Azerbaycanın Kültür ve Edebiyat Portalının Türkiye temsilcisi
Kahramanmaraş’ta lisenin tek olduğu zamanlarda Başmüdür Yardımcısı olarak milliyetçi kimliği ile uzaktan tanıdığım Yalçın Özalp Hocamı lise fark dersleri sınavlarından birinde yaşadığım bir olayla biraz daha yakından tanımıştım.
Eğitim alanında birçok badireler geçirmiş ve halen verimli bir temele oturtulmamış olan ülkemizde, bunlar yetmezmiş gibi o zamanlarda bir de bazı öğretmenlerin tek doğru kabul ettikleri kendi fikirlerini hâkim kılma ya da fikirlerinden söz ettirme tutkuları ve eylemleri vardı. Meslek lisesi mezunları lise eğitimini tamamladıkları halde birçok üniversite onları lise mezunu olarak kabul etmiyordu, dolayısıyla birçok fakülteye de giremiyorlardı yani üniversiteye girebilmek için lise fark dersleri olarak belirlenen derslerden sınava girip başarılı olmaları ve lise diploması almaları gerekiyordu. Böyle bir garip uygulama vardı. Bu da yetmezmiş gibi bir de fark dersleri sınavlarında öğretmenlerden bazılarının kişisel fikir ve ideolojik tepkilerini ortaya koydukları öğrenciler arasında konuşuluyordu. Anlatılanlara göre ortada somut bir şey olmasa da bu söylentiler, sınava girecek öğrencileri tedirgin ediyordu. Bir taraftan üniversitelerin meslek lisesi mezunlarına kapılarını kapatması, diğer taraftan da bu ve benzeri söylentiler veya davranışlar, birçoklarını ümitsizliğe veya tedirginliğe sevk ediyordu.
Böyle bir ruh halindeyken yine de yaz döneminde okulumuzdan mezun olup güz döneminde de lise fark derslerini vererek üniversiteye girme hayali ile planlar yapıyorduk. O yıl, daha önceleri olmayan bir uygulamaya gidilmiş, meslek liseleri mezunları için Eylül ayında ayrı bir sınav yapılacağı açıklanmıştı. Sınav, esasta Endüstri Meslek, Sağlık Meslek ve Ticaret Lisesi mezunlarını kapsadığı halde, imam hatip okulu mezunlarını da kapsadığı yorumlanarak, imam hatip mezunlarına başvuru yaptırılmamıştı. O zaman Adana imam hatip okulunun müdürü olan merhum Sait Kırmacı, müracaatların bitimine bir gün kala bu oyunu fark etmiş, gece bütün ekibiyle mezun veya son sınıf öğrencilerinin evlerini dolaşarak sınava girmelerini sağlamışlar, bunu bir ziyaretimde bizzat kendisi anlatmıştı. Bu hileye ve orta yerde dolaşan ideolojik mücadeleye rağmen birçok öğrenci yine de fark dersleri sınavına girmişlerdi. Ancak, bu öğrenciler, söylentilerde olduğu gibi özellikle bir dersten başarılı olamamışlar dolayısıyla güz döneminde mezun da olamamışlardı. Bu kişilerden birisi olarak bir sonraki yılda, tedirgin bir şekilde sınavlara girmiştik. Bu arada ideolojik tepki alanında adından çok söz edilen öğretmenlerden biri askere gitti denilmişti, gerçekte de sınavda o öğretmen ortalıkta görülmedi.
