Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temssilcisi
USARE DERGİSİ
SAYI.15
Etrafta bir gürültü koptu, yoldan geçenler, durakta otobüs bekleyenler sesin geldiği tarafa bakıyorlardı, daha iyi görebilmek için ayakuçları üzerine yekinenler bile vardı. Ne söyledikleri anlaşılmayan kişilerin sadece sert tonda sesleri duyuluyordu. Herkes gibi o da döndü baktı hatta boyunu da yükseltti. Giysilerinden özel güvenlikçi oldukları belli olan birkaç kişi bir kadının etrafında çember oluşturmuşlardı. Gücün ortasında mahsur kalan kadın hıçkırıklara boğulurken onlar güçlü olmanın zevkini yaşıyorlardı, belli oluyordu.
Gördüğü her olumsuz durumda ilk ortaya atlayanlardan olurdu. Bu yüzden kaç kere başı derde girmişti ama gördükleri karşısında seyirci kalmayı hiçbir zaman içine sindirememişti.
İşte uzaktan da olsa görüyordu, başka bir şey olmasa da ortada, güvenlikçilerin kuşatması ve bu kadar insanın bakışları altında eziyet gören bir kadın vardı. Kadın suçlu da olabilirdi ama bu şekilde ablukaya alınması ona göre onur kırıcı idi. Herkesin dilinde pelesenk olmuş; “Masumiyet karinesi” sözü belli ki burada da işlemiyordu. Olup bitenleri anlamak için olay yerine biraz daha yaklaştı, kulak kabarttı. Kadının; “Ben bir şey almadım, çalmadım, yemin ederim ki ben çalmadım.” diye sürekli tekrar ettiğini, güvenlikçilerin ise “Seni gönderemeyiz, polis geliyor, derdini onlara anlatırsın!” dediklerini daha iyi duyabiliyordu. Kadın da güvenlikçiler de hep aynı şeyleri tekrar edip duruyorlar, başka bir şey demiyorlardı. “Yok! Kadının yerinde olmak istemem!” dedi, hummalı hastalar gibi sarsıldı, titredi.
Olayı anlayan meraklı kalabalık yavaş yavaş dağılmaya hatta alanı boşaltmaya başlamıştı. Belki nefretten belki de kendilerine şerri bulaşır endişesinden, o tarafa bile bakmıyorlardı. Hele bazıları vardı ki sürüklercesine yanındaki kişinin elbisesinden çekiyor, görmemiş olması için onları uyarıyorlardı. Ortalıkta tam trajikomik bir görüntü vardı.
Alandan uzaklaşanlar gibi önce o da yoluna devam etmeyi tercih etti, geçmişte başına gelenlerden dolayı tedirgin olmuştu. Biraz ilerledi fakat gidemedi, durakladı; “İman hâle koymaz ki!” diye söylendi, tekrar döndü. Olay yerine doğru ilerlemeye başladı, fakat ayağının biri gidiyor biri gitmiyordu. Çok da yaklaşmıştı, birden durakladı. Böyle durumlarda, gücünün yetip yetmeyeceğini düşünmez, tepki vermesi gerektiğine inandığı anda tepki verirdi, benzer durumlar hem de kaç kere olmuştu. “Ah! Suçsuz olduğunu bir bilebilsem!” diye kendi kendine söylendi.
Farkındaydı, kendilerine doğru geldiğini kadın görmüştü, belki de umutlanmıştı. Masum bir edayla da sürekli ona bakıyordu, belli ki yardım bekliyordu, belki de; “Ahali, bu kadın masumdur!” diye haykırmasını bekliyordu. O kadar insan vardı ama kadın sadece kendisine bakıyordu. Oysa olay hakkında hiçbir bilgisi yoktu, “Kadın masumdur.” diyebileceği bir tek dayanak kadının ağlaması idi. Gözler yalan söylemezdi ama bilemiyordu ki. Kendi kendine; “Ne bileyim, güvenebilsem. İnsanlar artist olmuşlar!” dedi. Belki de ortada bir numara dönüyordu. “Anlamıyorum, anlayamıyorum!” dedi!
