Bu sayımızın konusu “SÜNNET” hakkında, Muhammed Emin YILDIRIM hocamızla sohbet ettik.

Muhammed Emin YILDIRIM: 1973 yılında Erzurum, Horasan’da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Erzurum’da tamamladı ve İstanbul’a geldi. Medrese ilim tahsiline başladı ve devam ettirdi. 1999 yılından sonra Mısır’da İslami ilimler, Arapça’yı kapsayan ve beş yıl süren çalışmalara başladı. 1999 yılından bu yana Hizmet vakfında siyer ve sahabe üzerine çalışmalar yapmakta ve eserler vermektedir.

Kardelen–Neler sünnettir, sünnet kavramını anlatır mısınız? Peygamberimizin (sav) söz ve fiillerinden hangileri sünnettir? Mümin’in iradesine bırakılmış bir alan var mıdır?

M. Emin YILDIRIM–Bismillahirrahmânirrahîm. Sünnet dediğimiz şey, Peygamber aleyhisselâmın aslında mirasıdır. Onun yaptıkları, konuştukları, yanında yapıldığı zaman takrirleri yani sükûtla karşılayıp tasdik ettikleri ve bir de özellikle sahabeye, sahabe üzerinden de ümmetine bunlar benim sünnetimdir diyerek özellikle dikkat çektikleridir. Aslında biz sünnet dediğimiz Peygamber mirasını, Müslümanca düşünme ve Müslümanca yaşama diye tarif edebiliriz. Aleyhisselâm Efendimiz önce o mirasıyla bizim düşünce dünyamızı inşa ediyor, sonra da o düşünce dünyamızın üzerinden bize bir amel sahası kuruyor. Aslında sünnet dediğimiz şey bu yönüyle de Müslümanın hayatıyla alâkadar olan kısımlardır. İslâm dediğimiz din, hayatın her alanına dokunduğu için Efendimiz (sav) de hayatın her alanında Müslümanca duruşu, Müslümanca hali, Müslümanca temsiliyeti sünnetiyle bize göstermiştir. Biz Peygamberimizin bu sünnetini siyer ve hadis kitaplarının üzerinden öğrenebiliriz. Bize Kur’ân’ın “üsve-i hasene” olarak gösterdiği o Peygamberi tanıdıkça da onun sünnetiyle yakınlaşabiliriz. O sünnetle de yakınlaştıkça Allah’ın razı olduğu dini, o aziz İslâm’ı yaşama noktasında gayret içerisinde oluruz.

–Kısmet olursa dergimiz Ramazan ayında okuyucusuyla buluşacak. Peygamberimizin (sav) Ramazan ayı sünnetlerini anlatır mısınız?

–Peygamber aleyhisselâmın Ramazanda yaptığı en önemli şeylerden bir tanesi, Hicrî ikinci yılda malûm Ramazan, oruçla birlikte Müslümanların gündemine girdi. Hemen şöyle bir şeyle başladı Efendimiz, “bizimle ehli kitap arasındaki oruçların farkı bizim oruçlarımızda sahur olmasıdır” dedi. Oruç dediğimiz ibadet geçmiş ümmetlerde de var. Ama o ümmetlerde sahur yok. Bizde sahur var ve sahuru bereket diye isimlendiren bir Peygamber (asm) var. Orucun uykuya tutulmaması gerektiğini, uyanık olunması gerektiğini, iftarın gözlemlenmesi ve iftar anında sevinç duyulması ve iftar anında dua edilmesi, iftara başlarken dua ile başlayıp yemeği bitirirken dua ile bitirilmesi, iftar anında hemen bir anda yemek yemeye yoğun bir biçimde yüklenilmemesi, fasılalar verilerek yenilmesi gerektiği, iftarda az sahurda çok yenilmesi konusundaki tavsiyesi, Ramazan’da da geçerli olduğu üzere midenin üçe bölünmesi, üçte birinin su, üçte birinin yemek ve üçte birinin boş bırakılması, “kıyamul leyl” dediğimiz Ramazan gecelerinin taçlı gelini olan teravihin gündem edilmesi, Ramazan’da özellikle cömertliğin arttırılması, hayırların arttırılması, kırgınların küskünlerin birbirleriyle barıştırılması adına adımlar atılması, komşuların hatırlanması, sıla-î rahimin onarılması ve daha nice şeyleri Ramazan ayında (asm) Efendimizin sünnetleri olarak sayabiliriz. 