Sınavlar okulun girişinde, o geniş alanda yapılırdı. Sorular yazdırıldı, sınav henüz başlamıştı ki bu dersin öğretmenlerinden birisi gelip başıma dikildi, sürekli kâğıda ve bana bakıyor, bakışlarıyla beni tedirgin ediyor, bense içimden çok sinirlensem de onun bu hareketine aldırmıyormuş gibi davranıyordum. Bu duruma çok fazla dayanamamış olmalı ki ilk hamlesini yaparak, bana hangi okuldan mezun olduğumu, niçin fark dersleri sınavına girdiğimi ve benzeri soruları sormaya başladı, bense istediği cevapları vermiyordum, benim bu davranışım karşısında o beni başka türlü tedirgin etmeye başladı. Sıralarda tek kişi oturmamıza, daha fazla da bir şey yazmamama rağmen beni yerimden kaldırdı, birkaç sıra öne oturttu. Çok sakin bir şekilde burada da aynı şekilde sorular sormaya devam etti. O soruyor, bense onun beklediği cevapları vermiyordum, hatta bir ara beklediği cevabı alamayınca; “Sen ilkokul mezunu musun?” dedi, ben de “Evet, ben ilkokul mezunuyum!” dedim ama o benimle uğraşmaktan yine vazgeçmedi. Bir daha yerimi değiştirdi, aynı durum yine devem ediyordu. Bu sefer öğretmen beni, sınav kâğıtlarının teslim alındığı komisyon masasının hemen önündeki sıraya oturttu. Ben bir taraftan yerimi değiştirirken, bir taraftan da; “Zaman geçiyor, bırakın da cevapları yazayım!” dedim. O sırada Yalçın Özalp Hocam tam da yanımızdan geçiyordu ki benim sözlerimi duydu ve hemen döndü; “Ne oluyor burada?” dedi, öğretmen bir şey yok dediyse de Yalçın Hocam benim gözlerime baktı, ben de olup bitenleri anlattım. Yalçın Hocam çok fena halde sinirlendi ve öğretmene; “Sizin bu tavırlarınızdan bıktım artık, yeter be arkadaş, git en arkaya, bu tarafa da gelme!” dedi, bana da; “Sen de İstediğin bir yere otur, cevaplarını yaz.” dedi. Ben yerimi değiştirmedim, sınavı dikkatlice tamamladım. Benim en son yerimi değiştirdiğinde o öğretmene; “Bakın, ben bu kâğıda silgi vurmayacağım, eğer bu sınavda beni başarısız durumuna düşürürseniz, sizinle artık mahkemede görüşürüz.” demiştim. Dersi ezberlemiştim çünkü, buna rağmen on üzerinden ancak yedi alabilmiştim.
Daha sonraki öğrenciliğimiz sırasında, bir bayram arifesinde, arkadaşlar memleketlerine gittikleri için sınıfta pek kimse yoktu, Yalçın Hocam, tarih kapsamında karşılıklı konuşmak, ya da konuşacak bir konu açılması için bir kapı aralamış, bize soru sorma fırsatı vermişti. Kimseden ses çıkmayınca ben konu açmak için; “II. Abdülhamid, kimilerine göre Kızıl Sultan, kimilerine göre ise Ulu Hakan, hangisine inanlım?” diye sormuştum. Onun bilgileri kurusıkı bilgiler değildi. “Bu soruya, eğer II. Abdülhamid hakkında bir, iki, üç hatta on üç kitap okumuş olsaydım rahatlıkla cevap verirdim, fakat ben bugüne kadar II. Abdülhamid hakkında yüz on üç kitap okudum, yalnız şunu söyleyebilirim ki; Kızıl Sultan diyenlerin nazarında ne kadar Kızıl Sultansa, bizim nazarımızda o kadar Ak Sultandır.” demişti.
Sınavlara doğru yaklaşırken, araştırmaya dayalı çok sayıda konu başlığı çıkarmıştı, bunların içerisinden seçim yapmak serbestti. Ben konu seçiminde biraz tereddüt ettim ve geç kaldım, neden geç kaldığımı bir ara kendisine söyledim. Bunun üzerine, belki de derse katılımımdan dolayı bana, “Şeyh Bedrettin Simavi” konu başlığını bizzat kendisi vermişti ve kaynak kitabın adını da söylemişti. O zamanlar internet yok, yayınevini ve kitabı bulmak zor, hatta imkânsızdı. Sadece Milli Eğitim Bakanlığı yayınlarından İslam Ansiklopedisi’nde Şeyh Bedrettin’in düşünce ve görüşlerini içeren kısa bir bilgi vardı. Ansiklopedi de Halk Kütüphanesi’nde vardı. Hocam