Mekân, sözlük anlamı olarak, yer, mahal kelimelerinin karşılığıdır. Mana ise anlam demektir. Bir yer tarif edilirken muayyen sınırlar belirtilerek, bir toprak parçası tarif edilebilir. Bu tarz mekânlar insanlara bir hüviyet kazandırır. “Nerelisin, neredesin?” gibi sorulara verilen cevap insanın bulunduğu mekânlardır. Dolayısıyla mekânlar, insanlar açısından bir kimlik belirtisidir. Bu mekânların, insanlar açısından, bulunduğu yerin tarifi dışında da bir manası vardır. Bir yerin belirli bir anlam kazanması için, o yerin yurt olması için fiziki koşulların yerine getirilmesi dışında, manevi koşulların da yerine getirilmesi şarttır.
Türkler bin yıl önce geldiği ve mütemekkin olduğu bu toprakları siyasi anlamda fethetmenin dışında manevi anlamda da fethederek bu coğrafyaya mana katmıştır. Türkistan coğrafyasında at koşturan Türkler, zamanla geldikleri Anadolu’yu, Horasan erenlerinin kattığı manevi ruh ile yurt bellemiştir. Anadolu Türklerden önce, Diyar-ı Rum olarak adlandırılırdı ve Darü’l-harp idi. Bu mekânın fethi sonrası yurt tutulması için dönüştürülmesi gerekliydi. Bu da Anadolu mayası sayesinde oldu. Anadolu dönüştü ve Darü’l-İslâm oldu. Bu mayanın bu topraklara çalınmasında, Pir-i Türkistan Hoca Ahmet Yesevî’nin, Anadolu’ya gönderdiği erenleri büyük rol oynamıştır. Bu Alp-erenler hem toprakları hem de gönülleri fethetmekteydiler.
Mekânlar maddi unsurlardır. Bu maddi unsurların belirli bir şuur ışığında manevi unsurlarla bütünleşmesi, anlam kazanması lazımdır. Şuurlu bir manevi iklimi oluşturan esaslar da kültür, edebiyat ve sanattır. Bir mekânda bulunan milleti düşünün. Bu milletin belirli bir kültürü, örfü, âdeti ve gelenekleri bulunmazsa bu millet şuursuz bir yaşam sürer. Bu tarz milletler yok olup gitmeye mahkûmdurlar. Aynı şekilde bir milletin birleştirici unsuru olan bir dili olmalıdır. Bu dili kullanma sanatı da o milletin edebiyat ve şiirdeki yerini gösterir. Bunlar olmadan ne mekânlara ne de gönüllere sahip olunamaz. Tabi ki şunu da belirtmek gerekir ki bir mekân yoksa mana aranmaz, aynı şekilde mekâna da değer katan manadır. İkisi de birbirini tamamlar. Bu nedenle mana ararken mekândan; mekân ararken de manadan olmamak gerekir.
Cemil Meriç’e biz neyi kaybettik? diye sorsanız: “Türkiye ruhunu kaybetti. Toprak mı? En değersiz şeyimizdir belki de! Belki de en değersiz şeyimizi kaybedince her şeyimizi kaybettiğimizi anladık. Ruhumuzu” cevabını verir. Bu bağlamda şunu söyleyebiliriz, siyasi veya askeri olarak bir coğrafyayı işgal etmek, sömürmek isteyenler ilk önce o milletin ruhunu sömürür. Dinini, dilini, tarihini, edebiyatını hâsılı kültürünü sömürdükten sonra emellerine daha kolay ulaşır. Yani mekânı elde etmek için manayı zedelerler.
Türk’ün ruhunu anlamak için bulunduğu mekânları gözlemlerken, o mekânlara kattığı manayı da gözlemlemeliyiz. Mesela, Harput Ulu Cami’ye bakarken sadece inşaat teknikleri veya mimari özelliklerine değil aynı zamanda o eserin hangi zihniyete göre inşa edildiğini anlamaya yönelik bir zihniyet çözümlemesine gitmek gerekir. Ya da Süleymaniye’nin mimarı, Mimar Sinan, o camiyi inşa ederken maddi âlemde nasıl bir manevi ruha sahipti bunu bilmeliyiz. Ancak o zaman bir mekân bizler için mana taşır.
