USARE DERGİSİ 9.SAYI
Dükkânları yan yana iki bakkaldan birinde alışveriş yapıyordum ki, bitişikteki bakkal, komşusuna; “Ekmek var mı?” diye sordu. O da; “Beğenirsen birkaç tane var.” diye cevap verdi. İhtimal, kendisinde kalmadığı için ekmeği oradan emanet alıp müşterisine verecekti.
Komşusu bakkalın camekânından aldığı ekmek, pörsümeye yüz tutmuş, kabarıklığını kaybetmiş, iyice yassılaşmış görünüyordu. Ben o ekmeği almazdım! Adam ekmeği aldı, üstelik peş peşe, birkaç defa: ”Allah yokluğunu göstermesin!” diyerek öpüp alnına koydu.
Önce anlamadım, adamın ekmeği öpüp başına koyması normaldi, bizim halkımız zaten bunu hep yapardı, ancak adam bunu yaparken duyurmak istediği veya vermek istediği mesajı neydi? Alınmadım diyemem çünkü o ortamda iki bakkaldan ve benden başka kimse yoktu, mesaj bana olmasına banaydı da verilmek istenen mesaj neydi, düşünmeye başladım!
Ben böyleyim işte; uzun süre görmediğim birisini görünce ismini hatırlayamasam, hatırlayana kadar düşünürüm, hatta gece bile! Az düşündükten sonra çözdüm olayı.
Her iki bakkaldan da alışveriş ediyordum. Aylar önce bir öğle vaktiydi, arkadaşlarımdan birinin elemanı, o bakkalın dükkanında, kasadan ekmek seçiyordu, ben ona; ”O seçtiğin ekmekleri ustan beğenmez, sana kızar, şunlar daha taze ve gevrek bak!” diyerek elimle seçtiğim çıtır ekmeklerden aldırtmıştım. Anlaşılan o ki adam, o sözüme fena içerlemiş, ihtimal ki müşterisi olduğum için de o gün bana bir şey söylememiş. İyi yetişmiş bir esnaf olduğu için sabırlı bir avcı gibi işi zamana bırakmış, fırsatı yakalayınca da kaçırmamıştı! Başka ne diyeyim ki; adama helal olsun!
Bizim halkımız arasında ümmi olanların sayısı hâlâ fazla olsa da ondan daha fazla sayıda ârif insanımız vardır, her zaman aklımda olmasa da bunu bilirim. Neden saklayacakmışım ki; adam beni mat etmişti!
Aldığım bu darbeyi zihnimde mütalaa ederken, aheste adımlarla eve doğru yürümeye devam ediyordum.
Ben her işin hakkıyla yapılmasını bekleyenlerdenim, özellikle de ekmeğin güzel yapılmasını önemserim. Fırıncının hatasını veya ihmalini ekmeğe hürmet adına görmezlikten gelmem. Ben kendi açımdan haklıydım ama adamın da kendince geçerli bir savunması mutlaka vardı!
Yedi düvelin saldırısına uğradıktan sonra Kurtuluş Savaşı’ndan zaferle çıkan milletimiz hem çok yıpranmış hem de çok örselenmiş. Bir milletin yaşayabileceği en ağır dramlardan yokluk ve çaresizliğin getirdiği kıtlığın etkisi yıllarca sürmüş. Biz, büyüklerimizden bunları dinleyerek büyüdük. Yokluğun ve açlığın acısını en çok bastıran ekmek olduğu için şimdiki kuşaktan öncekilerde, ekmeğin ayrı bir yeri vardır bu yüzden. Yakın zamana kadar o dönemden “Kıtlık yılları” diye söz edilirdi hep. Bu kıtlık yıllarında, kişi başına günlük tüketilecek asgari miktar üzerinden, ekmek satışları karneye bağlanmış. Kıtlığın bıraktığı etkiyi kısmen bilsem de ben bunları görmedim ve bilmem de, ancak canlı şahidinden dinlemiştim, hem de kaç kere. Annem nişanlı iken, nişanlısının bakkal dükkânı varmış. Babam, satmak üzere, dükkânında ekmek bulundurmak için annemin ve annemin aile efradının karnelerini toplamış, götürmüş. Karnelerin karşılığında ekmek alarak dükkânında satmış. Bir şeyi elde etmenin zorluğu, haliyle onun kıymetini de artırdığından, ekmeğe bu kişilerden daha saygılı başka kimler olabilirdi ki?
