BAKKAL MAHMUD’UN KIZI
“Bir sigara iç oğlan / Gel kapıdan geç oğlan
Seni bana vermezler /Bu sevdadan geç oğlan
Hacı pınar’ın düzü /Mevlâm ayırdı bizi
Bakkal Mahmud’un kızı/ Yaktı yandırdı bizi “
Bu türkü Siverek’te yaşanmış bir aşkın sonunda dökülmüş ‘acumuklu bir destan’ gibi dudaklardan. Sonra bu işin ustaları tarafından derlenmiş, musiki katılmış kulaklarımıza hoş gelsin diye. Sevdalar, pınarlardan öyle bir akmış ki… Yakmış yandırmış söyleyenlerini de…
Diyor ya, Bedri Rahmi Eyüboğlu:
“Ah bu türküler,
Ana sütü gibi candan,
Ana sütü gibi temiz.
Türkülerde tüter dağ dağ, yayla yayla,
Köyümüz, köylümüz, memleketimiz.”
Rahmetli Müslüm Gürses’in, Abdullah Yüce’nin zirveye çıkışlarında dillerinden düşmedi bu türkü. Huri Sapan’ın plaklarından farklı çıktı sanki bu ezgi. Urfa’dan derlenen bu türküyü bizler de çok dinledik. En son “Müslüm” filminde seyriyle beraber derinliğine daldık bu kulaklarımıza hoş gelen ama öyküsünü sonradan öğrendiğimiz türkünün.
Öyle ya: Her aşığın bir ahı var…
Bundan üç yıl önce Tokatlı şairlerimizden Süreyya Kaya, Elazığ-Diyarbakır Kültür Buluşmalarında tanıştığı Feray Sayan adında bir hanımefendiden bahsetti bana. Anneannesinin 1915 yılında tehcir sırasında acı şartların getirdiği olaylar döneminde Niksar’dan Urfa/ Siverek’e gelin olduğunu, annesinin de kendi annesinden dinlediği hatıralarla büyüdüğünü ve Niksar’ı çok merak ettiği halde bir türlü gidemeyişindeki hasreti dile getirdi.
Biz de Feray Hanım’la bir müddet sonra tanıştık ve gerekli mesajları aldık. Zamanla görüşmelerimiz arttı ve o yılların kayıtlara girmeyen bazı acı hatıralarını dinledim ondan.
Sonrası bizi Urfa /Siverek’te annesinin yaşanmış bir öyküsüne ve yakılan “Bakkal Mahmud’un Kızı “ türküsüne getirdi.
Biz önce Feray Sayan Hanım’dan kısaca bahsedelim:
1959 Siverek doğumlu. Daha yirmi günlükken İstanbul’a taşınmışlar. Babası kullandığı kamyonunu satarak İstanbul’da taksi hattı satın alıp çalışmaya başlamış ama günün birinde astım hastalığına yakalanmış. Tedavi için gittiği doktor ona oksijeni bol kendi memleketini önerince ailecek 1965 yılında Siverek’e geri dönmüşler. İki yıllık istirahattan sonra iyileşmiş ama maddi yönden sıkıntıya girince Ceylanpınar Devlet Üretme Çiftliği’nde işe başlamış.
Kendisi, babasının görevi nedeniyle taşındıkları Urfa Ceylanpınar’da Ceylan İlkokulu’nu, Ceylanpınar Ortaokulu’nu daha sonra taşındıkları Diyarbakır’da Ticaret Meslek Lisesi’ni bitirmiş. 1982 yılında yaşıtı Celal ile evlenmiş dört kız evladının annesi olmuş. Halen eşi ve kızları ile birlikte Diyarbakır’da yaşıyor ve bazı sivil toplum kuruluşlarında insanlara faydalı olmaya gayret ediyor. AFASDER (Anadolu Sanat Eğitim ve Spor Derneği, Diyarbakır Kültür, Turizm ve Musiki Derneği üyeliği ve Yeniden Yaşam Kanserle Mücadele Derneği Yönetim Kurulu Üyeliği yapıyor. Ayrıca bir siyasi partinin de çalışmalarına aktif bir şekilde katılıyor.
Feray Hanım’dan kısaca da olsa bahsettikten sonra Niksar ve Siverek arasında uzun bir tarihi yolculuğa başlayalım.
