Türk edebiyatında, fıkra türünü ne kadar çok irdelerseniz; o kadar geniş anlama ulaşırsınız. Çünkü fıkra; bir zekâ ürünüdür. İçerisinde geniş kapsamlı anlamlar yüklüdür. Aynı zamanda; Türk halkının keskin zekâsı içinde gizlidir. Halkımızın her sözünde, her jest ve mimiğinde emsalsiz sırlar ve ders veren öğütler yatar.
Reşat Nuri diyor ki; “Türk halkı âlim değil, ariftir.” Ne kadar güzel bir söz. Halkımızın “Arif” olmasının en büyük nedeni, yaşamı, sosyal kültürü, gelenek ve göreneklerini diline yansıtmış olmasıdır.
Hani deriz ya; “Ağzından bal akıyor” her duruma, her konuya bir “Nükte” uydurur. Bu nükteler, zaman içinde anlamı geniş olan sözlere ulaşır, her söyleyenin o söze bir katkısı olur ve halk kültürü olarak nesilden nesile devam eder. O söz zamanla “Atasözü” haline gelir. Böylece de dil; üretkenliğini devam ettirir.
Bu yazımda, atalar sözü haline gelmiş olan bu antika sözlerin hangi fıkradan, hangi olaydan kaynaklanan, o fıkranın veya olayın ürünü olduğunu “Kümbet” okuyucularına sunmak istedim.
Malum olduğu üzere, yine bir değerli sözümüz vardır. “Söz gider, yazı kalır” Bu tip araştırmaların gelecek kuşaklara aktarılmasında bir köprü görevi görecektir.
Uzayıp giden hayatı, kısaltmamız ve süresini durdurmamız elimizde değildir. Günün konusu olan “Reklam arasını” vermek gücümüzün üstündedir. O halde; halkın içinde dolaşan ve konuşulan bu sözler, yazıya aktarmalar Mazi-Ati ilişkisinde biz aydınlara düşen görevdir.
İnceleyip, araştırdığım bu sözlerin çıkış kaynağı bilimsel olmasa bile, yine de bir gerçeğe dayandırdım. Şimdi sırasıyla bu anlamlı sözlerin kaynağına inelim:

-BU İŞ HEM UZADI, HEM DE TADI KAÇTI;
Köylü şehre inmiş, bir bakkala uğramış. Acıktığı için gözü yiyeceklere ilişmiş. Bu arada sandıklar içerisindeki inciri görmüş. Bir kilo istemiş. Oturup oracıkta inciri afiyetle yemiş. Ama bunun incir olduğunu yediği halde bilmediği de bir gerçekmiş.
Aynı köylü aylar sonra aynı bakkala uğramış ama incir sandığını görememiş, bakkal amcaya;
-Sen bana dışı meşin gibi, içi çekirdekli bir yiyecek vermiştin. Çok hoşuma gitmişti. Şimdi yine ondan bir kilo istiyorum. Demiş.
Bakkal incir mevsiminin geçtiğini ve yeni mahsulün çıkmadığını bildiği için tarifi üzerine bir kilo patlıcan tartıp, köylü müşterisine vermiş. Köylü müşteri patlıcanı afiyetle yemiş. Parasını öderken demiş ki;
– Bakkal hemşerim, sen bunu hem uzatmış, hem de tadını kaçırmışsın.
Vallahi ne diyelim, bakkal mı kurnaz, yoksa köylümü “arif” bunun yorumunu okuyucularımızın yüksek zekâsı çözümünü ve analizini yaparlar, günümüze adapte etsinler.

-BİR MİSAFİR GETİRECEĞİM KABUL EDER MİSİNİZ?
Misafir severlik (Konukseverlik) Türk halkının genlerinde vardır. Hanlar, imarethaneler, aşevleri, konukevleri, hep Tanrı misafirleri için yapışmıştı. Bu konuda dünya ülkeleri arasında birinciye gelir. Ama anlatacağım bu olay; bize ait değil. Öykünün esprisini iyi anlayanlar bu değerli özelliğimizin gittikçe kaybolduğunu, batılılara benzemeye çalıştığımızı görerek, üzüldüğümü belirteyim. Değişen dünya koşulları, bütün üstün hasletimizin şal altında kalmasına vesile oldu. Olay A.B.D de geçer.
Savaşa katılan bir genç, askerlikten tecrit edilerek, evine gönderilir. Genç askerlikten ayrılmasından önce telefonla ailesini arar. Onlara müjdeyi verdikten sonra bir ricası olduğunu telefonda anlatır. Ricası şöyledir:
“Babacığım, askerden dönüyorum. Size kavuşacağım mutlu saati bekliyorum. Ancak size dönmeden bir ricamı iletmek istiyorum.”
Baba, oğlunun ricasını can kulağı ile dinler. “Seni dinliyorum oğlum” cevabını verir. Askerden dönecek genç ricasını şöyle sürdürür;
“Babacığım, yanımda kimsesiz bir asker arkadaşım var. Bir kolu ve bir bacağını savaşta kaybetti. Hayatta benden başka tutunacağı dalı yok. Benimle gelip bizde kalabilir mi?”
Telefonun öbür ucundaki baba, bakıma muhtaç bu trajediyi hayalinde canlandırır. Manzara onun için ürkütücüdür. Cevabı net ve kesin olur.
“Oğlum, bak biz o arkadaşına bakamayız, ona başka bir imkân sun.”
Aradan iki gün geçer. Genç askerden dönmez. Aile telaşa kapılır. Ancak polis acı haberi getirir.
-İnşaattan atlayarak intihar eden, bir bacağı ve bir kolu olmayan bir gazinin cesedi bulunmuştur. Araştırmalardan bu gencin size ait olduğu ve savaşta kol ve bacağını kaybettiği anlaşılmıştır.
Bu öykü bize ait olmasa bile, çok düşündürücüdür.

