ASKERLİK GÖREVİ İÇİN GELEN BİR ASKERİN ŞEHİTLİK HİKÂYESİ ÜZERİNE
“Bir avuç mezar toprağı ve bir tutam saç ile yaşadığı sürece teselli bulan bir annenin şehit yavrusu Vezir Akkaya’nın hazin hikâyesi”
Hanifi IŞIK
Yıl, 1941. İkinci Dünya Savaşının bütün dünyayı olduğu gibi Türkiye’yi de etkilediği zor yıllar.
Ben henüz kundakta iken annem Gülümpaşa’nın (1333 Posof doğumlu) dört yaş büyüğü 1921 (1337) doğumlu, Ardahan’ın Konk (Tepeler) köyünden olan dayım Vezir Akkaya (Alkaya), askerlik görev yeri olan Tokat’a gitmeden birkaç gün önce “Allaha ısmarladık” demek için köyümüze annemi ziyarete gelir.
O gece evimizde kalır, sabahleyin annemle vedalaşıp ayrılırken beni de atının üstüne bindirir ve biraz sevdikten sonra köyüne gitmek üzere ayrılır.
Kendi köyüne giden dayım bir gün sonra annesi, babası, ağabeyleri, yakınları ve sevenleriyle vedalaştıktan sonra kıtası Tokat’a gitmek üzere yola çıkar. O yıllarda yollar stabilize, araba sayısı az. Birkaç gün süren yorucu bir yolculuktan sonra Tokat’a varır ve kıtasına teslim olur. Artık vatani görev başlamıştır. Kıtasında birkaç hemşerisiyle tanışır ve birbirleriyle sıla hasreti giderirler. Bunlar arasında Ardahan’ın Dedegül Köyü’nden Cafer Aras, Behruz Tekin, Ahmet Yıldız, Binali Bayrakçı, Mürsel Bilican ve Ahmet Aras vardır.
Dayım, ilkokulu kendi köyünde bitirmiş ve ortaokulu Ardahan’da bitirmeden ayrılmıştır. Yurdumuzda henüz okuryazar sayısın yeni artmaya başladığı dönemlerdir. Türkçe okuryazar ve diplomalı biri olduğu için kıtasında yazıcı olarak görevlendirilir. Görevinin başında iken bir gün aniden rahatsızlanır ve Tokat Devlet Hastanesi’ne apandisit teşhisiyle yatırılır ve ameliyata alınır. Ancak ameliyat başarısız geçer ve sonrasında dayım rahmetli olur. Yıl Haziran 1942’dir
Acı haber tez yayılır, “yer kulaklıdır” der atalarımız. Bu beklenmeyen acı haber memleketteki ailesine askeriye tarafından telgraf çekilerek ulaştırılır. Ateş düştüğü yeri yakmaya başlar. Bütün aile bireyleri bu acıdan yanıp kavrulmaktadır. Özellikle annesi ve ablası annem günlerce ayılır bayılırlar. Herkes her gün gözyaşlarıyla teselli aramaya çalışır. Biz de annemin her gün özellikle de sabah namazına kalktığında arıların kanat çırparken çıkardıkları uğultulu ve iniltili sese benzer bir sesle ağladığını duyardık. Bu yıllarca böyle devam etti.
Annemin anlattığına göre ninem, bu acı yıkımı bir türlü içine sindirememiş ve olaya kendisini inandıramamış olacak ki her gün her saatte oğlumu görmek istiyorum diye ısrar ediyor ve dedeme kendisini Tokat’a götürmesini söylüyormuş.
O günün şartlarında ve o tarihte bir kadının Tokat’a gidip gelmesi hiç de olası değil. Yol yok, araç yok, yol boyu kalınacak oteller yok. Nasıl gidip gelinecek ki.
Ninemin sürekli istek ve ısrarları sürerken, aile meclisi toplanıp ninemi ikna etmeye karar verirler. Sonunda ninem ikna olur ve gitmekten vazgeçer.
