim olunacaq.

    Filarmoniyadan AZƏRTAC-a bildirilib ki, dahi bəstəkar Üzeyir Hacıbəyliyə həsr edilmiş X Beynəlxalq Musiqi Festivalı çərçivəsində reallaşacaq gecədə Rusiyanın Xalq artisti, dirijor Murad Annamamedovun rəhbərliyi ilə Üzeyir Hacıbəyli adına Azərbaycan Dövlət Simfonik Orkestri və Azərbaycan Dövlət Xor Kapellası çıxış edəcək.

    Qeyd edək ki, səkkiz gün davam edəcək festival çərçivəsində bir sıra tanınmış mədəniyyət və incəsənət xadimlərinin xatirəsinə həsr edilmiş konsert proqramları keçiriləcək.

    Mənbə: https://azertag.az

  • “Xəstə Qasımın dastanı” kitabı çap olunub

    Azərbaycan Aşıqlar Birliyi (AAB) tərəfindən “Xəstə Qasımın dastanı” adlı yeni kitab nəşr olunub.

    Bu barədə AZƏRTAC-a məlumat verən birliyin katibi, Əməkdar mədəniyyət işçisi Musa Nəbioğlu bildirib ki, “Uğur” nəşriyyat-poliqrafiya mərkəzində işıq üzü görmüş kitabda XVIII əsrin görkəmli el sənətkarı Xəstə Qasım Tikmədaşlının dastan-rəvayət səciyyəsi daşıyan üç səfərindən söhbət açılır.

    Dastanı təqdim edən aşıq Hüseyn Qoşqarlı, nəşrə hazırlayanı AAB-ın sədri, Əməkdar elm xadimi, professor Məhərrəm Qasımlı, redaktoru isə filologiya üzrə fəlsəfə doktoru Altay Məmmədlidir.

    Kitaba yazdığı geniş “Ön söz”də professor M.Qasımlının da qeyd etdiyi kimi, həm ustadnamələri, həm gözəlləmələri, həm də ürfani-fəlsəfi şeirləri ilə mükəmməl şair və aşıq kimi ucalan Xəstə Qasımın elin yaddaşında, xüsusən də saz-söz sinədəftərlərinin hafizəsində yaşayan çoxsaylı dastan-rəvayətlərindən üç məşhur səfəri – “Xəstə Qasıma vergi verilməsi”, “Xəstə Qasımın Dağıstan səfəri” və “Xəstə Qasımın Şamaxı səfəri”ni mükəmməl şəkildə nəşr etməklə Azərbaycan Aşıqlar Birliyi orta çağ aşıq ədəbiyyatının dəyərli bir örnəyini yenidən dövriyyəyə qaytarmış olub.

    Mənbə: https://azertag.az

  • Heydər Əliyev Fondunun təşkilatçılığı ilə Nəsimi – şeir, incəsənət və mənəviyyat Festivalı keçiriləcək

    Sentyabrın 27-30-da Azərbaycanda ilk dəfə olaraq Nəsimi – şeir, incəsənət və mənəviyyat Festivalı keçiriləcək.

    AZƏRTAC xəbər verir ki, Şərqin dahi şair və mütəfəkkirlərindən biri İmadəddin Nəsiminin (1369-1417) yaradıcılığına həsr olunan, şeir və incəsənətin yaşadılması məqsədi daşıyan Festival Heydər Əliyev Fondunun təşkilatçılığı və Mədəniyyət Nazirliyinin dəstəyi ilə reallaşır.

    Altı əsr əvvəl yaşamış böyük şair İmadəddin Nəsiminin şeirləri yalnız möhtəşəm söz ustalığı nümunələri deyil, onlar məna qüvvəsi və kəsərli səmimiliyi ilə hər kəsi vücudun sirri qarşısında fikrə dalmağa, qəlbin ən dərin qatlarına seyr etməyə çağırır.

    Festival şairin fəlsəfi baxışlarını əks etdirən “Simadan – asimana” və onun öz kəlamından götürülən “Zərrə mənəm, günəş mənəm…” şüarları ilə keçiriləcək. Genişmiqyaslı tədbirin proqramı müxtəlif sənət növləri və bilik sahələrini əhatə edir. Festival günlərində Bakı şəhərinin müxtəlif məkanlarında, eləcə də Nəsiminin doğma diyarı Şamaxıda proqramlar təşkil olunacaq.

    Festivalın ilk günü iştirakçılar şairin doğulduğu Şamaxı şəhərində İmadəddin Nəsiminin qardaşı Şaxəndanın və görkəmli şair Seyid Əzim Şirvaninin dəfn olunduğu Şaxəndan qəbiristanlığını, Qafqazda ən qədim məscidlərdən olan, 743-cü ildə inşa edilmiş Cümə Məscidini, Avaxıl kəndindəki Pir Ömər məbədini və Şamaxı Tarix-Diyarşünaslıq Muzeyini ziyarət edəcəklər.

    Şamaxıda Nəsiminin heykəli önündə şeir-musiqi məclisi, həmçinin Mədəniyyət Nazirliyinin “Söz” ədəbi layihəsi çərçivəsində keçirdiyi, İmadəddin Nəsiminin xatirəsinə həsr olunmuş ədəbi müsabiqənin qaliblərinin iştirakı ilə tədbir təşkil olunacaq. Müsabiqəyə gənc şairlər Nəsimi dühasından bəhrələnərək yazdıqları əsərləri təqdim ediblər. Festival çərçivəsində, həmçinin muğam və mənəviyyata səsləyən musiqilər ifa olunacaq.

    Şamaxının Meysəri kəndində “Həssas Dəb” adı altında Beynəlxalq Etik Dizayn Məntəqəsinin açılışı da keçiriləcək. “Baku” jurnalının son bir neçə ildə “Eko. Dəb marşrutu” (“ЭКО. Модный маршрут”) başlığı altında davamlı dərc etdiyi materiallar əsasında qurulan məkan geyim və interyer əşyaları istehsalında ekoloji həssaslıq, təkrar emal, unudulmuş və dövriyyədən çıxan ənənəvi istehsal üsulları və texnologiyalarının bərpasına dair məlumat və maarifləndirmə, nümayiş və satış salonu funksiyalarını özündə ehtiva edəcək. Burada azərbaycanlı və xarici dizaynerlərin işləri təqdim olunacaq. Sərgidə Azərbaycanda yüz illər boyu istifadə olunan geyim üslubları, müxtəlif dövrlərdə dəbdə olmuş fərqli rənglər və milli ornamentli bəzəklərlə işlənmiş libaslar nümayiş etdiriləcək.

    Daha sonra AMEA-nın Nəsirəddin Tusi adına Şamaxı Astrofizika Rəsədxanasında “Ulduzlar önündə” adlı akustik və elektron musiqi axşamı keçiriləcək. Proqramda Sahib Paşazadə, İrşad Hüseyn (Azərbaycan), Ali Phi (İran), Sati Kazanova (Rusiya), Rabih Beaini (Livan/Almaniya), Abdel Karim ( Livan), “Hanoy” dueti: Nguen Le (Vyetnam/Fransa) və Ngo Hong Quang (Vyetnam), Görkem Şen (Türkiyə), “Ar Bərd” dueti (Fransa) iştirak edəcəklər.