Lahavle çekti, tekrar döndü, yoluna devam etti, biraz ilerledi, bir türlü gidemiyordu, bir güç sanki “Gitme!” diye ayaklarından çekiyordu. Duraksadı, etrafı bir daha dikkatlice dinledi; ablukadan kurtulamayacağını anlayan kadın artık; “Bırakın beni.” demiyor, suçsuz olduğunu etrafa anlatmaya çalışıyordu. Kafası iyice karıştı, ne yapacağını bilemedi ama çekip gitmeyi de içine sindiremedi. Başını sağa sola çevirdi, tekrar olay yerine yöneldi. “Ne olursa olsun orada çaresiz bir kadın var, en azından bir delil olmadan yapılanların haksızlık olduğunu haykırabilirim, anlayan anlar.” dedi, sonra da; “Ne kendi kendine konuşup duruyorsun be adam deliler gibi, git ne yapacaksan yap da kurtul.” diye söylendi, sonra da kararlı bir şekilde yürümeye başladı.
Adımlarını sıklaştırmıştı ki arkadan birsi sıkı bir şekilde kolundan tuttu, çekti. Sert bir tonda; “Nereye?” dedi. Döndü baktı, karşısındaki çok sevdiği ve saygı duyduğu arkadaşı Ali idi. Başka bir arkadaşı zaten buna cesaret edemezdi. Sert bir bakışla ona; “Bırak Ali, bunu en iyi ben anlarım.” dedi. Ne demek istemişti ki? Ali; “Anlamadım.” dedi. “Senin başına böyle bir iş geldi mi?” dedi. Ali cevap vermedi. Yaşadıkları gözünün önüne geldi, gözleri çakmak çakmak oldu, boşanacak kadar yaş doldu, titrek bir sesle; “Bak Ali, bunu ben bilirim ben, ben anlarım o kadının hâlini çünkü ben yaşadım bunu!” dedi.
Lise öğrencisiydi, devre öğrencileri çok haylazlardı. Eğitim-öğretim dönemi henüz başlamıştı. O yıl idare, üç sınıftan her birini üçe bölerek her birinden aldıkları üçte bir öğrenciden bir sınıf yapmıştı. Öğrencilerin çoğu eski arkadaşlar değillerdi, sadece bir kısımları önceki yıllardan arkadaşlardı, yine de hemen her biri aynı sırada beraber oturacakları arkadaşlar bulmuşlardı. Yatılı okuyanlar, aynı ya da komşu köyden olanlar birbirlerini seçerlerken, aynı kentten, hatta aynı semtten ekonomik benzerlikleri olanlar da birbirlerini bulmuşlardı.
“Fakirlik ayıp değil!”, “Hepimiz aynı ülkenin vatandaşlarıyız!”, “Hepimiz din kardeşiyiz!” diye hep söylenirdi ama uygulamalar hiç de öyle değildi, bu söze inanmak istiyordu ama inandırıcı hiçbir uygulama ortada yoktu.
Sınıfta birisi vardı ki kendisi gibi onu da kimse seçmemiş, o da kimseyi seçmemişti, ikisi de ortalıkta, tek başlarına kalmışlardı, ancak ortalıkta kalış sebepleri farklıydı. Çalışkan, atletik, sportif olmasına rağmen agresif olan bu öğrenciyle kimse birlikte oturmak istememişti. O da bunu biliyordu. Sınıfta boş bir tek sıra kalmıştı, sıranın iç tarafına geçti, öğrencilere döndü ve gülerek; “Benim rahatımı düşündüğünüz için sağ olun arkadaşlar, hepinize yürekten teşekkür ediyorum!” dedi, boş sıraya oturdu. Kendisine de ; “Dert edinme be arkadaş, oturmak istiyorsan buraya otur, istersen kendin için çadır kur.” dedi. Mecburdu, başka seçenek yoktu, çünkü başka boş bir yer kalmamıştı.
“Zamana yayacaksın.” sözüne bağlı kalıyordu ama iş hiç de öyle gitmiyordu, günler geçiyor ikisi de birbirlerine ısınamıyorlardı, mecburi otobüs yolculuğu gibi sadece sıra arkadaşlığı yapıyorlardı.
Bir süre sonra yazılı sınavlar başlamıştı. Sıra arkadaşı sınavlarda zamanı ve fırsatları iyi kullanıyordu; zaman kaybetmemek için çifte kalemleri açıyor, silgisini hatta fazladan yazılı kâğıdını yanında hazır bekletiyordu, zamanı takip etmek için saatini de karşısına bırakıyordu. O zamanlarda kimde saat vardı ki, kendisinin de saati yoktu ama dert edinmiyordu, sıra arkadaşının saati zaten her zaman gözünün önündeydi.