Aylar böyle geçerken dayımın mezarını görmek için dedem tam bir yıl sonra 1943 Haziran ayında Tokat’a gitmeye karar verir. Dedem Asker Ağa (-?- 06.08.1960)Tokat’a gideceği sırada ninem ağlayarak dedeme: “Bak Ağa sen Tokat’a gidiyorsun. Gittiğinde mezarı mutlaka açtır. Oğlumu gör, onu benim yerime öp, kefenine sarıl. Gözyaşlarını benim yerime üzerine dök. Mezarının toprağından bir miktar toprak ile bir tutam da saçını getir.” Der.
Dedem önce yaya olarak Ardahan’a, Ardahan’dan Kars’a gider. Orada bir handa kalıp ertesi günü üstü açık bir kamyonla toza bürünmüş bir vaziyette Erzurum’a ve oradan da bulabildiği çeşitli araçlarla güç bela Tokat’a ulaşır.
Tokat’a vardığında kıtasındaki dayımın arkadaşları olan hemşerileriyle buluşur. Hemşeri askerler dedeme yardımcı olurlar. Önce mezarlığa götürürler ve mezarı gösterirler. Daha sonra Alay Komutanın yanına çıkararak tanıştırırlar. Alay komutanı ile görüşen dedem olayın devamını şöyle anlatıyordu:
“Alay komutanı ile görüştükten sonra ona ağlayarak ve içim yanarak mezarı açıp şehit oğlumu görmek istediğimi ve annesinin isteklerini gözyaşları içinde ilettim. Komutan önce bu isteğimi kabul etmedi. Ben yine yalvardım ellerine kapandım. Hüngür hüngür ağlıyordum. Komutan benim bu acılı durumuma fazla dayanamadı ve o da ağlamaya başladı. Sonunda isteğimi kabul etti ve: Peki baba, bul bir iki tane mezar kazıcı, olayı fazla dallandırıp budaklandırmadan mezarı açtır ve oğlunun naşını gör. Dedi.
Acı ve sevinç karmakarışık duygular içinde izin alınca gök açıldı sanki bana. Hemşeri askerler aracılığıyla iki tane kazma kürekli mezar kazıcı bulduk. Bir miktar da para verdim. Tokat’ın Turhal’a doğru çıkışındaki askeri mezarlıkta daha önce yerini belirlemiş olduğumuz mezarın başına geldik.
Mezarı; o vefat ettiğinde mezara koyan asker arkadaşı ve hemşerisi Cafer Aras’la birlikte açmaya başladık. Mezarı açmadan önce birkaç rekât namaz kıldım. Hem şehit oğluma hem de diğer şehitlere birer Fatiha bağışladım. Bismillah diyerek açmaya başladığımız mezarın başında hep beraber ağlıyor ve yok oluyorduk.
Mezar kazıldıkça sanki zelzele oluyor yer yerinden oynuyor, başım dönüyor ve dizlerim titriyordu. Gözyaşlarım adeta sel olmuş akıyordu. Mezarı açıp kefene sarılı bozulmamış bedeniyle yavrumu görünce üzerine kapandım. Gözlerim birden bire görmez oldu. O anda baygınlık geçirmişim. Kendime geldiğimde tekrar şehit yavrumun kefenini öptüm. Kefenini açtım ve o güzel yüzünü, gözlerini, vücudunu, saçlarını doya doya öptüm. Öptüm de öptüm…
Gözyaşlarımı üstüne döktüm, döktükçe döktüm. Sonra annesinin yerine defalarca öptüm. Onun yerine de gözyaşlarımla yavrumun yüzünü, saçını, kefenini ıslattım. Bilincim yerinde değildi. Artık ne olduğumu bilmez bir halde duygularımla hareket ediyordum. Bir ara kendimi toparlar gibi oldum. O sırada annesinin isteklerini hatırladım. Şehit yavruma dedim ki:
-Yavrum Vezir, bak annen saçından bir tutam, mezar toprağından da bir miktar istedi. Ver de annene götüreyim.
Elimi saçına attım ama maalesef alamadım. Bunun üzerine yeniden komutanın makamına giderek durumu anlattım. Bunun üzerine komutan Tokat Müftüsünü de alarak hep birlikte mezarın başına vardık. Komutan:
-Bak evladım, baban gelmiş onu annenin yanına elleri boş mu göndereceksin? Dedi.