–Müslümanlar olarak Efendimiz’e (sav) muhabbetimizi mübarek ism-i şerifleri anıldığında salavât getirerek belirtiyoruz, Ahzâb Suresi 56. âyette de Cenâb-ı Allah “Allah ve melekleri peygambere salât ediyorlar; ey iman edenler, siz de ona salât ve selâm edin” buyuruyor. Âyette “Siz de O’na salât edin” denirken okuduğumuz salavâtlarda biz değil Allah’ın salât etmesi için dua ediyoruz. Bu âyeti nasıl anlamalıyız?

–Salât ve selâm. Burada iki tane kavram var aslında. Selâm anlaşılıyor zaten, Peygamber (asm)a selâm göndermek. Salât, biraz daha Kur’ân’daki bütünlüğü çerçevesinden ele alınması gerekir. Aslında salât dediğimiz şey; peygamberin dâvâsına fiilî bir biçimde destek olmaktır. Çünkü salâtın destek diye de bir mahiyeti, bir mânâsı var. Allah’ın salâtı da aslında Allah’ın desteğidir. Meleklerin salâtı da meleklerin desteğidir. Bizim salâtımız da destektir aslında. O Peygamberin sünnetine sahip çıkmak, onun dâvâsına sahip çıkmak aslında bir yönüyle salâttır. O salâtın birçok boyutu var. Meselâ sözlü salâttır aslında bizim salâtu selâm diyerek Peygamberimizin adından sonra en güzel, en ihtiramlı cümleleri söylemek. Ama aklın da salâtı var. Aklın salâtı, O’nun getirdiklerini aklı ikna ettirmektir. Kalbin salâtı var. Kalbin salâtı, O’nun getirdiklerine kalbi itminana erdirmektir. Bedenin salâtı var. Bedenin salâtı, peygamberin dâvâsına bu bedeni, bu hayatı bir yönüyle teslim kılmaktır. Ailenin salâtı var. Ailece peygamberin dâvâsına sahip çıkıp destek olmaktır. İlââhir bu şekilde yürütülebilir bu. Dolayısıyla biz salât kavramını biraz daha fiilî destek olarak anlamamız en doğru anlam olsa gerek. 

–Bilhassa uzun metin ve konuşmalarda, her ismi zikredildiğinde salâvat getirmek, anlama ve anlatmada esası takip bakımından dikkat dağınıklığına sebep olabiliyor; bunun için ne yapmak gerekir?

–Bu konuda başta İmam-ı Şafi olmak üzere bazı âlimlerimiz. bir konuşmada ya da bir yazıda başta salât ve selâm getirildiğinde ondan sonra adı her anıldığında getirilmiş olarak kabul edilir diye bir ruhsat vermişlerdir. Ama ne olursa olsun aslında Peygamber (asm)ın adını andığımızda getirdiğimiz salât ve selâm bize fayda sağlar. O zaten gökte de yerde de övülmüştür. Allah ona salât etmiştir, melekler ona salât ve selâm etmektedir. Bizim salât ve selâmlarımıza O’nun ihtiyacı yok. Ama bunu göndermemiz, bunu söylememiz bizim mü’minliğimizin kalite kazanmasına vesile olacağı için isterse bin defa söylemiş olalım bir konuşma içerisinde, her defasında o güzel ismin arkasına en güzel ihtiram cümlelerini eklemek bizim için farklı bir fayda oluşturacaktır. Ama dediğim gibi ruhsat adına eğer bir şey istersek âlimlerimiz böyle bir ruhsat da bize vermişlerdir. 