Sonraları babamın da dükkân komşusu olan, annem tarafından akrabalarımızdan birisi vardı, adam normal bir şekilde otururken aniden silkinir, birkaç saniye titreyip sarsıldıktan sonra normal yaşamına ancak avdet edebilirdi.
O meşhur kıtlık yıllarında, adamın tam da dükkânının karşısında bulunan Arasa Somun Fırını önüne yığılan, çoğunluğunu kadın ve çocukların oluşturduğu çaresiz insanlar, ocaktan ekmeğin çıktığını görür görmez; ”Emmi! Bir ekmek de bana, bir ekmek de bana, ne olur emmi bir ekmek de bana !”diye feryat ederlermiş. Her gün onlarca kez bu feryatları dinleyip insanların dramatik hâline şahit olan adamcağıza musallat olan bu tik, sara nöbeti gibi ara ara üzerinde etkisini gösterirdi. Dalyan gibi boyu ile sarsılan bu adam, hazan mevsiminde rüzgâra karşı yapraklarını tutma takati gösteremeyen ulu çınarlar gibi direncini kaybederdi.
Her gün sayısı ve miktarı belirsiz meyve, sebze ve yemekleri çöpe atan insanlardan bazılarının, övünerek söyledikleri “Bizim evde ekmek asla çöpe atılmaz.” sözlerinde belki de bu yaşanılanların veya anlatıla gelenlerin etkisi vardı.
Zihnimde kayıtlı ne de çok belgesel varmış bu alanda! Hepsi hızlıca, bir bir gösterime girmişlerdi.
Bazı eski mahallelerde, mostralık denecek kadarı ile halen bulunabilen eski evlerin lüks olanları taştan, diğerleri ise toprak kerpiçten yapıldığı için taşların veya kerpiçlerin arasında çok miktarda kovuk bulunurdu. Yaşça bizden büyük kişilerin, Kur’an’dan bir parça olmasa bile, Arap harfleri ile yazılı herhangi bir kâğıt parçası gördüklerinde, saygılarından dolayı onu yerden alıp bir duvar kovuğuna yerleştirdikleri gibi daha çok çocuklar tarafından düşürülmüş veya atılmış ekmek parçalarını da yerden alarak öpüp alnına koyduktan sonra duvar kovuklarına bırakırlardı. O günün şartlarında, hayvanları ile yoldan geçen bir kısım insanlar da duvar kovuklarına bırakılan o ekmek parçalarını toplayarak hayvanlarına yedirirlerdi. Halen de öyledir ya, ekmek söz konusu olduğunda, o insanlarda saygı en yüksek seviyeye çıkardı. Hatta ekmeklere yapıştırılan etiketler bile bıçakla kazınarak çıkarılır, asla o bölge kesilip atılmazdı.
Bilemiyorum, belki de bu insanlar zaferle ekmek arasında bir bağ kuruyorlardı. Ekmeğe saygısızlık olduğunda savaş yılları ve yokluk akıllarına geliyordu. Elbette ki haksız değillerdi, açlığı, yaşayanlardan daha iyi kim anlayabilir ki bunu?
Belgesel niteliğindeki hatıralar zihnimde canlanmaya devam ediyordu. Kıtlık yıllarını hiç unutmayanlardan birisi olarak zihnimin en seçkin köşesinde yerini koruyan biri vardı ki ben de onu asla unutamam! Bu kişi, çocukluk yıllarımızda, mahallemizde bulunan bakkallardan biriydi tabi ki!
Çocukluk yıllarımız bir farklıydı bizim, belki de yılları farklı kılan yaşadıklarımızdı. İkindiden sonra akşama yakın vakte kadar hem yollarda arkadaşlarımızla oynar hem de babalarımızın eve dönüşünü beklerdik, eve onunla birlikte dönerdik. Bizim için bu, mutlulukların en seçkiniydi. Yine bir gün, akşam saatine yakın bir vakitte, babamı karşılamıştım, ona ekmek alacağımızı söyledim. Birlikte mahallemizin en gariban bakkalına uğramıştık.