    Sentyabrın 28-də isə Bakıda, Heydər Əliyev Mərkəzində almaniyalı alim, tanınmış nəsimişünas Mixael Hessin (Michael Hess) “Nəsiminin müasir kontekstlərdə dərk edilməsi” mövzusunda mühazirəsi keçiriləcək.

    Həmin gün Heydər Əliyev Fondunun vitse-prezidenti, IDEA (Ətraf Mühitin Mühafizəsi Naminə Beynəlxalq Dialoq) İctimai Birliyinin təsisçisi və rəhbəri Leyla Əliyevanın təşəbbüsü ilə təşkil olunmuş “Canlı həyat” (“Live Life”) sərgisi London, Paris, Berlin, Moskva və Tbilisidə nümayişdən sonra Bakıda Heydər Əliyev Mərkəzində təqdim olunacaq. Sərgi ətraf mühit problemlərinə, təbiətin qorunmasına diqqət çəkmək və incəsənətin bu sahədə rolu barədə ictimaiyyəti maarifləndirmək məqsədi daşıyır.

    Heydər Əliyev Mərkəzində Birləşmiş Ərəb Əmirliklərinin Barcil İncəsənət Fondunun (Barjeel Foundation) təqdim etdiyi “Hürufiyyə” sərgisi isə 26 rəngkarlıq və qrafika əsərlərindən ibarət olacaq. Bu əsərlər bir sıra ərəb ölkələrində yaşayan, müasirlərimiz olan rəssamlara aiddir və “hürufiyyə” (hərflər, xəttatlıq üzərində qurulan təsvirlər) adlı, son 20 ildə geniş vüsət almış cərəyanı nümayiş etdirir. Ekspozisiyada, həmçinin Azərbaycanın Əməkdar rəssamı Tərlan Qorçunun bir neçə rəsm tablosu təqdim olunacaq.

    Daha sonra proqram “ambient musiqi” janrının yaradıcısı, görkəmli britaniyalı bəstəkar Brayan İnonun (Brian Eno) “77 milyon rəsm” musiqi və video-art instalyasiyası ilə davam edəcək. Bu əsər indiyədək Tokio, London, Nyu-York, Buenos-Ayres, Barselona, Sidney, Mexiko, Keyptaun, Roma və digər şəhərlərdə nümayiş olunub.

    Tədbirin rəsmi açılış mərasimi də Heydər Əliyev Mərkəzində keçiriləcək. Belə ki, sentyabrın 28-də axşam Mərkəzdəki konsert proqramında Nəsiminin şeirləri təqdim olunacaq, muğamlardan parçalar, XIII-XIV əsr görkəmli Azərbaycan musiqiçisi Əbdülqadir Marağayinin bəstələri üzərinə gənc və orta nəsil bəstəkarların Azərbaycan Milli Konservatoriyasının nəzdindəki “Əsrlərin sədası” qədim musiqi alətləri ansamblı üçün yeni işləmələri, dahi bəstəkar Fikrət Əmirovun “Nəsimi haqqında Dastan” əsəri, Azərbaycanın Əməkdar artisti Tünzalə Ağayevanın Nəsiminin sözlərinə bəstələdiyi “Dua” mahnısı səslənəcək. Konsertdə Azərbaycan əsilli, tanınmış britaniyalı müğənni Sami Yusif də çıxış edəcək.

    Festivalın həmin günü Kamera və Orqan musiqisi zalında Azərbaycanın əməkdar artistləri Rain Sultanov və İsfar Sarabskinin mənəviyyat və əbədi dəyərləri vəsf edən “Silsilə” (“Cycle”) musiqi layihəsinin təqdimatı ilə başa çatacaq. Bu layihədə İsfar Sarabski fortepiano ilə yanaşı, orqanda caz musiqisi ifa edəcək.

    Sentyabrın 29-da Heydər Əliyev Mərkəzində tanınmış yoqa ustası Nandan Qautam (Nandan Gautam) ilə “Bədii yoqa sessiyası” keçiriləcək. N.Qautamın keçirdiyi məşğələni özünün müəllifi olduğu musiqi müşayiət edəcək.

    Sentyabrın 29-da, həmçinin Şirvanşahlar sarayında görkəmli alman bəstəkarı Karlhayns Ştokhauzenin (Karlheinz Stockhausen) “Yeddi gündən” (“Aus deb sieben Tagen”) əsərini beynəlxalq musiqiçilərdən ibarət heyət kollektiv improvizasiya şəklində ifa edəcək. Bəstəkar əsərdə bir not belə yazmadan, öz vəzifəsini ifaçıları mənəvi cəhətdən ruhlandıran mətnlər tərtib etməkdə görüb. Musiqiçilər həmin mətnləri oxuyaraq sərbəst improvizələr edir və bu prosesdə onlar həm müəllifdən, həm də bir-birinin ifasından ilhamlanmış olurlar. Musiqiçilərin eyni məkanda deyil, saray kompleksinin bir-birindən aralı müxtəlif guşələrində yerləşdirilməsi sanki xəlvətlikdə, tənhalıqda həqiqəti dərketməni təcəssüm etdirir. Müasir kommunikasiya vasitələri ilə bu ayrı-ayrı musiqi ifaları birləşdirilib, internet vasitəsilə canlı yayımlanacaq. Layihədə fərqli mədəniyyət və üslubları təmsil edən musiqiçilər – Azərbaycandan əməkdar artistlər Elçin Şirinov və Şəhriyar İmanov, skripkaçı Osman Eyublu və xarici ölkələrdən Kudsi Erguner (Türkiyə), Sefudi Koyate (Qvineya), Naomi Sato ( Yaponiya), Kristina Vantsu (ABŞ/Belçika), Elizabet Harnik (Avstriya) və Canluka İadema (İtaliya) iştirak edəcəklər.

    Sentyabrın 29-da, həmçinin Daş Salnamə Muzeyində dünyaşöhrətli amerikalı iqtisadçı Ceremi Rifkinin (Jeremy Rifkin) “Empatik sivilizasiya və paylaşım iqtisadiyyatı” adlı videomühazirəsi olacaq, ardınca isə sual-cavab sessiyası keçiriləcək.

    Daş Salnamə Muzeyində, eyni zamanda, ölməz Nəsimidən ilhamlanaraq hazırlanmış “Bahariyyə” adlı musiqi layihəsi təqdim olunacaq. Səhnədə beş muğam ifaçısı ilə yanaşı, elektron musiqi ifaçısı da çıxış edəcək; Teyyub Aslanov (xanəndə), Əliağa Sədiyev (tar), Elnur Mikayılov (kamança), Şirzad Fətəliyev (zurna və balaban), Kamran Kərimov (nağara), Fərhad Fərzəliyev (elektron musiqi və səs dizaynı).

    Həmin gün, həmçinin Dənizkənarı Milli Parkda “DanceAbility” inklüziv metodu ilə rəqs edən qrupun çıxışı olacaq. “DanceAbility Azərbaycan” təşkilatının üçhəftəlik təlimləri nəticəsində ərsəyə gələcək bu çıxış zamanı həm sağlam, həm fiziki imkanları məhdud şəxslər bir araya gələrək rəqs və hərəkətlə özlərini ifadə etmək sevincini paylaşacaqlar. Bu rəqslər Bakı bulvarına Nəsiminin insanda ali və kamil bir məxluq görmək fəlsəfəsinin ruhunu gətirəcək.