–Müslüman kendi dilinden “O’na salât ve selâm olsun” dese salâvat getirmiş olur mu?

–Tabii ki, bunun bir çeşidi yok. Bir sürü şey söylenebilir. Sadece Türkçe bile bir insan “Allah’ım Peygambere selâmlarımı ilet, salâtımı ilet” dese olur. Ama bizim Sallallahu Aleyhi ve Sellem dememiz, Aleyhissalâtü Vesselâm dememiz, Aleyhisselâm dememiz, daha farklı salât ve selâm cümlelerini söylememiz ya da Delâilü’l Hayrât gibi kitaplarımızda yer alan salât-u selâmları okumamız dua niyetiyle farklı şeyleri söylememiz de tabii ki o selâmlarımızı Peygamberimiz (asm)a ulaştırır. 

–Efendimiz’e (sav) olan muhabbette Türk milleti diğer Müslüman milletlerden biraz daha farklı bir anlayışa sahip. Meselâ naat-ı şeriflerin büyük bir kısmı Türkçe yazılmış. Mevlid-î Şerif’te Efendimiz’in (sav) dünyaya teşriflerine gelindiğinde ayağa kalkılıyor. Milletimizin bu muhabbeti nasıl oluşmuş, değerlendirmeniz nedir?

–İslâm ümmeti içerisindeki bütün milletlerde aslında peygamber aşkı farklı bir boyutta var. Meselâ özellikle Hindistan, Pakistan, Afganistan coğrafyasında gerçekten çok güzel bir peygamber aşkını görmek mümkündür. Bu aşkın farklı farklı tezahürlerine de rastlamak mümkündür. Araplar içerisinde de var. Meselâ Arapların mevlidi sayılan Kaside-î Bürde aslında bir yönüyle Süleyman Çelebi’nin mevlidini çağrıştırır. Orada da Efendimizi övecek çok güzel ifadeler kullanılır ki, biliyorsunuz şairler ta sahabe döneminden itibaren Efendimizi en güzel bir biçimde o şiirleriyle aslında övdüler. Hasan Bin Sabit’in ifadesiyle Peygamberimizi anarak aslında şiirlerini övmüş oldular. Kürtlerde de Mevlid-î Şerif var meselâ. O konuda da çok güzel bazı kasidelere rastlamak mümkün. Sizin de soruda belirttiğiniz gibi Türklerde de bu his var. Evet, Türklerde biraz daha bu iş farklı bir boyutuyla var. Bizim milletimizin peygamber aşkı gerçekten takdire şayan bir aşktır. Yüzyıllar boyunca (asm) Efendimizin adına, O’nu çağrıştıracak nice sembole, değere farklı bir anlam yüklemişlerdir. Özellikle Süleyman Çelebi’nin mevlid-î şerifi ve o mevlid okunurken her bahrında, her bölümünde yapılan şeyler ayrıca bu sevginin farklı farklı tezahürlerini ortaya koyar. Bu konuda Efendimiz (asm) için ne yapılırsa azdır. Çünkü onu sevmek imanın bir konusudur. İmana konu olan o sevgiyi ortaya çıkarabilecek her türlü vesile de en güzel şekliyle kullanılmalıdır. 

–Bazı yol büyükleri Mevlid kandili Kadir gecesinden daha mübarektir, eğer Efendimiz’in doğumu olmasaydı Kadir gecesini de bilmezdik demişler. Efendimiz’e ümmet olmanın ne büyük bir nimet olduğunun ne kadar farkında bugün ümmet? Bu söz ile birlikte değerlendirebilir misiniz?