Mekân sahibi olmak o mekânı korumayı da gerektirir. Bunu yapmak için de gerekli tedbirler alınmalıdır. Mekânın niteliğine göre alınan fiziki, siyasi, askeri tedbirlerin yanında mekânın sahip olduğu manayı da korumak lazımdır. Bir örnek mekân olarak vatanımızı ele alırsak, maddi korumanın yanında mananın korunması için gerekli şey törenin muhafazasıdır. Töre, manayı muhafaza ederken aynı zamanda maddi olarak toprağın da muhafazası için önemlidir. Türkçe’nin söz varlığı olarak niteleyebileceğimiz Dîvânu Lugâti’t-Türk, “İl gider; töre kalır.” demektedir. Devletler yeniden kurulabilir ama töre kalıcıdır. Buradan hareketle şunu söyleyebiliriz, yıkılan mekânlar tekrar kurulabilir ama o mekâna katılan mana kalıcı olur. Fakat mana kaybolursa tekrar onu kazanmak çok güç olabilir. Türkler bir mekânı elde ettiği vakit o mekâna hizmet götürür, adaletle hükmeder. Böylece hem maddi anlamda toprağını korur hem de mana dünyasının temelini teşkil eden, insanı esas alan bir yönetim tarzı güderek manayı da muhafaza eder.
Manevi dünyanın en önemli unsurlarından biri kültürdür. Kültürün varlığı “söz” ile doğru orantılıdır. Kutadgu Bilig: “Ölüden diriye kalan miras, sözdür.” diyerek sözün üstünlüğünü vurgular. Söz akılla yol alır ve söz ancak içerdiği öz ile bir mana taşır. Söz söyleyebilme sanatına da şiir diyebiliriz. Şiir, manevi anlamda kültürün vatanı olarak nitelenir. Söz ustamız olarak işaret edebileceğimiz Yunus Emre de Anadolu topraklarının ihyasında önemli bir vasfa sahiptir. Anadolu topraklarının mayalanması için atılan tohumların meyvesidir Yunus Emre. Maddi âleme sözü ile mana katan Yunus Emre bugünlere kadar sözünü iletebilmiştir ve sözünü söylediği topraklar hâlâ sapasağlam ayakta durmaktadır. Yunus’un ortaya koyduğu bir eserle Mimar Sinan’ın inşa ettiği bir eser aynı amaçladır. Hatta Mehmet Akif’in İstiklal Marşı ile Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun Malazgirt Marşı da aynı amaçla mekâna mana katar.
Bir coğrafyanın manevi iklimini inşa ederken bunu kültür ile yaparız. Burada kültürün içinde ele alabileceğimiz, örf, âdet, gelenek, töre; dil, edebiyat, şiir gibi unsurlar manevi iklimin inşasında önemli yer tutar. Mesela, Anadolu coğrafyasının manevi iklimde Yunus’un dilini, Fatih Sultan Mehmet’in inanmışlığını ve azmini, Süleyman Askerî Bey’in fedakârlığını, Âşık Veysel’in dostluğunu, Arif Nihat Asya’nın milli duygularını, Fikret Memişoğlu’nun vefasını birlikte hissederiz. Mekânları değerli kılan ruhu ve bu ruhun teşekkülünde mühim yer tutan kültürü dikkatle korumalı ve yaşatmalıyız. Bunu yaparsak yaşadığımız mekân bizim için bir anlam ifade eder. Milletimizin köşe taşları olarak niteleyebileceğimiz insanların söz ve tecrübelerine kulak vererek, maddi dünyamızı manevi ruh ile bürüyüp yolumuza daha emin adımlarla devam etmeliyiz.
Bir mekân olarak Elâzığ’ı ele alırsak, Cengiz Aytmatov, Türk Dünyası’nın manevi azığı, olarak niteler aziz şehir Elâzığ’ı. Bu da gösteriyor ki Elâzığ mana kazanmış bir şehirdir. Anadolu coğrafyası başta olmak üzere bunun gibi manalı örnekleri çoğaltabiliriz. Bu hususta, mana kazanmış bir mekân olan Harput’un yetiştirdiği, Şeyh-ül Muharririn Ahmet Kabaklı diyor ki: “Allah saklasın, Türkiye olmasa, şu devlet, şu bayrak, şu dil, şu kültür, şu musiki, şu milli varlık olmasa, senin üzerinde fareler güler. Alırlar Ağrı’nı, Marmara’nı, Erciyes’ini, Ege’ni Çukurova’nı, seni de sülaleni de mezhebini de ırkını da dinini de sınıfını da köle ederler. Topla aklını başına, kendine gel başkaları getirmeden…” Kabaklı hocanın da belirttiği gibi mekânlarımızı, toprağımızı muhafaza ederken; kültürümüzü, milli varlığımızı hâsılı manevi dünyamızı da muhafaza etmeliyiz. Yoksa maddi ve manevi bakımından çok mühim bir konuma sahip olan Anadolu coğrafyasında hür yaşayamayız.