Hafızamda nasıl bir iz bırakmışsa perişanlığın, yaşlı bakkalın üzerine adeta sindiğini en belirgin çizgileriyle hâlâ hatırlamaktayım.
Adamın sürekli giydiği şalvar ve yemeniydi. Onun, ne takım elbisesi ne de kundurası olduğunu en azından ben görmedim. Düşünüyorum da en ucuz giysi bunlarmış o zaman. Adamın kendisi kadar perişan dükkânı, baraka şeklinde, tahtadan yapılarak bir evin avlusuna, yola cepheli vaziyette kondurulmuştu. Ustalık ve estetikten yoksun, yan yana dizilerek çivilenmiş tahtaların arası karadelikler misali kışın soğuğa, yazın da tozlara aralanmış gibiydi! Tahtaların aralıklarından, dışarıdan bakılınca içerisi fark edilmese de içeriden bakıldığında dışarıda bulunanlar rahatlıkla görülebilirdi.
Dükkânın içi dışından daha da perişandı. Satılan veya satılacak olanlardan; somun, birkaç kalıp sabun, çamaşır sodası, tuz, toz şeker, nadir zamanlarda kelle şeker, çocuklar için akide şeker, sakız ve benzeri, herkese ve her keseye hitap eden nevalelerden başka ne vardı ki? Başka ürünlerden dükkâna getirecek adamda ne sermaye vardı, ne de çevresinde, o günün şartlarında lüks denilebilecek mallardan satın alacak varlıklı insanlar vardı. O, garibanları bilirdi, garibanlar da onu!
Bir Osmanlı çocuğu olan bakkal, Latin harfleri ile okuma yazma da bilmezdi. Alacaklarını, duvar yerine sıra sıra dizilerek çivilenmiş o tahtaların üzerine tebeşirle ve eski yazı rakamlarını kullanarak yazardı. Alışıklarını, sadece rakamlarla yazar, isim asla yazmazdı. Hangi hesabın kime ait olduğunu bir kendisi, bir de ilgilisi yani borçlu kişi bilirdi, o da ya bilirdi ya da bilemezdi! Halk içerisinde Latin harflerini ve rakamlarını bilmeyenler olduğu gibi eski harfleri ve rakamları bilmeyenler de az değildi. Numaralanmış defter sayfaları gibi sıralanmış tahtalar üzerinde, borçlu olan herkesin yeri belli idi. Borç ödendiğinde yaşlı adam, bir bezle dikkatli bir şekilde hesabı siler, bakiyesi kalmışsa toplu olarak bakiye hesabı yazar, veresiye almaya devam edeceklerin hesap zeminini muhafaza ederdi. Tam kıtlık yılları adamıydı velhasıl. Babam bunların hepsini takip eder, ”O adamın en fazla sattığı ekmektir, hiç değilse ekmeği oradan alalım, mahallemizin esnafları arasında denge kuralım.” derdi.
Mutat olduğu üzere o gün de bakkaldan bir tane somun alarak çıkmıştık. Çocukluk hâli işte, mahallenin kabadayı, züppe tiplerinden görmüşümdür belki, somunun sivri tarafından tutmuş, sallaya sallaya, babamın yanı sıra bakkaldan uzaklaşıyordum. Babam, benim ne yaptığımın farkında değildi. Bu davranışımı görse eminim müdahale ederdi. Bugün anladığım kadarıyla o kuşağın insanları, hayatın cilvesini çok renkli yönleri ile yaşamışlardı.
Bakkaldan on metre kadar ancak uzaklaşmıştık. Müşteri hatırı güttüğünden olacaktır mutlaka, o ana kadar bir şey demeyen yaşlı bakkal, herhalde artık dayanamadı ki mahalledeki aile lakabımızı telaffuz ederek: ”Oğlum, yavrum! Ekmeği düzgün tut. Bilesin ki ekmeğe hürmet gerekir.” diye arkamdan seslendi. Belki, saygısızlık olur düşüncesiyle hemen arkasından da babama seslenerek: ”Çocuk işte, bunlar kıtlık görmediler ki, nereden bilsinler ekmeğin yokluğunun ne demek olduğunu !” diye ilave etmişti.
Bütün bunları bir şimşek çakması sürati ile aklımdan geçirirken, geçen süre içerisinde kat ettiğim mesafeyi fark edememişim.
Kapının anahtarı elimdeydi.