    Sentyabrın 30-da isə Bakının Qala qəsəbəsində istifadəsiz qalan sənaye anbarında “Açılan divar” ictimai incəsənət layihəsinin təqdimatı olacaq. Layihədə 10-dək yerli və xarici “urban art” (şəhər mühitində incəsənət) rəssamı iştirak edəcək, binanın divarları üzərində öz əsərlərini yaradacaqlar. Bunların arasında ABŞ, Cənubi Afrika, Braziliya, Belçika, İspaniya və Fransa rəssamları olacaq. Uşaq və yeniyetmələr əsərlərin yaradılması prosesini yaxından müşahidə edib, ustad rəssamların rəhbərliyi ilə rəsmlər çəkəcəklər. Azərbaycan Dövlət Rəssamlıq Akademiyasının tələbələri daha sonra həmin eskizləri binanın divarlarına böyük ölçüdə əks etdirəcəklər.

    Həmin gün “Qala” Arxeoloji-Etnoqrafik Muzey Kompleksində “Tullantıdan incəsənətə” sərgisi və “Daşın nəğməsi” layihəsi çərçivəsində yaradılmış əsərlərlə tanışlıq olacaq, Paraqvayın məşhur, uşaq və yeniyetmələrdən ibarət “Recycling” orkestrinin (tullantılardan təkrar emal olunmuş musiqi alətlərindən ibarət orkestr) konsert proqramı təqdim ediləcək.

    Festival günlərində İçərişəhərin valehedici cazibəsi ilə incəsənətin qovuşması qonaqları qədim Bakıya səyahət etdirəcək. İçərişəhərdə sərgilər, instalyasiyalar, videoproyeksiyalar nümayiş olunacaq, poeziya nümunələri və musiqi səslənəcək, teatr tamaşaları təqdim ediləcək. Nəsiminin misralarına yazılmış nəzirələr İçərişəhərin dar küçə və dalanlarında qeyri-adi tərzdə – məsələn, divar üzərində xəttatlıq şəklində, yaxud səs yazısında, hətta “QR kod” texnologiyası əsasında hər hansı bir mənzərə üzərində “canlandırılaraq” izləyicinin qarşısına çıxacaq.

    Festivalın sonunda Bakı Media Mərkəzində Mədəniyyət Nazirliyinin “Söz” ədəbi layihəsi çərçivəsində İmadəddin Nəsiminin xatirəsinə həsr olunan şeir müsabiqəsinin qalibləri mükafatlandırılacaq.

    Mənbə: https://azertag.az

  • Azərbaycanın ilk rok-operası – “Səyyah Sindibad”

    Sentyabrın 28-də Heydər Əliyev Sarayında “Səyyah Sindibad” rok-operası təqdim olunacaq. Saraydan AZƏRTAC-a bildirilib ki, Mədəniyyət Nazirliyinin sifarişi ilə Azərbaycanın musiqi mədəniyyəti tarixində ilk dəfə olaraq yazılan “Səyyah Sindibad” adlı əsərin müəllifi bəstəkar və müğənni, klassik vokal məktəbinin nümayəndəsi Rizvan Sədirxanovdur. İki il müddətində ərsəyə gələn operanın adı məşhur “Min bir gecə nağılları”nın ən maraqlı hissələrindən olan “Dəniz səyyahı Sindibadın nağılı”ndan götürülüb.

    Multikultural layihə olan rok-operada dünya klassiklərinin şeirlərindən nümunələr, Azərbaycan, rus, ingilis, italyan, Çex dillərində mətnlər və eyni zamanda, Heydər Əliyev Fondunun vitse-prezidenti Leyla Əliyevanın şeirləri yer alıb.

    Əsərdə Mikayıl Rəfiyev (Sindibad), Gülşən İbadova (Zöhrə), Emil Minyaşev (Qoruyucu mələk), Rizvan Sədirxanov (Bosman) çıxış edirlər. Həmçinin tanınmış musiqiçilər Azər Rza, Cavid Səmədov, Şamil Kərimov, Yuliya Motorina, Mila Rzayeva, İsmayıl Yakubov, İlham Nəzərov, Nərgiz Əlizadə, Ədalət Şükürov və digərləri də rok-operanı ifa edirlər.

    Səhnə əsərinin musiqi prodüseri Emil Minyaşev, rəssamı Marina Kuznetsovadır. Musiqinin bir çox janrlarının yer aldığı əsər 40 dəqiqə davam edəcək.

    Qeyd edək ki, əsərin müəllifi Rizvan Sədirxanov ölkəmizdən kənarda musiqi sənətimizin layiqli nümayəndəsi kimi tanınır. O, İtaliya Musiqi Akademiyasında təhsil alıb. İtaliyada Benyamin Cili adına tenorlar müsabiqəsində iştirak etmək hüququ qazanıb və xüsusi mükafata layiq görülüb. Rizvan Sədirxanova mükafatı XX əsrin böyük tenoru, dünya opera sənətinin ulduzu Franko Korelli şəxsən təqdim edib. Rizvan Sədirxanovun Mədəniyyət Nazirliyinin dəstəyi ilə dünya klassik musiqisinin incilərinin, Azərbaycan və xarici ölkə şairlərinin sözlərinə bəstələnmiş müxtəlif dillərdə mahnıların toplandığı “Səmimi qəlbdən” və “Şairin ürəyi” adlı iki musiqi albomu işıq üzü görüb. İtaliya, Rusiya, Türkiyə və İsraildə konsertləri, irimiqyaslı musiqi tədbirlərində çıxışları, ustad dərsləri baş tutub. Müxtəlif illərdə Müslüm Maqomayev, Fidan və Xuraman Qasımovalar, Fərhad Bədəlbəyli və başqa görkəmli müğənnilərlə eyni səhnədə çıxış edib. Rizvan Sədirxanovun Azərbaycan və xarici ölkələrdən olan tələbələri dünyanın məşhur musiqi akademiyalarında təhsil alır və opera səhnələrində çıxış edirlər.

    Biletləri Heydər Əliyev Sarayının kassasından, şəhərin kassalarından,www.iticket.az saytından onlayn və “ASAN xidmət” mərkəzlərindən, Gənclik və 28 Mall ticarət mərkəzlərindəki kassalardan almaq olar.

    Mənbə: https://azertag.az

  • Xəzər rayon Mərkəzləşdirilmiş Kitabxana Sistemi yeni layihənin icrasına başlayıb

    Bakı Şəhər Mədəniyyət Baş İdarəsinin Xəzər rayon Mərkəzləşdirilmiş Kitabxana Sistemində (MKS) yeni layihəyə start verilib.

    Kitabxanadan AZƏRTAC-a bildirilib ki, layihəyə Xəzər rayonunda yerləşən mədəni-maarif müəssisələri, uşaq evləri, uşaq bağçaları, doğum evləri, sosial müdafiə müəssisələri, yay uşaq düşərgələri, istirahət mərkəzləri, park və açıq tipli bağlarda yerləşən istirahət məkanları cəlb edilib.