Milletlerin kaderinde olduğu gibi o ülkelerde yaşayan insanların da tarihin seyri içinde değişik kaderleri vardır. İşte bu elinizde olmayan kaderin sizi ne zaman nereye sürükleyeceğini bilemezsiniz. Tehcir adını verdiğimiz fırtınalı yılların ve göçün hazin hikâyesi içinde bulursunuz dillere destan olan Bakkal Mahmut’u ve eşi Naciye’yi.
Mahmut, Urfa’nın Siverek kazasından yakışıklı, uzun boylu yağız bir zabittir. Askerliği Niksar’a çıkmıştır. Şimdiki gibi değil tabii o vakit askerlik… Bir cepheden bir cepheye… Niksar Kalesindeki Askerlik Şubesinde görevlidir. Osmanlı Devleti’nin buhranlı yıllarına denk gelir onun askerliği. Önce Balkan Savaşları, peşinden Birinci Dünya Savaşı… Bir yanda Çanakkale, bir yanda Ruslarla bitmeyen savaşlarımız ve binlerce Mehmetçiğin donarak şehit olduğu, esir düştüğü Sarıkamış felaketi. Bu zor şartlarda isyanlar sonucunda devletin güvenliği ve geleceği için vatanından, Anadolu’dan göç ettirilen insanların sefaleti. Yani Tehcir…
Diğer yanda da bu fırtınanın içinde Nadya ve eşi komşularının : “Gitmeyin biz sahip çıkarız” sözlerine rağmen kucaklarındaki iki yaşındaki yavrularıyla çaresizlik içinde kalabalığa karışarak terk ederler güzelim yeşil Niksar’ı… Yollar kimini menziline götürür kimini yarısında bırakır. Nadya bu hazin göç sırasında sevgili eşini kaybeder ve çaresizlik içinde yola devam eder.
İşte Mahmut’la tanışması da bu sırada gerçekleşir. Kafileyi korumakla görevli askerler içinde olan Mahmut yüzlerine güzelliğini gizlemek için kömür karası sürmüş ancak ellerini unutmuş kucağında küçük çocuğuna sarılan bu kadına acır ve ilgi duyar. Atından iner ve matarasındaki su ile yüzünü yıkattığı Nadya’nın güzelliği karşısında önce şaşırır ne diyeceğini ne edeceğini bilemez, biraz bekleyip süzerek sorguladıktan sonra:
-Gel seni bizim memlekete götüreyim. Der.
Çaresizdir zaten memleketinden ayrılışın ve sevdiği eşinin kaybı ile yaşadığı acı içinde yapılan bu beklenmedik teklifi kabul eder Nadya , atının terkisine bindiği yakışıklı zabitle uzun bir yolculuktan sonra kendisini Siverek’te bulur.
Siverek’te Müslümanlığı kabul ederek Naciye adını alır ve evlenirler. Yıllar geçer birbirlerini severler ve iki erkek Recep ve Mustafa ile iki kız Münire ve Nadime gelir, Niksar’dan kucakta gelen ve Sabri adını verdikleri evlatlarına kardeş olarak.
Niksar’da iken maddi durumları iyi olan Naciye’nin ailesinin kumaş mağazaları vardır, kendisi de iyi bir terzi olarak yetişmiştir. Gelirken biriktirdikleri altınları elbisesine özenle dikerek Siverek’e gelinceye kadar saklamasını bilmiştir. Altınları bozdurup o zaman göre Siverek’te pek bulunmayan büyük bir bakkal dükkânı açarlar.
Naciye’de terzilik yaparak aileye yardımcı olur hem de o şehrin sosyal yaşantısına ayak uydurmaya gayret eder. Mahallesindeki bir komşusundan Kur’an-ı Kerim okumayı öğrenir, namazını da ölünceye kadar bırakmaz. Elbette bu kolay olmaz her yerleşim bölgesinde olduğu gibi o da yerli-yabancı çekişmesinden dolayı bazen sıkıntılar yaşarsa da zamanla kendisini sevdirmeyi başarır.
Bu arada Niksar’dan haberler gelmiş :”Gel geri dön Niksar’a “ diye ama o mutlu bir yuva kurduğu Siverek’te kalmayı tercih etmiş. Bundan sonra zamanla mektuplaşmalar da kesilmiş irtibat tamamen kopmuş.