-VERMEYİNCE MABUT NEYLESİN SULTAN MAHMUT
Bu deyimi de çok kullanırız. Hani derler ya; “Fakir çocuğunu, zengin danasını sever” bu deyimin çıkış kaynağına şöyle ulaştık.
Sultan Mahmut tebdili kıyafetle halkı kontrole çıkmış. Bir fakire misafir olmuş. Fakirin yatağı olmadığı için, komşudan yatak getirtmiş. Sultan Mahmut; evden ayrılırken, yastıkla kılıfın arasına bir iki altın sikke bırakmış ve evden ayrılmış.
Günlerden bir gün aynı eve tekrar uğramış. İlk geldiği anla, şu andaki arasında bir gelir farkı görmemiş. Bu kez de ev sahibi görmeden yemek tabağının altına birkaç altın sikke yapıştırmış. Evden ayrılmış.
Üçüncü kez aynı eve uğramış. “Eski tas eski hamam” Bir gece daha misafir olduktan sonra, ev sahibi ile yola çıkmış. Önlerinde köprü varmış, ev sahibini “Bak köprü tehlikeli mi, kontrol et, köprünün ilerisinde beni bekle” diye önden göndermiş ve köprü üzerine altın sikkeleri bırakmış. Daha sonra kendini bekleyen ev sahibine;
-Haydi, sen, geri dön, köprüden geç evine git” deyip teşekkür etmiş ve ayrılmış.
Sultan Mahmut dördüncü kez aynı eve uğramış ama hiçbir gelişme görmemiş. Sonunda hayretini gizlemeden;
-Ben Sultan Mahmut; Birincide yastıkla kılıf arasına altınları koydum. İkincide yemek kaplarının altına yapıştırdım altınları. Üçüncüsünde mutlaka köprüden geçersin diye köprü üzerine altınları koydum. Gördüm ki sende hiçbir değişiklik yok.
Ev sahibi şöyle der;
-Sultanım, yatağımız yoktu, yemek kaplarımız yoktu, onlar komşuya nasip olmuştur.
Sultan Mahmut;
– Ya sen köprüden geçmedin mi?
-Geçtim Sultanım. Köprüye gelince, acaba gözüm yumuk köprüyü geçebilir miyim? dedim ve öyle geçtim.
Sultan Mahmut işte o zaman bu edebî sözü söylemiş;
“-Vermeyince Mabut, neylesin Sultan Mahmut”
Hani Ziya Paşa der ya;
“Bi-baht olanın bağına bir katresi düşmez;
Bârân yerine dürr-ü güher yağsa semâdan.”

-KÂRI KESEYE YÜKLEMEK
Harun Reşit, mabeyincisi ile kırda geziye çıkmışlar. Bakmış ki; seksenlik bir ihtiyar (Piri Fâni) kazma kürek elinde ağaç dikiyor. Yanına yaklaşarak; “Yahu amca seksenlik bir adamsın, bu ağaçların meyvesini yiyebilecek misin?”
İhtiyar, oturaklı bir cevapla;
“-Ben meyvesini yemek için dikmiyorum, torunlarım yesin diye dikiyorum.” cevabını verince, çok hoşuna giden bu söz üzerine Harun Reşit; Mabeyincisine; Bu yaşlıya bir altın ver der.
İhtiyar altını alır, Harun Reşit’i şöyle bir süzdükten sonra ; “-Gördün mü herkes diktiği fidanın 3-5 yıl sonra meyvesini yer, bense henüz dikerken yedim.”
Bu söz Harun Reşit’in hoşuna gider; Mabeyinciye bir kese altın vermesini söyler, bunun üzerine yaşlı zat;
“-Efendim, herkes ürünü yılda bir kere alır, bense iki kere aldım.”
Bu söz Harun Reşit’i daha çok etkiler. Mabeyincisine iki kese altın vermesini söyler. Mabeyinci dayanamaz;
“-Sultanım kârı keseye yükleyeceğiz. Biz buradan ayrılalım. Yoksa hazineyi bu adam alacak.”
Günümüzde ağaç dikme şöyle dursun, gözümüzü kırpmadan yılların ağaçlarını katlediyoruz. Keyif uğruna, getirim uğruna yakıyoruz. Hâlbuki ; “Kıyamet kopuyorken bile elinizdeki hurma dalını dikiniz.” Hadisi dinimizin direği ve temel felsefesi değil mi? Harem alanında bir ağacın yaprağını koparırsanız, kurban kesmek durumundasınız.