    Layihə çərçivəsində Xəzər rayonunun qəsəbə və kəndlərində “Bütün ailəliklə oxuyuruq”, “Oxucunu birlikdə böyüdürük” adlı müsabiqələr, oxu günləri, mütaliə saatları təşkil olunub. Kitab sərgilərində bəzi vətəndaşların şəxsi kitabxanalarından nümunələr, kitabça kolleksiyaları, habelə mütaliəyə dair qeydlər və inşalar nümayiş edilir.

    Layihənin “Uşaqlar – uşaqlar üçün oxuyur” aksiyası Xəzər rayonunun Mərdəkan, Şüvəlan, Şağan, Türkan qəsəbələrində reallaşıb. Bununla yanaşı, sözügedən rayonun müxtəlif ərazilərində yay oxu zalları təşkil olunmaqla yanaşı, nisbətən böyük yaşlı uşaqlar kiçik yaşlıların mütaliəsinə rəhbərlik edib, kollektiv oxu günləri həyata keçirilib. Eyni zamanda, uşaqların oxuduqları materiallar əsasında sual-cavab gecələri, viktorinalar, intellektual oyunlar, kitab müzakirələri, “Kitab diaqnostikası” təşkil olunub.

    Qeyd edək ki, yaxın vaxtlarda MKS “Siz hələ də oxumursunuz? O zaman biz sizə gəlirik” adlı aksiyasına start verəcək.

    Mənbə: https://azertag.az

  • Kukla Teatrı sentyabr repertuarını açıqlayıb

    Abdulla Şaiq adına Azərbaycan Dövlət Kukla Teatrı 87-ci mövsümün ilk ayının repertuarını açıqlayıb.

    AZƏRTAC teatrın repertuarını təqdim edir:

    15 sentyabr – Şarl Perro. “Qırmızı papaq”, rus xalq nağılı “Durna balığı”;

    16 sentyabr – ərəb xalq nağılı “Əlibaba və qırx quldur”, Azərbaycan xalq nağılı “Şəngülüm, Məngülüm”;

    21 sentyabr – A.Şaiq. “Tıq-tıq və Taq-taqın nağılı”;

    22 sentyabr – Kəmalə Ağayeva. “Göyçək Fatma”;

    23 sentyabr – Əli Səmədov. “Cik-cik xanım”;

    28 sentyabr – Astrid Lindqren. “Karlson”;

    29 sentyabr – Leprens de Bomon. “Gözəl və bədheybət”, Canni Rodari. “Çipollino”;

    30 sentyabr – Mirmehdi Seyidzadə. “Cırtdan”, “Üç cəsur”.

    Tamaşalar 12:00, 14:00 və 16:00-da başlanır.

    Mənbə: https://azertag.az

  • Bu gün Soçidə gənc ifaçıların “Novaya volna” beynəlxalq müsabiqəsi başlanır

    Bu gün Soçidə gənc ifaçıların XVII “Novaya volna” beynəlxalq müsabiqəsi başlanır.

    AZƏRTAC TASS informasiya agentliyinə istinadla xəbər verir ki, müsabiqədə 10 ölkədən, o cümlədən Azərbaycan, Bolqarıstan, Yunanıstan, İtaliya, Qazaxıstan, Kanada, Malta, Rusiya, Ukrayna və Ermənistandan 15 finalçı çıxış edəcək. Rusiya müsabiqədə üç ifaçı – Ana Zorina, Darya Antonyuk və Dan Rozin, habelə üç musiqi kollektivi ilə təmsil olunur. Sentyabrın 9-dək davam edəcək müsabiqənin münsiflər heyətinin sədri bəstəkar və prodüser İqor Krutoydur.

    Azərbaycanı müsabiqədə Emil Qədirov təmsil edir.

    “Novala volna” bu gün estrada ulduzlarının ənənəvi qala-konserti ilə başlayacaq. Tamaşaçıları Filip Kirkorov, Sergey Lazarev, Dima Bilan, Diana Arbenina, Nikolay Baskov və başqalarının çıxışları gözləyir.

    Mənbə: https://azertag.az

  • Musiqili Teatr sentyabr repertuarını açıqlayıb

    Azərbaycan Dövlət Musiqili Teatrı 109-cu teatr mövsümünə sentyabrın 20-də “O olmasın, bu olsun” tamaşası ilə start verəcək.

    Musiqili Teatrın mətbuat katibi Fəridə Aslanova AZƏRTAC-a bildirib ki, tamaşa Heydər Əliyev Fondunun və Mədəniyyət Nazirliyinin təşkilatçılığı ilə Üzeyir Hacıbəyliyə həsr olunmuş X Beynəlxalq Musiqi Festivalı çərçivəsində nümayiş olunacaq. Bu ölməz əsərdə əsas rolları Xalq artisti Afaq Bəşirqızı və Əməkdar artist Şövqi Hüseynov canlandıracaq.

    Bundan başqa, sənət ocağının səhnəsində sentyabrın 22-də “Arşın mal alan”, 23-də “Nuri-didə Ceyhun” tamaşaları nümayiş ediləcək.

    Teatrın yaradıcı kollektivi sentyabrın 28-də “Ər və arvad”, 29-da “Mən dəyərəm min cavana”, 30-da isə “Bankir adaxlı” tamaşaları ilə teatrsevərlərin görüşünə gələcək. Tamaşalar axşam saat 19:00-da başlayacaq.

    Azərbaycan Dövlət Musiqili Teatrı günlərini yaddaqalan keçirmək istəyən hər kəsi bir-birindən maraqlı tamaşalara baxmağa dəvət edir. Teatrsevərlər biletləri şəhərin bütün teatr-konsert kassalarından, “ASAN Xidmət” mərkəzlərindən və iticket.az saytından əldə edə bilərlər.

    Mənbə: https://azertag.az

  • Ülkü TAŞLIOVA.”İR İKİNDİ MANZARASI”