Zorunlu arkadaşı, o günkü yazılı sınavı için yine bütün hazırlığını yapmış, kalemlerini açmış, silgisini karşısına koymuştu, öğretmen zili henüz çalmamıştı, su içmek için dışarı çıktı.
Öğretmen zili çalar çalmaz aceleyle dönmüştü. O, pencere tarafında, kendisi koridor tarafında oturduğu için ayağa kalkmış ve ona yol vermişti. Yerine oturur oturmaz bir telaş sarmıştı, kâğıtları kaldırdı, aşağılara baktı, bir şeylerini kaybettiği belliydi ama neydi? Hoca henüz sınıfa girmemişti. Ani ve sert bir çıkışla kendisine; “Sen mi aldın yoksa?” demişti. “Neyi?” der demez, “Neyi olacak, anlamazlıktan gelme, saatim nerede?” diye çıkışmıştı. O, dona kalmıştı, hocanın sınıfa girdiğinin farkında bile değildi, çok sert bir ses tonuyla tepki verdi. Bu ani ve sert tepkiye hoca çok şaşırmış, baka kalmıştı.
Hocalar da dâhil, sınıftaki eski arkadaşları bilirdi ki o asla öyle bir şey yapmazdı. Elleri ve dudakları titriyordu. Çok kısa bir zaman geçmişti ki, çocuk çok pişkin bir şekilde; “Ha, cebime koymuşum.” dedi. Hoca kafasını beri öte çevirerek yüksek bir ses tonuyla; “Evladım, evladım!” dedi. Hoca çok bozulmuştu. Sınıf buza kesmişti, hocanın ikazından sonra bir hıçkırık ki sınıfı sallıyordu, herkesi duygulandırmıştı! Buna rağmen hocanın tepkisinden başka kimseden ses çıkmamıştı.
Hoca sınav sorularını yazdırdı ama kendisi hâlâ ağlıyordu, öbürü ise hiçbir şey olmamış gibi ha bire yazıyordu. Sadece ismini yazdığı boş kâğıdı sessizce öğretmen masasına bırakıp sınıftan çıkarken onu hoca bile durduramamıştı.
Bunlar gözünün önüne gelirken mağazanın kapısından biri; “Bir yanlışlık olmuş, bırakın kadını gitsin!” diye seslendi. Rahat bir nefes aldı, “Çok şükür Ya Rabbi!” dedi. Etrafta kalanlar da dağılmaya başladı. Arkadaşı da rahatlamıştı ama kolunu hâlâ bırakmıyordu, arkadaşına sıkıca sarıldı, ağlamaya başladı.
Kadın perişan olmuştu.
Arkadaşına döndü; “Ali, suçsuz olduğu halde bir de bu suç kadının üzerinde kalsaydı ne olurdu? Ama yine de bu travma kadını yer bitirir Ali. Bu olayı duyan kocasının, çocuklarının hâlini de bir düşün Ali! Kızılderililer bunlardan daha medeni, be arkadaşım.” dedi.
Kadın deliye dönmüştü; “Şuna bakın, adamlar bir özür bile dilemiyorlar.” derken ayakta duracak durumda değildi. O da arkadaşına; “Bunların hepsi aynı karakterde, görüyorsun değil mi, o da benden özür dilememişti. Bir şey anlamadın değil mi Ali? Elbette anlamazsın çünkü o bir sır!” dedi.
Kolunu hızla arkadaşının elinden çekti, yürümeye başladı, aslında yürümüyor, koşuyordu.
Nefes nefese geldiği evinin merdivenlerini süratle çıktı. Kıymetli eşyalarını koruduğu çekmecenin en alt tarafından çıkardığı defterin sayfalarını hızla çevirmeye başladı, bir türlü içindeki kaynamayı durduramıyordu, sayfayı buldu. Aynı sırayı paylaşmak zorunda olduğu kişinin, o gün yaptığını günlüğüne yazmıştı! Sayfayı buldu, altındaki boş yere önce;
“Hâlâ özür dilemedi.” diye yazdı, sonra da o günün tarihini yazdı.