–Kadir Gecesi’nin değer ve kıymeti açık bir biçimde Kur’ân-ı Kerîm’de beyân edilen bir şey. Bin aydan daha hayırlı bir gece. O geceye değer katan şey de Kur’ân-ı Kerîm’in nâzili. Kur’ân-ı Kerîm ile ilk muhatap olan da Allah Resulü (sav). Dolayısıyla burada bir yorumlama yoluyla elde edilen bir şey var. Ama yine de bu tarz ifadeleri kullanırken biraz daha dikkatle kullanmakta fayda var. Nihayetinde Efendimiz (asm)’ı övmek için, O’nun değer ve kıymetini ortaya koymak için yorumlara da ihtiyacımız yok. Kur’ân zaten bunu en güzel bir biçimde ortaya koyuyor. Biz Kur’ânımızdan Hz. Peygamber’i öğrenmeye başladığımızda, onlarca âyetle Hz. Peygamber’in değer ve kıymetini öğreniyoruz Kur’ân’dan. Onlarca âyette O’nun görevlerini ve yetkilerini öğreniriz ve yine onlarca âyette, o yetki ve görevlerinin sınırlarını da öğrenmiş oluruz. Kur’ân’daki o âyetler Peygamber sevgisini gönlümüzde farklı bir boyuta taşıyabilecek bir vesile. Dolayısıyla o âyetler üzerinden meseleye yaklaşmak ve değerlendirmek daha doğru ve daha isabetli bir yola götürür. 

–Efendimize yazılan naatlar arasında mevlid gecelerinde hep okuna gelen Mevlid-î Şerif’in özel bir yeri var. Bu eserle ilgili neler söylersiniz, diğer dillerde bu tür eserler var mı? Bu açıdan Efendimiz’in şair ve şiire yaklaşımı hakkında neler söylersiniz?

–Biraz önce söyledim meselâ Araplarda İmam Bûsîrî’nin “Kaside-i Bürde”si aslında bizim Mevlid-î Şerif gibi Arapların içinde yaygın olan bir şeydir. Başka dillerde de var. İşte Kürtçe’de var Mevlid-î Şerif. Ama Süleyman Çelebi’nin yazdığı mevlid çok daha meşhur olmuştur. Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimizi çok farklı boyutlarıyla ele alan, farklı boyutlarıyla değerlendiren ve biraz da işin ihlâs boyutu da var tabii ki. Allah o ihlâstan dolayı farklı bir bereket ihsan etmiştir, o mevlide. Bunların hepsi Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimizin şânını, değerini, kıymetini ortaya koyan vesilelerdir. Peygamber (asm) da kendi huzurunda bazı şairlerin, kendisine ait, İslâm’a ait bu tarz şiirleri dillendirmelerine müsaade etmiştir. İşte Hasan bin Sâbit (ra), Abdullah İbn-i Revaha (ra), meşhur şair olan Kâ’b İbn-i Züheyr (ra) ve daha niceleri. Efendimizin yetki verdiği, izin verdiği bu şeyler de bizim için de aslında birer delildir. Demek ki Peygamberimiz bu şekliyle övülmekten hoşlanıyor. Çünkü O’nun övülmesi de bir yönüyle bizi O’na yaklaştıracak bir vesile olduğu için ortaya konması gerekiyor. Her ne ise bizi Allah Resûlü (sav)’e ulaştıracak ve O’nun sevgisini yüreklerimizde genişletecek, derinleştirecek, bizim onlara daha farklı bir biçimde sarılmamız gerekir. 

–Efendimize Habibullah diyoruz, bu sözden ne anlamalıyız?