-HER KOYUN KENDİ BACAĞINDAN ASILIR
Kişisel çıkarları ön plana çıkaran bu söze; bazı edebiyat dönemlerinde karşı çıkanlar olmuştur. Özellikle toplum sorunları ile ilgilenen “Tanzimatçılar” bu ekolün temsilcisi olmuştur.
“Sen zanneder misin ki benim hep elemlerim,
Heyhat, ben nevaib-i eyyamı inlerim”
Veya bir diğer şair de;
“Bais-i şekva bize hüzn-i umumidir Kemal
Kendi derdi gönlümün billah gelmez yadına”
Ama bazı devlet adamları da kişisel kaygılarını önde götürmüşlerdir. Harun Reşit, kardeşi Behlül Dane’yi çağırarak ; “-Bak Behlül, halk senden şikâyetçi. Sen çocukları toplayıp onlarla abuk sabuk şeyler telkin ediyormuşsun, bundan vazgeç , “Her koyun kendi bacağından asılır”
Behlül Dane; Saraydan çıkar ve bir kasabaya gider, birkaç koyun budu, birkaç keçi budu alır. Mahallenin önemli noktalarına asar. Aradan birkaç saat geçtikten sonra etler kokuşmaya başlar. Halk bundan rahatsız olunca Harun Reşit’e durumu aktarırlar. Harun Reşit, Behlül’ü çağırıp;
“-Behlül ne yaptın? Sokakları leş kokusuna verdin.”
Behlül bu soruya şöyle cevap verir;
“-Sen her koyun kendi bacağından asılır demiştin ya; Ben keçi ve koyun bacaklarını sokaklara astım. Her ikisi de kokmaya başladı. Halkı rahatsız etti.”
Görüldüğü gibi bir kötülük; aynen bir lağımın patlaması ve etrafı pis kokuya yayması gibidir. O kötülüğü elbirliği ile yok etmek gerekir.
Hey gidi Behlül; Kemiklerin sızlasın. Sana deli diyenler bu bilgelikten sonra utanmadılar mı acaba!

-YERİN KULAĞI VARDIR
Atalarımızın güzel bir sözü vardır. “Sırrını söyleme dostuna, o da söyler dostuna”
Rivayete göre “Zekeriyya Aleyhisselam’ın boynuzları varmış. Ama bunu kimseye göstermezmiş. Nasıl olduysa, bu boynuzları biri görmüş. Zekeriyya Aleyhisselam bu sırrı kimseye paylaşmamasını rica etmiş.
Yıllarca bu sırrı saklayan adam dayanamamış, söylemese neredeyse çatlayacak. Nihayet kör bir kuyunun başına gelmiş. Kuyuya yönelerek;
“-Hz. Zekeriyya’nın boynuzları var” diye üç defa bağırmış.
Yıllar sonra o kuyudan kamışlar çıkmış. Halk kamışlardan düdük yapmışlar. Düdük öttüğü zaman şu sesi çıkarmış:
“Hz. Zekeriyya’nın boynuzları var”
Hey hak; sen neye kadir değilsin. Hiçbir sır gizli kalmıyor.

-YORGAN GİTTİ KAVGA BİTTİ
Bu sözün babası; Türk edebiyatının aynası olan Nasrettin Hoca’dır. Olay şöyle cereyan eder.
Gecenin geç vakti Hoca ve hanımı yatak döşek yatarlarken; dışardan acayip sesler gelir. Hoca bu, yatakta durur mu? Üşümeyim diye yorgana sarılıp, evden aşağı, seslerin geldiği yere kadar gider.
Burada kavga edenleri görünce, Hoca’nın hoşgörülüğü aklına gelir, kavgacıları ayırırken, birisi Hoca’nın yorganını kaptığı gibi kaçar, Hoca bakar ki kavga edenler yalancılıktan yapıyorlar. Çarnaçar eve çıkar. Hanım çenesi bu durur mu?
“-Hoca yorganı nettin ?”
Hoca sözün altın da kalır mı?
“-Hanım hırsızlar yalancıktan kavga ediyorlarmış, Ben ayırmaya gittim. İçlerinden biri yorganı kaptı ve kaçtı. Kavga edenler de onun peşinden gittiler. Senin anlayacağın;
“-Yorgan gitti, kavga bitti”
Hani deriz ya ; “Sel gitti, kum kaldı” çeşitli çatışmalardan sonra, ortalık sakinleşir. Ölen ölür; kalan kalır. Kavga bir müddet sükûnet bulur ya; Biz de şöyle bir geriye döner bakarız ki; yorgan gitmiş, kavga bitmiş. Nasrettin Hoca klasiği, edebiyatın ağırlıklı noktası da olduğunu bilelim.