USARE DERGİSİ 10 SAYI
Ezan okunmadan önce camide bulunup namaz vaktini beklemeyi bile ödüllendiren bir dine inanmışlığın nimetlerinden çoğu zaman yararlanamıyoruz, evden çıktığımda ezan okunmaya başlanmıştı!
Cuma namazını kılmak istediğim cami mıntıkasına vardığımda, yakınlarda park edecek yerlerin hepsi dolmuştu, zorunlu olarak camiden uzak bir yere, bulduğuma şükrederek arabamı park ettim.
Olacak ya, bazen vaktinden birkaç dakika sonra okunan Cuma ezanı bu sefer bir dakika önce okunmaya başlanmıştı. Önce, ezan bitene kadar vakit girmiş olacağından, en azından namaza zararı yok diye düşündüm, ama benim açımdan iş hiç de öyle olmadı, müezzin aceleci davranarak ezanı çabucak okuyuverdi! Vakti sınırlı olan Cuma namazına geç kalmış birisi olarak, insanlar için bir dakikanın bile ne kadar önemli olduğunu bugün bizzat yaşayarak anlamış oldum!
Hani darda kalındığında, dayanağı olmayan bahaneler üretip sonra da yakınmaya başlayanlar olur ya, ben bahaneye sığınmadım. Benim durumumda olup da bahane üretenlere; “Bahanelere sığınacağına, ezan okunmadan camiye gelseydin ya!” denilmez mi? Ben de içimden, tam da bunu dedim kendime! Gerçekçi olunduğunda, bahanelere sığınmaya, mazeretler üretmeye gerek var mı? Bunu çoğumuz biliriz aslında, harbi olmanın her zaman iyi olduğunu da!
Bugün sanki bir farklılık vardı yaşadıklarımda, belki de dersimi alıyordum. Neden olmasın ki!
Vaktinde yapılmayan iş ve işlemlerin, vaktinde yapılanlar kadar değerinin olmadığını daha iyi anlamam için bir ders almam gerekiyordu belki, ne bileyim! Buraya kadar yaşadıklarımı galiba daha iyi yorumlamaya başlamıştım, çünkü ezan okunmuştu, bense hâlâ camide değildim. Geçerli bir mazeret olur, ona kimse bir şey diyemez, zaten böyle durumlarda, adına ibadet yapılan Allah da illa ki bu yapılacak demiyor ki.
Bilirim, yer olsa bile kapının hemen girişine namaza duranlar her camide çoğu zaman olur, bu yüzden, vakit geçirmemek için caminin ana giriş kapısına değil de arkadaki eklenti kısma yöneldim.
Hiç de zorunluluk olmadığı yani cami içerisinde olmasa da eklenti yapıda yer olduğu halde dışarda, üstü kapalı açık alanda namaz kılanlar vardı. İçeride namaz kılanlarla irtibatlı sayılsalar da bunların en azından görünümleri hoş değildi. Bunlar yüzünden, diğer geç kalanlar gibi daha dıştan dolaşmak zorunda kaldım. İçeride yer bulabilme imkânı olduğu halde buradakiler, neden sığınmacılar gibi eğreti sergiler üzerinde namaz kılmayı tercih ediyorlardı, işte bunu anlayamadım, çıkması, dağılıp gidilmesi kolay olsun diye mi? Bilemedim!
Camiye açılan arada bir kapı olsa da son cemaat mahalli denilemeyecek eklenti kısma, arka yan kapıdan girdim nihayet. Ortada acayip bir saf tutuş şekli vardı. En önde bir safta, bir de en arkada gelişigüzel saf tutan insanlar namaz kılıyorlardı. Bu iki safın arasına, en az iki, biraz sıkı durulsa üç saf daha sığabilecek bir boş alan vardı, diğer boşluklarla beraber bu da nereden bakılsa seksen, yüz kişi demekti. Bu duruma göre geç gelenler, yer bulmada zorlanarak cezalandırılmış değil de cezalanmış gibilerdi. Bilemem! Her zamanki gibi caminin içi de bundan farklı değildi, aradaki boşluklar doldurulup namaza durulsa, caminin içi, nerede ki iki saf daha cemaat alırdı. Bu, belki her zaman böyle oluyordur ama bugün geç kaldım ya, her şey sanki benim için yapılmış gibi geliyordu. Hâlbuki olur mu öyle şey?