    Yorgun ikindi, türkuaz gökyüzünde yalnızlığın haberini veriyor. Kızıl ufkun kararmasına bir karış kala içime tarifsiz efkâr çöküyor. Gözümdeyse hapsolmuş damlalar…
    Kehribar sarısı mevsimde bir şemsin daha zevalini seyretmekteyim. Pencerelerdeki ışıltılı yansıması şehri şiir rengine boyuyor. Benimse isimsiz hüzünlerim gönlümde yol alıyor. Onca cümbüş onca ahenk ne haldesin demeden kendi demini yaşıyor. Lal olmuş duygular, pak niyetle ahraza gönül koyuyor.
    Bir zamanlar dalında mağrur salınan yaprak şimdi yitik kaldırımlarda sürünmekte… Bir dilenci yırtık ayakkabısının ucuyla savuruyor onu o yana, bu yana. Ne kadar derin mana yüklü manzara. Ağaçlar ise çırılçıplak. Bu gökyüzünün kirini şimdi kim temizleyecek?
    Yırtık giysiler içindeki mendil satan kız masum olduğu kadar da arsız. Çiğ sesiyle uyandırıyor beni düşlerimden. “Allah rızası için bir mendil al abla.” diyor yalvarmaya alışkın diliyle. Alıyorum bir paket, cüzdanımdaki bütün bozuklukları döküyorum avucuna. Koyu yeşil gözleri mutluluktan ay kadar büyüyor. Kızıyorum içimden üç beş kuruş için çocuktaki insan masumiyetini kirletenlere.
    Hafifçe esen rüzgâr gazel yağmuruna sebep oluyor. Uçuşan kuru yapraklar hüzün olup sarıyor yüreğimi. Ruhumdaki yalnızlık dizlerimin takatını kesiyor bir an. Yol kenarındaki soğuk banka ilişiyorum isteksizce. Öylesine mendil satan kız çocuğuna dalıyor gözlerim. Koşuyor arabaların yanına, elindekini uzatıyor “alın” diye. Kimse aldırış etmiyor. Boynu bükük oturuyor kaldırım taşına. Bir sonraki trafik ışıklarında duracak arabaları beklemeye koyuluyor. Hali mutedil.
    Buruşuk market poşetinin içindeki mendillere bakıyor. “Birkaç tane kalmış.” diyor. Poşetini yanına koyarak, boş gözlerle gelip gidenleri seyre koyuluyor. Kimselere “Bir mendil alın.” demiyor. Yorulmuş besbelli. Elektrik tellerinde istirahate çekilen serçeler gibi büzüşerek etrafına bakınıyor. O serçeyi ürkütmeden seyrine dalıyorum. Rüzgârda dağılan keçeleşmiş saçlarını düzeltiyor. Sonra hafif dikeliyor, sanki en pahalı kuaförden çıkmışçasına kendini beğeniyor. Mest oluyorum tavrına. Galiba çok güzel olduğunu biliyor. İçimden “Zaten bütün çocuklar güzeldir. Seni bu hale getiren sebepler ve kişiler çirkin melek kız. Şimdiden sırtında onca yükün var. Akşam eve gidince seni sıcak çorba mı bekliyor sanki. Belki bir sürü iş yapacaksın, ya da paranın hesabını vereceksin.” diyorum. Onu seyrettikçe kendime geliyorum. İçimdeki gizli hüznümden sıyrılıyorum. Düşünüyorum. Ona baktıkça aklımdan sıra sıra hayaller geçiyor. Bazen aklımda hikâye kurguluyorum, bazen de gidip onunla konuşma isteği duyuyorum. Sonra vazgeçerek sadece seyrediyorum.
    Beyaz lüks bir araba yanaşıyor kaldırıma yakın. Tam kızın önüne. Mendil poşetini alarak ayağa kalkıyor. Meraklı gözlerle ben onu, o arabadan inen süslü hanımı izliyor. Topuklu ayakkabılarıyla uyumlu çantasını omuzuna asınca, kız da poşetini koluna geçirerek süslü hanımı taklit etmeye koyuluyor. Dolaşık keçe saçlarının tokasını sıyırıyor, galiba onunki gibi savrulsun istiyor saçları. Savrulmuyor.
    Sonra taklit oyununu bitirerek tekrar kaldırım taşına oturuyor. Süslü hanımın parlak büyük telefonla uğraştığını seyrediyor. Arabasının bagajını açarak orada bekleyen süslü hanımın yanına giderek ayakta dikiliyor. Birkaç saniye onun yüzüne baktıktan sonra, “Benim annem daha güzel.” diye haykırıyor. O an içinden neler geçti bilmiyorum ama ben ve süslü hanım, şefkatli bakışlarla onun o güzel yeşil gözlerine dalıyoruz. Merhametli ses tonuyla, “Tabi ki senin annen daha güzel.” diyor kadın. Gururlanıyor kız.
    Koşarak gelen erkek çocuk sırtındaki okul çantasını arabanın bagajına koyuyor. Mendil satan kız anlıyor süslü hanımın oğlunu almak için orada durduğunu. Sonra vedasız çekip giden lüks arabanın arkasından bakıyor kısa bir süre.
    Bizim gönlümüze düşürdüğü gülden bir tebessümün farkında olmadan dağınık saçlarını tekrar toplayarak trafiğin arasına dalıyor mendil satmak için. “Bir tane alır mısınız?” Sesi araba kornalarında kaybolup gidiyor.
    Onun ardından bakakalıyorum. Akşamın karanlığı ikindinin üzerine sindiğinde üşüdüğümü fark ediyorum. Sessizce, “Hadi kalk” diyorum kendime “Kelebek ömrü kadar olan bu hayatta yapacak işlerin var. İkindi, gazel ve kız bugünkü dersin olsun. Dünyanın gürültüsünde kaybolan kalbinin sesini dinle ki huzurun miracına yol alasın. Hatırla ki sende bir ömrün ikindisindesin.” Birbirine karışmış duygularımla evimin yoluna düşüyorum dalgın ve suskun. 09.12.2016/ANKARA

  • Mustafa AKBABA.”PETROL MESELEMİZ”