–“Habibullah”, “Allah’ın sevgilisi” demek, Allah’ın sevdiği ve sevgisinde çok farklı bir yer verdiği “Âlemlere Rahmet” olarak kıldığı ve gerçekten başka birçok peygamber içerisinden seçerek “Hâteme’n Nebiyyin” yani “Son Peygamber” kıldığı, “İki Cihan Serveri” Aleyhissalâtu Vesselam Efendimizi kastetmiş oluruz ve biz çeşitli ifadeleri görürüz peygamberlerde. İşte Nuh Aleyhisselâmı konuştuğumuz zaman “Neciyullah” deriz “Allah’ın kurtardığı” anlamında. İbrahim Aleyhisselâmı “Halilullah” olarak anarız. “Allah’ın dostu” anlamında. Hz. İsmail’i “Zebihullah” olarak anarız. “Allah’ın kurbanlığı” anlamında. “Mesihullah” deriz meselâ Hz. İsa’ya, “Kelimullah” deriz Hz. Musa’ya. Gelir söz, Peygamber (sav)’e; tüm bu söylenenleri sanki içerisine alırcasına, “Son Peygamber” olarak O mühür basacak bu işin sonuna. Onun için O’na da “Habibullah” deriz “Allah’ın Sevgilisi” anlamında. Bundaki kasıt da, Allah’ın kendisini çok çok sevdiği mânâsındadır ki O’nun adının “Muhammed” olması, hem yerde, hem de gökte övgüye mazhar olduğu anlamındadır. Dolayısıyla böyle bir sevgiyi ortaya koyan bir ifade olarak “Habibullah”ı, Efendimiz (asm) için kullanırız. 

–Efendimizi hep hoşgörülü olarak gösterme çabası var ancak biliyoruz ki Efendimiz eli ile yetim başı da okşuyordu, kılıç da tutuyordu. Günümüz Müslümanları Efendimiz’i nasıl doğru tanıyıp ondan örnek alabilirler?

–O’nun hayatını kâmilen, doğru bir biçimde öğrenen birisi, şunu çok rahat bir biçimde görür. Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimizin bir hususiyeti öne çıkıp da diğer hususiyetleri gölgede kalan birisi değil. En kâmil insan O… En kâmil insan demek ne demek? İnsanlığın her alanda ulaşabileceği en büyük zirvede O duruyor. Ondan ötesi yok. Merhamette öyle, şefkatte öyle, itidalde öyle, cesarette öyle, şecaatte öyle, ilimde öyle… Yani aklınıza gelebilecek her türlü özellikte öyle… Dolayısıyla Efendimizin sadece bir yönünü öne çıkararak anlatmak doğru değil. Bazen işte merhameti öne çıkarılarak anlatılabilir ama orada merhameti var da, cesareti yok anlamına gelmez elbette ki. Müsamahası anlatılırken, müsamahası var da, adaleti yok diye bir şey de anlaşılmamalı. Bunlar var ve hangisi varsa, hangisini alacaksak, insanlığın varabileceği en son noktaya varmış biri olarak var. Böyle anladığımız zaman, Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimizin hayatını bir kâmil misâl, bir kâmil örnek olarak ele alıp inceleriz. 

–Bugün Ehl-i Beyt dendiğinde akla Efendimiz ile birlikte Hazret-i Ali, Hazreti Fâtıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin geliyor. Ancak o “beytte” başkaları da vardı. Ehl-i Beyt ve Hamse-i Âli Aba kavramlarından ne anlamalıyız?