Kapı girişindeki dar bir koridor gibi olan bu yerin hemen sağ tarafında daha geniş bir alanın da yarısı boştu. Bulduğum boş yere namaza dursam, benim gibi sonradan gelenler içeri bile giremeyeceklerdi. O geniş boşluğa geçmek için en arkada namaz kılanların önünden geçilmesi gerekiyordu, bu yüzden, namaz kılanların önünden geçmeyenlerin işi bir hayli zordu. Bunların selam vermesini bekleseler, imam hutbeye çıkacak, sünnet namazı kılamayacaklar, beklemeyip geçseler, en arkada namaz kılanlar geçiş yolunu kesmiş oldukları için onların önlerinden geçmiş olacaklardı. Herhalde bu yüzden bazıları dikilip bekliyorlardı. Bu durumda bekleyenler, namaz kılan bir kişinin önünden geçilmeyecek mesafenin, onun secde edebileceği kadar bir aralık olduğunu bilmiyor olabilirlerdi. Ben, geçmek zorundaydım, çünkü arkadan hâlâ gelenler vardı, hem onlara imkân vermek gerekirdi hem de beni tanıyıp da takip edenler olabilirdi ve ben geçtim. İleride bir yerde namaza durdum, belki o bekleyenlere bir faydası dokunmuştur, anlaşılıp anlaşılmadığını bilemem.
Namaza durdum durmasına da bir an secde edeceğim yere yakın bir yerde bir çikolata kabuğu gözüme ilişiverdi. Yapacak bir şey yoktu, namazdaydım, namazda olmanın gereği, onunla ilgilenmeyi sonraya bıraktım.
Cuma’nın ilk sünnetini, iç ezana başlanılmadan kıldım, önemli olan da bu idi. Sonradan gelen cemaat, yer açıldığından değil kendince yerleşirken, müezzin de iç ezanını okumaya başladı. Merkezden Cuma ezanını okuyan kişinin aksine, daha uzun bir zaman aralığında iç ezanı okundu. Böyle mi olmalıydı? Cuma’ya yetişmeleri için Cuma ezanının yani minareden okunan ezanın biraz uzun soluklu okunması uygun görülmüş, bugüne kadarki uygulamada hep de bu düşünceden hareket edilmiştir. Fakat diğer, içeride okunan iç ezanı için aynı durum söz konusu değildir. Belki onların da bir bildikleri ya da bilmedikleri vardır, yoksa bunlar herhalde bana nispet olsun diye yapılmamıştır mutlaka.
Sünnet namazı kıldığımdan beri çikolata kabuğu sürekli gözüme bakıyor ya da benim gözüm ona takılıyordu. Bir taraftan da; “Kabuğun orada olmasında asla kasıt olamaz, birisi düşürmüştür, cami cemaati, camilerin temizliğine dikkat ederler, orası Allah’ın evi bilinir çünkü.” yorumuyla cebelleşiyordum. Ben onunla ilgilenmeyi hep sonraya bırakıyordum ama sorun beni bir türlü terk etmiyordu, buna bir an önce çare bulmam ve sorunu zihnimden silmem gerekiyordu; etrafa bakındım, ön tarafta bir elektrikli süpürge gördüm. Nihayet kendimce bir çözüm bulmuştum; farz namazı kılmaya kalkınca, çikolata kabuğunu alıp süpürgenin yakınına bırakmayı, sonra da camiden çıkarken bıraktığım yerden alıp çöpe atmayı planladım.
Başta aklıma gelmedi, hâlbuki çocukluğumdan beri bilirim, bir şeyler atmak bir tarafa, cami içerisinde şayet kazara çerçöp cinsinden bir şeyler düşürülenler olursa, görenler, alınmasını bir başkasından beklemeden derhal onları alır, atacak yer arama gereği duymadan ceplerine koyarlardı. Çünkü bu tür şeylerden caminin arındırılmasında çok büyük sevabın olduğunu bilirlerdi. Üstelik camiler Allah’ın evi yani “beytullah” olarak bilinirdi, o mekânları pırıl pırıl temiz tutmak cemaate düşerdi. Bense büyüklerimin izinden gitmek yerine çikolata kabuğunu atacak yer arıyordum. Bir taraftan hutbeyi dinlemeye, dikkatimi oraya bağlamaya çalışıyor, diğer taraftan da kafamın içinde dolaşıp duran; “Bunu buradan almak daha çok da bana düşer, en yakınında ben varım!” fikrimi bastırmaya çalışıyordum.
Nihayet kararımı verdim, planladığım gibi yapacaktım. Kulağım hocanın hutbesinde, fakat gözlerim çikolata kabuğunda hutbeyi dinledim.
Hutbe bitti, farz namaz için kamet edilmeye başlandı ki, ben hâlâ kabuğu alıp süpürgenin yanına bırakmayı, hatta orada unutsam bile görevli süpürgeyi kullanırken kabuğu göreceğini düşünüyordum. Ben bu kurgu içerisinde, tam da namaz için ayağa kalkıyorken, yakalamış olduğum büyük bir fırsatı kaçırdım, yanımda duran on beş- on altı yaşlarındaki genç, çikolata kabuğunu yerden alıp cebine koymuştu bile!