Bunun üzerine tekrar elimi saçlarına doğru uzattım. O an sanki şimşek çaktı. Mezarda bir aydınlık oluştu. Oğlumun o güzel yüzü güller gibi açıldı. Yani demek istedi ki: “ Peki baba gel al da götür.”
Koklayarak, öperek ıslattığım saçlarına elimi attığımda avucum saçlarla dolmuştu. “Allah’ım, çok şükür varlığına” dedim. Saçları aldım hemen cebime koydum. O anki muradıma nail oldum.
Mezardan ayrılma zamanımız gelmişti. Neredeyse gün batacaktı. Mezarı kapatmadan önce yavrumu tekrar tekrar öptüm. Hem yüzünü hem kefenini hem de saçlarını öperek tekrar akıttım mezarına durmayan gözyaşlarımı.
Mezarı kapatırken birkaç avuç toprak aldım. Toprağı da saçlarla birlikte annesinin verdiği işlemeli mendilime sarıp cebime koydum. Mezarın başından ayrılırken şehidimin ve diğer şehitlerin ruhuna tekrar Fatiha okudum.
Okuduklarımı yüce Allah’a kabul eder diye bağışladım. Mezardan ayrılırken ayaklarım hiç öne doğru gitmiyordu. Diyordum ki: “Yarab ben nasıl yaşadım, o mezardan nasıl sağ çıktım?”
O acılı ortamdan ayrılıp Alay Komutanının yanına gelip ellerini öptüm, sarıldım ağladım. Kendisine: “Senden Allah razı olsun” dedim ve yine gözyaşı dökerek ayrıldım. Bana yol harçlığı da veren komutandan ayrıldıktan sonra hemşerimiz Mehmetçiklerle de vedalaştık.
Onların memlekete, sılaya selamlarını, annesi Safiye Hanım’a da emanetleri götürmek üzere memlekete hareket ettim. Yine bir sürü zorluklarla ulaştım.
Eve geldim, eşim ve diğer aile bireyleri beni karşıladılar. Hep beraber ağlaşıyorduk. Biraz sakinleşip kendime geldiğimde yaşadıklarımı anlattım. Yavrumuzun emanetlerini açıp evdekilere gösterdikten sonra annesine teslim ettim.
Mendilimin içindeki saçları ve mezar toprağını defalarca öpüp koynuna koyan anne Safiye Hanım baygınlıklar geçiriyor, bir türlü tahammül gösteremiyordu. Günler bu ağlamalar sızlamalarla geçti. Ama zaman o yaranın üstünü geçici de olsa külle kapattı.”
Sık sık infilak etse de ninemin yatak odasının penceresinin önündeki taşlar arasında her bahar bir ot yeşerirmiş. O, otu oğlu olarak görür ve onunla: Oğlum büyüyor, yeşeriyor diye avunurmuş. O ot sonbahara doğru sararınca vah yavrum hasta mısın niçin soldun diye sorarmış. Onunla dertleşir teselli bulurmuş. Bu olay ninemin diğer emanetlerle birlikte öbür dünyaya göçüne dek sürmüş.
Ninem mendile sarılı saçların ve toprağın bir kısmını da anneme vermişti.
Ninem o saçları ve toprağı bazen sandığında bazen de koynunda saklardı. Askerlik fotoğrafını da onlara ekleyerek onları koklar, öper ve teselli bulmaya çalışırdı. Annem Gülpaşa Işık Hanım da aynı şeyleri yapardı.
Ninem Safiye Hanım hep şöyle derdi: Bu emanetler benimdir. Bunlar benimle beraber öbür dünyaya gidecek. Onları ben götüreceğim, orada şehit yavruma vereceğim. Nitekim de öyle olmuş. Ninem Safiye Hanım 1965 yılı Mart ayında rahmete kavuşunca o emanetleri isteği doğrultusunda kefeninin arasına koymuşlar ve kalıcı dünyaya kendisiyle beraber gömmüşler.
Ruhları şâd olsun.