–Hamse-i Âli Aba dediğimiz şey Peygamber (asm)’ın cübbesinin altına aldığı, Hz. Fâtıma, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’dir ki, beşincisi Efendimizin kendisidir. Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz, Hz. Fâtıma’yı işaret ederek: “Her peygamberin soyu kendindendir, benim soyum da Fâtıma’dandır” diyerek, o soyun aslında bir yönüyle Ehl-i Beyt’i de işaret ettiğini ortaya koymaktadır. Ancak biz Ehl-i Beyt kavramını Kur’ân’da ele aldığımızda; Peygamberin hanımlarının da Ehl-i Beyt olduğunu, Peygamberin evinde farklı bir biçimde mânen Ehl-i Beyt olarak isimlendirilen başka isimler olduğunu da biliyoruz. İşte Selman-ı Fârisî… İranlı olmasına rağmen, Allah Resûlü (sav); “Selman benim Ehl-i Beytim’dendir” demiştir. Ancak biz yine de Hz. Fâtıma’nın soyunu, Hz. Ali ve Hz. Fâtıma’nın soyu ama özellikle Fâtıma Validemizin soyunu, Hz. Hasan’ı, Hz. Hüseyin’i Ehl-i Beyt’in soyunun başı olarak kabul ederiz. Bundan dolayı da İslâm coğrafyalarında, Hz. Hasan soyuna “Şerif”, Hz. Hüseyin soyuna “Seyyid” denir. Bu iki ana damar, dinin intikal ve muhafazasında da Allah tarafından farklı bir övgüye mazhar kılınmış bir soydur. Allah, onlardan her türlü kiri, kötülüğü gidermiştir. Onlar tertemiz insanlar olarak her zaman için toplumda dinin en güzel yaşanabilmesinin örneği ve modeli olmuşlardır. Dolayısıyla Ehl-i Beyt’i biz Peygamberin aziz hatırası olarak da kabul edip, onların üzerinden de bu mânâda dinin en güzel bir biçimde yaşanabileceğinin örneklerini aramak durumundayız. 

–Efendimiz’in temiz zevceleri, Ezvac-ı Tahirat validelerimiz sultanlarımız, Kur’ân-ı Kerîm’in âyeti ile sabittir ki müminlerin anneleridir. Hal böyleyken nasıl bazıları Hz. Ayşe validemize söz söyleyebiliyor? Bu, âyete muhalefet değil mi?

–Tabii ki müminlerin anneleri, onların imanları, ahlâkları Kur’ân tarafından desteklenmiştir. (Ennebiyyu evlâ bilmu/minîne min enfusihim(s) veezvâcuhu ummehâtuhum) Ahzâb suresinin 6. âyeti; Peygamber müminlere kendi öz canlarından daha öncelikli daha evlâdır. Onun hanımları da müminlerin anneleridir. Dolayısıyla biz başta Hz. Hatice annemiz olmak üzere Hz. Ayşe annemiz, Meymune validemiz, Mariye validemiz, Cüveyye validemiz, Safiye anamız, Ümmü Seleme anamız, Ümmü Habibe anamız ve daha niceleri… Hepsini kendi öz annelerimiz gibi görürüz. Öz annelerimizden daha azize biliriz. Daha öncelikli biliriz. Kendi annelerimize karşı yaklaşımımız neyse onlara karşı olan yaklaşımımızı da aynı şekilde değerlendiririz. Her kim ki kalkar da o annelerimizden birine dil uzatırsa, hele hele o dil uzattıkları Kur’ân’da, başka âyetlerde de, Nur suresini hatırlamak durumundayız. İfk hadisesinden sonra nazil olan âyetlerde temizliği, ahlâkı Kur’ân’da tasdiklenen Ayşe anamıza dil uzatırsa o iman noktasında bazı şeyleri kaybetmiş olur. Öyle bir hali yapan bir insan gerçekten çok büyük bir vebal ve cürüm üstlenmiş olur. Allah katında farklı bir vebalin sahibi olarak sorguya çekilmeye müstehak olur. Müminler tarafından da kınanır, çünkü Kur’ân’ın teskiye ettiği bir annemiz hakkında ileri geri konuşmak insanı iman derecesinde çok tehlikeli boyutlara vardırır. 

–Son dönemde malûm, “benim aklım var, Kur’ân’ı kendim okuyup anlarım” zihniyeti hâkim. Bu anlayışa karşı ne diyeceksiniz?