    Osmanlı Hanedan mensuplarından olan Bülend Osman 87 yaşında Paris’te vefat etti. Yurda getirilen cenazesi özel izinle Fatih Camii haziresinde bulunan büyük dedesi Gazi Osman Paşa’nın yanına, 14 Şubat 2017 Salı günü ikindi namazını müteakip defnedildi.
    Sultan Abdülhamid Han’ın kızı Naime Sultan ile Gazi Osman Paşa’nın oğlu Kemalettin Paşa’nın evliliğinden olan Mehmed Cahid Bey sürgüne çıktığında 25 yaşında yeni evli bir delikanlıydı. Mehmed Cahid Bey’in yegâne oğlu olan Bülend Osman 1 Mayıs 1930 da sürgünde dünyaya gelmişti.
    Bu girizgâhtan maksadımız: Hilafetin kaldırılmasının ardından Hanedan mensuplarının apar topar yurtdışına sürgüne gönderilmeleri, orada sefil bir hayata mahkûm edilmeleri hakkında bir yazıya kapı aralamak değildir. O konuyla ilgili pek çok makale ve kitap neşredildi, halen de neşredilmeye devam ediyor, edilecektir de. Zira hanedana yapılan o haksızlığı bu millet içine hiç sindiremedi. O elim vakadan dolayı, ecdadına saygılı olan ve onlara her zaman şükran borcu olduğuna inanan millet fertleri, kendi vicdanlarında oluşturdukları mahkemeler ile müsebbipleri yargıladılar.
    Burada gelmek istediğim konu şudur:
    NEVZUHUR dergisinin 56. sayısında “Muslukları Bize Akmayan Musul” başlığını taşıyan bir yazım yer almıştı. Orada; petroller konusunda araştırmalar yapan ve o konuda ciddi belgelere elde eden Raif Karadağ’ın 1973 yılında bir cinayete kurban gittiğinden bahsetmiştik. Benzer bir durum da yukarıda adını zikrettiğimiz Bülend Osman’ın babası Mehmed Cahid Bey’in başına gelmiştir.
    Gurbette doğup anavatanına defnedilen Bülend Osman, 2010 yılında dedesi Abdülhamid Han’ın yâd edildiği törene bir mektup gönderir. Bu mektupta o konuyla ilgili bakın neler söylüyor:
    “Babam, Musul ve Kerkük petrolleriyle ilgili çok şey biliyordu. Belge ve vesikaları muntazam biriktirmişti. İstanbul’a geldi. Sene 1974 idi. Önemli demeçler verdi. Times, Le Monde, Le Soir bunları manşete taşıdı. Babam 10 gün sonra şüpheli bir şekilde trafik kazasında Hakk’ın rahmetine kavuştu. Elindeki belgeler de otelinden çalındı. (15 Şubat 2017, Türkiye Gazetesi, s.9)
    Görüldüğü gibi; petroller konusuna el atan ve 1973 yılında ölen Raif Karadağ ile aynı konuya el atan, bir yıl sonra 1974’te ölen Mehmed Cahid Bey’in akıbeti ve her iki vakada da otel odalarından belge ve vesikaların çalınması ne kadar çok benzerlik gösteriyor.
    Abdülhamid Han ileriyi çok iyi görebilen bir padişahtı. Petrolün sadece aydınlanmada değil, sanayideki öneminin de anlaşılmaya başlamasıyla, dönemin güçlü devletlerini bölge üzerinde mücadeleye sevk edeceğini fark etmişti. Devlet mülkü olan bu bölgelerin elden çıkma ihtimaline karşı oraları şahsî mülk zırhı içerisinde koruma altına almıştı. Bu düşünceyle, memleket genelinde nerede stratejik öneme sahip gelir getiren arazi ve işletme varsa padişah mülkü haline getirilmiş ve idaresi Hazine-i Hassa Nezareti bünyesine aktarılmıştı. Bu sayede arazi ve maden yatakları üzerinde işletme kurmak isteyen yabancı talipler doğrudan Hazine-i Hassa’ya yani padişaha başvurmak mecburiyetinde kalacaklardı. Dahası, bu emlakten arazi satın almaları veya herhangi bir müdahalede bulunmaları da kişi mülkü olmasından dolayı söz konusu olmayacaktı. Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra buralar şahsi mülk olmaktan çıkartılarak Hazine-i Hümayun’a aktarılıp devlet mülkü haline getirilmiştir. Savaş sonrası Osmanlı mülkü paylaşılırken petrol havzaları da böylece elden çıkıp gitti. (Bu sebepten Filistin toprakları üzerinde İsrail Devletinin de kurulması sağlanmış oldu.)
    Her ne kadar tarihi seyir böyle olup ve bu sebepten petrol yatakları üzerinde hakkımızın kalmadığı söylense de elinde önemli belge bulunduran kimselerin ardı ardına öldürülmesi insanın aklına kocaman bir (Acaba?) sorusu getiriyor.
    Cennetmekân III. Selim Han’ın şehit edildiği zaman cebinde bulunduğu söylenen ve adeta rüyada görmüşçesine akıbetini tasvir eden;
    “Kendi elimle yâre kesip verdiğim kalem
    Fetvâ-yı hûn-ı nâ-hakkımı yazdı iptida”
    (Kendi elimle yontup yâre sunduğum kalem, ilk önce haksız yere benim idam fermanımı yazdı.) beyti, Cennetmekân II. Abdülhamid Han’ın kaderine (öldürülmemiş de olsa) ne kadar uygun düşüyor.
    O iftiralarla dolu fetva ile sadece Abdülhamid Han hal edilmiş olmadı, koskoca Osmanlı’nın da ölüm fermanı verilmiş oldu.
    (NEVZUHUR Dergisi/Sayı:58)

  • Mustafa COŞKUN.”NASIL BİR ÖĞRETMEN?”