Niksar’dan getirdiği oğlu Sabri diğer kardeşleriyle beraber büyümüş ama 13-14 yaşına gelince biraz da çevresinin verdiği rahatsızlık sonucu: “Anne ben Suriye’ye gideceğim” deyip tutturmuş. Annesinin itirazına rağmen helallik alıp Halep’e giderek orada bir marangozun yanında çırak olarak çalışmaya başlamış. Ustası onu iyice yetiştirmiş ve çocuğu da olmadığı için evlat edinmiş. Zamanla iyi bir usta olan Sabri buradaki ailesinin desteğiyle 25 yaşına gelince Amerika’ya giderek iş hayatına orada devam etmiş ve evlenerek mutlu bir yuva kurmuş. Türkiye’ye bir daha da dönmemiş ancak uzun yıllar ailesiyle mektuplaşmayı sürdürmüştür.
Eşi Mahmut’un vefatından sonra içine kapanan Naciye’nin Niksar Kalesi eteklerindeki Maduru Mahallesi’nde başlayan hayatı Siverek’te daha genç sayılabilecek bir dönemde, 63 yaşında sona ermiştir.
GELİNCE ‘BAKKAL MAHMUD’UN TÜRKÜSÜ’NE’
Bunu da, Bakkal Mahmut’un torunu Feray Hanım’dan dinleyelim:
“Dedemin Siverek Hacıpınar düzündeki çeşmenin çok yakınında zamanın bütün ihtiyaçlarına cevap veren bugünkü marketlere benzer büyük bir dükkânı varmış. Eşi Naciye’nin Niksar’dan getirdikleri altınlarla açmışlar burayı.(Hacıpınar Düzü denilen yere 1933 yılında Taş ustası İbrahim Yane tarafından Selçuklu mimarisine uygun bir çeşme yapılmıştır.)
Süvari Alayı olarak bilinen askeriye o dönem bütün ihtiyaçlara cevap verdiği için dedemin dükkânından mal alıyormuş. Dillere destan bir güzellikte 1927 doğumlu olan annem Münire de dedemin olmadığı zaman dükkânı bekliyor ona yardımcı olmaya çalışıyormuş. Askeriyeye erzak alışları sırasında görevlendirilen Erzurum’un Tortum kazasının bir köyünden Hakkı adında bir jandarma eri bu alışveriş sırasında zamanla anneme âşık oluyor. O yıllarda 14 yaşlarında olan annem de Palandöken Dağlarının bu yağız Dadaşının aşkına gel zaman git zaman kayıtsız kalamayıp karşılık veriyor. Birbirlerini delicesine seviyorlar.
O yıllarda askerlik süresi bugünkü gibi değil elbette, otuz aymış. Annemi Siverek’te edindiği tanıdıkları vasıtasıyla istetiyor ama dedem: “Erzurum bize çok uzak, hasretine nasıl dayanırız?” diye vermiyor.
Sonra araya Siverek Bucak Aşiretinin ileri gelenlerini koyup iki aşkı kavuşturuyorlar. Dolayısıyla annem henüz 14-15 yaşında iken evleniyor. 1.5 yıl kadar askerlik bitinceye değin evli kalıyorlar. Siverek’te bu mutlu evlilikten 1943 yılında annem daha 16 yaşında iken Güngör adını verdikleri nur topu gibi bir de kızları oluyor. (Şu an İstanbul da yaşıyor.)
Askerlik bitince artık memleketin yolu gözüküyor. Vedalaşıp birkaç parça eşya ile trenle Erzurum’a oradan kamyonla Tortum’a gidiyorlar. Meğer Hakkı askere gelmeden önce Tortum’da amcasının kızı ile evliymiş ama bu durum nüfus kaydında görünmüyormuş. Üstelik bir de kızı varmış. Kapıda annemi kucağında kızı ile kuması karşılıyor ama elden gelen bir şey yoktur. Yığılır bir an ne edeceğini ne diyeceğini bilemez, peşinden koşarak geldiği aşkının yüreğinde iki kadının yer almasını hazmedemez. Sanki Tortum şelalesinin suları kurur gözlerinde bir an. Gökyüzüne bakar, ellerini açar bir şeyler mırıldanır, yanaklarından sızan yaşlar içinde ne dediği bilinmez.
Haliyle annem orada kaldığı iki yıl içerisinde çok eziyet yaşıyor. Neredeyse hemen her gün ev, merek, tarla arasında mekik dokuyor ve işlerinin pek çoğunu anneme gördürüyorlar. Köyde 1945 yılında Enver adını verdikleri bir oğulları oluyor. Artık severek peşinden geldiği Hakkı’nın evinde kendisine reva görülenlere dayanamaz hale geliyor. Acıları büyüyor büyüyor sonra bir yanardağın patlayıp sönmesi gibi aşkı da lavlarla eriyip kayboluyor kısa zaman içinde.