bu konuyu bana verirken, “Şeyh Bedrettin, sosyalizmin kurucusu, hatta komünizmin fikir babasıdır, bunu ne sosyalistler ne komünistler bilirler.” demişti ve benden temel fikirlerinin eleştirisini yapmamı istemişti. Ben, kaynak olarak, şu anda ismini hatırlamadığım kitabı bulamadım. Zaman iyice daralmıştı, “Hocam, verdiğiniz kaynak kitabı bulamadım, uygun görürseniz bana ya başka bir konu veriniz, ya da İslam Ansiklopedisindeki görüşlerini esas alarak, değişik kaynaklardan bulduğum kadarıyla ben kendim inceleyip eleştirisini yapayım.” dediğimde bana; “Kendin hazırlarsan benim için daha muteberdir.” demişti. Ben çok ciddi bir araştırma yaparak konuyu hazırladım, son günü gecesinde, geç saatlere kadar, elimle yazıp sabahleyin teslim etmiştim. Elimde nüshası bulunmayan ilk araştırma ve inceleme çalışmam bu olmuştu. Daha hemen ertesi gün, sabah okula vardığımda, sırada bir kitap vardı, sonra bizim sınıftan bir arkadaş geldi; “Bu kitabı ben getirdim, onu tarihçi sana gönderdi.” dedi. Kitabın kapak sonrası sayfasında; “Çalışmalarınızın devamını temenni eder, bundan sonraki çalışmalarınızda başarılar dilerim.” diye yazılmış ve imzalamıştı. O dönem sadece bana armağan vermişti. Belki de Hocamın bu davranışı, benim daha sonraki çalışmalarımda ve ilerleyen yıllarda Hocamla devam eden ilişkilerimizde etkili olmuştu.
Daha sonraları Yalçın Hocamla yakınlığımız, ben hâlâ öğrenci gibi davransam da onun nazarında dostluk şekline dönüştü. Bazen Öğretmenevi lobisinde, bazen yolda, bazen de cami çıkışı rastlarsa ayaküstü sohbetlerimiz oluyordu.
O, Ermeni meselesini Maraş’ta en iyi bilen bir tarihçiydi. En çok da bu konuyu konuşurdu. Ulu Cami meydanına belediye bir havuz yaptırmıştı, havuzun bir yanında “Sağbazar suyudur, içilmez” yazılıydı. Bu yazıya çok içerlediği için, o zamanlar belediye ile bir ilişkim olmadığı halde o yazının düzeltilmesi konusunu bana kaç defa söyledi. Benzer konulara çok dikkat ederdi. Ermenilerin gerçekleştirdikleri katliam öncesinden söz ederken Zeytin der, katliam sonrası için kesinlikle Süleymanlı derdi. Ondan aldığım öğretiye bağlı olarak ben de bu şirin beldemiz için hep Süleymanlı ismini kullanırım.
Bir ara Hocam Öğretmenevi’nde kalıyordu. Bir tedavi süreci yaşadıktan sonra Huzurevi’nde kalmaya devam etti. 2019 yılı Kitap Fuarından sonra, Hocamı ziyarete gittim. Beni ziyaretçi salonuna aldılar, “Siz bekleyin” denildi, ben zannettim ki beni alıp odasına götürecekler, bir baktım ki Hocamı tekerlekli sandalyede oraya getirdiler, çok mahcup oldum; “Hocam özür dilerim, beni sizin yanınıza götürecekler zannı ile burada bekledim, sizin buraya getirilmenize gönlüm razı olmadı.” dedim ama çok mahcup oldum. Tanıdığım arkadaşlar vardı, daha önce onlara söylemiştim, onlar da; “Siz gelin, görüştürürüz.” demişlerdi, ancak ben cumartesi günü gittiğim için tanıdığım arkadaşlar o gün yoklardı, oradaki görevliler de normal prosedürü uygulamışlar, ben özür dileyince o hiç o taraflara girmeden; “Hani elin boş mu geldin, kitaplar nerede?” dedi. Ben hasta olduğu için okuyacak durumda değildir düşüncesiyle kitap götürmemiştim. “Arabadan hemen alıp geleyim” dedim, “Memnun olurum evladım” dedi. Gittim, hemen kitapları aldım getirdim, teşekkür ve tebrik etti, “Okurum bunları” dedi.
Bir süre sonra pandemi dönemi başladı.
Biliyorum, bu yazı da geç kaldı.
Hocama Yüce Allah’tan bol rahmet diliyorum, mekânı Cennet olur inşallah.
Biz kıymetini hakkıyla bilemedik, Allah mükâfatlandırsın inşallah.
Bu yazı 28.07.2021 tarihinde YORUM GAZETESİ’nde yayınlanmıştır.