–Aklımızın olması Kur’ân’ın üzerine aklımızı çıkaracağımız anlamına gelmez, burada temel kaide şudur. Selim akıl, sahih nakil ile çatışmaz. Hiçbir zaman böyle birbirlerinin rakipleri değildir. Akıl, vahye teslim olduğu oranda selim bir akıldır. Biz akıllarımızı kullanırız, aklederiz, düşünürüz, akıllarımızı hayırlı işlerde kullanırız ama aklın selimiyetini koruyabilmesi için Kur’ân’ın ve sünnetin rehberiyetine ihtiyaç duyarlar. Eğer kalkar bu noktada herkes kendi aklını kutsar ve kendi aklını mutlak otorite kabul ederse ortaya yüzlerce, binlerce düşünce çıkmış olur. Aslında Kur’ân’ın bu noktadaki rehberiyeti, Peygamberimizin bu noktadaki rehberiyeti, âlimlerimizin o iki temel kaynaktan bize aktardıkları, bizim nerede duracağımızı gösterir. Aklımızın olması bize haddimizi bilmeyi öğretir ve onun gereğini yerine getirir. Dolayısıyla bu noktada dikkatli olmak gerekir. Akıllı olmakla akılcı olmak aynı şeyler değildir. Aklı vahyin kontrolüne vermekle aklı putlaştırmak da aynı şey değildir. Burada haddimizi bilerek sınırları ihlal etmememiz gerekir. 

–İletişim imkânlarının gelişmesi ile maalesef hadis olduğu iddia edilen bazı sözler, daha fazla yayılır oldu. Sünnet veya hadis diye ifade edilenlerin gerçekliği konunun uzmanlarının işidir. Vatandaş olarak bunları ayırt edebileceğimiz bir yöntem mevcut mu?

–E tabi bu noktada bazı şeyleri ayırt edebilmek, elbette ki biraz altyapıyı gerektirir. Bu noktada kardeşlerimizin şöyle bir şeye dikkat etmeleri gerekir. Sosyal medyada ya da internet sitelerinde gördükleri her şeyi hemen hadis diye kabul etmek alıp paylaşmak doğru değil. Bazen altına Buhârî, Müslim yazmış olsalar dahi ne yazık ki bu noktada çok ciddi bir bilgi kirliliği yaşandığı muhakkak. Bizim için aslolan kitaptır. Bizim hadisleri öğreneceğimiz temel kaynaklarımız bellidir. Buhârî, Müslim, İmam Nesaî, Tirmizî, Ebu Davud, İbni Mace, Ahmed bin Hanbel’nin Müsned’i, İmam Mâlikî’nin Muvattası ve daha niceleri… Bu ana kaynaklardan mümkün olduğu kadar ya bizim kendimizin bizzat gördüğü ya da sözüne itibar ettiğimiz, ilmine güvendiğimiz insanların paylaşımlarının üzerinden bizler de bazı şeyleri öğrenmeliyiz. Biz kitap ümmetiyiz dolayısıyla ilmi de kitaplardan alırız. Kitapları bize veren âlimlerden alırız. Bu konuda daha duyarlı ve dikkatli olmak her açıdan bize fayda sağlayacaktır. 

–Bu sene Ramazan ayı ile ilgili bir projeniz var mı?

–Evet bu sene Allah izin verirse Siyer Tv’de “Siyer’den Hayata” diye 30 bölümlük her akşam yapacağımız bir programımız var. Geçen sene Bekir Develi kardeşimizle “Herkes için Siyer” başlığı altında Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellemin doğumundan vefatına kadar olan bölümü işledik. Bu sene de Peygamberimizin örnekliliğini işlemeyi hedefliyoruz. İşte bir eş olarak, bir baba olarak, bir tüccar olarak bir komutan olarak, bir devlet başkanı olarak, bir muallim olarak, bir mürebbih olarak, bir doktor olarak, bir çevreci olarak Allah Resulünün hayatını inşallah işleyeceğiz. Hayırlara vesile olmasını Rabbimden niyaz ediyorum. Okuyan kardeşlerimin de özellikle dua etmelerini istirham ediyorum. 

–Teşekkür ederiz.

Kaynak: http://kardelendergisi.com/