Düşünür taşınır gitmekten gayri yol bulamaz derdine. Aklına memleketine haber göndermek gelir ama nasıl? Annem Siverek’te ilkokuldan mezun olmuş. Kayınbiraderine bir mektup verip Tortum’dan göndermesini istiyor. Kayınbiraderi annemi çok sever, sözünü tutarmış. Alıp ağabeysinden habersiz mektubu Siverek’e postalıyor.
Mektup Siverek’e gelince aile toplanıp Mustafa dayımı Erzurum’a gönderiyorlar. Trenle Erzurum’a giden dayım annemin köyüne ulaşıyor. Bakıyor ki kardeşi perişan bir vaziyette ve oldukça zayıflamış. Kucağındaki çocuğunu emziriyor. Eniştesi Hakkı’ya :
-Sen neden yalan söyledin, bekârım diye bizi kandırdın. Sevmek böyle midir? Diye çıkışıyor.
Mustafa dayım, yirmi yaşındaki annemi ve iki yeğenini alıp Siverek’e dönmüş. Bir kaç yıl sonra Hakkı’nın kardeşi Siverek’e gelmiş:”Seni Tortum’a götüreyim” Diye ama annem de ailesi de razı olmamış. O vakit kardeşi :”Geliyorsan gel yoksa çocukları götüreyim “Demiş. Kız annede kalmış, erkek olanı Enver’i almış Tortum’a dönmüş. Bu olaydan sonra haliyle boşanma da gerçekleşmiş.(Hakkı’nın da daha sonra ailesiyle birlikte Erzincan’a oradan da İstanbul’a göç ettiğini hatta iki kardeş Enver ile Güngör’ün (Yılmaz) orada görüştüklerini öğreniyoruz.)
Münire ve Hakkı’nın bu derin ama sonu bahtsız aşkı unutulmaz. Gazinolarda Abdullah Yüce’nin, Müslüm Gürses’in Huri Sapan’ın ve nice sanatçının mikrofonlarında şenlenir. Plaklara alınır, kasetlere kaydedilir, beyaz perdede şekillenip tüm dünyaya yayılır.
Bunu sağlayan da onların aşkına bir vefa borcu misali kayıtsız kalmayan komşuları Bandocu Mehmet Efendi’dir.
Onların bu aşkına şahit olan müzikle de uğraşan komşusu Bandocu Mehmet Öcal yıllar sonra bu türküyü yakıyor. Türkü ilk kez gün yüzüne çıkınca çevre tarafından biraz ayıplanmış, neden bu türküyü ona yaktı diye eleştirilmiş.
Bu dramın ardından birkaç yıl geçiyor annemi Diyarbakır’dan, asılları Siverekli Mehmet adında bir delikanlının ailesi istiyor. Dedem ve anneannem de razı olunca annemi Siverek’ten Diyarbakır’a gelin getirmişler. Bu evlilikten ağabeyim Cihat (1955 ) ve 1959’da ben doğmuşum. Babam maddi sıkıntı çekmeye başlayınca beş altı yıl kadar Urfa Ceylanpınar Devlet Üretme Çiftliğinde çalıştı, sonra yine beraber Diyarbakır’a döndük.
Bu türkülere konu olan güzeller güzeli annemi 1983 yılında kaybettik. Babam Mehmet de 1922 doğumlu idi, o da iki yıl sonra 1985 yılında aramızdan ayrıldı. Ruhları şâd olsun diyebiliyorum ancak her gün dualarımda yaşatmaya çalışıyorum bir evladı olarak.”
Evet, bugün bu aşkın şahitleri Siverek’teki Hacıpınar Çeşmesi de, Tortum Şelalesi de sessizce akmak ve akmamak arasında zamana direniyor. Faruk Nafiz’in ‘Çoban Çeşmesi’ şiirinde dediği gibi:
“Ne şair yaş döker, ne âşık ağlar,
Tarihe karıştı eski sevdalar.
Beyhude seslenir, beyhude çağlar,
Bir sola, bir sağa çoban çeşmesi.”
O derin Leyla ile Mecnun misali aşklar bitiyor, yaşanmıyor bugün artık. Kuruyorlar bir bir… Yatağını bile ıslatmıyor, ırmaklara ulaşamadan kayboluyor sular… Bakkal Mahmud’un dünyalar güzeli kızı Münire ve Erzurum’un dadaşı Hakkı’nın aşkı gibi…