    Sağlık, adalet ve eğitim gibi konular ilk insanlardan başlayarak bu güne değin en güncel konu olagelmiştir. Herhangi bir insan düşünülemez ki, bu ve benzer konulardan uzak yaşamış olsun. İnsanlık, tarihi gelişimin doğal sonucu olarak teknolojinin, bilimin, bilginin doruk noktasını yaşadığı bu günlerde belki de her zamankinden daha çok eğitime –öğretime değer vermek durumundadır. İnsanın bulunduğu yerde en önemli varlık yine insandır ve insanın eğitimi en çok üzerinde durulan konudur.
    Bu bilgi çeşitliliği içerisinde bilgiye ulaşmak, bilgiyi kullanmak ve bilgiyi yorumlamak daha anlamlı bir hali ifade etmektedir. Mesela klasik anlamda doktor denildiğinde her hastalığın tedavisiyle ilgilenen meslek anlaşılırken sadece göz hastalıkları için şimdilik 10’dan fazla ayrı uzmanlık alanından bahsediliyorsa gelecek çağlarda kim bilir daha hangi bilgilerden bahsedeceğiz.
    Bilim ve teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin nihai noktada bir insan dokunuşuna, sözüne, bakışına mutlaka ihtiyaç duyulacaktır. İşte tam bu noktada nasıl bir insan ve bu insanı yetiştirecek “Nasıl Bir Öğretmen ?” sorusu cevaplanması gereken en hassas sorudur. Uç örnek olarak bütün kâinatın mahvına yol açacak bir “Bomba!”nın pimini çekip çekmeme iradesini gösterecek insanı kim eğitecek, kim öğretecek?
    Bu soruya tam bir tanım veremem. Ancak bazı genel özelliklerini verebilirsem, çerçeveye her bakanın farklı şeyler görebileceği soyut bir resim yerleştirmiş olabilirim diye düşünüyorum.
    AKADEMİK YETERLİLİK
    Öğretmen olarak yetiştirilecek aday insan, temel eğitimden hemen sonra öğretmen yetiştiren okullara alınmalı ve istisnalar hariç yine öğretmen yetiştiren 6 yıllık akademilerden mezun edilmelidir. Son 2-3 yıl danışman-rehber öğretmenler nezaretinde farklı özelliklerde ve bölgelerde uygulamalı eğitimden geçirilmelidir. Böylece öğretmen adayının mesleğini içselleştirmesi sağlanacaktır. 6 Yıllık bu eğitimden sonra geniş katılımlı bir komisyon adayın öğretmenlik yapabilmesine onay vermelidir. Tecrübe kazanmak başka şeydir, acemiliğini atmak başkadır. Akademik eğitimin programında alan bilgisi, mevzuat bilgisi, pedagojik bilgi, Türk devlet geleneği, Türk medeniyeti, Türk ve dünya eğitim tarihi, Çağdaş Eğitim anlayışı, proje hazırlama gibi konular mutlaka verilmelidir.
    BEŞERİ (SOSYAL ) YETERLİLİK
    Adab-ı muaşeret (görgü) kurallarını bilmeyen ve uygulamayan biri öğretmen olmamalıdır. Ütülü bir elbisenin, boyalı bir ayakkabının, çatal bıçak tutmanın anlamını kavramış bir kişilik olmalıdır. Her kesimle, içi sevgiyle dolu bir halde sosyal ilişki kurabilmeli. Her karakterde öğrenci veya diğer ilgililer olacaktır. Öğretmen onları sevgiyle kucaklayabilmelidir.
    İMAN VE İNANÇ YETERLİLİĞİ
    Allah korkusu olmayanın hiçbir şeyden korkusu olmaz gerçeğinden hareketle dindar ve temelini dinden alan ahlakî anlayış ve etik değerlere haiz olmalıdır. Millî, manevî ve insanî değerler şahsiliğin önünde olmalıdır. Herhangi bir şey kanunî veya hukukî olsa da etik olmayabilir. Etik değerler odunu, ağaç yapan değerlerdir.
    SOSYAL STATÜ YETERLİLİĞİ
    Kişinin değerini yine kendi kişiliği belirler. Sırdaş olması, çevreye saygısı, empatikliği, sempatikliği gibi. Ancak destek unsuru olarak özlük ve sosyal haklar kişinin sosyal statü kazanmasında önemli etkendir. Öğretmen 24 saat, 365 gün, bir ömür öğretmendir. Mesleğini severek yapması bu sürece ivme kazandırır. “ Dünyanın bütün çiçeklerini getirin “ diyen kaç meslektaşımız var? Öğrencilerini sevgi ve şefkatle kucaklamayı beceremeyen bir öğretmen şahsına yönelik teveccühü nasıl artırabilir? Bu gün mevcut öğretmenlerimizin tamamına yakını gönülden isteklerine bağlı tercihleri olarak bu mesleği yapmıyorlar. Öğretmen olmaya mecburlar. Böyle bir mecburiyet, mesleğini zoraki yapmak itibarın yitirilmesinin öncelikli sebebidir. Öğretmenlik en itibarlı meslek hiç olmadı belki. Ama sonlarda da yer almamalıdır.
    ADALET VE EŞİTLİK ANLAYIŞI YETERLİLİĞİ
    Örneklerine sıkça rastlamışızdır. Öğrencinin daha adını bile sormadan velisinin kim olduğu ve neyle uğraştığıyla ilgilenmek bundan sonraki dönemlerde öğrenciye nasıl yaklaşılacağının işaretidir. Öğrencinin hangi sosyal ve ekonomik çevreden geldiği sadece eğitimi için göz önünde bulundurulmalıdır. Not konusunda olduğu gibi öğrenciye sergilenecek tavır ve davranışlar da velinin konumuna göre belirlenmemelidir. Her çocuk özeldir. Kişiselliğe görelik olmalıdır.
    DEMOKRATİK YETERLİLİK
    Uluslararası yapılan sınavlarda öğrencilerimizin arka sıralarda yer almasının en önemli sebebi demokratik anlayışa sahip okul ve toplum kültürünün oluşturulamamasıdır. Evde, işte, arkadaşları arasında düşüncelerini paylaşması, yorum yapması formal ve informal yollarla engellenen birey zamanla kendi özel alanına çekilmekte ve üretici, yorumlayıcı özelliklerini kullanmamaktadır. Öğretmen sınıfta, okulda, evde, sokakta velhasıl her ortamda demokratik bir iklim oluşturabilmelidir. Hakkını arayan, yazılı sonucuna itiraz eden öğrenciyi öğle veya böyle cezalandıran bir öğretmen yetiştirdiği öğrencinin sosyal hayata tutunacak elini kırıyor demektir.
    ÖLÇME DEĞERLENDİRME YETERLİLİĞİ
    Eğitim hangi amaçla yapılırsa yapılsın başlangıç ile bitiş arasındaki fark ölçülebiliyor olmalıdır. Bu ölçmeyi ilk elden yapacak öğretmen ölçme değerlendirmeyi son bilimsel verilere göre yapabilmelidir. Hala ortaöğretimde öğretmen, öğrencinin ne kadar doğru yaptığına değil neyi yapamadığına not veriyor. Not öcü unsuru olmaya devam ediyor.
    GÜNCELLENME / İNOVASYON
    Yenilikçi olmalıdır bir öğretmen. Hiçbir bilgi durağan değildir. Bilgiye hizmet veren asla durağan olamaz. Yeni ve yaratıcı düşüncelere, yaklaşımlara açık olmalıdır. Öğretmen kendini güncellemeli, kendisi bunu yapmıyorsa yapılmalıdır.
    BİLİMSEL YETERLİLİK
    Öğretmen bilimsel bir anlayışa, yaklaşıma sahip olmalıdır. “Bizim zamanımızda”, “biz lisedeyken”, “ben ilkokuldayken” anlayışları geleneksel anlayışın yansımasıdır ve dünün güneşidir. Hâlbuki çamaşırlar bu günün hatta yarınların çamaşırlarıdır. Genelde eskimiş ve köhnemiş bir zihniyettir. Eğitimde gelenekçilik vardır ama tali konumda olmalıdır. Öğretmen bilim insanı değildir ancak bilimsel bilgilerle hareket etmelidir. Başarılı bir öğretmen için aranacak bilimsel yeterlilikte gözlemcilik, araştırmacılık, sorgulayıcılık, akıl ve zekâ olmazsa olmazlardandır.
    İDEALİSTLİK YETERLİLİĞİ
    Hayali, ideali, ülküsü ve beklentisi bulunmayan eğitimcinin bu özellikleri taşıyan bireyler yetiştirmesi zaten beklenemez. Kendisi, ailesi, toplumu, milleti ve bütün insanlık adına hayaller taşımak insan olmanın gereğidir. E. Hölnel “ Yüksek ülküsü olmayan insanlık, basit bir çaba içindeki karınca topluluğundan başka bir şey değildir. “diyor.
    GÖNÜL VERME YETERLİLİĞİ (ADANMIŞLIK)
    Diğer bütün ara başlıkları da içine alabilecek yeterliliktir. İnsan birinci unsur olduğu için gönül verilmeden bu işin başarılması mümkün değildir. Devlet memuru mantığıyla asla çalışılamaz. Mesaiyi, dinlenmeyi, benim işim miydi vb. düşünen öğretmen olamaz. Olmamalıdır.
    Özetle İnsanın ruhunu, aklını, gönlünü şekillendirmenin gayreti içerisindeyiz. Bir eğitimci olarak kişinin yaratılışında bulunmayan bir vasfı ona kazandıramayız. Bizler aslında insanda var olan bir özelliği ya törpülüyoruz ya da cilalıyoruz çoğu zaman.
    Yukarıda özetle vermeye çalıştığımız yeterliliklere eklemeler yapılabilir pek doğal olarak. Her yıl öğretmen alımları gerçekleştiriyoruz ve meslek içerisindeki öğretmenleri hizmetiçi eğitim kursu, seminer, toplantı ve yayınlarla yetiştirmeye çabalıyoruz. Bu uğraşılara katkıda bulunma amacıyla düşüncelerimi paylaşırken son bir gerçeği daha vurgulamalıyım. Evet, , “Öğretmenlik meslektir, ama meslekten ötelerdedir.”
    Öğretmen yetiştirecek eğitim kurumlarının ıslah edilmesi ve bu kurumlardaki öğretim görevlilerin yetiştirilmesinden başlayarak eğitim mantalitesi sil baştan yenilenmelidir. Kant’ın değişiyle “ İnsan bir gayedir, vasıta değil.”

  • Saffet ÇAKAR.”ARZ-I HAL”

    -Efendimize (s.a.v)-

    Arz-ı hâlim Resûl-i Kibriyaya yazayım,
    Ahmed ü Mahmûd’a… O Mustafa’ya yazayım.

    Şu inleyen ehl-i imanın feryatlarını,
    Bedre, Uhut’a, Mina ve Kuba’ya yazayım.

    Dünyaya sarıldık da toprak olduk büsbütün,
    Hicrânımı Sidret’ül Müntehâ’ya yazayım.

    Cibril iner diye ehl-i tevhidin aczini,
    Koşayım da Mescid-i Aksa’ya yazayım.

    Perîşanız, sen dargınsın gelmezsin Efendim,
    Ruhsat ver gelsin Ali Murtazâ’ya yazayım.

    Bu fânide göstermezsen yine nur yüzünü,
    Şu sevdalarımı Âl-i Âba’ya yazayım.

    Ümmetin İslam’ı arıyor Senden uzakta,
    Hasretlerimizi Merve Safa’ya yazayım.

    Cibril akıl, Sen aşk idin de geçtin öteye,
    Aşkın rehberimdir, Arş- ı Âlâ’ya yazayım.

    Seni anlamayan beşer ağlamakta her gün,
    O yaşları ben, Kubbet’ül Hadrâ’ya yazayım…
    26 Haziran 2003/

  • Yalçın YÜCEL.”Afşin ağıdı”

    175054_178868168822977_4360000_o

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

  • Yalçın YÜCEL.”Sebepsiz bekleyiş”

    175054_178868168822977_4360000_o

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Sebepsiz bekleyiş

    Şimdi bu durakta beliyorum sebepsiz
    Anılara koşuluyor düşüncelerimin bir kısmı
    Eski bir dost yeniden geçmiş günleri deşerken
    Bu durakta beliyorum şimdi, sebepsiz

    Aç bir çocuğun fırın önündə beklediği gibi bekliyorum
    İçimdeki uçurumlar yankılanıyor yeniden
    Birkeç görüntü geçiyorlar yanımdan
    Durup, bekliyorum her şeye karşın, sebepsiz

    Böyle beklemeler zaman zaman oluyor bende
    Kalan taşlar yerlerinden oynuyorlar sanırım
    Yeniden bir dirilmiş midir diyorum
    Eskidiler biliyordum, ben bile eskimişken bu kadar

    Kaç kez oldu bu bekleyiş, saymadım
    Neye yarar ki zaten, geçmişten kalma şarkılar söylenirken içimde
    Bu durakta bekliyorum, öylece tek başına
    Niyedir demeyin, sormayın hiç, bekliyorum, sebepsiz

  • Yalçın YÜCEL.”Türkiyem”

    175054_178868168822977_4360000_o

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Bir özlem sarıyor ansızın içimi
    İsmini pıçıldıyorum kulağına: TÜRKİYEM
    Çok canlar yitirdik senin yolunda
    Çok acılar yaşadık
    Aşkımızı şehir şehir ünledik
    Bayrak bayrak estik rüzgarlarla
    Tespih taneleri gibiydi inancımız

    Bir an önce
    Özgürlük sevincini yaşamanı istedi gönüller
    Sadık yurdum, kınalı toprağım benim
    Ekin tarlalarım, yüce dağlarım, karlı tepelerim
    Yaban çiçekli yamaçlarım
    Bir özlemsin her şeyinler: TÜRKİYEM

    Daha nice yıllar seninle geçecek
    Nice insanların yaşlanacak kutsal torpağında
    Şu özgürlük kokan ellerim
    Artık kumaş dokuyacak bağrında
    Sen ki, dilden dile dolaşan övgüleri sevmezsin hiç
    Sen ki, alçak gönüllü, hoşgörülü anayurdum: TÜRKİYEM

  • Yalçın YÜCEL.”Başka bahar”

    175054_178868168822977_4360000_o

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Bademler yeniden çiçeklenecek
    Yeniden şenlenecek dallar
    Ve seni hatırladacak yeniden
    Saçlarına bağladığım kurdele duruyor mu daha

    Çiçekleri dökülmüştü ellerine
    Gülüşmüştük
    Bu yüzdendir belki de bahar sevgim
    Ya da sen olduğundandır içimde o zamanın

    Gelmedin hiç
    Sormadın buralarda bir sevenim var diye
    Bu bahar mıdır beni hep huzursuz eden
    Sen yoksan ne fark eder kihangi mevsim

  • Yalçın YÜCEL.”Hiç evim olmadı”

    175054_178868168822977_4360000_o

    Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi

    Hiç evim olmadı benim
    Ev sahibi kelimesini hiç sevmedim
    Ne zaman kapım çalınsa
    O kelme dikiliverir karşıma
    Kaşları çatık
    Elleri, yüzü benli
    Çirkin mi çirkin

    Hiç evim olmadı benim
    O kadar para kazanmamışam demek ki
    Benim gibi olanlar nasıl yapmışlar
    Hem yazlık hem de bağ
    Bilmem, bir şey de diyemem
    Diyeceğim
    Becerikli adamlarmış doğrusu

    Hiç evim olmadı benim
    Olsaydı bir
    Balkonu da olsaydı yola bakan
    Kurulurdum koltuğumu bir rahat
    Bir elimde çay
    Diğerinde sigara

  • Zeynəb DƏRBƏNDLİ.”Varam mən”

    11665411_1690704784490598_9087155491968421030_n

    Azərbaycan Jurnalistlər Birliyinin Sumqayıt şəhər təşkilatının Gündəlik Analitik İnformasiya Agentliyi və Azərbaycanın Mədəniyyət və Ədəbiyyat Portalının “Cənubi Qafqaz Xalqları üzrə xüsusi müxbir”i,
    İraq Türkmən Yazarlar Birliyinin, Dərbənd Ədəbiyyatçılar Birliyinin, Azərbaycan Yazıçılar Birliyinin üzvü

    Ulu Dədəm Qorqudun qopuzuyam, diliyəm,
    Əyilməz Qazan xanın, qılınc tutan əliyəm,
    O qanlı keçmişimin soyumamış külüyəm,
    Dəmirqapı Dərbənddə, bir canlı əsərəm mən,
    Bu dünyada varam mən.

    Beyrəyin sərt baxışı, mənim gözlərimdədir,
    Neçə min illiklərin, sözü sözlərimdədir,
    Qırğının, qovhaqovun yükü dizlərimdədir,
    O nanəcib düşmənin, yolunu kəsərəm mən,
    Bu dünyada varam mən.

    Güllədən dəlik-dəlik Qalamın divarları,
    Qıfılı itkin düşmüş, dərbədər qapıları,
    Hələ çox sayacağıq, gəlib gedən Xanları,
    Demərəm ki ocağam, ya da ulu pirəm mən,
    Bu dünyada varam mən.

    Zeynəbəm, söz əhliyəm sözə bağlı insanam,
    Əyridə çox uzağam, düzə bağlı insanam,
    Sanmayın ki acizəm , gözü bağlı insanam,
    Əksinə, deyirəm ki, qız cildində şirəm mən,
    Bu dünyada varam mən.

  • Görkəmli Azərbaycan şairi Əliağa KÜRÇAYLI.”Dəniz sakit olanda”

    Dəniz sakit olanda
    Sahilə gəldi uşaq.
    O baş vurdu sulara
    Əl-qolunu ataraq.

    O bilmirdi dənizdə
    Fırtına var, dalğa var,
    Suların həmləsindən
    Parçalanır qayalar.

    O nə görüb nə bilsin –
    Ona dərə də düzdür.
    Ancaq mənim gözümdə
    Dəniz elə dənizdir.

    1960